Beş-on gün oldu ki, mu’tada inkıyâd ile ben
Sabahleyin çıkıvermiştim evden erkenden.
Bizim mahalle de İstanbul’un kenârı demek:
Sokaklarında gezilmez ki yüzme bilmeyerek!
Adım başında derin bir buhayre dalgalanır,
Sular karardı mı, artık gelen gelir dayanır!
Bir elde olmalı kandil, bir elde iskandil ,
Selâmetin yolu insan için bu, başka değil!
Elimde bir koca değnek, onunla yoklayarak,
Önüm adaysa basıp, yok, denizse atlayarak,
Ayakta durmaya elbirliğiyle gayret eden,
Lisân-ı hâl ile amma rükûa niyyet eden
O sâlhurde , harab evlerin saçaklarına,
Sığınmış öyle giderken, hemen ayaklarına
Delîlimin koca bir şey takıldı...
30 Nisan 2024 Salı
Mehmed Akif Ersoy - Küfe (Safahat'tan - 5)
24 Nisan 2024 Çarşamba
Mehmed Akif Ersoy - Tevhîd Yâhud Feryâd (Safahat'tan - 4)
Ey nûr-i ulûhiyyetinin zılli avâlim ,
Zıllin bile esrâr-ı zuhûrun gibi muzlim !
Kürsî-i celâlin -ki semâlarla zeminler
Bir nokta kadar sahn-ı muhîtinde tutar yer-
İdrâkin eder gâye-i ümmîdini haybet ...
Yâ Rab, o ne dehşettir, İlâhî, o ne heybet!
Pervâzına yetmez gibi pehnâ-yi avâlim,
Gâhî seni bulsam diye, âvâre hayâlim
Bir şevk ile lâhûta kadar yükseleyim der.
Lâkin nasıl olsun ki bu mi’râca muzaffer?
Nâsût muhîtinde henüz çalkalanırken,
Bir dest-i tecebbür dayanıp göğsüne birden;
Hüsranla iner öyle sefîl, öyle muhakkar :
Hâlâ o sükûtun küreden tozları kalkar!
Yalnız o mu? Bin fikr-i semâvî bu zeminde,
Bîtâb-ı taharri kalarak âh ü eninde!
Eşbâha mı kurbün olacaktır cevelângâh ?
Ervâh bütün mündehiş-i “sümme radednâh!”
Sun’undaki esrâra teâlî bize memnû’
Olmaz mı, ridâ-pûş dururken daha masnû’ ?
Hurşîd-i ezelden nasıl ister ki haberdâr
Olsun daha bir zerreyi derk etmeyen efkâr?
Ey nâmütenâhî sana nisbet ile mahdûd ,
Mahsûr-i muhît-i kaderindir ne ki mevcûd.
Dîbâce-i evsâfını almaz bütün eb’âd,
A’dâd edemez silsile-i feyzini ta’dâd .
Ummân-ı şüûnun ki birer mevcidir a’sâr ,
Her mevcesi bir lücce-i bî-sâhil-i âsâr!
Fermânına mahkûm ezeliyyet, ebediyyet;
Ey pâdişeh-i arş-ı güzîn-i samediyyet .
İbdâ’-i bedîin -ki cihanlarla bedâyi’
Meydana getirmiş- bize ey Hâlik-ı Mübdi’ ,
Mübhem nasıl olmaz ki? Ademden değil isbât,
Bir zerre-i mevcûdu yok etmek bile heyhât ,
Kâbil olamaz çıksa da bin dest-i muharrib .
Yâ Rab, bu nasıl âlem-i lebrîz-i garâib !
Serhadd-i ezel bed’-i hudûd-i melekûtun ,
Pehnâ-yi ebed gâye-i sahn-ı ceberûtun .
Hükmün ki tahakküm edemez seyrine bir şey;
Bir anda bu pâyansız olan cevvi eder tayy .
Bir an, diyerek eylemişim bilmeyerek, bak!
Takyîd zamanla seni ey Fâtır-ı Mutlak!
Bakîyi beşer her ne kadar etse de tenzîh,
Fâniyyeti îcâbı, eder kendine teşbîh!
Itlâka nasıl yol bulabilsin ki tefekkür?
Eşbâhı görür eyler iken rûhu tasavvur!
* * *
20 Nisan 2024 Cumartesi
Osman Çeviksoy - Keçi (Hikaye)
“Yıllar önce şeytana uyup bir keçinizi çaldım. Kendi keçimmiş gibi kestim, kızarttım, arkadaşlarımla yedim. Sonra unuttum. Arada bir hatırladığım oldu, önemsemedim. Kırk yaşımdan sonra hemen her gün aklıma düştü. Bir süre sonra aklımdan çıkmaz oldu. Pişmandım. Huzursuzdum. Tövbeler ettim olmadı. Fakir fukaraya sadaka dağıttım, olmadı. Bir türlü aklımdan atıp rahatlayamadım. Uykularım kaçtı. Gittim, müftüye danıştım. “Dünyada helalleş. Öbür tarafa bırakırsan, kendine yazık edersin. Çık karşısına, açıkça anlat! ‘Ödeyeceğim!’ de. Öde, kurtul!” dedi. Keçinizin karşılığını ödeyip helalleşmeye geldim. Öte yana borçlu gitmek istemiyorum.”
“Güzel! Keçimin karşılığını ödersen helalleşmiş oluruz.”
“Ödeyeceğim, miktarı söyleyin.”
“Önce bir hesap yapmam gerek!”
“Elbette… Bir, iki, üç, beş keçi deyin vermeye hazırım.”
“Keçimi kaç yıl önce çaldınız?”
“Tam yirmi dört yıl oluyor.”
“Dördünü silelim yirmi yıl olsun. Keçimiz, yirmi yılın on yılında on yavru yapmış olsa… bunlardan beşi dişi, beşi erkek olsa… dişiler üçer yaşına girince yavrulamaya başlasa… onların dişi yavruları da üçer yıl sonra yavrulamaya başlasa… erkek olanlar satılıp paralarıyla dişi keçiler alınsa… onlar ve onlardan doğacak yavrular da vakti geldikçe yavrulamaya başlasa… bu böyle devam edip gitse… Kurdun kuşun kaptığını, hırsızın çaldığını, kayadan düşüp öleni, sele kapılıp gideni, sadakayı, zekâtı, fitreyi çıktıktan sonra iki yüz seksen altı kalır. Vicdan ehli olmak gerekir. Bunu da aşağı doğru yuvarlayalım; iki yüz elli diyelim. Evet sevgili kardeşim, iki yüz elli keçiyi ya da bedelini verirseniz borç ödenmiş, biz helalleşmiş oluruz. Bir eksik olursa kabul etmem, hesap ahirete kalır.”
19 Nisan 2024 Cuma
Fuzuli - Gazel - 40 (Tılısm-ı genc için bin ism-i a’zam yâd tuttun tut)
Tılısmı sındurub genci bozup ismi unuttun tut
bugun kanlar töküp âlemde çok hûn-âbe yuttun tut
riyaz ömre binkez su verip âhir kuruttun tut
Bu bezm içre Cem ü Cemşid elinden câm tuttun tut
Kumârı mekr ü tezvir ü hiyel ehlinden uttun tut
17 Nisan 2024 Çarşamba
Mehmed Akif Ersoy - Hasta (Safahat'tan - 3)
“Vak’a Halkalı Ziraat Mektebi’nde geçmiştir.”
– Bence, doktor, onu siz bir soyarak dinleyiniz;
Hastalık çünkü değil öyle ehemmiyyetsiz,
Sâde bir nezle-i sadriyye mi illet? Nerde!
Çocuğun hâli fenâlaştı şu son günlerde.
Ameliyyâta çıkarken sınıf on gün evvel,
Bu da gelmez mi, dedim: “Kim dedi, oğlum, sana, gel?
Nöbet üstünde adam kaçmalı yorgunluktan,
Hadi yavrum, hadi söz dinle de bir parça uzan.”
O zamandan beridir za’fı terakkî ediyor;
Görünen: Bir daha kalkınması artık pek zor.
Uyku yokmuş; gece hep öksürüyormuş; ateşin
Olmuyormuş azıcık dindiği...
16 Nisan 2024 Salı
Abdurrahim Karakoç - Kısa Soruya Uzun Cevap
“Eski dostlar nasıl?” diye sorarsın
Dostluk nasıl bir şey? Nerede kaldı?
Kimi ata binip aştı dağlardan
Kimisi ahırda, harada kaldı.
Nurettin’in mumu yanmadan söndü
Baki palavrayla köşeyi döndü.
Gaffar çok kurnazdı, Sadık çok bön’dü
Fermanı şaşırdı arada kaldı.
Şeytan kaçtı, cin yetişti imdada.
Harun İnternet’te, Hayri simya’da
Tayyar gökdelende, Mahdum villada
Mülayim bir çıkmaz derede kaldı.
Serdar yukarıda madik atıyor
Hicabî pazarda marul satıyor
Alişan Lara’da kumda yatıyor
Sadullah tipide, borada kaldı.
Süleyman silahı duvara asmış
Selami herkesten selamı kesmiş
Hidayet kahrından dünyaya küsmüş
Zafer çekte, Zeki kirada kaldı.
Hayrettin haraca bağladı yurdu
Erdal eroinden voleler vurdu
Behçet İstanbul’a karargâh kurdu
İkram Muş’ta, Zülküf Zara’da kaldı.
Dost most bırakmadı çaldı seneler
Aklı, iradeyi aldı seneler
Yaprağı, çiçeği yoldu seneler
Yeşillik sadece serada kaldı.
Gazanfer gün boyu gökte uçuyor
Şarabı bıraktı, viski içiyor.
Kamber denizlere yelken açıyor
Zavallı Muharrem karada kaldı.
İsrafil emrine girdi Hasan’ın
Şifresi cebinde yüz dört kasanın.
Şaşkınlıktan aklı durdu Musa’nın
Gitmedi bir yere, burada kaldı.
Günden güne azmanlaştı büyükler
Belli değil sarhoşlarla ayıklar
Mansur “Tanrıdağı” diye sayıklar
Gökbörü’nün aklı Hira’da kaldı.
Rağbet dönmeyedir, itibar yoz’a
Gark oldu her taraf dumana, toza
Şakir’in içtiği çay, salep, boza
Kutluk gitti gitti, birada kaldı.
Cabbar Mercedes’te, Can yalınayak
İhtiras sevgiye olmuyor dayak
Mesut Uludağ’da yaparken kayak
Bekir kıl çadırda, merada kaldı.
Fikri işsiz aylak dolaşmaktadır
Figanı göklere ulaşmaktadır
Necip hep pisliğe bulaşmaktadır
Feyzullah’ın aklı parada kaldı.
Dostluk vadisinde yeller esmekte
İlhamı zirvede ahkâm kesmekte
Gürkan haram yiyip yalan kusmakta
Bedrettin yazıda, turada kaldı.
Nadir “Allah” diyor, demiyor başka
Hepimiz o yolda buluşsak keşke.
Yakup dolar sayıp geliyor aşka
Yekta’nın gözleri birada kaldı.
Vahdet Washington’da, Rüştü Roma’da
Celal size ömür... Kemal komada.
Hamit Horasan’da, Said Soma’da
Hurşit Safdiller’in orada kaldı.
Şeref şerefini sırtından atmış
İzzet izzetini gâvura satmış
Hakan Almanya’da batağa batmış
Kimliği Helga’da, Vera’da kaldı.
Edirne’den Van’a, Muğla’dan Kars’a
Bize de göstersin dost bulan varsa.
Herkes bir yol tutmuş topluyor parsa
Hicran yürekteki yarada kaldı...
ABDURRAHİM KARAKOÇ
15 Nisan 2024 Pazartesi
Tevfik Fikret - Millet Şarkısı
Çiğnendi yeter, varlığımız cehl ile kahre,
Doğrandı mübarek vatanın bağrı sebepsiz.
Birlikte bugün bulmalıyız derdine çare
Can kardeşi, kan kardeşi, şan kardeşiyiz biz.
Millet yoludur, hak yoludur tuttuğumuz yol
Ey hak, yaşa, ey sevgili millet, yaşa, varol!
Ömer Seyfeddin - Büyücü
Büyük Selahaddin Eyyubi, kendisinden aman dileyen
Kudüs'ü aldıktan sonra hiç durmamıştı. Şam'da "biraz dinlenelim!" diye
isteklerini bildiren askerlerine:
— Ömür kısadır. Ecelimizin ne zaman geleceğinden emin değiliz, cevabını verdi.
Ömer Hayyam - Rubai
İnsan yiyeceksiz, giyeceksiz edemez:
Bunlar için didinmene bir şey denmez.
Ondan ötesi ha olmuş, ha olmamış:
Bu güzelim ömrünü satmaya değmez.
(Çeviren : Sabahattin Eyuboğlu)
Ömer Seyfeddin - Yalnız Efe
Sabahtan beri yürüyorduk. Düşe kalka geçtiğimiz sarp
keçi yolları bazen sel yarıkları içinde kayboluyor, bazen sık fundalıklardan
ayrılarak, dibinde sivri sivri çam tepeleri görünen karanlık çukurlara
sapıyordu. Ayı avına gidiyorduk. Kılavuzum Kumdere köyünün en namlı
nişancılarındandı. Beraber tırmanacağımız yüksek ormanlı dağların daha çok
uzağındaydık. Vakit vakit ince bir yağmur serpeliyordu. Güneş yoktu. Nihayetsiz
mor bir kubbeyi andıran dumanlı gökten sonsuzluğun geçmiş saatlerini hatırlatır
gamlı guguk sesleri aksediyordu. Artık iyice yorulmuştum. Omzumdaki martin
gittikçe ağırlaşıyordu.
— Biraz dinlensek, dedim.
Kılavuzum güldü. Onun kır çember
sakallı şen çehresi pembeleşti:
— Kesildin mi? diye sordu.
Sırtında çiftesi ile üç günlük
yiyeceğimizden başka benim kebemi de taşıyan bu dinç köylüye yorgunluğumu
söylemedim.
— Ha biraz gayret! Yarın başına bir
çıkalım, oradan öte Akkovuk’a kadar yol iyidir, dedi.
— …
Yarım saat daha tırmandık.
Ayaklarımızın altından küçük taşlar, kireçli topraklar dökülüyordu.
Gayet büyük bir çam ağacının yanına
gelince kılavuzum:
— İşte yarın başı, dedi.
Yerler çamurdu. Çiseleyen yağmurun
dallara çarpan damlaları derin bir fısıltı çıkarıyordu. Ben hemen çöktüm. Çamın
kalın gövdesine arkamı dayadım. Cebimden paketimi çıkardım. Sırtından yükünü
indiren ihtiyar avcıya uzattım:
— Yak bir cıgara bakalım!
Ağır bir tavırla:
— Burada tütün içilmez, dedi.
Sordum:
— Niçin? Namazgâh mı burası?
— Hayır!
— Ya ne?
Başını salladı. Gizli bir şey
söylüyormuş gibi yavaşça:
— Burası Yalnız Efenin sır olduğu
yerdir, dedi.
Serin bir rüzgâr yağmurun
fısıltısını çoğaltarak esiyor, üstümüzdeki siyah bir çadır gibi açılan çam
dallarını titretiyordu. Anadolu’nun bu yalçın ufuklu, bu boş, bu kayalık, bu
korkunç tarafı, Bozdağı’na giden bu ıssız yol eskiden beri eşkıya uğrağı idi;
bunu bilmiyordum. Ben tenha bir geçidin gizli bir köşesinde uyuyan küçük bir
köyde doğdum. Ger Ali’nin, Köroğlu’nun, Develi’nin, Cellav’ın menkıbeleri
içinde büyüdüm. Bilmem onun için mi, eşkıya hikâyelerini dinlemeyi pek severim.
Paketimi cebime soktum.
— Anlat bana baba, bu Yalnız Efe kim,
nasıl sır oldu? dedim.
İhtiyar avcı torbasının yanına
bağdaş kurdu, çiftesini kucağına uzattı. İri ela gözleriyle dik yarın keskin
kenarına, karşıdaki yağmurla ıslanarak koyu kan rengine giren derin granit
uçurumlara baktı, baktı. Sonra bana döndü:
— Anlatayım. Ben şimdi elli yaşını
geçiyorum. O vakit pek ufaktım. Onu gören kadınları dinlerim. Kendisi hiç
erkeğe gözükmezdi.
— Niye gözükmezdi?
— Çünkü kızdı.
— Kız mıydı?
— Evet.
Hayretim boşuna gitti. Geçmişi
seven, bütün harikaları geçmişte sanan, geçmişi kutsayan her yaşlı köylü gibi
masum bir şevkle hikâyesine devam etti:
— Dağa çıktığı zaman daha on altı
yaşındaymış. Babası gençliğinde bizim köye göçmüş, kızından başka kimsesi
yokmuş.
Bu adam, bir gün nasılsa Eseoğlu’nun
çiftliğinden geçer. Oradaki yabancı korucuların birinde alacağı varmış, onu
ister. Vermezler. O da galiba kötü bir laf söyler. Hemen zavallıyı öldürürler.
Kızı duyunca babasının ölüsüne gider. Ağlamaz, sızlamaz. Kimin vurduğunu anlar.
Sonra kazaya gelir, hükümete koşar. “Babamı vuran filandır, tutun!” der.
Aldıran olmaz. Kız yine köye dönmez. O vakit, nereden geldiği, nereli olduğu
belli olmayan sarhoş bir zaptiye mülazımı varmış, Eseoğlu’nun ahbabıymış. Kız
her gün onu tutar, “Babamı vuranı daha tutmayacak mısın?” diye sorar. Bir gün
bu sarhoş, kızcağıza öfkelenir, ağzını bozar, “Bre kahpe, bir daha buraya
gelirsen senin kafanı kırarım!” der. Kız korkmaz, zaptiyelerin yanında ona:
“İşte bunlar da şahit olsun. Sen bugün babamı vuranı tutmazsan ben seni
öldüreceğim!” der. Zaptiye mülazımı bu lafa bütün bütün gazaplanır, fırlar.
Yörük’ün kızını iyice döver, zaptiyelere sokağa attırır.
Kız bir zamanlar görünmez olur…
Bir gün sarhoş mülazım, Eseoğlu’nun
verdiği bir ziyafete giderken kafasına bir kurşun yer; hemen orada can verir.
Vuranı ararlar bulamazlar. “Yörük’ün kızı vurdu” diye bir laf olur. Ama buna
kimse inanmaz. Herkes onu İzmir’e birinin yanına evlatlık gitti sanır. Fakat
bir hafta geçmeden, Yörük’ü öldüren korucu da vurulur. Biraz sonra hükümete
Yörük’ün davasını hasıraltı ettiren çiftlik sahibi Eseoğlu’nun boğazlanmış
ölüsünü bağdaki yatağında bulurlar. Kasabalı ağaların çiftliklerine koruyucu,
hergeleci, çoban gibi gelip silahsız ahali içinde tüfekle gezen ne kadar
yabancı varsa yavaş yavaş hepsi vurulmaya başlar. İş o dereceğe varır ki,
yabancılar yalnız kıra çıkamaz olur. Nihayet takım takım buralarını bırakırlar,
kendi yurtlarına dönerler. Zalim zaptiyeleri, köylüyü soyan memurları, rençperi
dolandıran madrabazları hiç görünmeden öldüren bu efenin kim olduğu bir zaman
anlaşılmaz.
Bu efe tek başına. Yanına uşak filan
almaz. Müracaat edenleri ters yüzüne çevirir. İşte bunun için köylüler ona “Yalnız
Efe” derler. Tam on beş sene Yalnız Efe’nin yüzünü kadınlardan başka kimse göremez.
Dağda erkekle karşılaşınca, uzaktan “Gözlerini yum!” diye bağırırmış, sonra
yanına gelirmiş. Kim gözünü açarsa hemen öldürürmüş. Gözünü açmayan erkeğe “Size
zulüm eden kim? Rüşvet alan memurunuz var mı?” diye sorarmış. Onun korkusundan
ilçede kimse kötülük yapamazmış. Zenginlere, kadınlarla haber gönderir: “Filan
fakire yardım ediniz. Filan öksüzü evlendiriniz. Filan köprüyü yapınız. Filan
köyde bir mektep kurunuz.” gibi emirler verirmiş. Hem çok sofuymuş. Benim
teyzem bir gün odundan gelirken onu görmüş. Anlatırdı. Başında yeşil bir namaz
bezi sarılıymış. Arkasında erkek elbisesi varmış, yamaçta namaz kılıyormuş. Peri
gibi güzelmiş…
Evet, bir zaman onun korkusundan
kimse kimseye haksızlık edemez olmuş. Haksızlığa uğrayan düşmanını, “gider
Yalnız Efe’ye söylerim!” diye korkuturmuş. On beş sene ne köyümüze, ne ilçemize
yabancı, yağmacı gelmez olmuş. Mahsulün onda birini vergi olarak alanlar, sürüdeki
hayvanları sayıp vergisini toplayanlar, tahsildarlar, zaptiyeler köylerde kuzu
gibi namuslu dolaşırlarmış. Rüşvet değil ikram olunan yemişi bile kimse almaya
cesaret edemezmiş.
Yalnız Efe’den kimsenin şikâyeti
yokmuş. Ne kimseyi dağa kaldırmış, nede fidye istemiş. İstediği hep fakirler,
kimsesizler, dullar, öksüzler içinmiş. Camiine bakmayan köye haber gönderir;
“Gelecek Ramazana kadar mescitlerini tamir etmezlerse samanlıklarını yakarım.”
dermiş. Onun sayesinde camiler şenlenmiş, köylü zulümden kurtulmuş. Öksüzlerin,
yoksulların yüzü gülmüş. Her köyün korusunda gizli bir ağaçta bir heybe asılıymış.
Köy halkı bu heybe boşaldıkça içine sucuk, şeker korlarmış. Yalnız Efe’nin kaza
içinde belki elli dalda heybesi varmış. Kimseye ağırlık olmaz, kimseyi
sıkıştırmaz, herkesin gönlünden kopanla geçinirmiş.
Uzatmayalım… İşte tam o sırada Söke
tarafında gayet azgın bir Rum eşkıyası türer. Devlet bu haydutlara karşı bir
nizamiye taburu çıkarır. Döne dolaşa bu tabur bizim tarafa da gelir. Rumların
izlerini bir türlü bulamazlar. Kasabada Yalnız Efe’nin namını işitirler. Boş
durmamak için onu tutmaya kalkarlar. Yerli zaptiyeler kılavuzluğu kabul
etmezler. Yalnız Efe bunu haber alır. Bozdağı’na geçmek ister. Bir bölük asker
ondan evvel davranır, arkadan dolaşır, Akkovuk’u tutar. Bir bölük askerde
aşağıdan çıkmaya başlar. Yalnız Efe’yi tam burada sıkıştırırlar. “Teslim ol!” derler.
Yalnız Efe: “Siz askersiniz, benim kardeşlerimsiniz, canınızı yakmak istemem.
Savulun, yoluma gideyim!” der. Dinlemezler. Üzerine ateş ederler. Yalnız Efe
birkaç askeri elinden, kolundan, kulağından hafifçe yaralar. Tekrar: “Asker
kardeşler, bırakın beni. Sizin canınızı yakmak istemem!” diye haykırır. Yine
dinlemezler. Akkovuk’tan gelip de geçidi saran bölük de ateşe başlar. İki ateş
arasında kalınca: ”Asker kardeşler, benim yüzümden birbirinizi vuracaksınız. Ben
gidiyorum, ben artık yoğum. Ateşi kesin, yürüyün, buluşun!” diye haykırır. Bir
zaman daha yaylım ederler. Nihayet Yalnız Efe’nin sesi kesilince vuruldu
sanırlar. Yavaş yavaş yürürler. Dik yolun önünü arkasını adım adım ararlar.
İşte bu çamın dibinde Yalnız Efe’nin martini ile geyik postu seccadesinden,
yeşil namaz bezinden başka bir şey bulamazlar.
O vakitten beri Yalnız Efeye rastgelen
yok. Yazın yamaçlarında hayvanlarını süren Yörükler buraya her gece nur inerken
gördüklerini yemin ederek anlatırlar.”
Akkovuk’a biraz erken yetişmek için
davranmak icap ediyordu. Yağmur dinmişti. Kalktım, martinin kayışını omzuma
geçirdim. İhtiyar, yemek torbasını, kebeyi sırtlıyordu. Yürüdüm. Yarın kenarına
geldim. Aşağısı baş döndürecek kadar derin bir uçurumdu. Yeni geçmiş bir kâbus
gecesinden kalma korkunç rüyaları andıran parça parça sisler, birbirine
karışmış çamlarla kayaları örtüyordu. Yanıma yaklaşan kılavuza:
— Yalnız Efe askerin eline düşmemek
için buradan kendisini aşağıya atmış olmalı, dedim.
— Haşa! Tövbe! O Allah’tan korkardı.
Dini bütündü, diye reddetti.
— Ee, havaya uçmadı ya!
— Sır oldu!
Gülerek sordum:
— Ne biliyorsun?
İri ela gözlerini kırptı.
Delillerinden emin olan sade insanlara ait saf bir inançla:
— Ne bilmeyeceğim? Sır olmasa buraya
her gece nur iner mi? dedi.
14 Nisan 2024 Pazar
Yavuz Bülent Bakiler - Turan
-Sadık Kemal Tural kardeşimize-Ben Altay dağlarından koparak geldim Yüreğimde Türkistan'dan binbir nakış var Çok şükür aslım da neslim de belli Türküm müslümanım o dağlar kadar. Dokuz tuğ taşıdım ben, dokuz davula vurdum Dokuz evliya gücüyle yürüdüm geldim Büyüdü benimle mübârek yurdum Ebed-müddet bu devleti ben kurdum. Nevruz toylarımızda ateşler tutuşturdum Orhun'dan, Seyhun'dan, Ceyhun'dan geçtim Yol gösterdi kükreyerek bana Bozkurt'um Atımla hep yan yana gözelerden su içtim Baykal'da da çimdim ben, Hazar Denizi'nde de Toprağıma bağdaş kurup oturdum. Ben ki Alper Tunga'ya gönül verenlerdenim Yurt uğruna dolu dizgin göğüs gerenlerdenim Sonra durgun sulara Bismillâhlarla Kilim seccadesini serenlerdenim Yani hem Alplerdenim, hem Alperenlerdenim. Ben Türkmen'im, Özbek'im, Kazak'ım, Kırgız'ım ben Azerbaycan Türkleriyle aynı kandanım Kıpçakları, Uygurları aşkla duyanlardanım Ben ki Tatarlardan, Gagavuzlardan Çuvaşlardan, Bozkurtlardan, Oğuzlardanım. Kalem de tuttum çok şükür, kılıç da, gül de Güvercin bakışlı sıcak türküler de söyledim Anlayan anladı kim olduğumu Aman dileyeni sevdim, öfkemi yendim Övdü büyük peygamber İstanbul Başbuğumu Kur'an'la da müjdelendim. Sevsem gözbebeğim olur ne varsa Öfkelensem öfkem dağları ezer Dilim bazan sularım çağlamasına Bazan da bülbüllerin şakımasına benzer. İşte bilge Tonyukuk, Kültikin, Bilge Kağan Hepsi birbirinden daha mübârek Süzme asaletimin nurdan kefili İşte Dede Korkut, kaftanı ipek Soyumun-sopumun bin yıllık dili. Ve Yusuf Has Hacib, Mahdum Kulu, Fuzuli Hepsi de peygamber soyunca asil Sonra Kaşgarlı Mahmut; gönlüme düşen cemre Ali Şir Nevaî, Gaspıralı İsmail Şiiri bir bakraç süt gibi Yunus Emre. Cengiz Aytmatov ki, Cengiz Dağcı ki Ayın ondördünden sağılan huzur Sabir Rüstemhanlı... ruh kadar eski Ve daha binlerce nur üstüne nur. Servetim Buhari'nin, Yusuf Hamedanî'nin Ahmet Yesevî'nin nur servetinden Güzelliğim, merhametim, şefkatim Hep Şah-ı Nakşibend hazretlerinden. Hunlardan, Göktürklerden alıp getirdim İpek ipliğimi altın tığımı Mintanıma minyatürler işledim durdum Selçuklu çinisine gönül mührümü vurdum. Osmanlı ebrusuyla süsledim yastığımı Mustafa Kemâllerle yeni baştan doğruldum Kim demiş 75 yaşıma bastığımı.
Uçraşganda
Söz: Abdurehim Ötkür
Beste: Abdurehim Heyit
Seher körgen çeğim közüm sultanini
Didim "Sultan musen?", o didi "Yoq-yoq"
Seher körgen çeğim közüm sultanini
Didim "Sultan musen?", o didi "Yoq-yoq"
Közleri yalqunluq, qolleri xeniliq
Didim "Çolpan musen?", o didi "Yoq-yoq"
Didim "İsmin nime?", didi "Ayhandur"
Didim "Yurtun qayer?", didi "Turpandur"
Didim "Başindiki?", didi "Hicrandur"
Didim "Heyran musen?", o didi "Yoq-yoq"
Didim "Ayğa oxşar", didi "Yüzüm mu?"
Didim "Yultuz kebi", didi "Közüm mu?"
Didim "Yalqun saçar", didi "Sözüm mu?"
Didim "Volqan musen?", o didi "Yoq-yoq"
Didim "Qiyaq nedur?", didi "Qaşimdur"
Didim "Qunduz nedur?", didi "Saçumdur"
Didim "On beş nedur?", didi "Yaşimdur"
Didim "Canan musen?", o didi "Yoq-yoq"
* * *
Didim "Deniz nedur?", didi "Qelbimdur"
Didim "Rana nedur?", didi "Levimdur"
Didim "Deniz nedur?", didi "Qelbimdur"
Didim "Rana nedur?", didi "Levimdur"
Didim "Şekar nedur?", didi "Tilimdur"
Didim "Bir ağzima?", o didi "Yoq-yoq"
Didim "Zencir turar", didi "Boynumda"
Didim "Ölüm bardur", didi "Yolumda"
Didim "Bilazükçu?", didi "Qolumda"
Didim "Qorqar musen?", o didi "Yoq-yoq"
Didim "Niçün qorqmassan?", didi "Tanrim bar"
Didim "Yaniçu?", didi "Halqim bar"
Didim "Yanı yoq mu?", didi "Ruhim bar"
Didim "Şükran musen?", o didi "Yoq-yoq"
Didim "İstek nedur?", didi "Gülümdur"
Didim "Çеlişmaqqa?", didi "Yolumdur"
Didim "Ötkür nimen?", didi "Qulumdur"
Didim "Satar musen?", o didi "Yoq-yoq"
Ali Mümtaz Arolat - Bir Gemi Yelken Açtı
Bir gemi yelken açtı hayal iklimlerine,
Civarından çığlıkla yorgun martılar kaçtı
Rüzgâr sürüklenirken derinlerden derine;
Hayâl iklimlerine bir gemi yelken açtı.
Beyaz yelkenlerinde ölgün bir kızıllığın
Titrek son akisleri dalgalandı belirsiz;
Toplanırken göklerde bulutlar yığın yığın
Hırçın bir fırtınayı düşünüyordu deniz.
Ufuklarda solarken altın şafak gülleri
Yabancı âlemlerden sâadetler, emeller,
İhtiraslar bekliyen kimsesiz gönülleri
Gizlice sıkıyordu kızgın demirden eller.
En katı yüreklinin bile bu sabah iki,
Üç damla yaş kurudu solgun yanaklarında;
Açılan yolcuların hepsi hissetmişti ki
Bugün de erişilmez o diyâra, yarın da...
Mâdem ki o iklime erişmeye imkân yok,
Neden böyle vakitsiz enginlere çıkışlar?
Bulutlar toplanıyor, ufukta dalgalar çok,
Kış geliyor, yelkenler emin bir yerde kışlar!
Yolcular diyorlar ki: -Erişmek ümidi az;
Biliriz dalgaların her biri bir mezarlık.
Belki de içimizden hiçbiri ayak basmaz,
Lakin yolunda ölmek, bu da bir bahtiyarlık!
Ufkun dört duvarına kanadını vurarak
Rüzgâr sürüklenirken derinlerden derine,
Gümüş yelkenlerini yüksekten savurarak
Bir gemi yelken açtı hayal iklimlerine.
Ahmet Erhan - Bugün de Ölmedim Anne
Yüreğimi bir kalkan bilip, sokaklara çıktım
Kahvelerde oturdum, çocuklarla konuştum
Sıkıldım, dertlendim, sevgilimle buluştum
Bugün de ölmedim anne.
Kapalıydı kapılar, perdeler örtük
Silah sesleri uzakta boğuk boğuk
Bir yüzüm ayrılığa, bir yüzüm hayata dönük
Bugün de ölmedim anne.
Üstüme bir silah doğruldu sandım
Rüzgâr, beline dolandığında bir dalın
Korktum, güldüm, kendime kızdım
Bugün de ölmedim anne.
Bana böylesi garip duygular
Bilmem niye gelir, nereye gider?
Döndüm işte; acı, yüreğimden beynime sızar
Bugün de ölmedim anne.
O'zbekiston Respublikasining Davlat Madhiyasi (Özbekistan Milli Marşı)
Shoir: Abdulla Oripov
Bastakor: Mutal Burhonov
Serquyosh hur o'lkam, elga baxt, najot,
Sen o'zing do'stlarga yo'ldosh, mehribon!
Yashnagay to abad ilmu fan, ijod,
Shuhrating porlasin toki bor jahon!
100. Yıl Marşı
Söz: İlker Kömürcü
Beste: Yusuf Yalçın
Parlayan yıldızı Anadolu'nun
Çağlayan sel gibi şanlı Ulus'un
Türkiye yüzyılı titretiyor dünyayı
Sarsılmaz bir inançla kalpte tutukusu
Bu toprak, bu deniz, bu bayrak bizim
Tarihe sığmayan destanlar bizim
Türklüğün yazgısı yazılıyor koynunda
Kalplere kazınmış bu vatan bizim
Yüzyıllarca kutlanacak Cumhuriyetimiz
Her zaman aydınlık mavi göklere uzanacak ellerimiz
Yüzyıllarca kutlanacak Cumhuriyetimiz
Gazi'nin açtığı bu kutlu yolda yürüyeceğiz hepimiz
Özgürlük tutkusu damarlarımda
Çelikten her nefer semalarımda
Sarmaşık dal gibi sarılmışız biz bize
Tek yürek bu millet en zor anında
Düşmanlar bir olsa yağsa göklerden
Denizler köpürse taşsa dağlardan
Kimseye eğmedik boynumuzu eğmeyiz
Kahraman yarattı Türkü yaratan
Yüzyıllarca kutlanacak Cumhuriyetimiz
Her zaman aydınlık mavi göklere uzanacak ellerimiz.
Kazak Abdal - Taşlama (Ormanda Büyüyen Adam Azgını)
Ormanda büyüyen adam azgını
Çarşıda pazarda insan beğenmez
Medrese kaçkını softa bozgunu
Selâm vermek için kesan beğenmez
Âlemi ta'n eder yanına varsan
Seni yanıltır bir mesele sorsan
Bir cim çıkmaz eğer karnını yarsan
Câmiye gelir de erkân beğenmez
Elin kapısında kul kardaş olan
Burnu sümüklü hem gözü yaş olan
Bayramdan bayrama bir tıraş olan
Berbere gelir de dükkân beğenmez
Dağlarda bayırda gezen bir yörük
Kimi tımar sipah kimi ser-bölük
Bir elife dili dönmeyen hödük
Şehristâna gelir ezân beğenmez
Bir çubuğu vardır gayet küçücek
Zu'm-ı fâsidince keyif sürecek
Kırık çanağı yok ayran içecek
Kahvede fağfuri fincân beğenmez
Yaz olunca yayla yayla göçenler
Topuz korkusundan şardan kaçanlar
Meşe yaprağını kıyıp içenler
Rumeli bohçası duhân beğenmez
Aslında neslinde giymemiş hâre
İş gelmez elinden gitmez bir kâre
Sandığı gömleksiz duran mekkâre
Bedestene gelir kaftan beğenmez
Kazak Abdal söyler bu türlü sözü
Yoğurt ayran ile hallolmuş özü
Köyden şehre gelen bir köylü kızı
İnci yakut ister mercân beğenmez
----------
softa: Medrese öğrencisi.
kesan: Kişiler, kimseler.
ta'n: Ayıplama, kusur bulma.
cim: Arap alfabesinin beşinci harfi.
erkân: Önde gelenler, söz sahipleri, büyükler, üstler.
hödük: Anlayışı kıt, kaba.
şehristân: Şehir içi.
zu'm-i fâsid: Saçmalık, yetersiz akıl.
Fağfûrî: Çin işi.
duhân: Ar. Parlayan.
50'nci Yıl Marşı
Söz: Bekir Sıtkı ErdoğanBeste : Necil Kâzım Akses
Müjdeler var yurdumun toprağına, taşına;
Erdi Cumhuriyetim elli şeref yaşına!
Bu rüzgârla şahlanmış dalga dalga bayrağım,
Başka bir tuğ yaraşmaz Türk'ün özgür başına.
Cumhuriyet, özgürlük, insanca varlık yolu,
Atatürk'ün çizdiği çağdaş uygarlık yolu...
Yılları bir çığ gibi aşarak hafta hafta,
Koşuyoruz durmadan kadın-erkek bir safta...
Elimizde meşale; ilke ilke Atatürk,
Işıklarla donattık ülkeyi her tarafta...
Cumhuriyet, özgürlük, insanca varlık yolu,
Atatürk'ün çizdiği çağdaş uygarlık yolu...
Aynı kandan feyz alır bunca toprak, bunca taş...
Kılıç tutan bilekler, verdi sabanla savaş.
Tekniğin dev nabzında her adım, her dakika,
Çarklarda aynı tempo, yüreklerde aynı marş...
Cumhuriyet, özgürlük, insanca varlık yolu,
Atatürk'ün çizdiği çağdaş uygarlık yolu...
Biz yürekten bağlıyız elli yıldır bu yola,
"Yurtta barış" ilk hedef, "Cihanda sulh" parola
Koparamaz hiçbir güç bizi millî birlikten;
Atamızın izinde koşuyoruz kol kola...
Cumhuriyet, özgürlük, insanca varlık yolu,
Atatürk'ün çizdiği çağdaş uygarlık yolu...
Yaşasın hür ulusum! Soylu gencim, benliğim
Yaşasın şanlı Ordum, sarsılmaz güvenliğim!
Ersin elli yılarım nice mutlu çağlara;
Örnek olsun cihana devletim, düzenliğim!...
Cumhuriyet, özgürlük, insanca varlık yolu,
Atatürk'ün çizdiği çağdaş uygarlık yolu...
13 Nisan 2024 Cumartesi
Fuzuli - Gazel - 24 (Ey nâvek-i şevkin siperi sîne-i ahbâb)
Zülfün hamı erbâb-i vefâ saydına kullâb
Vâcib bu cihetten kamuya secde-i mihrâb
Nezzâre-i ruhsârına yok şem de hem tâb
Subh oldu dur ey baht nedir bunca şeker hâb
Gark etti felek üzre olan ençümü gird-âb
Kim düştü ayağına elin öptü mey-i nâb
Kim tefrîkadır hâtıra cem’iyyet-i esbâb
Ziya Paşa - Terci' Bend
Bu kârgâh-ı sun' aceb dershânedir,
Her nakş bir kitâb-ı ledünden nişânedir.
Gerdûn bir âsiyâb-ı felâket-medârdır,
Gûyâ içinde âdem-i âvâre dânedir.
Mânend-i dîv beççelerin iltikâm eder,
Köhne ribât-ı dehr aceb âşiyânedir.
Tahkîk olunsa nakş-ı temâsîl-i kâinât,
Ya hâb ü ya hayâl ü yâhud bir fesânedir.
Müncer olur umûr-ı cihân bir nihâyete,
Sayfın şitâya meyli, bahârın hazânedir.
Kesb-i yakîne âdem için yoktur ihtimâl,
Her i’tikâd akla göre gâibânedir.
Yârab! Nedir bu keşmekeş-i derd-i ihtiyâç?
İnsanın ihtiyâcı ki bir lokma nânedir.
Yoktur siper bu kubbe-i fîrûze-fâmda,
Zerrât cümle tîr-i kazâya nişânedir.
Asl-ı murâd hükm-i ezel bulmadır vücûd,
Zâhirdeki savâb ü hatâ hep bahânedir.
Bir fâilin meâsiridir cümle hâdisât,
Ne iktizâ-yı çerh ü ne hükm-i zamânedir.
Subhâne men tahayyera fî sun’ihi’l-ukûl,
Subhâne men bikudretihî ya’cizü’l-fühûl. (*)
Ecrâm-ı bî-nihâye ile pürdür âsmân,
Nisbet olunsa zerre değildir bu hâk-dân.
Bin şems-i tâbdâr ü hezârân meh-i münîr,
Yüz bin sevâbit ü nice seyyâre-i ıyân.
Her şems eder tevâbi-i mahsûsasiyle seyr,
Her tâbie tevâbi-i uhrâ eder kırân.
Her şems eder levâhikına neşr-i feyz-i hâs,
Her lâhikın tabiatı emsâline nihân.
Her cümle merkezinde eder seyr-i bî-vukûf,
Her kıt’a mihverinde bulur feyz-i câvidân.
Her cümle-i vesîada mebsût bin vücûd,
Her kıt’a-yı fesîhada meşhûd bin cihân.
Her bir vücûd masdar olur bin vücûd için,
Her bir cihân hezâr cihândan verir nişân.
Her zerrede tarîka-i mahsûsa üzre feyz,
Her cismde tabîat-ı mahsûsa üzre cân.
Her âlemin sinîn ü tevârîhi muhtelif,
Her bir zemînde başka hisâb üzeredir zaman.
Peyvestedir sevâhili girdâb-ı hayrete,
Bir bahrdır ki hâsılı bu bahr-ı bî-kerân.
Subhâne men tahayyera fî sun’ihi’l-ukûl,
Subhâne men bikudretihî ya’cizü’l-fühûl.
Bir zerredir ki zerre-i nâ-müntehâ-yı hâk,
Bir zerre hârice edemez andan infikâk.
Lübbü lehîb-i nâr ile bir gûy-ı âteşîn,
Kışrı mecâri-i yemm ü nehr ile çâk çâk.
Nisbetle kışrı hacmine ol lübb-i âteşin,
Şol kubbedir ki ferş oluna anda berg-i tâk.
Bu kışrdır ki cümle-i hayvâna rûz u şeb,
İhzâr-ı rızk u tûşe için eyler inhimâk.
Gâhî teneffüs eyleyicek ejder-i zemîn,
Kûh-ı şerer-feşânlar eder arzı lerze-nâk.
Ol zerre-i cesîmeyi fânûs-ı şem’-vâr,
Olmuş muhît tûde-be-tûde nesîm-i pâk.
Kim rûz u şeb o sofra-i âlem-şümûlden,
Her nefs rızkın almada ber-vech-i iştirâk.
Bu noktadır yemîn ü şimâli beyân eden,
Eyler cihâta akl bu merkezden insilâk.
Zerrât-ı kevn bunda bulur neşve-i hayât,
Efrâd-ı halk bunda çeker cür’â-yı helâk.
Husbîde-i firâş-ı emândır nüfûs hep,
Bir top-ı şû’le-nâkde bî-kayd-ı vehm ü bâk.
Subhâne men tahayyera fî sun’ihi’l-ukûl,
Subhâne men bikudretihî ya’cizü’l-fühûl.
Dendân-ı şîre lokma olur âhuvân-ı zâr,
Bir gûsfendi tû’me kılar gurk-i cân-şikâr.
Bî-cürm iken gıdâ-yı anâkib olur meges,
Mâ’sum iken kebûteri şâhin eder şikâr.
Âciz iken ukâba giriftâr olur keşef,
Gûk-ı zaîfi kût edinir bî-vesîle mâr.
Bî-cünha mâkiyân-beçeyi çâk eder zagan,
Bî-sâbıka dü pâre eder mûşu mûş-hâr.
Güncişk-i zâr-ı bâşe-i perrân helâk eder,
Eyler tezervi pençe-i gadrinde bâz hâr.
Mâr-ı zemîne lokma olur mürg-i tîz-per,
Mürg-i hevâya tu’me olur mâhî-i bihâr.
Gavvâsı hırs-ı gevher eder lokma-i neheng,
Kebgi ümîd-i dâne eder teleye şikâr.
Dürdâne-i derûnu için çâk olur sadef,
Âvâzıdır kafesde eden bülbülü nizâr.
Bîdesterin helâkine hayye olur sebeb,
Katl-i samûr-ı zâra olur postu medâr.
Gâlib zebûnu kâidedir eylemek telef,
Yerde, hevâda, bahrde cârî bu gîrûdâr.
Subhâne men tahayyera fî sun’ihi’l-ukûl,
Subhâne men bikudretihî ya’cizü’l-fühûl.
Gâh âfitâb u gâh kevâkib gehi cemâd,
Oldu ilâh-ı mu’tekad-ı zümre-i ibâd.
Geh icl ü gâh âteş ü Yezdân u Ehrimen,
Geh nûr u zulmet oldu kazâyâ-yı i’tikâd.
Akl u cemâl ü aşk ilâh oldu bir zaman,
Bütlerle doldu bir nice yıl cümle-i bilâd.
Encâm erdi nevbet-i tevhîd-i zât-ı Hak,
Geldi zuhûra bunda da bin fitne bin fesâd.
Geh ayn u gâh gayr sanıp halk u hâlıkı,
Geh cem’e gâh farka ukûl etti i’timâd.
Oldu hezâr zât denip geh sıfâta ayn,
Bir aslda gehî nice asl etti ittihâd.
Her şahs nefs unsuruna nisbet eyleyip,
Aklınca bir ilâh-ı müşahhas eder murâd.
Yek-dîgere ne rütbe muhâlifse şahs u akl,
Âlemde ol kadar mütehâliftir i’tikâd.
Hikmet budur ki âherine hasm olur bilip,
Her kavm kendi mesleğini menhec-i sedâd.
Ammâ bu ihtilâf ile maksûdu cümlenin,
Bir hâlıka hulûs ile etmektir inkıyâd.
Subhâne men tahayyera fî sun’ihi’l-ukûl,
Subhâne men bikudretihî ya’cizü’l-fühûl.
Güller güler figânla geçer ömr-i andelîb,
Bîmâr ihtizârda ücret diler tabîb.
Mânend-i lâşe nâ’ş-ı tüvanger zelîl ü hâr,
Kerkes misâl vâris ü gassâl nâ-şekîb.
Bâlîn-i nâza hâce-i şehr eyler ittikâ,
Hâk-i mezellet üzre yatır aç bir garîb.
Pertev-fürûz-ı bezm-i tarab şem-i hande-rîz,
Pervâne-i şikeste-per üftâde-i lehîb.
Sûm ü basal çü nergis ü lâle güşâde-leb,
Mahbûs künc-i mahfaza-i tengnâda tîb.
Bister-nevâz-ı izz ü safâ ahmak-ı hasîs,
Külhan-nişîn-i züll ü hevân âkıl-i hasîb.
Geh devlet-i cihândan eder cehl behre-yâb,
Geh lokma-i aşâdan eder akl bî-nasîb.
Makbûl-i bezm-i sohbet olur müfsid-i leîm,
Menfûr-ı tab’-ı âlem olur nâsih-i musîb.
Gâhî muhakkar-ı cühelâ şâir-i beliğ,
Gâhî musahhar-ı humakâ fâzıl-ı edîb.
Bir âcizin maîşeti noksan-pezîr olur,
Bir zâlimin umûru eder kesb-i fer ü zîb.
Subhâne men tahayyera fî sun’ihi’l-ukûl,
Subhâne men bikudretihî ya’cizü’l-fühûl.
Yârab! Nedir bu dehrde her merd-i zû-fünûn,
Olmuş belâ-yı akl ile ârâmdan masûn!
Yârab! Niçin bu arsada her şahs-ı ârifin
Mikdâr-ı fazlına göre derdi olur füzûn?
Her hangi sûya atf-ı nigâh etse bî-huzûr,
Her hangi şey’e sarf-ı hayâl etse aklı dûn.
Mümkün müdür ki hakîkat-i eşyâyı vezn ü derk?
Mîzan-ı akla dirhem-i tâdil iken zunûn.
Güncîde-i basîret olur mu bu acz ile?
Haysiyyet-i havâdis ü keyfiyyet-i şuûn.
Gûyâ ki bunca mihnet ü gam az gelip olur,
Bir de tahakküm-i cühelâ ile bağrı hûn.
Bilmem ki muktezâ-yı nizâm-ı cihân mıdır?
Dâim cihânda câhil olur mes’adet-nümûn!
Cârî cihân cihân olalıdır bu kâide,
Bir akmak-ı denîye olur ehl-i dil zebûn.
Nâdânı firâz-ı izz ü saâdette ser-firâz,
Dânâ hazîz-i acz ü mezellette ser-nigûn.
Nâdânı kâm-perver eder tâli’-i bülend,
Ehl-i kemâli sâil eder baht-ı vajgûn.
Subhâne men tahayyera fî sun’ihi’l-ukûl,
Subhâne men bikudretihî ya’cizü’l-fühûl.
Düştü cüdâ naîm-i safâdan Ebü’l-beşer,
Oldu Halîl’e tecrübe-geh gerden-i beşer.
Yâkûb’u kıldı firkat-i ferzend eşk-bâr,
Oldu cenâb-ı Yûsuf’a çâh-ı belâ makarr.
Eyyûb’u illet-i beden inletti zâr zâr,
Minşâra eyledi Zekeriyyâ fedâ-yı ser.
Başı kesildi gadr ile Yahyâ-yı mürselin,
Çıktı semâya zulm ile İsî-i bî-peder.
Tâif’de nâ’li lâ’le dönüp oldu hem şikest,
Yevm-i Uhud’da dürre-i nâb-ı Peygamber.
Taş bağladı mecâ’ ile batn-ı pâkine,
Dünyâya rağbet eylemedi seyyidü’l-beşer.
Te’sîr-i semm ile eyledi Sıddîk irtihâl,
Oldu şehîd-i tîg-i kazâ âkıbet Ömer.
Encâm erdi câmi-i Kur’ân şehâdete,
Âhir cenâb-ı Haydar’a da etti tîg eser.
Mesmûmen etti zât-ı Hasan Adn’e intikâl,
Mazlûmen oldu Şâh-ı şehîdân bürîde-ser.
Her kimde aşk gâlib ise kurb-ı Hazret’e,
Ol denli andadır elem ü derd-i bîşter.
Subhâne men tahayyera fî sun’ihi’l-ukûl,
Subhâne men bikudretihî ya’cizü’l-fühûl.
Kimdir bu aczi hâss kılan nev’-i âdeme?
Kimdir bu nev’i eşref eden cümle âleme?
Şeytân u nefsi kimdir eden âlet-i şürûr?
Kimdir koyan zebûn-ı hevâyı cehenneme?
Mansûr’u kim düşürdü Ene’l-hak diyârına?
Kim verdi hükm katli için şer’-i erkeme?
Kimdir şarâbı hurmet ile telh-kâm eden?
İ’mâl-i câm ü bâdeyi kim öğreten Cem’e?
Kimdir Yehûd’u münkir-i i’câz-ı Hakk eden?
Kimdir Mesîh’i nefh kılan zât-ı Meryem’e?
Kimdir veren cesâret-i şerr ü fezâhati?
Süfyân’a, Ca’de’ye, Şemr’e, İbn Mülcem’e?
Kimdir Nasîr-i Tûs’u Hülâgû’ya sevk eden?
Musta’sım’ı kim etti karîn İbn-i Alkem’e?
Kimdir veren alîle tedâvîye ihtiyâç?
Kimdir koyan meziyyet-i ıslâhı merheme?
Zenbûr kimden eyledi tahsîl-i hendese?
Bülbüllere kim eyledi ta’lîm-i zemzeme?
Kimdir bu kârgâha çeken perde-i hafâ?
Kimdir veren tasavvur-ı teftîş âdeme?
Subhâne men tahayyera fî sun’ihi’l-ukûl,
Subhâne men bikudretihî ya’cizü’l-fühûl.
Etmiş kimisi râhatın ikbâl için fedâ,
Olmuş kimi beliyye-i idbâra mübtelâ.
Olmuş kimi tüvanger-i devrân iken zelîl,
Olmuş kimine serveti sermâye-i anâ.
Toplar kimisi vâris ü hâdis için nukûd,
Eyler kimisi servet için ömrünü hebâ.
Düşmüş kimi tecessüs-i kibrît-i ahmere,
Olmuş kimine mûcib-i iflâs kimyâ.
Etmiş kimin harîs-i kıtâl arzû-yı şân,
Kılmış tama’ kimisini can-dâde-i vegâ.
Olmuş kimi musahhar-ı efsûn-ı çeşm-i yâr,
Olmuş kimi mukayyed-i gîsû-yı dil-rübâ.
Etmiş hevâ-yı lâle kimin dâğdâr-ı gam,
Olmuş kimine derd-i gül ü yasemen belâ.
Tefrîk için kimisi okur rukye-i füsûn,
Teshîr için kimisi yazar nüsha-i duâ.
Olmuş kimi safâ ile rind-i piyâle-keş,
Olmuş kimisi hırs ile üftâde-i riyâ.
Etmiş hulâsa bir emel-i hâs-ı bî-lüzûm,
Her şahs-ı hürü kayd-ı esâretle mübtelâ.
Subhâne men tahayyera fî sun’ihi’l-ukûl,
Subhâne men bikudretihî ya’cizü’l-fühûl.
Mazlûma zâlim eyler iken zulm ü gadr ü âl,
Kârında âsim olduğunu eylemez hayâl.
Emvâl-i halkı sârik alıp sârikim demez,
Kâtil vebâl-i katle dahî vermez ihtimâl.
Ber-vech-i hak beyân eder elbette fi’line,
Her hangisinden eyler isen ayrıca suâl.
Bir memlekette salb olunur kâtı’-ı tarîk,
Bir yerde mûcib-i şeref ü fahr olur bu hâl?
Bir beldede hicâb-ı zenân ayb olur yine,
Bir şehrde bu hâlet olur bâis-i cemâl.
Meşreb olur şarâbı içip hurmetin bilir,
Mezheb olur hukûk-ı ibâdı görür helâl.
Bir âkıl-i müsellemetü’l-etvâra mahrem ol,
Mişvâr u tavrını nazar-ı î’tibâra al.
Seyret ne denlü vaz’-ı garîbi eder zuhûr,
Kim her biri cünûna olur başka başka dal.
Vâbestedir hayâline ef’âli herkesin,
Kimse umûruna edemez nisbet-i dalâl.
Akl ü cünûnu, bâtıl u hakkı beyân için,
Yoktur cihânda hayf ki mîzân-ı i’tidâl.
Subhâne men tahayyera fî sun’ihi’l-ukûl,
Subhâne men bikudretihî ya’cizü’l-fühûl.
Eyler sabâh şâmı vü leyli nehâr eder,
Sayfı kılar şitâ vü hazânı bahâr eder.
Nez’-i hayât-ı hayy eder emvâta cân verir,
Eyler gubârı âdem ü cismi gubâr eder.
Cism-i Halîl’e nârı eder nûr kudreti,
Nûru Kelîm’e hikmeti hem-reng-i nâr eder.
Leylî-i hüsnü çeşmine Şîrîn edip müdâm,
Ferhâd’ı derd-i aşk ile Mecnûn u zâr eder.
Demlerce bir tama’la kılar kalbi bî-huzûr,
Yıllarca bir emelle dili bî-karâr eder.
Bir mülkü harîs-i bî-sitemkâr için yıkar,
Bir kavmi bir münâfık ile târumâr eder.
Bir cismi izz ü nâz ile sâd-sâl besleyip,
Encâm-ı kâr pençe-i merge şikâr eder.
Yüz yılda bir vücûdu kılıp genc-i ma’rifet,
Âhir yerin nişîmen-i hâk-i mezâr eder.
Ârif odur ki mu’terif-i acz olup Ziyâ,
Bu hâdisât-ı câriyeden i’tibâr eder.
Mülkünde hakk-ı tasarruf eder keyfe mâ yeşâ,
İsterse kevni yok eder isterse var eder.
Subhâne men tahayyera fî sun’ihi’l-ukûl,
Subhâne men bikudretihî ya’cizü’l-fühûl.
(*) Ey eserlerinde akılların hayrete düştüğü! Seni tesbih ederim. / Ey kudreti dolayısıyla kavrayışların acze düştüğü! Seni tesbih ederim.
Terci' bend: Her bendin sonunda rekrarlanan vâsıta beyitleriyle bentleri birbirine bağlanan şiir.