Makaleler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Makaleler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Ağustos 2024 Cumartesi

Yakup Ömeroğlu - 15 Yılın Ardından



Bu yıl Avrasya Yazarlar Birliği Yazarlık Atölyelerimizin faaliyete başlamasının 15. Yılını kutluyoruz.

Önce tek atölye olarak çalışmalara başlandı. Yüz yüze yazarlık eğitimi veriliyordu ve o dönem de uzaktan eğitim başlamış olmasına rağmen çok da yaygın değildi. 

13 Ağustos 2024 Salı

Cihan Okuyucu* - Hazret-i Mevlânâ ve Yunus

 

Anadolu’nun siyasî bakımdan çözülüş asrı olan XIII. yy. diğer taraftan tasavvuftan beslenen büyük bir fikrî ve edebî canlılığa da tanıklık etmiştir. Sonraki bütün fikrî ve edebî gelenekleri derinden etkileyen Hazret-i Mevlânâ, Yûnus Emre, Hacı Bektâş-ı Velî, Ahî Evran ve Âşık Paşa pek az bir zaman farkıyla hep bu asırda yaşamıştır. Bu zevât arasında bilhassa irfân dünyamızın biri güneşi, diğeri ayı olan Hz. Mevlânâ (1207-1273) ve Yûnus Emre (1240 -1320)’nin emsalsiz bir mevki’i vardır. Biz de bu kısa yazımızda bu iki dâhi şahsiyet arasındaki fikrî ve hissî yakınlığı ele almaya çalışacağız. Öncelikle belirtelim ki Fuat Köprülü’nün de isabetle teşhis ettiği üzere Yûnus Emre, Mevlânâ’nın Farsçayla ifade ettiği tasavvufun yüksek hakîkatlerini devrin az işlenmiş Türkçesiyle, ulaşılması imkânsız bir kudrette ifade etmesini bilmiştir. Aynı mânâ kaynağından beslenen ve hâdiselere aynı mânevî pencereden bakan Mevlânâ ve Yûnus arasında çok derûnî bir his ve fikir akrabalığı söz konusudur. Bu akrabalığı bir etkileme ve etkilenme olarak kabul edersek etkilenen tarafın Mevlânâ’dan yaklaşık elli sene sonra vefat eden Yûnus Emre olacağı tabîidir. Nitekim Yûnus’un aşağıdaki beyitleri, gençliğinde Mevlânâ ile görüştüğünü ve onun sohbetlerinde bulunduğunu haber vermektedir:

Mevlânâ sohbetinde saz ile işret oldu

Ârif mâniye daldı kim biledi ferişte (T.301/7)

12 Ağustos 2024 Pazartesi

İsmail Taş* - Türk Edebiyatında Aşure

Dil duygu, düşünce ve dilekleri anlatmak için kullanılan işaretlerin bütünü, insanlar arasındaki iletişimi sağlayan sesli veya yazılı semboller sistemidir. Dil, insan toplulukları arasında bin yıllar boyunca gelişerek meydana gelmiş sosyal bir kurum olması hasebiyle toplumların düşünce dünyasını yansıtması bakımından da oldukça önemlidir. Bir millet diliyle kaimdir ve diliyle varlığını geleceğe taşımaktadır. İşte dilin yansıdığı, adeta aynada görüldüğü alan ise o dilin edebiyatı ve edebî eserleridir. Esasında, bazı kelimeler edebiyatta özel bir yer edinerek o edebiyatı oluşturan milletin kavram dünyasını görmemizi sağlamaktadır. İşte, Türk edebiyatında bu kelimelerden birisi de “aşure” kelimesidir. Aşure kelimesi edebiyatımızda kültürel değere sahip unsurlarıyla işlenenen müstesnâ kelimelerdendir.

5 Ağustos 2024 Pazartesi

Yusuf Akçura - Üç Tarz-ı Siyaset

Osmanlı ülkelerinde, garptan feyz alarak, kuvvet kazanmak ve terakki arzuları uyanalı, belli başlı üç siyasî yol tasavvur ve takip (eba-ucher) edildi sanıyorum : Birincisi, Osmanlı Hükümetine tâbi muhtelif milletleri temsil ederek ve birleştirerek bir Osmanlı milleti vücuda getirmek. İkincisi, hilâfet hakkının Osmanlı Devleti hükümdarlarında olmasından faydalanarak, bütün İslâmları söz konusu hükümetin idaresinde siyaseten birleştirmek (Frenklerin “Panislâmisme” dedikleri). Üçüncüsü, ırka dayanan siyasî bir Türk milleti teşkil etmek.

18 Temmuz 2024 Perşembe

Mustafa Çıpan - Nezr-i Mevlâna (Mevlevilik’te On Sekiz Rakamı)

 


Hayırların feth, şerlerin def' ve himmetlerin üzerimize olması niyâzıyla…

Cenâb-ı Hakk'ın tecellî eseri velî kullarının kalbine yerleştirdiği irfânî bir nurla ilâhî gerçekleri bizzat tadarak ve yaşayarak öğrenen Hz. Mevlânâ, akl-ı selîmden kalb-i selîme, kalb-i selîmden de zevk-i selîme yol bulan Mevlevîliğin dayandığı temel kaynaktır.

Hz. Mevlânâ, hayrü'l-halefi Şeyh Gâlib'in:

Merd ana denür ki aça nev-râh

6 Temmuz 2024 Cumartesi

Cihan Okuyucu - Mesnevî’den İnsan Manzaraları

 


İnsanlık Merdiveninin Hangi Basamağındayız:

Hümanizmdeki insanı bütün kusurlarıyla birlikte takdis etme anlayışının aksine Hz. Mevlânâ insanları ancak insanlık değerlerini temsil ölçüsünde değerli bulur. O, bu görüşünü şu meâldeki bir hadîs-i şerîfe bina eder: “Hak Teâlâ melekleri yarattı ve onları akılla mücehhez kıldı; hayvanları yarattı ve onlara da şehveti verdi. Sonra Ademoğullarını yarattı ve onlara hem akıl hem de şehvet yükledi. İnsanlardan kimin aklı şehvetine galip gelirse o melekten üstündür; kimin de şehveti aklına galip gelirse o da hayvanlardan aşağıdır.” (N4/59). İnsanoğlu yaratılışındaki bu ikili yapıdan dolayı hem ulvî hem de süflî olana meyyaldir. İnsanlar bu meyillere bağlı olarak sonsuz bir çeşitlilik arz ederler. Öyle ki sanki bir ucu göklere ulaşan diğer ucu esfel-i sâfilînde olan uzun bir insanlık merdiveni var ve her birimiz kendi derecesine göre bu merdivenin bir basamağındayız. Bu farklılık dolayısıyla da her insan yekdiğerinin durumundan bîhaberdir:

Nerdübânhâyist pinhân der-cihân-Pâye pâye tâ inân-ı âsumân

Her gürührâ nerdübânî digerest-Her revişrâ âsumân-ı digerest

Her yekî ez-hâl-i diger bî-haber-Mülk-i bâ-pehnâ vü bî-pâyân u ser

İn der-ân hayrân ki o ez-çist hoş – V”ân der-în hîre ki hayret çisteş (N5/104)

(Bu cihanda göğe kadar basamak basamak yol bulan gizli merdivenler vardır. Her güruhun merdiveni başka ve her gidişin asumanı başkadır. İnsanların her biri yekdiğerinin hâlinden habersizdir. Çünkü burası geniş bir memleket, ucu bucağı olmayan bir yerdir. Onun hoşluğu nedir diye bu ona şaşırmada; o ise bunun şaşırmasına hayret etmededir.)

İkili Yapımız ve Yeğerimiz: Bizde canla ten; akılla şehvet, hâsılı ulvî olanlarla süflî olanlar bir araya gelmiş bulunuyor. Ulvî his ve hasletlerimiz kanat olup bizi yükseklere uçurmak istemekte, buna mukabil bedenimiz ait olduğu yer kabuğuna pençelerini geçirmekte ve ona dört elle sarılmaktadır:

Cân küşâyed sûy-ı bâlâ bâliha

Derzede ten der-zemîn çengâlha

(Can, yücelere kanat çırpmak istemede; ten ise zemine tırnaklarını geçirmiş.)

Bütün İslâm mütefekkirleri gibi Mevlânâ’ya göre de insan, bedeniyle pek küçük ve değersizdir ama mânâ cihetiyle o alemin en kıymetli unsurudur:

Pes be-sûret âlem-i asgar tûyî

Pes be-ma’nâ âlem-i ekber tûyî (N 4/22)

(Sen görünüşte bu alemde en küçük şeysin ama taşıdığın mânâ bakımından en büyük âlem sensin.)

Zira Yunus’un şu enfes mısralarında ifade edildiği gibi insan denmeye layık tarafımız mânâ tarafımızdır:

Bu âdem dedikleri el ayakla baş değil

Âdem mânâya derler, suret ile kaş değil.

İnsanlık merdiveninin en alt basamağında bulunanla en üstünde bulunanı sırf isimleri insan olduğu ve bedenen benzeştikleri için bir tutmak kabil mi? Tabiî ki, hayır. Şayet böyle olsaydı Hz. Peygam- ber”le Ebu Cehil”i bir tutmak icap ederdi:

Ger be sûret demî insân bûdî

Ahmed ü Bû Cehl heme yeksân bûdî

(Eğer insan görünüşüyle insan olsaydı, Ahmed (Hz. Peygamberle) Ebu Cehil -haşa- bir olurdu.)

Hz. Mevlânâ da bedenin canla ilişkisi ve bunların değer bakımından mukayesesi hakkında şunları söylüyor: “Beden canla gelişir, günden güne büyür; fakat can gitti mi bedene bir bak; ne hale gelir? Bedeninin ancak bir iki arşın boyu vardır; fakat canın, ta göklere ağar, gökleri dolaşır. Can düşünmeye başladı mı a yüce kişi, Bağdat’a, Semerkant’a dek yol, yarım adımdan ibarettir. Can, bedenin sakalına, bıyığına aldırmaz; fakat beden, can olmadıkça bir leştir, aşağılık bir şeydir. Bu beden, hayvanî canın iş-güç görmesine bir izinnamedir; sen daha ileriye git de insanî canı gör. Sonra da geç, dedikoduyu bırak da ta Cebrail’in can denizinin kıyısına var.” Demek ki, insanın değeri ondaki can ışığından, taşıdığı ilahî nefhadan gelmektedir. Bu fikirler edebiyatımızda bir çok şair tarafından dile getirilmiştir. Mevlânâ”nın edebiyatımızdaki en parlak temsilcisi Şeyh Galib, aşağıdaki mısralarıyla üstadına ne güzel tercüman oluyor:

Ey dil ey dil niye bu rütbede pür gamsın sen
Gerçi virâne isen genc-i mutalsamsın sen
Secde-fermâ-yı melek zât-ı mükerremsin sen
Bildiğin gibi değil cümleden akdemsin sen
Rûhsun nefha-i Cibril ile tev'emsin sen
Sırr-ı Haksın mesel-i Îsî-yi Meryemsin sen

Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen


Sendedir mahzen-i esrâr-ı mahabbet sende
Sendedir maden-i envâr-ı fütüvvet sende
Gizli gizli dahi vardır nice hâlet sende
Mârifet sende hüner sende hakîkât sende
Arş u kürsiyy ü melek sendedir elbet sende


Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen

İkili Yapımızla İlgili Benzetmeler: 

Binit ve Binici: İnsanın sözkonusu ikili yapısı Mesnevî”de bir çok benzetmeye konu olur. Sözgelimi Hz. Mevlânâ’ya göre ruh ve beden ilişkisi eşek ve onun sahibinin durumuna benzer. Bu ikilide asıl olan eşeğin sahibidir, eşek değil. Eşek, sahibine hizmetle yükümlüdür ve değeri de ona hizmetiyle orantılıdır. Ama durum tersine döner de hizmet eden ve edilen yer değiştirirse; yani, eşek biniciye uyacağına, binici eşeğine uyarsa ne olur.? Bu sefer eşeğin sahibi eşek derecesine düşer; hatta aklını kullanamadığı için ondan da aşağılık olur. Binicinin bilmesi gereken ilk husus kendi istekleriyle eşeğin isteklerinin farklı olmasıdır. Bu yüzden o daima tetikte durmalı, eşeğini kontrol altında tutmalıdır :

“Gel eşeği serbest bırakma. Zira o yeşillik tarafına meyleder. Bir an ondan gaflet edersen, önüne ardına bakmadan fersahlarca uzaklaşır. Yolda düşman var. Eşekse otun sarhoşu. Düşman, nice eşeğe kul olanları mahvetmiştir.” (Nl/117) “Madem ki istekleri temelden farklı o hâlde sendeki akıl ve bedenin ilişkisi iki rakibin ilişkisidir. Hangi tarafının gelişmesini istiyorsan mecburen öbür tarafını zayıflatmalısın:.” Akıl galip olursa nefsin zayıflar, zira ağır biniciden eşek hâlsiz düşer. Ey eşek! değerli, senin aklının zayıflığından bu hakir eşek ejderha oldu.” (N2/67)

Hz. Mevlânâ başka bir yerde bedeni bu sefer ata, ruhu da padişaha benzetir. Atın da gözü var, şahın da.. Ama iyi bir at kendi gözüyle değil sahibinin gözüyle görür ve onun gitmek istediği yere gider. O hâlde bu baş gözümüz de bir at gibi kendisini yönlendiren basiret gözüne itaat etmelidir: “Süvarisiz at bir iş yapamaz. Atın gözüne yol gösteren şahın gözüdür. Şahın gözü olmadan atın gözünün bir değeri olamaz. Atların gözü otlağı bilir, nereye gitseler gözleri o taraftadır. His nuruna Hak nuru binse can, ihtiyarsız Hak yoluna meyleder. Binicisiz at yolda gitmesini bilmez ancak şah binince anayola yönelir.”(N 2/47 )

Sürekli birbirinin yolunu vuran, birbirine çelme atan beden ve ruhun; akılla nefsin durumunu Mevlânâ, Mecnun”la devesinin haline benzetiyor:

“Mecnun devesine binmiş Leyla”ya gitmek üzere yola çıkmıştı. Onun gözü Leyla tarafınaydı ama devesinin gözü arkada bıraktığı yavrusundaydı. Mecnun bir an uykuya dalsa deve yuların gevşemesinden durumu anlar hemen gerisin geri dönüp yavrusu tarafına kaçardı. Bir müddet böylece yol aldıktan sonra hâlâ aynı yerde dolanıp durduklarını gören Mecnun bir ah etti ve dedi ki: “Ey deve! ikimiz de âşığız ama âşık olduğumuz şeyler farklı. Vuslata giden yol iki günlüktür ama senin yüzünden 60 yıl tuzağa yakalanmış yollarda kaldım.” (N4/60)

Asılları bakımından bedenimiz tavuk, canımız kaza benzer: Göklerden gelenle topraktan gelenin kendisinde buluştuğu insan, terkibindeki her iki unsur tarafından farklı yönlere çekilir durur. Mevlânâ insanın bu çekilişini de şu benzetmeyle açıklıyor: “Sen tavuğun kanadı altında yumurtadan çıkmış kaz gibisin. Dadın tavuk, aslınsa kaz. Gönlünün denize meyli aslının kaz oluşundan. Karaya meylin ise dadından. O halde o kötü dadını terk et.” ( N2/137)

Bedenimizin güzelliği ve değeri de candan gelir: Aşağıdaki beyitlerde insan, beden bakımından keseye; can bakımından ise paraya benzetilmektedir. Tabiatıyla kesenin değeri içindeki paranın değeri kadardır:

Kıymet-i hemyân ü kîse ez-zerest
Bî-zer ân hemyân u kîse ebterest
Hemçünân ki kadr-i ten ez-cân bûd
Kadr-i cân ez-pertev-i cânân bûd

(Kesenin değeri içindeki altındandır. Altın yoksa kese ve cüzdan ebterdir. Bunun gibi tenin kıymeti de candan gelir. Canın değeri ise Sevgili”nin onda yansıyan ışığından)

Gençlikte bedenin tazeliği ve güzelliği canın eseridir. Mevlânâ bununla ilgili şu benzetmeleri yapıyor:”Demir, kıpkırmızı oldu ama gerçekte kıpkırmızı değil; o parlaklık bir ocağın verdiği iğreti bir ışıktandır. Pencere, yahut ev aydınlanırsa, aydın sanma; güneşin verdiği aydınlıktır o; bunu bil. Her kapı, her duvar: “Aydınım ben.” diyebilir. Güneş de der ki:” A olgunlaşmamış, ben bir batayım da senin ne olduğun ortaya çıksın. Yeşillikler: “Biz kendiliğimizden yeşerdik.” sevinçliyiz, gülüyoruz, pek güzeliz.” derler. Yaz mevsimi de der ki:” A toplumlar, ben geçip gidince görürsünüz kendinizi.” Beden de güzelliğiyle, alımlılığıyla nazlandıkça nazlanır. Can da bedene der ki:”A çöplük, sen kimsin ki? Bir iki gün benim ışığımla yaşadın. Nazından, işvenden dünyaya sığmıyorsun; hele bekle, senden bir çıkayım da gör halini. ”

Ten-can ilişkisini ahlakî alana taşıdığımızda da şöyle bir sonuca ulaşmak mümkün. İnsan için iki tür güzellik söz konusudur: Ten güzelliği, can güzelliği. Bizim bunlardan ilkini seçme şansımız yok, ama canımızı olgunlaştırmak, ahlâkımızı güzelleştirmek kendi elimizde. Ne var ki, ahmağın aklı gözündedir ve daha ziyade ten güzelliğine aldanır. Mevlânâ iç ve dış güzelliğin arasındaki değer farkını testi ve su, sadef ve inci karşılaştırmalarıyla açıklıyor: “Ne zamana kadar testinin süsüyle oyalanacaksın. Testinin süsünden geç de suyu ara. Her sadefin içinde inci bulunmaz. A canım! Sen de sadefe değil içindeki inciye bak, şekle aldanma.” (N2/38) Şimdi de insanda can ve huy güzelliğinin ten güzelliğinden daha önemli oluşuyla ilgili olarak Mesnevî”den seçtiğimiz hikâyemizi verelim:

Yüz çirkini, can çirkini: Bir kralın iki kölesi vardı. Biri çirkin fakat güzel huylu; diğeri ise sîmâca güzel fakat huyca çirkindi. Sultan, güzel olanını bir işe gönderdi ve diğerine dedi ki:

– Ben seni akıllı biri olarak görüyorum, fakat şu arkadaşın var ya ! Senin için söylemediğini bırakmadı: “Hırsızdır, hayasızdır.” diye koğuculuk yaptı.

Böylece şah izzet-i nefsine dokunacak böyle sözlerle köleyi konuşturmak istedi. Fakat köle ona umulmadık bir cevap verdi:

– Ah, ah! Bende bu söylenen kötü huylardan çok daha fazlası var. Demek ki arkadaşım iyiliğinden pek azını söylemiş.

Sultan:

– Sen de onun kusurlarını söyle ki sözlerine inanayım.
deyince köle:

– Onun en büyük kusuru muhabbet, vefa ve insanlıktır. Bir ayıbı fedakârlık, öbürü tevazudur.
dedi. Sultan:

– Anlıyorum ki, sen aslında onu över gibi yapıp kendini övüyorsun. Diye kölenin hassas bir teline dokundu. Ancak köle bunu şiddetle reddetti ve samîmî olduğuna yeminler etti. Sultan daha sonra onu bir işe gönderip diğer köleyi çağırdı ve ona da:

-Şu siyahî köle senin hakkında pek kötü şeyler söyledi; halbuki ben sende onları göremiyorum. Aksine seni zeki ve becerikli buluyorum, deyince köle öfkeden köpürüp taştı ve arkadaşı hakkında söylenmedik kötü laf bırakmadı. Bunun üzerine sultan onu huzurundan kovdu ve dedi ki:

-Ey canı kokmuş kişi! Onun yüzü çirkin ama içi pâk; seninse yüzün güzel ama için çürümüş, leş olmuş. Defol, benden uzaklaş.

-II-
Der-neyâbed hâl-i puhte hiç ham
Pes sühân kutâh bayed vesselâm

(Ham adam olgunun halinden ne anlasın.
O halde sözü uzatma. vesselâm!)

İnsanlık Mertebeleri ve Özellikleri

Hz. Mevlânâ kendi hayat serüveniyle birlikte insanlığın üç mertebesini üç kelimeyle özetler: Hamdım, piştim, yandım. Tenine kul olan insan biyolojik insandır, hamdır ve insanlık merdiveninin en alt basamaklarını mekân edinmiştir. Pişmesi ve nefsine galebesi oranında basamak basamak yükselir. Mevlânâ farklı olgunluk seviyelerdeki insanların durumlarını çeşitli benzetmelerle anlatmaktadır. Biz de şimdi bunlardan bazılarına yer verelim:

Ham adam kandile; olgun adam ise güneşe benzer: İnsanın bedeni kandile canı ise ışığa benzer. Beden kandili maddî gıdalarla beslenir ve kişiye göre değişmez. Ama can ışığı bakımından insandan insana büyük farklar vardır. Bu fark sadece kendi evini aydınlatan kandil ışığıyla bütün evleri aydınlatan güneş ya da ayın farkı gibidir:

Bu ten de kandil gibi, ışığı da can. Kandile fitil ve yağ lazım. Altı his kandilin fitili, uyku ve yemekse yağı. Ama bu kandilin ışığı iğretidir. Hayvanî ruha ait her şey ölümle söner. Ama senin kandilin sönse de komşununki devam eder. Çünkü her insanın kandili ancak kendi evini aydınlatır. Buna mukabil peygamberlerin ve mürşitlerin ışığı ay ve güneş gibi halka umumî bir rahmettir. Güneş doğunca kandilin hükmü kalmaz. Demek ki, peygamberlerin nuru güneş bizimki ise kandil ve is hükmündedir, bunların biri söner öbürü parlar durur. Gece ay doğunca ışığı her cama vurur, o bir nurdan olduğu için ay kaybolunca bütün evler kararır. Güneş ışığı da bütün evlere misafir olur. Böyle olan can güneşi de batınca bütün ruhların nuru kaybolur; (N4/18) Küçük bir üfürük bile kandili söndürebilir, ama rüzgârdan, boradan aya ve güneşe ne gam.

Ham meyve, olgun meyve: Meyvenin hamı ve olgunu olduğu gibi insanın da hamı ve olgunu vardır. Ham insanın temel özelliği yüzünün tamamen dünyaya dönük olması, dalına sımsıkı yapışan ham meyve gibi dört elle dünyaya yapışmasıdır. Olgun insanın yüzü ise ahirete müteveccihdir:

“Ham meyve dalına sıkıca yapışır. Olgunlaşıp tatlılaşınca da dalda duramaz, düşer. Dünyaya sımsıkı sarılmak hamlıktır, olgunlar daha hayırlı olanla ağızları tatlılaştığı için dünyaya soğumuştur.” (N2/49). “Meyvelerle ilgili diğer bir özellik de onların iç bakımından olgunlaştıkça kabuk olarak incelmeleridir. Tıpkı; ceviz, fıstık ve bademin iç bakımından olgunlaştıkça kabuk bakımından incelmesi gibi.” (N2/53)

Biri dünyaya hâkim, öbürü mahkumdur. Dünyevî nimetlerden istifâde bakımından çok zaman ham insanla olgun insanın farkı yoktur. Asıl fark onların iç manzaralarında, dünyaya karşı iç tutumlarındadır. Mevlânâ bu durumu şu cümlelerle ifade ediyor:

“Hz. Peygamber”le Ebu Cehil puthaneye gitseler, gidişleri bir mi? Putlar Ahmed”e secde ederken, Ebu Cehil putlara secde eder.” (N4/33) Kâfir de peygamber de aynı dünyayı paylaşmakla birlikte dünyaya karşı tutumları bambaşkadır. Nitekim Ebu Cehil putlara secde ederken, Hz. Peygamber”in adı anıldığında bütün putlar o isme secde etmişlerdir.” (N4/40-42)

Biri misk biri tezek: Müminle kâfirin farkı adeta miskle tezek farkı gibidir. Mümin görünüşte mağlup olsa bile gerçekte galiptir. Zira o mağlubiyetin sonunda bir güzellik -cennet ve cemal- vardır. Misk ve anber parçalanınca can bahşeden bir koku hasıl olur; oysa tezeğin parçalanmasından meydana gelen koku canlara eziyettir.. (N2/172)

Ham ve olgun aklın iki kaynağı: Beslendiği kaynağa göre iki tür akıl vardır. Bunlardan biri kesbî akıldır ki, onu sonradan kazanırız. Bu akıl, çocukken okulda kitaptan ve hocadan duyduklarımızla, hayat boyunca edindiğimiz tecrübelerle kazandığımız akıldır. Mevlânâ”ya göre öğrendikçe bu aklın artar ama buna mukabil hıfzın ağırlaşır ve böylece bir ezberleme levhası olursun. Bu tür akıl avamın aklıdır. İkinci akıl ise Hakk”ın ihsanıdır ve kaynağı candadır. Böyle akıl sahiplerinin dışarıdaki kaynağı kesilse de gam değil, zira evin içindeki kaynakları coşmadadır. (N3/76)

Üç akıl ışığı ve üç görme derecesi: Hz. Mevlânâ akıl ışığının derecelerine göre insanları üç guruba ayırıyor. Tam akıllının alâmeti kendi gönül şulesidir. O kendisine uymuş ve ışığıyla bir kafileye rehber olmuştur. Bu akıl, içinde şüpheye yer olmayan kâmil müminin aklıdır. Kendi ışığı olmayan yarım akıllı ise başkasına uyacak kadar basiret gösteren ve onun gözünü göz edinendir. Böylesi kendi görmese bile başkasının görüşünden faydalanmasını bilmiştir. Üçüncü guruptakiler ise tam körlerdir ki, bunların ne zerre kadar aklı vardır ne de aklı olana uymuşlardır. Bu yüzden zifiri karanlık içindedirler. Uzun sahralardan topallayarak geçmeye çalışır, beyhude dolaşır dururlar. (N3/84) Bunların nasibi- Nahifi Efendi”nin manzum ifadesiyle- yorgunluktan ibarettir:

Cân-ı a’mâ vaz ider her su kadem
Mesleği bî-âkıbettir dembedem
(N3/85)

Gören kişinin kuyuya düşmesi tesadüfen mümkündür ve nadirdir. Buna karşılık her an sürçmek ve düşmek körün hayatının bir parçasıdır. O, bir pisliğe düşse kokunun kendisinden mi başkasından mı geldiğini bilemez. Bir kimse ona misk sürse bunun da başkasından olduğunu fark edemez, kendinden sanır. O hâlde bu iki göz, insan için yüzlerce ana babadan daha iyidir. Tıpkı bunun gibi manen kör olanlar da basiret sahibi müminlere nazaran bir nevi kör hükmündedirler. (N4/15)

Hastalar ve doktorlar: İnsanlar beden sağlığı ile ilgili olarak hastalar ve doktorlar diye iki sınıfa ayrılırlar. Hz. Mevlânâ’ya göre aynı ayırım ruh sağlığı için de söz konusudur.

Böylece iki tip doktorluk söz konusu oluyor; beden doktorluğu ve ruh doktorluğu. Şimdi bu iki tip doktorun birbiri karşısındaki durumunu Mesnevî beyitlerinden takip edelim:

Mâ tabîbânim ü şâkirdân-ı Hak
Bahr-ı kulzüm did mâra fenfâlâk
Ân tabîbân-ı gıdâend ü sımâr
Cân-ı hayvânî bedişân üstüvâr
Ân tabîbânrâ bûved bevli delîl
İn delîl-i mâ bûved vahy-i celîl
Dest-i müzde mi-nehâhim ez-kesî
Dest-i müzd-i mâ resed ez-Hak besî
Hin sâlâ bîmârî-i nâ-surra –
Dârû-yı mâ yek-be-yek rencurra

(Biz ilmini Hak”tan almış olan tabipleriz. Bu yüzden Kızıldeniz bile bizi gördü de ikiye yarıldı (Cerrahlar ameliyatla bedeni açarlar, bizim önümüzdeyse —Hz-Musa”nın önünde olduğu gibi- kanlı bir organa benzeyen koca Kızıldeniz açılmakta.)/ Onlar meyve ve gıda doktorlarıdır; yani yiyeceklerle ilgili olan rahatsızlıkları bilirler ve ancak hayvanî ruhu tedavi edebilirler. / O doktorlar hastalığı anlamak için idrara bakmak zorundadırlar. Bize ise Hakk”ın gönüle tecelli eden ilmi yol gösterir (Beden tabipleri senin hastalığını senden iyi bilirler. Sen anlayamazken idrarından, kanından, yüz renginden hangi hastalığının olduğunu anlarlar. O hâlde Hak tabipleri nasıl senin hâlini anlamaz, yüz rengine, gözüne , nabzına bakar da yüzlerce hastalık görmez. Üstelik onlar idrar gibi alâmete de muhtaç değiller.) /Biz beden doktorları gibi kimseden bir tedavi ücreti de talep etmeyiz. Hak katından bize yeterince ücret verilmektedir. / O hâlde gelin, ey bîçâre hastalar gelin. Bütün hastalıklarınızın devası bizim yanımızdadır.) (N3/70)

Eğitenler/eğitilenler : Madem ki insanlar arasında gerek bilgi ve gerekse ahlakî seviye bakımından sonsuz bir çeşitlilik ve farklılık söz konusudur, bunun tabiî sonucu olarak bazı insanların öğretmen, diğer bazılarının da öğrenci konumunda bulunması kaçınılmazdır. Ama her öğretmenin üzerinde de başka öğretmenler, başka kılavuzlar olacaktır. İnsanlığın en büyük öğretmenleri ise peygamberlerdir. Çünkü peygamberlerin hocası bizzat Cenab-ı Hak”tır. Bu sebeple onların bilgileri kâmil bilgilerdir ve kurtuluş da onların gösterdiği istikamettedir. Nitekim Hz. Peygamber: “Ben ve ashabım Nuh’un (a.s.) gemisi gibiyiz, biz kurtuluşun sığınağıyız.” buyurmuştur. (N4/22) Ne var ki eğitilenler eğitilmekten çok zaman hoşnut değildirler ve eğiticilerin tavsiyelerini külfet ve eziyet olarak kabul ederler. Hz. Mevlânâ bununla ilgili olarak şu hadiseyi naklediyor:

Zorla cennete götürülenler: “Bir keresinde Hz. Peygamber zincirlenmiş olarak çekilip götürülen esirlere bakıp gülümsemiş ve şöyle demişti : “Şaşarım şu esirlere ki onları cennete zincirlerle sürükleyerek götürüyorlar. Kendilerini bekleyen saadetten gafil olan esirlerse feryat ediyor ve: “Bu dertler nereden başımıza geldi?” diye sızlanıyorlardı. Esirlerden biri Hz. Peygamber”in gülmesini görünce içinden: “Şayet bu adam peygamberse niçin bizim bu hâlimize güldü ve zaferinden dolayı gururlandı.” ” diye geçirdi. Hz. Peygamber bunu hissetti ve ona şöyle dedi: “Sanmayın ki gülüşüm, sizin zincirlenmenize. Ben, sizin ateşten gül bahçelerine zorla ve zincirle çekilerek götürülüşünüze güldüm.” Hz. Mevlânâ daha sonra bu hadiseye şu fikirlerini de ekliyor: “Bu yolun gönüllü yolcuları ancak velilerdir; diğerleri taklit yoluyla ya da zorla çeke çeke götürülürler. Bu götürülüş çocukların zorla mektebe götürülmesine benzer. Ama çocuk faydasını anlamaya başlayınca artık mektebe kendi başına seve seve gitmeye başlar. İşte amelî korkuya veya bir menfaate bağlı olanlar taklit defterine yazılanlardır. Gerçek âşıklar ise bütün başka kaygılardan sıyrılmış olarak Hakk”ı Hak için severler. Fakat ister öyle ister böyle olsun sonuçta her ikisi de iyidir ve kendisine cezbeden yine Cenab-ı Hak”tır.” (N3/171)

Yukarıda eğitmek durumunda olan insanların her zaman takdir görmediklerini ve çok zaman yanlış anlaşıldıklarını söylemiştik. Şimdi de Hz. Mevlânâ”nın bu meâldeki bir hikâyesine yer verelim:

Yılan Yutan Adamın Hikâyesi: “At üzerinde giden bir emir, yolu üzerindeki ağacın altında uyuyan bir adamın ağzına yılan girdiğini gördü. Yılanı engellemek için koştu ama yetişemedi. Hemen adama birkaç topuz vurup uyandırdı. Adam can acısıyla uyanıp karşısında eli gürzlü yolcuyu görünce korkusundan bir elma ağacının altına sığındı. Ağacın altı çürük elma doluydu. Emir: “Bunları ye.” diye zorladı ve ona kusuncaya kadar yedirdi. Beriki: “Benim ne suçum var ki bu zulmü reva görüyorsun?” diye ağlayıp sızlanıyordu. Atlı ise bu sızlanmalara aldırmadan onu korkutup koşturmaya başladı. Adam ayakları yara içinde düşe kalka akşama kadar koştu, bitkin düştü. Nihayet midesi kabardı ve köpürüp kusmaya başladı, içinde ne varsa çıkardı. Çıkardıkları arasında o simsiyah yılanı görünce dehşete kapıldı. Atlının kendisini niye bu kadar yorduğunu ancak o zaman anladı ve ayaklarına kapanarak dedi ki: “Ben seni düşmanım sanıyordum, meğer benim için Cebrail gibiymişsin. Sana rastlamam benim için ne büyük rahmet ve ne büyük devletmiş. Hayret ki sen anne gibi ardımdan koşarken ben eşek gibi önünden kaçmadaymışım. Ama niye bana durumu ta işin başında anlatmadın; ta ki sana öyle sûizanda bulunmayaydım, Atlı dedi ki: “Eğer sana yuttuğun şeyi söyleseydim korkudan ödün patlardı ve zehirden önce korku seni öldürürdü. Tıpkı kedi pençesindeki fare, yahut kurt gören kuzu gibi şaşırır kalırdın, tedbire güç bulamazdın.” Hz. Peygamber’in dediği gibi: “Sizde gizli olan düşmanı söylesem yiğitlerin ödü patlar aklı mahvolur.” (N.2/68)

Her insan tabiatıyla kötü huylarından arınmak, olgunlaşmak ve yükselmek ister. Ne var ki insanların çoğu bu isteğin gerçekleşmesi için gerekli sabrı gösteremez. Şimdi de bununla ilgili olarak seçtiğimiz hikâyeyi nakledelim:

Aslan Dövmesi Yaptırmak İsteyen Canı Tatlı Adamın Hikâyesi: 

Günümüzde gençler arasında yaygın olan dövme âdetinin kökleri epey gerilere kadar gidiyor. Mevlânâ”nın anlattığına göre bir zamanlar Kazvin şehrinde de bu âdet bir hayli yaygınmış. Bundan sonrasını artık Mesnevi”den özetleyelim:

“Kazvinli”nin biri bir tellağa gitti ve omzuna bir dövme yaptırmak istediğini söyledi. Beriki sordu:

-Ne resmi yapmamı istersin?

-Benim burcum aslan. Aslan burcu kutludur, ondan isterim.

Tellak eline iğnesini alıp deriyi delmeye başlayınca adamın canı yandı ve :

-Aman, iğnenin acısı beni öldürdü. Resmin neresinden başladın? diye sordu:

-Kuyruğundan.

-Kuyruğu olmayıversin, başka yerine geç.

Dövmeci resmin başka bir yerini yapmaya başladı ama bir iki iğne yiyen beriki yine feryat etti:

-Eyvah canım gitti. Bu hangi uzvu?

-Kulağı

-Aslanın kulağı olmasa da olur, onu da geç.

Tellağın canı sıkıldı ama ne çare. Bir “lâ-havle!” çekip hayvanın başka bir yerine girişti. Canı tatlı adam onu yine durdurdu:

-Yahu canım çıktı, şimdi yaptığın neresi?

-Aslanın karnı.

-Aman aman, varsın aslanın karnı da olmayıversin, başka yerine geç.

Artık dayanamayan usta öfkeyle iğnesini yere çaldı ve :

-Kim bu dünyada kuyruksuz, kulaksız ve karınsız bir aslan görmüştür. Cenab-ı Hak böyle bir şey yaratmadı. Madem ki canın bu kadar kıymetli niye aslan dövmesi yaptırmaya heveslenirsin.

Ey kardeş, iğnenin acısına sabret ki nefis kâfirinin iğnesini kırasın.” (N 1/118)

Anlaşılacağı üzere aslan burada elde edilmek istenen şeylerin sembolüdür. Hepimiz bu dünyada bir çok şey istiyoruz. Başarılı olmak, mutlu olmak, zengin olmak, beğenilmek vs. Ama nasıl satın aldığımız her şeyin bir bedeli varsa; insan olmanın, aslan olmanın da bir faturası var. O faturayı ödemeden hedefe ulaşmak isteyen kişi, canı tatlı dövme heveskârına benzemez mi? Elhak benzer.

Adalet nedir? Peki ama nefse eziyet adaletsizlik değil mi? Şimdi de Mevlânâ”nın bu konudaki fikirlerine yer verelim: “Adalet nedir? Her şeyi yerine koymak. Zulüm nedir? Bir şeyi yerine koymamak, yerinden başka bir yere koymak. Kendine gel de o kötü dalı kes, buda; şu güzel dala su ver de yeşert. Şimdi ikisi de yeşildir ama sonuna bak; bu yok olur gider; ondansa meyve biter. Bahçenin suyu buna helâldir, ona haram; aradaki ayrılığı sonunda görürsün vesselâm. Adalet nedir? Ağaçları sulamak. Zulüm nedir? Dikene su vermek. Adalet bir nimeti yerine koymaktır, su emen her kökü sulamak değil.”

III

Her kesî kû dûr mand ez asl-ı hîş
Bâz cûyed rûzigâr-ı vasl-ı hîş

(Aslından uzak düşen kimse yeniden kavuşacağı vakitleri özler durur)

Yüce Erlerin Dünya Gürbetindeki Hâli:

Gafiller bu dünya ahırında mutludurlar. Oysa asıl vatanın hasreti içindeki yüce ruh sahiplerinin gözleri daima ötelerdedir. Hz. Mevlânâ bu iki gurubun durumunu şu nefis hikâyeyle özetliyor:

Eşek Ahırına Düşen Bîçâre Âhû: 

“Avcının bir bir âhû yakaladı ve onu götürüp ahıra kapattı.

Ahır öküz ve eşeklerle doluydu. İçerdeki pis kokudan zavallı âhûnun başı döndü, kurtulmak için sağa sola koştu ama bir çıkış bulamadı. Ahır sahibi akşam gelip hayvanların önüne saman döktü. Öküz ve eşeklere bu saman şeker gibi geliyordu ama zavallı âhû samanı nasıl yesin?

Bîçâre âhû nice gün o ahırda çile çekti, karaya vuran balık gibi çırpındı durdu. Ahır hayvanları onun bu hâliyle eğleniyor ve: “Vah,vah, senin gibi saraylara layık bir padişah nasıl buraya düşmüş.” diyorlardı. Âhû kendisini saman yemeye davet eden ve yememesini kibrinden zanneden eşeğe şöyle dedi:

-Bu saman sana uygun bir yiyecek ama bana uygun değil. Ben çayırlıklarda taze otlar yiyerek tatlı sulardan içerek büyüdüm. Ben kendi yurdumda lâle, sümbül ve reyhanı bile binlerce nazla yerdim. Gerçi şimdi o yerlerden uzak düştüm ama o özelliğim bende hâlâ bâki. Fakirim ama gözüm fakir değil, elbisem eski ama ben yeniyim.” Eşek bu sözlere inanmadı ve: “Gurbet garibe böyle saçma şeyler söyletir, bunlara inanmak için delil lazımdır.” deyince ahu dedi ki:” “Göbeğimdeki şu misk söylediklerimin doğruluğuna şahittir.” (N5/34) Demek oluyor ki olgun insanların dünyadaki hali tıpkı eşek ahırına düşmüş ahunun hâli gibidir. Ama onların değeri Hak katındadır. Zira onlar Hakk”a hediye olarak kendi temiz gönüllerini götürürler.

Şimdi de Hz. Mevlânâ”nın bununla ilgili olarak anlattığı hikâyeyi ve hikâyeyle bağlantılı sözlerini özetleyelim:

Ebubekir ve Rafizîler: “Muhammed Harzemşah, Sebzevar şehrini kuşatmış amansızca sıkıştırıyordu. Sonunda bunalan halk aman diledi ve bağışlanma karşılığında haraç teklif ettiler. Şehir Rafizî idi. Padişah: “Başka şey kabul etmem, bana bu şehirden bir Ebubekir bulup getirirseniz sizi bağışlarım, yoksa hepinizi ekin gibi biçerim.” dedi. Onlar bir çuval altın getirdiler ve: “Bunu kabul et. Nasıl ırmak içinde kuru toprak bulunmazsa bu şehirde de Ebubekir bulunmaz.” dediler. Sultan ise: “Benim çocuklar, gibi altına gümüşe aldanacağımı sanmayın, çabuk bana bir Ebubekir bulun, yoksa haliniz harap.” dedi. Sebzevarlılar köşe bucak araştırdılar ve üç gün üç gece sonunda bir virânede hasta ve zayıf bir Ebubekir bulabildiler. Hemen ona:”Aman ne olur; hemen kalk, padişah seni bekliyor, gel de bizi bu katliamdan kurtar.” dediler. O ise : “Eğer yürümeye dermanım olaydı ben bir an bile bu düşman şehirde durmaz çoktan çıkar giderdim.” dedi. Rafızîler bin bir ricayla onu razı ettiler ve bir tabut bulup içine yatırarak başları üzerinde sultana götürdüler. İşte bu dünya da Sebzevar şehri gibidir, Hak erleri onda sıkıntı içindedir. Cenab-ı Hak ise o sultan gibi bu kavimden temiz bir er diler, altın veya suret değil. Sen huzura yüzlerce çuval altın da getirsen Cenab-ı Hak senden ancak kalb-i selîm bekler. Sen: “İşte bende gönül var.” dersen o da der ki: Bende öyle gönül çok. Sen günlerce Sebzevar”ı dolaşsan da işe yarar bir gönül bulamazsın. Sonunda pejmürde bir gönlü tabuta koyup götürürsün.” O zaman sana şöyle denir: “Burası mezarlık değil ki, böyle ölü bir gönül getirdin. Var, yürü Sebzevarlı”nın kendisinden aman bulduğu bir gönül getir.”” (N5/35)

IV

İsmini Hak Etmek:

Günümüze kadar gelen eski bir Türk geleneği vardır: Göbek adı verme. Ta Oğuz Kağan destanından Dede Korkut hikayelerine kadar sık sık karşımıza çıkan bu âdete göre çocuğa önce basit bir göbek adı, geçici bir isim verilirdi. Çocuk büyüyünce yaptığı işe ve başarısına göre hakederek yeni ve gerçek bir isim kazanırdı. Oğuz”un karlı dağa kaçan atını tutup getiren kişiye üstü başı kara bulandığı için Karluk denmesi, yahut bir seferde kazanılan bol ganimeti taşımada kolaylık sağlamak üzere tekerli bir araç-kağnı- icat eden kişiye, âletin çıkardığı sese izafeten Kanglı adı verilmesi, keza Dede Korkut”ta boğayı alt eden delikanlıya Boğaç adının uygun görülmesi bu tür örneklerdendir. Bugün biz de daha çocuk doğmadan ismi için günlerce düşünüyor, kendimizce en güzel bir isim bulmaya çalışıyoruz. Esasen evladın baba üzerindeki haklarından birinin de güzel bir isim olduğu malum. Haklı olarak hiç kimse kötü bir isimle anılmak istemez. Peki ama -yukarıdaki örneklerde olduğu gibi- taşıdığımız bu isimleri ne kadar hakediyoruz. Bir çoğumuzun adı peygamberlerden yahut büyük velilerden alınmış. İsmimiz onlara benziyor ama ya müsemmamız? Eğer taşıdığımız ismi hak edebilecek işler yapabilmişsek ne mutlu bize. Yoksa ismimizle işimiz arasında bir çelişki olacaktır. Hz. Mevlânâ da aynı hususa parmak basıyor: “Yeni doğan çocuğa gazi ya da hacı gibi isimler verirler. Daha onun gazi veya hacı olduğu yok. Sahibinde bu sıfatlar yoksa o gerçek olmaz.” Gerçek ismimiz ise bu dünya pazarından ahiret evine döndüğümüzde yaptığımız işe göre Cenab-ı Hakk”ın vereceği isimdir. Onun için Hz. Mevlânâ şöyle der: “Tanrı, insana sonuna göre bir ad takar; halkın taktığı iğreti ad gibi değildir o.” Demek ki oradaki ismimiz hak ettiğimiz bir isim olacak. Ne mutlu dünyadaki ismini ahirette de hak edenlere… Şimdi de ismini hak edip etmemeyle ilgili olarak Mesnevi”de yer alan hikâyelerden birini aktaralım:

İkisinin de Adı Hasan ama.: “Şairin biri bir padişahı methetti. Sultan, devrin caize adetine uygun olarak ona bin altınla mukabelede bulundu. Ancak iyi huylu vezir araya girdi ve evvelki sultanların ihsanlarını anarak rakamı 10 bin altına çıkardı. Şair önceden ihsan edilen miktarın arttırılma sebebini sordu ve o vezirin adını öğrendi. Vezirin adı Hasan”dı. Bir kaç yıl sonra parayı tüketen şair yeni bir kasideyle tekrar huzura geldi ve yeni bir şiir sundu. Saraydaki değişikliklerden haberi olmayan şair evvelkine benzer bir ihsan ummaktaydı. Sultan, âdeti üzere bin altın verilmesini emredince yeni vezir araya girdi ve bunun azaltılmasını talep etti. Saray erkânı evvelki ihsanı hatırlatarak daha az bir caizenin sultanın şerefine yakışmayacağını söylediler. Ancak cimri vezir: “Görürsünüz, ben ona öyle bir tuzak kuracağım ki, değil bin altın bunun kırkta birine bile razı olacak.” dedi. Bundan sonra uzun müddet şairi kapıda bekletti. Bekleme o kadar uzadı ki, zavallı şair tam ümidini kesip kapıdan ayrılacakken kendisine o küçük parayı uzattılar. Şair evvelki ihsanla şimdiki arasındaki büyük fark karşısında hayretlere düştü ve sebebini sorunca aradakiler:

-Durum senin bildiğin gibi değil. Eski iyi vezir öldü ve yerine bu cimri vezir geldi. Şimdi buna razı ol ve hemen uzaklaş, yoksa fikrini değiştirir de verdiğini de geri almaya kalkar, dediler.

Şâir yeni vezirin ismini merak etti. Ona: “Adı Hasan,” dediler. Şair:

-Aman Allah”ım! ikisinin de adı bir ama yaptıkları iş birbirinden ne kadar uzak, dedi. (N4/46)

“Görünüşe ancak çocuklar kanar, sen isimden geç mânâya (işe) bak.” (N4/50) Demek oluyor ki ismin Hasan olması huyun da hasen (iyi) olmasını sağlamıyor. Adı insan olan herkesin hakikî insan olamayacağı gibi. İnsanın huyunu güzelleştirmesi için neler yapması gerektiğini gelecek yazıya bırakarak bu yazımızı Mesnevi”nin bu meâldeki bir nüktesiyle bitirelim :

İnsan Arıyorum: “Bir rahip güpegündüz elinde bir kandille çarşı pazar dolaşıp dururdu. Bir ahmak ona sordu:

-Böyle güpegündüz elinde bu kandille ne diye çarşı çarşı, dükkân dükkân dolaşırsın. Yaptığın şey neyin nesi?

-Bir insan arıyorum.

-Allah, Allah. İşte çarşı pazar insan dolu ya.

-Hayır hayır. Ben hırs ve öfke zamanında kendisine hâkim olabilen gerçek bir insan arıyorum.

Onu bulsam da ayaklarına toprak olsam.”

Kaynak: semazen.net

*     *     *

Yazar ve Araştırmacı Cihan Okuyucu, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi. Süleymaniye Kütüphanesinde çalışmaya başlayan Okuyucu, 1985’te Eski Türk Edebiyatı alanında doktorasını tamamladı.

 

1986’da Erciyes Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne geçti. 1990’da doçent, 1996’da profesör oldu. Acun-Türkçe’nin Gücü, Türk Edebiyatı dergilerinde yazdı.

 

Yabancı dili Fransızca olan Okuyucu iyi derecede Farsça ile orta derecede Arapça ve İngilizce biliyor. Evli ve beş çocuk babasıdır.

26 Mart 2024 Salı

Tuğba Yılmaz - Özbekçe Öğreniyoruz (O'zbekcha O'rganamiz)


Anahtar Kelimeler: Özbekçe, Özbek tarihi, Özbek kültürü

Prof. Dr. Juliboy Eltazarov, Doç. Dr. Kenan Koç ve Öğr. Gör. Ikhtiyor Yokubov tarafından hazırlanan Özbekçe Öğreniyoruz (Oʻzbekcha Oʻrganamiz) adlı eser, Özbekistan Cumhuriyeti’nin bağımsızlığının 30. yıl dönümüne ithafen Temmuz 2021’de yayımlanmıştır.

Eserde, Özbekistan’ın Ankara Büyükelçisi Alişer Azamhocayev’in “Kirish Soʻzi” olarak yazdığı değerlendirme yazısında; Özbekçenin Karluk grubu Türk lehçeleri arasında yer aldığına, bir zamanlar bütün Türk dünyası için ortak edebî dil vasfı taşıyan Çağataycanın devamı olduğuna ve günümüzde yaklaşık 50 milyon konuşurunun bulunduğuna dikkat çekilmiştir. 21 Ekim 1989’da alınan bir kararla Özbekçenin devlet dili olarak kullanıldığı ve bu tarihin Özbekistan’da “Özbek Dili Bayramı” ilan edilip her yıl kutlandığı belirtilmiştir. Ayrıca son yıllarda alınan Bakanlar Kurulu kararıyla “2020-2030 yılları arasında Özbek dilini geliştirme ve dil siyasetini olgunlaştırma konsepti” kapsamında Özbekistan Cumhurbaşkanı’nın tensipleriyle yeni arayışlara ve atılımlara devam edileceği de vurgulanmıştır.

Eserin ön söz kısmında ise Prof. Dr. Juliboy Eltazarov ve Doç. Dr. Kenan Koç’un görüşleri yer almaktadır. Burada Özbekistan’ın köklü tarihine, bağımsızlık sonrası 30 yıllık kazanımlarına, zengin kültürel değerlerine ve ülkenin jeostratejik önemine atıflarda bulunulmuştur. Yazarlar, kitabın yazılış amacını şöyle ifade etmektedir:

“Gelinen noktada elde edilen bilgi birikiminden faydalanılarak lehçe öğretimine önem verilmesi, bu konuyla ilgili modern dil öğretiminde kullanılan yöntemler ışığında hazırlanan kaynaklarla lehçe öğretimi akademik ortamların dışında geniş halk kitleleri arasında da yapılabilmelidir. İşte bu düşünceyle hazırlanmış eser Özbekçe öğretmeyi amaçlamaktadır. Konu, resim vb. unsurlarla da arka planda Özbek kültürü tanıtılmak istenmiştir.” (Eltazarov, Koç ve Yokubov, 2021: 12).

Ön sözün ardından sözleri Abdulla Aripov’a, bestesi Mutal Burhanov’a ait olan Özbekistan’ın millî marşı yer almaktadır. Akabinde Özbekistan Cumhuriyeti’nin bayrağı, devlet arması, siyasi haritası, kullandığı Kiril ve Latin harfli alfabeler gösterilmiş ve Özbekistan hakkında kısa bir genel bilgi verilmiştir. Bunun yanı sıra Özbeklerin tarih boyunca kullandığı alfabeler, Özbekçenin Türk lehçeleri arasındaki yeri ve nerelerde konuşulduğu hakkında kısa bir bilgi sunulmuştur.

Eser, toplamda 20 üniteden oluşmaktadır. Daha ilk sayfada okurunu zengin içerikli Özbekçe bir metinle karşılayan eserde, görsel materyaller sıklıkla kullanılmış, her bölümün sonunda öğretici diyaloglar ve alıştırmalara yer verilmiştir. Temel ders kitabı niteliğinde olmakla beraber büyük bir kültür aktarımının yapılması da eseri sıra dışı kılmaktadır.

Her ünitede Özbekçe dil bilgisi kuralları örnek kelime ve cümleler üzerinden titizlikle işlenmiş; Özbek kültürünü yansıtan millî yemeklerin, giyim tarzlarının, bayramların ve tarihî şahsiyetlerin yer aldığı millî bilinci besleyen metinler tercih edilmiştir. Bu bağlamda Ebu Ali İbn-i Sina, Ebu Reyhan Bîrûnî Ebu Nasr Fârâbî, Ahmet el-Fergânî, Emir Timur, Zahiriddin Muhammed Babür’ün hayatının anlatıldığı okuma parçaları öğretici olmanın yanında pek çok görsel malzemeyle desteklenmiş ve okurun zihni canlı tutulmuştur. Dolayısıyla aktarılan bilgiler pedagojik açıdan görsel hafıza üzerine inşa edilmiştir.

Bunun yanı sıra okuma parçalarında Özbekistan’ın coğrafi özelliklerine, Semerkant şehrinin güzelliğine, Özbek masallarına değinilmiş, Çolpan gibi önemli yazarlardan bahsedilmiştir. Geniş okur kitlesinin ihtiyacına cevap verebilecek nitelikte hazırlanması ve temel düzeyde gramer kuralları ile konuşma kalıplarının aynı potada harmanlanıp tanıtıcı metinlerle sunulması eser için ayırt edici bir yeniliktir. Bu yönüyle eser, gramer kitabının ötesinde Özbekistan’ı ve Özbek kültürünü yakından tanıtacak bir konuşma kılavuzu vasfına sahip ve hatta kültür atlasına giriş mahiyetindedir. Nitekim “Özbekçe Öğreniyoruz” şeklinde genel adlandırma yoluna gidilmesinin bir nedeni de zengin muhteva dolayısıyladır.

Genel olarak her ünitede bir konu ve bir gramer bilgisi etrafında şekillenmiştir. Bu bağlamda ilk ünitede konu farklı yaş grupları arasında “selamlaşma” ile başlamakta ve ilgili konuşma kalıpları, alıştırmalar bulunmaktadır. Burada Özbekçedeki ünlü ve ünsüzlerin yanı sıra sesler, görsel kelimelerden de faydalanılarak tablo şeklinde hazırlanmıştır.

İkinci ünitede “Tanışma” ile ilgili diyaloglar ve Türki Cumhuriyetleri’nin bayrakları vardır. Yine bu kısımda “Heceler” konusu örneklerle işlenmiştir. Üçüncü bölümde ise Ebu Ali İbn-i Sina hakkında metin verilmiştir. Konuya ilişkin test ve alıştırmalar hazırlanmıştır. Gramer bilgisi olarak şahıs zamirleri ve bununla ilgili diyaloglar bulunur.

Dördüncü bölümde “Ailem” adlı kısa bir okuma parçası, Özbekçe akraba isimlerinin Türkçe karşılıkları ve iyelik ekleri işlenmiştir. Beşinci ünitede “Benim Memleketim” adlı metnin akabinde Özbek Türkçesindeki hâl ekleri anlatılmakta ve konuyla ilgili pek çok alıştırma yer almaktadır.

Altıncı bölümde ise mesleklerle ilgili okuma parçaları, konuya ilişkin test ve alıştırmalar verilmiştir. Gramer bilgisi olarak kelime türlerine değinilmiş; kelime yapısı, ekler, ad, sıfat, fiil yapısı örneklerle anlatılmıştır. Bunun yanında isimden isim, isimden sıfat, isimden fiil, fiilden fiil, fiilden isim, sıfattan fiil yapan ekler örnek kelime ve alıştırmalarla pekiştirilmiştir.

Yedinci ünitede “Evde” başlıklı metninde aile üyeleri tanıtılmıştır. Burada gramer açısından zamirler konusu ele alınarak alıştırmalar üzerinden işlenmiştir. Sekizinci ünitede, Özbekçede “Günler” konusu örnek cümleler üzerinden anlatılmıştır. “Talebenin Bir Haftası” başlıklı metin üzerinden ise aylar, mevsimler açıklanmış ve gramatik açıdan zarflar ele alınmıştır.

Dokuzuncu ünitede “Renkler” ve “Özbek Atlası” okuma parçası konu olarak seçilmiş ve sıfatlar işlenmiştir. Onuncu ünitede yer verilen metinde Semerkant şehri anlatılmıştır. Gramer konusu olarak Özbek Türkçesindeki kişi ekleri örneklerle pekiştirilmiştir.

On birinci ünitede “Sayılar” konusu ve “Fiil Zamanları” başlığı altında Özbekçedeki zaman ekleri örnek, diyalog ve alıştırmalarla anlatılmıştır. On ikinci ünitede ise Özbekçede hava durumu ile ilgili terimler hedef konu olarak belirlenmiş ve ekan yardımcı fiili örneklerle tanıklanmıştır.

On üçüncü bölümde “Saat Kaç” başlığı altında saatle ilgili kullanılan ifadeler aktarılmıştır. Gramer bilgisi olarak fiil kiplerinde emir ve gereklilik kipi konuları örnek cümle ve alıştırmalarla anlatılmıştır. On dördüncü ünitede “Organlar” konusu resim ve okuma parçaları üzerinden işlenmiştir. Gramer bilgisi olarak da şart kipi ve yeterlilik fiili konuları karşılıklı konuşma ve örnek cümleler üzerinden ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştır. On beşinci ünitede “Bayramlar” adlı metinde bayram âdetleri, Özbekistan’da her yıl kutlanan dinî ve resmî bayramlar tanıtılmış, devamında ise doğru-yanlış, soru-cevap alıştırmaları verilmiştir. Gramer bilgisi olarak “Fiil Çatısı” başlığı altında ettirgen fiiller örnekler ve alıştırmalarla anlatılmıştır.

On altıncı kısımda Özbekistan’ın millî yemekleri tanıtılmış ve “Özbek Pilavı” metin üzerinden anlatılarak alıştırma ve testlere yer verilmiştir. “Yeni Kelimeler” başlığı altında tablo hazırlanarak Özbekçede kullanılan pek çok kelime gösterilmiştir. Bu bölümde gramer bilgisi olarak sıfat-fiiller konusu işlenmiştir. On yedinci ünitede “Sağlık” konusuyla ilgili bir okuma parçası verilmiş ve alıştırmalarla ilgili terminoloji pekiştirilmiştir. Gramer bilgisi olarak zarf-fiiller konusu işlenmiştir.

On sekizinci ünitede “Dağa Seyahat” adlı metinde Özbeklerin tatil zamanlarında yaptığı etkinlikler anlatılmıştır. Gramer bilgisi olarak işteş fiil konusuyla ilgili alıştırmalar hazırlanmıştır. On dokuzuncu ünitede “Özbek Millî Güreşi”nin tanıtıldığı okuma parçasına ve yeni kelimeler tablosunda Özbekçede yaygın kullanılan sözcüklere yer verilmiştir. “Çolpan’ın Hayatı ve Sanatı” adlı okuma parçası konu olarak seçilmiştir. Burada gramer bilgisi olarak edatlar konusu işlenmiş ve örneklerle gösterilmiştir.

Yirminci ünitede ise temel konu “Kıyafetler” başlığı ile belirlenmiş, Özbeklerin millî giyimlerine ve kıyafet terimlerine değinilmiştir. Burada cümle bilgisi, hedef gramer konusu olarak belirlenmiş ve Zahiriddin Muhammed Babür’ün hayatının anlatıldığı okuma parçası üzerinden konu pekiştirilmiştir. Eseri farklı kılan bir özellik de okurun motivasyonunu yüksek tutmak ve takip mekanizmasını sağlamak amacıyla metinde kullanılan sözcüklerin, eser sonunda sözlük olarak verilmesidir.

Sonuç olarak Özbekçe Öğreniyoruz (Oʻzbekcha Oʻrganamiz) adlı çalışmanın, muhtevasındaki güncel ve özgün verilerle Özbekçeye ilgi duyan öğrenciler başta olmak üzere hemen her araştırmacıya doyurucu ve dikkate değer bir katkı sunacağı ve başvuru kaynağı olacağı açıktır. Türkoloji’ye kazandırılan bu eser vesileyle Prof. Dr. Juliboy Eltazarov, Doç. Dr. Kenan Koç ve Öğr. Gör. Ikhtiyor Yokubov’a teşekkür ederiz.

Kaynaklar

  1. Yılmaz, T. (2022). “Özbekçe Öğreniyoruz (Oʻzbekcha Oʻrganamız)”. Türk Dünyası Dil ve Edebiyat Dergisi, 54, 241-244

Zeynep Yıldırım - İran Türkmen Edebiyatı (Dönemleri ve Başlıca Şahsiyetleri)

 


Anahtar Kelimeler: Türkmen Edebiyatı, İran, İran Türkmenleri, İran Türkmen edebiyatının dönemleri, şiir

Giriş

1881 yılında Çarlık Rusya ve İran arasında imzalanan sınır antlaşması ile Türkmen toprakları ve halkı iki ülke arasında bölünmüştür. Göklen ve Yomut boyuna mensup Türkmen nüfusun büyük bölümü İran sınırı içerisinde kalmıştır. Konargöçer bir yaşam sürdüren bu Türkmen nüfusun çoğunluğu okuryazar değildi. Bu nedenle aralarında yazılı edebiyattan daha ziyade halk edebiyatının sözlü türleri yaygındı. Bu durum 1881 yılında başlayan ve 1925’te Rıza Şah’ın devlet yönetimini ele geçirmesine kadar süren Kaçar iktidarı döneminde değişiklik göstermeyerek bilinen kalıp ve içerikler içerisinde kalmıştır. Devam eden Pehlevi ve İran İslam Cumhuriyeti dönemlerinde ise İran’da yaşanan gerek iç gerekse dış siyasi gelişmelerin Türkmensahra’daki etkileri edebiyatın millîleşme sürecini şekillendirmiş ve günümüzde özellikle şiir alanında kendine has özellikler barındıran güçlü bir İran Türkmen edebiyatı dalının gelişmesini sağlamıştır.

Ayvaz Morkoç - Azerbaycan Edebiyatında 1980'li Yıllarda Hikaye


Anahtar Kelimeler: Azerbaycan edebiyatı, Azerbaycan hikâyeciliği, 1980’li yıllarda hikȃye

Giriş

Azerbaycan’da hikâyeciliğin 1980’li yıllardaki genel durumu hakkında isabetli değerlendirmelerde bulunabilmek için ekol olarak ortaya çıkan “edebiyatta 1960 nesri” hakkında yeterli bilgiye sahip olmak gerekir. Bu yıllardaki hikâye, ilk bakışta 1960 nesrinin doğal bir devamı gibi görünüyordu. Ancak kendine özgü nitelikleri ve orijinal gelişme çizgisi mevcuttu. 1980’li yılların yazarları edebiyatta var olan gerçekliğin, Komünist Partisi’nin güdümünde belirlenen gerçekler olmadığını dile getirmeye başlamışlardı. Edebiyatın artık 1930’lu yıllardaki katı kuralcı anlayıştan uzaklaşması gerektiğini savunuyor, bu yolda eserler veriyorlardı. Millî ve manevi değerleri hikâyenin temel unsuru hâline getiren bu yazarlar, hikâye sahasında köklü değişiklikler yapmaya girişmişlerdi.
1960 nesrini taklit eden 1980’li yıllar ve ardından gelen edebî nesil, baştan beri Azerbaycan edebiyat dünyasında keskin ifadelerle tenkit ediliyordu. Eleştirmenler, 1960 nesrini örnek alan yazarların bu tutumla edebiyata yeni bir şey kazandıramayacağını iddia ediyorlardı. Buna karşılık 1960 nesrinin temsilcilerinden Anar, önceki dönemlerde hüküm sürmüş edebî ekollerden etkilenmenin yanlış olmadığını söylüyordu. Azerbaycan edebiyatında 1980’li yıllardan itibaren hikâye kaleme alan ediplerin, 1960 nesrine kıyasla işlerinin kolay olduğu söylenebilir. Zira kendilerinden önce çok zor şartlar altında eser vermiş 1960 nesri bulunmaktadır (Adıgüzel, 2018: 92-93).

1960 nesri temsilcileri, yenilikçi görüşlerinden dolayı egemen Sovyet anlayışı taraftarı edebiyatçılar tarafından eleştiri hedefi hâline getiriliyordu. Onlara yöneltilen esas suçlama, sosyalist realizminin ilkelerinin dışına çıkmalarıydı. 1960 nesrinde şekil ve içerikte meydana gelen değişim, dönemin şartları gereği ortaya çıkan kısmi serbestlikten kaynaklanıyordu. Esasen görülen rahatlama, hâkim ideolojinin edebiyat anlayışında radikal değişme olduğu anlamı taşımıyordu (Adıgüzel, 2018: 92). Rejim tarafından uygulanan siyasi baskı önceki yıllara kıyasla sadece bir miktar gevşemişti. 1960 nesrinin belirgin niteliklerinden biri, Azerbaycan hikâye ve romanında yeni bir ekol meydana getirmiş olmasıydı. Dönemin yazarları kendilerinden sonra ortaya çıkan edebî nesli etkilemekle kalmıyor, eserleriyle onlara ilham ve taklit kaynağı oluyordu. Uzun zamandan beri gerek üslup, gerekse tema yönünden taklit edilen bu ekol, kanaatimizce seviye olarak henüz aşılamamıştır.

Azerbaycan’da bağımsızlık dönemi edebiyatının ortaya çıkmasında yüzyıl başında beliren millî fikirlerle birlikte 1960 ile 1980’li yıllar arasındaki edebiyatın da doğrudan tesiri vardır. Bu döneme ait zengin metinler sayesinde Azerbaycan edebiyatı 1990’lı yılların zor ve karmaşık atmosferinde bağımsızlık düşüncesini muhafaza etmiştir. Bu düşünce, edebiyatı şekillendirerek “millî istiklal edebiyatı” zeminini kuvvetlendirmiştir (Hebibbeyli, 2016: 8-9).

1. Azerbaycan Edebiyatında Hikâye Türü Üzerine Fikirler ve Tartışmalar

Rusya’da Sovyetler Birliği’nin kuruluşunun ardından, yeni bir insan tipinin, yeni sosyalist toplumun ve Sovyet kültürünün oluşturulması hedeflenmiştir. Temel ilkeleri Komünist Partisi ileri gelenleri ile sosyalist teorisyenlerce belirlenen yeni bir toplumsal yapılanma programı oluşturulmuştur. Programın uygulamaya geçirilmesinde sanatçı ve edebiyatçılara ağır sorumluluklar yüklenir. Bu amaçla, sosyalizme has bir akım olarak ortaya çıkan “sosyalist realizmi” gündeme getirilir. Tüm sanatçı ve edebiyatçılar, belirlenen dar çerçevede eser vermek zorunda bırakılır.

Sosyalist realizmi akımı Sovyetler Birliği’nde hem yeni insan tipinin hem de yeni sosyalist toplumun şekillendirilmesine yönelik çalışmalarda elverişli bir araç olarak kullanılmıştır. Eserlerin biçim, içerik ve düşünce yönünden yeni Sovyet toplumuna uygun olmasına özen gösterilir. Sosyalist realizminde sanatın sosyal işlevinin olması, yalın sanatı öne çıkarması, sosyal fayda sağlaması ve modernizme zemin hazırlaması temel amaçlardandır. Bu akımın 1932’den sonra toplumun her kesiminden aydına hitap edecek bir ağırlığa sahip olduğu görülür (Uygur, 2005: 23-30).

Sovyet dönemi Azerbaycan nesri ağırlıklı olarak hikâye, povest ve romandan oluşan üç türle temsil edilmiştir. Edebiyat çevrelerinde “hırda janr” biçiminde nitelenen hikâyenin, Azerbaycan’da “nesrin küçük türü” olarak kabul edildiği görülür. Ülkede hikâyeye povest ve roman kadar değer verilmemesi, kanaatimizce yaklaşımdaki çelişkiden, başka bir ifadeyle hikâyenin “küçük tür” olarak görülmesinden kaynaklanır.

Elçin Efendiyev, Azerbaycan nesrinin 1970’li yıllardaki gelişme çizgisinden söz ederken povestin analitik yapısının, romanın sentetik içeriğinin daima dile getirildiğini, buna karşılık sürekli “hafife alınan” hikâyenin, hak ettiği değeri görmediğini belirtir. Edebiyat eleştirmenlerinin povest ve romanı öteden beri daha yüksek seviyede konumlandırdıklarını, hikâyeyi küçümseyerek “hayatı yansıtan bir damla” olarak nitelendirdiklerini hatırlatır. Elçin, bu yaklaşımı ilmi metodoloji yönünden hatalı görür. Ona göre farklı estetik unsurları kullanan hikâye türü, hayatın karmaşasını ifade etmeye çok uygundur (Salamoğlu, 2012: 313; Efendiyev, 1981: 79). Bu sebeple hikâyeyi dönemin sosyal hayatını tüm renkleriyle yansıtan mozaik olarak görmektedir. Zira mozaik, küçük ve zarif parçalardan oluşmaktadır. (Salamoğlu, 2012: 313). Damlalar nasıl birleşip okyanusu meydana getiriyorsa, insanların farklı yönlerini ele alan hikâyeler de birleşip Azerbaycan toplumunun panoramasını meydana getirmiştir.

Nesir sahasında 1980’li yıllarda da ilmî araştırmalar yapmayı sürdüren Elçin Efendiyev, hikâyeyi ayrıntılardan arınıp zamanla karakteristik özellikler kazanan, hayatı bütüncül yaklaşımla kuşatan bir tür olarak tanımlar. Hikâyelerde ülkenin mevcut sosyal ve ahlaki meselelerinin önceki yıllara kıyasla daha geniş çerçevede ele alındığını ifade eder. Çağdaş Azerbaycan hikâyesinin halk nezdinde yüksek kabul görmesinin 4 temel sebebi olduğunu belirtir. Bunlar;

1. Konu çeşitliliğinin bulunması,

2. Toplum meselelerinin çok yönlü biçimde ele alınması,

3. Hikâyedeki şahısların orijinal karakterler şeklinde kurgulanması,

4. Hikâye sahasında sanatkârlık ve estetik olgunluğun yüksek seviyeye çıkmış

olması (Efendiyev, 1981: 77-78).

1970 ve 1980’li yıllardaki Azerbaycan hikâyeciliği hakkında değerlendirme yaparken elbette yayımlanan tüm hikâyelerin içerik ve sanatkârlık yönünden mükemmel olduğunu söylemek doğru değildir. Bu yıllarda müelliflerin hikâye sahasına çokça rağbet ettikleri, âdeta “akın” hâlinde hikâye yazmaya yöneldikleri görülür. Hatta farklı türlerde kalem oynatan bazı ünlü ediplerin hikâye yazma modasına uyarak şekil ve içerik yönünden zayıf örnekler verdiği anlaşılmaktadır. Bununla birlikte bazı edebiyat eleştirmenlerinin gerçek hikâye niteliklerinden uzak bu metinlere göz yumduğu, sırf egemen ideolojiye uygun olduğu için övücü değerlendirmeler yaptığı görülür.

Eleştirmen kimliğiyle tanınan Vagif Yusifli (d. 1948), “Dövrün Mozaikası” başlıklı makalesinde Azerbaycan edebiyatında hikâyenin 1970 ve 1980’li yıllardaki gelişme çizgisi hakkında değerlendirmeler yapar. Matbaa yüzü gören hikâyelerden somut örnekler veren Yusifli, edebiyatçılarda Azerbaycan hikâyecilik geleneğine güçlü bağlılık bulunduğunu bildirir. Konu hakkındaki görüşlerini açıkça dile getirir. Çağdaş hikâyedeki başarıyı getiren derin fikirler, halkçı yaklaşım, veciz söyleyiş, psikolojik derinlik gibi hususların kaynağının klasik hikâyelerden geldiğini belirtir. “İdeyalılıq, xelqilik, dövrün zamanın en mühüm metleblerini yığcam şekilde ümumileşdirmek, lakoniklik, psixologizme meyl klassik hekayelerimizden gelir” (Yusifli, 2984: 3). Türün geleneğe yaslanmakla birlikte yenilikçi kimliğini koruduğunu söyleyen Yusifli, yazarların geleneksel konulardan ve kalıplaşmış tahkiye üslubundan uzaklaşarak yeni söylem arayışında olduğunu belirtir. Hikâye türünde yenilik düşüncesinin zamanla bu yılların temel anlayışı hâline geldiğini vurgular. Yusifli’ye göre son yıllarda gün yüzüne çıkmış pek çok hikâye, hem içeriğindeki çatışmalar hem de hikâye karakterlerinin zenginliği bakımından olumlu yönden dikkat çekmektedir (Yusifli, 1984: 5).

Azerbaycan’da eskiden beri edebiyatta büyük problemlerin yalnızca iri hacimli eserler aracılığıyla dile getirilebileceği anlayışı hâkimdir. Ancak 1980’li yıllardan itibaren bu düşüncenin değişmeye başladığı söylenebilir. Hikâyenin karmaşa ve tezatlarla yüklü yeni toplum hayatını yansıtmada çok elverişli olduğu görüşü ağırlık kazanır. 1980’li yıllarda eleştirmenler edebî eserlerin çağdaş toplumun sorunlarını veciz biçimde dile getirmesini, olay ve tasvirlerin kısaltılmasını talep etmiştir. Sıralanan niteliklere sahip bulunan hikâye, romana kıyasla daha basit olay örgüsü ve içerikle veciz mesajlar verebilme kudretine sahiptir. Roman ile povestlerde ayrıntılı tahlil ve tasvirlerle anlatılan hadiseler, hikâyelerde daha dar kelime kadrosuyla etkili biçimde sağlanabilmektedir. Hikâyede yaşanılan muhitin sadece küçük bir parçasının, insan ilişkilerinin yalnızca bir yönünün öne çıkarılması avantaj alarak görülmektedir. Hikâyenin bu niteliklere fazlasıyla sahip olduğu söylenebilir. Bakış açısında ortaya çıkan bu köklü değişme, kanaatimizce hikâyenin yeniden keşfedilmesi anlamını taşır.

Edip ve eleştirmenler Azerbaycan hikâyesi hakkında değerlendirmede bulunurken gerek içerik, gerekse sanatkârlık yönünden dönemin ve türün gereklerine cevap vermeyen çok sayıda örnek bulunduğunu bildirirler. Bu noktada Vagif Yusifli’nin tespitlerinin önemli olduğu görüşündeyiz. Yusifli; matbaadan çıkan hikâyelerin bir kısmının ele aldığı konunun estetik biçimde aktarılmasında ciddi eksiklikler barındırdığını, sanat yönünden aşağı seviyede bulunduğunu söyler. Bazı hikâyelerde ise mühim toplumsal meselelerin ele alınmadığını, şahıslar için dönemin ruhuna uygun karakter portresi çizilemediğini, şahıslar arasında tutarlı bir çatışma oluşturulamadığını belirtir. Ayrıca anlatılarda mevzuların dar ve sınırlı tutulduğunu ifade eder.

Metbuatta çap olunan hekayelerin müeyyen gismi mövzunun bedii helli ve senetkarlık bahımından gane edici deyil, aşağı seviyededir. Onlarda mühüm ictimai meseleler galdırılmır, maraglı bedii konfliktler, dövrün zamanın ruhunu ifade eden dolğun karakterler nezere çarpmır. Hekayelerimize has olan diğer nöksan da mövzu mehdudluğudur (Yusifli, 1984: 3).

2. 1980’li Yıllarda Hikâyelerde Kullanılan Temalar

Azerbaycan’da 1980’li yıllarda çok sayıda roman yazılmış olmakla birlikte epeyce hikâye de kaleme alındığı görülür. Bu yıllarda hikâyenin başarılı bir gelişme çizgisi gösterdiği anlaşılmaktadır. 1970’li yıllardan itibaren hikâyeye gösterilen “küçümseyici ve dışlayıcı” yaklaşım ne yazık ki 1980’li yıllarda kısmen devam eder. Eleştirmenler ağırlıklı olarak roman ve povest üzerine yoğunlaşırken hikâyeye yeterince ilgi göstermezler. Kanaatimizce gerek yazarların hikâye yaratıcılığı gerekse hikâyeciliğin katettiği gelişmeler, eleştirmenler tarafından yeterince ele alınmamıştır.

Hikâyeciliği çok yönlü biçimde irdelediği değerlendirme makalesinde Vilayet Guliyev (d. 1952), hikâye türünün Azerbaycan edebiyatındaki yerini belirginleştirmeye çalışır. Eleştirmen Guliyev uzun yıllar “roman”, “povest”, “hatıra” hatta “mensur şiir” türüne hususi değer verildiği hâlde hikâyenin unutulduğunu söyler. Bu yanlış tutumun ancak 1980’li yıllarda belli ölçüde değiştiğini ifade eder (X. Gurultay, 1998: 133-150).

1960’lı yılların başında “repressiya” anlayışının zayıflamasının ardından tüm Sovyetler Birliği edebiyatında olduğu gibi Azerbaycan edebiyatında da güçlü yenileşme hareketi başlamıştı. Repressiya uygulamasının sert biçimde eleştirilmesiyle birlikte hem Sovyet insanın reel dünyasında hem de manevi değerler sisteminde köklü değişiklikler görüldü. Roman ve hikâyelerde yapay biçimde kurgulanmış kahramanların toplumdaki gerçek insandan ziyade birer kuklaya benzediği anlaşılıyordu. Böyle basmakalıp nesir örneklerinin verilmesine sebep olan anlayış yavaş yavaş terk edildi. Yeni bakış açısıyla kaleme alınan başarılı örnekler kısa zamanda kendini gösterdi.

İlk olarak Enver Memmedhanlı (1913-1990) ile İlyas Efendiyev’in (1914-1996) hikâyelerinde izlenen yenileşme, İsa Hüseynov’un (1928- 2014) Yanar Ürek isimli romanında iyice belirginleşti. Ekrem Eylisli’nin (d. 1937) Adamlar ve Ağaçlar ile Anar’ın (1938) Ak Liman başlıklı eserlerinde başarılı örnekler hâlinde ortaya çıktı. Ardından Elçin (d. 1943), İsi Melikzade (1934-1995) ve Sabir Azeri (1938-2010) gibi yazarların kaleminde güçlü bir akım hâline geldi. Eserlerde önceki yapay kahramanların yerini gerçek ve canlı karakterler almaya başladı. Yazarlar hadiselerin kötü yönlerini eleştiri hedefi hâline getiriyor, toplumdaki türlü olumsuzlukları ifşa etmekten çekinmiyorlardı. Rüşvet, ikiyüzlülük, dalkavukluk, hırsızlık gibi ahlaki zaaflar artık gözler önüne seriliyordu. Sovyet idaresi tarafından zorla dayatılan karakterler arasındaki “çatışmasızlık ilkesi” artık son bulmuştu.

1980’li yılların genç kuşakları seleflerinin açtığı yenileşme çığırını iyice genişletiyorlardı. Edebi akım hȃline gelen bu hareketi daha da güçlendirecek yenilik arayışlarına hız veriyorlardı. Ele alacakları konular zaten hazırdı. Yeni konulara uygun yeni üsluplar ortaya konuluyordu. Yazarlar daha serbest hareket ediyor, eskiye kıyasla kısmen özgür atmosferde kalem oynatıyorlardı. 1980’li yıllarda yeni edebi akım artık kendi şahsiyetini bulmuştu (Akpınar, 1994: 168)

Hemen belirtmek gerekir ki 1980’li yıllarda Azerbaycan hikâyeciliği ciddi bir gelişme göstermiş, bu sırada yaşça farklı edebî nesillerin yaratıcılığını bünyesinde barındırmıştır. Hikâye sahasında yaşlı nesil temsilcileri olarak İlyas Efendiyev (1914-1996), İsmail Şıhlı (1922-1995), İsa Hüseynov (1928-1914) ve Sabir Ehmedli (1930-2009) başarılı örnekler yazmaya devam etmektedir. Esasen 1960 nesri temsilcilerinden Mirza İbrahimov (1911-1993), İsi Melikzade (1934-1995), Anar Rızayev (d. 1938), Ekrem Eylisli (d. 1937) ve Elçin Efendiyev (d. 1943) verdikleri olgun hikâyeleriyle dikkat çekmektedirler. 1970’li yıllarda ünlenmeye başlayan Vagif Nesib (d. 1939), Şahmar Ekberzade (1941-2000), Mövlud Süleymanlı (d. 1943), Ramiz Rövşen (d. 1946), Seyran Sehavet (d. 1946) ve Afag Mesud (1957) ile 1980’li yılların başından itibaren matbuatta başarılı hikâyeleriyle görülen Saday Budaqlı (d.1955) gibi şahsiyetlerin ismini zikretmek gerekir.

1980’li yıllarda yayımlanan hikâyeler dikkatli gözle incelendiğinde sistemden ziyade bireye ağırlık verildiği görülür. Anlatı kahramanları, toplumdaki statüleri göz önünde bulundurulmadan hem olumlu hem de olumsuz yönleriyle bir bütün hâlinde tasvir edilirler. Hem birey-birey hem de birey-toplum çatışması bu yıllardaki hikâyelerde sık sık ele alınır. İç dünyasında türlü sorunlar yaşayan kahramanlar, kimi zaman kendine kimi zaman topluma yabancılaşmış karakterler olarak yansıtılır. Ayrıca toplumun bozulmasına sebep olarak görülen ahlaki zaaflar, hikâye konusu hâline getirilir. Alkolizm, torpil, rüşvet, adam kayırma gibi kavramlar eleştiri hedefine yerleştirilir. Yukarıda ismi anılan zaaflar, Sovyet toplumunun hastalıkları olarak ele alınır. Sağlıklı bir Azerbaycan toplumu görmek isteyen hikâyeciler, halkın zararlı unsurlardan kurtulması uğrunda kalemleriyle mücadele ederler (Adıgüzel, 2007: 284).

Edebiyat dünyasında bazı edipler tarafından “Azerbaycan’ın Dostoyevskisi” olarak nitelendirilen İsa Hüseynov (Muğanna) (1928-2014), farklı türlerde yazdığı yetkin eserleriyle tanınır. Kalem oynattığı sahalardan biri hikâyedir. Azerbaycan edebiyatında bir akım olarak ortaya çıkan 1960 nesrine mensup isimlerdendir. Gerek üslubu gerek hayatı ele alış biçimi gerekse de farklı bakış açısıyla kendine mahsus özellikler taşıdığı görülür.

1980’li yıllarda eser veren yaşlı nesle mensup İsa Hüseynov, toplumdaki aksaklıkları yansıtan hikâyeleriyle dikkat çeker. Hüseynov’un “Felçli” hikâyesinde rüşvetin toplumda neden olduğu yıkım dile getirilir. Hikâyenin başkarakteri Medet, erken yaşta felç geçirerek yürüyemez olmuştur. Yakın arkadaşı olan sovhoz müdürü Oruç’un destek ve yardımıyla iyileşir. İyiliksever kimliğiyle tanınan Oruç, sebebi tespit edilemeyen bir rahatsızlıktan ansızın vefat eder. Vefattan kısa bir süre sonra Medet’in eski hastalığı nükseder. Yeniden rahatsızlanınca sıkıntılı süreç tekrar başlamış olur. Bir süre sonra Oruç’un oğlu tıp eğitimini tamamlayarak hastanede hekimlik vazifesine başlar. Memme isimli bu genç doktor, uzun çabaların sonunda Medet’i yeniden iyileştirir. Medet’in gözünde Memme dürüst, ahlaklı bir gençtir. Ancak beklenmeyen can sıkıcı bir durum ortaya çıkar. Memme severek yaptığı işinden olmuş, görevden uzaklaştırılmıştır. Onun rüşvet aldığı iddiasıyla işten atıldığını öğrenen Oruç bu duruma çok üzülür. Evde dinlenmesi gerektiği hâlde hadiseyi etraflıca öğrenmek ve haksızlığı düzeltmek için Bakü’ye gider. Orada önceden vâkıf olmadığı yeni bilgilere ulaşır. Memme’nin işini kaybettiğini, aile ilişkilerinin bozulduğunu, ailesinin dağıldığını öğrenir. Onun hayatını kâbusa çeviren, rüşvet suçlamasıdır. Büyük üzüntü yaşayan Medet, köye geri döner. Hastalığı süratle artınca vücudu tahribata daha fazla dayanamaz ve vefat eder.

İsa Hüseynov’un “Şappalak” hikâyesinin (Muganna, 2009: 391) ana teması ihanettir. Ermeni kökenli olan Nusret, hikâye anlatıcısının hem komşusu hem de yakın arkadaşıdır. Anlatıda yıllarca ailenin samimi dostu gibi görünen Nusret’in düşmanca tavrı ve ihaneti anlatılır. Anlatıcı; Simeray diye seslendiği kız kardeşi Samire’ye değer vermekte, sık sık ziyaretine gitmektedir. Erken yaşta kocasını kaybeden Samire dört çocuğuyla dul kalmıştır. Ermeni olmasına rağmen sürekli Ermenileri kötülemekten geri durmayan Nusret, bu tavrıyla Türk komşularından takdir göreceğini zannetmektedir. Anlatıcı; “Beluga Nüsret” ismiyle anılan bu şahsın göz boyamaya yönelik ikiyüzlü tavrını görmüş, buna rağmen eskiye dayanan arkadaşlık ilişkisini kesmemiştir.

1988 yılında Ermenilerle Azerbaycan Türkleri arasında gerginlikler artmış, yer yer çatışmalar başlamıştır. Ermeniler artık Türklere alenen saldırıp kan dökmektedir. Türklerin katledildiği haberini duyan yazar anlatıcı, Ermeni aileye komşu olan kız kardeşi ve ailesini merak eder. Kardeşinin evinin yakınında ateş seslerini duyunca büyük korkuya kapılır. Bu sırada Nusret sağa sola koşuşturmakta, Türklerin evlerini terk etmelerini istemektedir. Ermeni saldırıları sırasında güya Samire’nin evine sahip çıkacağını söylemektedir. Ancak ortada bir gariplik vardır. Sürekli silah sesleri duyulmasına rağmen kurşunlara ait kıvılcım görülmez. Bunun algı oluşturmaya yönelik bir komplo olduğunu hisseden anlatıcı, hışımla Nusret’in evine girer. Evin içinde önceden kaydedilmiş silah seslerinin yükseldiği teybi bulur. Bu oyunun Türkleri korkutup kaçırarak bölgenin Ermenilere teslim edilmesi amacıyla sergilendiğini anlar. Durumu idrak eden Samire, Nusret’in yüzüne okkalı bir tokat patlatır. Türk komşularına gizli düşmanlık yapan bu adamın suratında Samire’nin beş parmağının izi vardır. Tokat, ihanetin bedelidir.

Edebiyat vadisindeki yürüyüşüne nesir sahasındaki faaliyetleriyle başlayan Sabir Azeri (1938-2010), arka arkaya gün yüzüne çıkan hikâyeleri aracılığıyla geniş halk kitlelerince tanınmaya başlar. Bu yıllarda ağırlıklı olarak çocukluk dönemi ile köy hayatına ait zengin otobiyografik bilgilerden beslenir. “Ovçunun Hatireleri” üst başlığı taşıyan silsile hikâyeleri, onun yaratıcılığında önemli bir dönüm noktası kabul edilir. Bu anlatılar yazarın hayat tecrübelerinin, edebiyat sahasındaki birikiminin hikâye formunda vücut bulmuş şeklidir. Sözü edilen örneklerde 1960’lı yıllardaki nesir eserlerinde canlandırılan köylü karakterleri yoktur. Sabir Azeri, kendi ferdî gözlem ve yaşantılarından hareketle canlı karakterler kurgulamıştır.

Otuza yakın kitabın müellifi olan ve nesir eserleri çok sayıda yabancı dile tercüme edilen Sabir Azeri, 1980’li yıllarda aktif hikâye yazarları arasındadır. Üç buçuk milyon nüsha basılıp tüm Sovyetler Birliği coğrafyasına dağıtılan Dalanda isimli romanı, onun edebiyat dünyasında merakla takip edilmesine vesile olmuştur. Sabir Azeri’nin “Güneşe Sarı Gedende” (Azeri, 1988: 5) hikâyesinin ana fikri dürüstlüktür. Anlatı kahramanı Mustafa, sahtekâr ve ikiyüzlü nitelikleriyle bilinen Settarzade ile birlikte aynı işte çalışmak zorundadır. Merhametli kişiliğiyle tanınan Mustafa, Settarzade’nin samimiyetsiz tavırları ile ahlak dışı davranışlarını içten içe eleştirmektedir. Çıkarcı olan Settarzade, yönetici konumundaki insanların gözüne girmek, üst mertebedeki bürokratlardan iltimas elde etmek arzusundadır. Lojmana taşınma sırası bir kadına geldiği hâlde Settarzade, adam kayırarak evi Kâzım’a vermek ister. Böyle bir haksızlığı kabullenemeyen Mustafa, evi temizlikçi olan kadına tahsis eder. Böylece hak yerini bulmuş olur.

Çocuklarını ahlaklı insanlar olarak yetiştirmeye çalışan Mustafa, onlara haksızlıklar karşısında susmamayı öğretmiştir. Çocuklar, eğitim gördükleri okulda yapılan hukuksuz bir uygulamaya itiraz ederler. Öğretmenler bir generalin oğlu olan öğrenciye babasının statüsünden korkarak hak etmediği yüksek notlar vermişlerdir. Öğrencinin sınıf arkadaşları bu yanlış tutuma itiraz ederek haksızlığın giderilmesini talep ederler. İç dünyasında tezatlar yaşayan Mustafa, dürüstlüğün ileride oğlunun başına büyük işler açabileceğini düşünerek üzülmektedir. Mustafa, önceden tövbe etmesine rağmen ava çıkar. Karşılaştığı birtakım olumsuzluklar sonucu ölüm tehlikesi geçirir. Bu durumu kendisinin “tövbe bozma” hatasından kaynaklandığına yoran Mustafa, başına gelenin bir ceza olduğunu düşünmektedir. Sabir Azeri, hikâyede Mustafa’nın iç dünyasını canlı tablolar hâlinde gözler önüne sermiştir.

Edebiyat vadisindeki yürüyüşünün ilk yıllarından itibaren hikâye sahasında kalem oynatan İsi Melikzade (1934-1995), Azerbaycan’ın tanınmış yazarlarındandır. Henüz çocukluk yıllarında sanat ve edebiyata samimi ilgi duyan Melikzade; Azerbaycan hikâyeciliğinde güçlü kalemi, orijinal dil ve üslubuyla dikkat çeker. İlk hikâye kitabı olan Hesretin Sonu, 1964 senesinde gün yüzüne çıkmıştır. Daha sonra Özge Anası isimli ikinci hikâye kitabı basılan İsi Melikzade’nin adı bir süre sonra Azerbaycan’ın mahir hikâyecileri arasında zikredilmeye başlar. Hikâyelerinin yanı sıra tenkit ve edebiyat tarihi sahalarında yaptığı çalışmalar geniş okuyucu kitlesi tarafından merakla okunur.

Yazı faaliyetini 1994 yılındaki vefatına kadar kesintisiz biçimde sürdüren İsi Melikzade, Azerbaycan’ın millî ve manevi değerlerini ele alan ürünler vermeye devam eder. 1988 yılından itibaren Azerbaycan’a yönelen Ermeni hücumlarını yakından takip ettiği görülür. Zulmü ve işgali lanetleyen organizasyonlara katılarak bu yolda aktif görevler üstlenir. Melikzade; Azerbaycan nesrinde 1960-1990 yılları arasında cereyan eden gelişme, değişme ve yenileşmeleri bizzat kendi benliğinde yaşamış bir edebiyatçıdır (Morkoç, 2019: 175).

Kısa hikâyelerinde sosyal konular eşliğinde psikolojik karakter tahlilleri yapan İsi Melikzade, bu tavrıyla Azerbaycan hikâyeciliğini zenginleştiren yazarlardan biridir. Anlatıları okuyucular tarafından ilgi ve merakla takip edilen yazar, orijinal konular ve zengin şahıs kadrosu ile dikkat çeker. Bununla birlikte üslubu ve dilinin sadeliği ile çağdaşı olan diğer yazarlardan ayrılır. 1980’li yıllarda kaleme aldığı hikâyelerinde zengin otobiyografik malzeme kullanan yazar, Azerbaycan hikâyeciliğinin önemli isimlerindendir.

1980’li yılların hikâyelerinde rüşvetin hem toplumda, hem de bireyin psikolojisinde yarattığı tahribat ısrarla dile getirilir. Hikâyecilerin amacı Azerbaycan toplumunu bilinçlendirmektir. Helal kazanç ve azla yetinme şeklindeki “kanaatkârlık”, bu yıllarda öne çıkarılan temel konudur. İsi Melikzade’nin çok sayıda eserinde ele aldığı husus “elinde var olanla yetinme” düşüncesidir. Yazarın “Nice Yılın Komşuları” (Melikzade, 1988: 18-23) hikâyesinde toplumda kanaatkârlık fikrinin yok oluşu eleştirilmiş, helal kazancın önemi vurgulanmıştır. Elindekilerle yetinmeyenlerin, günü gelince tüm varlıklarını kaybedebileceği görüşü öne çıkarılmıştır.

Bu yılların hikâyelerinde üzerinde ısrarla durulan konulardan biri liyakatsizliktir. Hak etmediği hâlde yönetici makamına getirilen şahıslar, Sovyet sisteminin büyük zaafı olarak gösterilir. Torpil ve rüşvet mekanizmasının içten çürütmeye başladığı Sovyet düzeninde bazı liyakatsiz insanlar yüksek makamlara gelince etik olmayan bu tutumlarını devam ettirirler. Makamlarını kullanarak rüşvet karşılığında iş yapmaya başlarlar. Melikzade’nin “Ağlama Emican” (Melikzade, 1988: 24-28) hikâyesinde, rüşvet ve adam kayırma yoluyla yönetici pozisyonuna gelenlerin halka kötü davranması eleştirilir. Hak etmedikleri hâlde makam sahibi olan şahısların halka karşı kibirli davranışları realist bakış açısıyla tasvir edilir. İşleri sürekli yokuşa sürüp rüşvet talep eden bu adamlar, âdeta halkı canından bezdirmiştir.

1980’li yıllarda kaleme alınan hikâyelerde namus, toplumu ayakta tutan kutsal bir kavram olarak işlenmiştir. Eşi vefat etmiş kadınlara musallat olup tehdit ve şantajla namuslarına göz dikenler, toplumdaki ahlaki çözülmenin müsebbibi olarak gösterilir. “Bir Mısranın Rüyası” (Eylisli, 1983: 180) adlı hikâyesinde Ekrem Eylisli, halk arasında yaygın biçimde varlığını sürdüren hikâyelerden yararlanarak namus kavramının değerini vurgulamıştır. “O masalların çoğu; namustan, itibardan, er yolunda, namus yolunda boynunun vurulmasına razı olan güzel kızlardan, gelinlerden, yaşlı ana-babanın hürmetini her şeyden üstün tutan akıllı, gayretli evlatlardan bahsederdi” (Adıgüzel, 2007: 69; Eylisli, 1983: 180).

Azerbaycan Türk toplumunda hikâyeciler, 1980’li yıllarda parçalanmış aileler meselesini önemli sosyal sorunlardan biri olarak görmüşlerdir. “Dolaşaların Nevruz Bayramı” (Melikzade, 1988: 29) hikâyesinde İsi Melikzade, dağılmış aile tablosunu etkili cümlelerle tasvir eder. Alkolizmi ülkede aile yapısının bozulmasını tetikleyen ciddi bir mesele olarak görür. Aşırı alkol kullanımının aile bütünlüğünü bozduğu, bundan etkilenen çocukların türlü psikolojik sorunlar yaşadığı belirtilir. “Dolaşaların Nevruz Bayramı” anlatısının ana ekseninde, iyi niyetli ve olumlu tavırlarıyla dikkat çeken Savalan vardır. Bu genç, arkadaşları tarafından çok sevilmektedir. Uzun zamandan beridir mutsuz olan Savalan’ın ailesi alkol yüzünden parçalanmıştır. Eğitim gördüğü yatılı okulda derin üzüntü yaşayan Savalan alkolün dünya genelinde yasaklanması, hatta “içki fabrikalarının yerle bir edilmesi” gerektiğini söyler.

Babam içerdi, sonra anamı da alıştırdı içmeye. Büyük kız kardeşim başka bölgeye kocaya gitti. Ne evimize geliyor ne de beni soruyor. Ant içtim, çalışmaya başladığımda bomba yapacağım. Küçük olacak, ama güçlü olacak. Ne kadar rakı, içki fabrikası var, hepsinin altına bir tane koyacağım. Yerle bir edeceğim o fabrikaları (Adıgüzel, 2007: 70-71; Melikzade, 1988: 29).

Bu yıllarda, insan ilişkileri ile ahlaki değerleri öne çıkaran hikâyeler yazılmıştır. Olumlu insan ilişkilerinin değerlendirildiği “Saman Altından Su” (Süleymanlı, 1986: 10-67), Mevlüt Süleymanlı’nın Azerbaycan Sovyet toplumundaki bozulmayı irdelediği hikâyesidir. Kibirli bir insan olarak tanınan Belli Ahmet kendini zeki, başka insanları cahil olarak görmektedir. Her konuda yalnızca kendini haklı bulmakta, etrafında cereyan eden olaylardan sürekli şikâyet etmektedir. Kolhoz başkanı bir gün Ahmet’i hırsızlık yaparken suçüstü yakalar. Ceza alacağından korkan Ahmet, suçluluk psikolojisiyle atik davranarak ilgili makama kolhoz başkanını şikâyet eder. Onun halkın malını çalan bir hırsız olduğunu iddia eden dilekçe yazar. Haksız suçlamanın muhatabı olan kolhoz başkanı ne kadar çaba harcasa da masumiyetini kanıtlayamaz. Görevden alınan eski başkanın yerine yenisi gelir. Belli Ahmet’in beklentisinin aksine yeni başkan olgun kişiliğiyle kısa sürede halk tarafından sevilmiştir.

Yeni başkandan sürekli taleplerde bulanan ve talepleri yerine getirilmeyen Ahmet, onu da düşmanlar listesine dâhil eder. Yeni başkanın kötü yönetici olduğunu iddia eden bir şikâyet dilekçesi daha yazar. “Müzmin şikâyetçi” tavrı bir süre sonra çevresindekilerin onu terk etmesine sebep olur. Etrafında kimse kalmamış, yakın dostları bile ondan yüz çevirmiştir. Ahmet, geçimsiz ve memnuniyetsiz tavırlarıyla çevresindekileri âdeta canından bezdirmiştir. Buna rağmen en büyük arzusu kendisinin veya yakın arkadaşının kolhoz başkanı olmasıdır. Bu amaçla “saman altından su yürütme” olarak nitelendirilebilecek sinsi planlar yapar. Ancak isteklerini bir türlü gerçekleştiremez. Zamanla psikolojik bozukluk seviyesine ulaşan bu olumsuz tavrı, toplumda yalnız kalmasına sebep olacaktır. Ahmet, kendi hayalinde canlandırdığı olayların reel karşılığı bulunmadığını idrak edemez duruma gelmiştir. İçinde yaşadığı gerçek hayattan kopmuş bir ruh hâline sahiptir. Bu sebeple çevresindeki insanlara karşı saldırgan ve aşağılayıcı tavırlar sergilemektedir. Eşinin kendisini aldattığı zannına kapılarak şüpheler içinde yaşamaktadır. Oysa gerçek olmayan bu düşünceler kendi kafasında ürettiği hastalık derecesindeki kuşku ve vehimler yüzündendir.

Yazarların 1980’li yıllardaki hikâyelerinde din, milliyet, tabiat mevzularını yoğun biçimde kullanmaya başladığı, Azerbaycan halkının millî bilincini artırmak amacıyla bu kavramlara hususi değer verdiği görülür. Dönemin anlatılarında tercih edilen mekânların da âdeta bireysel kimlik kazandığı söylenebilir. Eskiye kıyasla daha az söz edilen kolhoz ve sovhozlar, ekonomik yönleriyle öne çıkarılmaz. 1980’li yıllar hikâyesinde şahıs kadrosu, konu yelpazesi ve mekân tercihleri 1960 öncesi dönemle karşılaştırıldığında köklü değişikliğe uğradığı görülür. Kaleme alınan örneklerin millî meseleleri daha fazla öne çıkardığı, ülkenin bağımsızlığına giden yolu açtığı, Azerbaycan Cumhuriyeti’nin kurulmasına zemin hazırladığı söylenebilir. Ancak şunu hemen belirtmek gerekir ki ülkede 1960 nesri temsilcileri büyük zorluklarla mücadele etmek, yöneticilerin ön yargılarını aşmak zorunda kalmışlardır. Bu sebeple 1980’li yıllardan itibaren eser veren hikâyecilerin, kendilerinden öncekilere göre işi daha kolaylaşmıştır.

Azerbaycan’da 1960 nesrinin kuruluşunu gerçekleştiren isimlerden biri olan İsi Melikzade, kendinden sonraki bazı yazarlar üzerinde iz bırakmıştır. Eserlerinde arka plana itilmiş, küçük, sıradan insanın zorluklarla yüklü köy hayatını, kendine özgü biçimde, çarpıcı ifadelerle işlemiştir (Kastrati, 2020: 70). Onun 1980’li yıllarda edebiyat dünyasında ses getiren hikâyelerinin basıldığı anlaşılmaktadır. “Baryete”, “Bir Göyün Altında”, “Bir Sebet Üzüm”, “Cehiz Güzgüsü”, “İlk Gazanc”, “Gatarda”, “Şehli Çemenlerin İşığı”, “Talisman”, “Yahşılıg” gibi hikâyelerin okur tarafından rağbetle karşılandığı görülmektedir. Bu hikâyelerin en belirgin özelliği farklı hayatlara ait yaşanmışlıkların edebi tasvirin merkezine yerleştirilmiş olmasıdır. İsi Melikzade, hikâyelerde insan karakter ve psikolojisini estetik seviyeden ödün vermeden tasvir eder. İnsanın kompleks yapısını ifade ederken farklı psikolojik unsurları kullanan Melikzade, bu tavrıyla okur üzerinde olumlu tesir yaratır.

Eleştirmen Vilayet Guliyev, Melikzade’nin çağdaş insanı gündelik hayat ve sosyal ilişkiler fonunda resmettiğini söyler. Hikâyeler aracılığıyla insanın iç dünyasını ve psikolojik durumunu yansıtmanın Melikzade’nin belirgin özelliği olduğunu vurgular. Realist tablolar hâlinde anlatılan “Talisman” hikâyesinde okuyucu âdeta kahramanın yerine otomobil kazası geçirmiş gibi olur. Yazar “Gatarda” hikâyesinde kibirli tavırlarıyla öne çıkan Dadaşov’u, “Çeyiz Güzgüsü”nde kendisi sıkıntıda olmasına rağmen zor zamanlarda herkesin yardımına koşan Nesir’i çok yönlü tasvir eder (Guliyev, 1987: 15-16).

“Gatarda”, İsi Melikzade’nin hem şekil hem de içerik yönünden kuvvetli hikâyelerinden biridir. Edebiyat eleştirmenlerinin bu anlatıyı mercek altına alarak araştırması ve aynı zamanda televizyon filmini çekmesi, eserin başarısını göstermektedir. “Gatarda” hikâyesinin başkişisi Dadaşov, trene bindiğinde vagondakiler üzerinde nüfuzlu bir yönetici tesiri uyandırır. Bu durumdan yararlanmak isteyen Dadaşov, vakit kaybetmeksizin “büyük adam” rolünü oynamaya başlar.

Yine dikkat çekici örneklerden olan “İyilik” (Melikzade, 1986: 81) hikâyesinde İsi Melikzade, hem insani değerleri hem de olumlu insan ilişkilerini öne çıkarmıştır. Anlatıda başkişi pozisyonunda bulunan ve şoförlük yapan Kerim, yolda içi para dolu bir cüzdan bulur. Maddi imkânsızlıklar içinde kıvranan ve yardıma muhtaç olan Kerim’in bulduğu para, tüm ihtiyaçlarını karşılayacak kadar çoktur. Uzun aramalar sonunda cüzdanın sahibini bularak parayı eksiksiz biçimde teslim eder. Parasına yeniden kavuşan adam ne ilginçtir ki Kerim’e hırsız muamelesinde bulunur. Teşekkür etmesi gereken cüzdan sahibinin Kerim’i suçlaması dikkat çekicidir. Böyle kötü muameleyi hak etmediğini düşünen Kerim derin üzüntü yaşamış, kendi iç dünyasında sarsıntı geçirmiştir.

Melikzade’nin “Vefa” hikâyesinde üç kişiden oluşan çekirdek aile, anlatının merkezine konumlandırılmıştır. Eserde vefa, itibar, güven, sadakat ve sevgi gibi soyut kavramların akılla birleşerek olgun insanı oluşturması anlatılmıştır. Yazarın burada amacı sadece aile bireylerinin ilişkilerini anlatmak değildir. O, esasen ideal aileyi ayakta tutan manevi ve ahlaki değerleri yeniden gündeme getirmek arzusundadır.

İsi Melikzade’nin “Ohuma. Cemil” hikâyesi tıpkı “Ağlama Emican” hikâyesinde olduğu gibi müziğin insan ruhunda bıraktığı olumlu etkiyi anlatır. Âdeta sihirli bir tesire sahip bulunan müziğin yüceltildiği hikâyede, Muğam sanatının insanın duygularını harekete geçiren kudretinden söz edilir. Anlatıda zıt kavramlar üzerinde durulur. Cahillikle âlimliğin, vahşilikle medeniliğin insan karakterinde meydana getirdiği değişim tasvir edilir.

Karşılıksız iyiliğin ele alındığı “Konuk” hikâyesinde (Azeri, 1982, 6) Sabir Azeri, yok olmaya yüz tutmuş misafirperverlik konusunu gündeme getirir. Anlatıda samimi misafirperverlik örneği sergileyen Kâzım’ın, muhatabı tarafından yanlış anlaşılma durumu ifade edilir. Kâzım “tanrı misafiri” olarak ağırladığı profesörü memnun etmek için büyük çaba sarf etmektedir. Onun samimi düşüncesi misafirin rahat etmesi, evden mutlu olarak ayrılmasıdır. Oysa profesör aynı görüşte değildir. Kendisine gösterilen hususi özen ve ağırlamanın karşılık beklentisiyle yapıldığı fikrindedir. Hikâyede profesörün şahsında karşılıksız iyilik olamayacağı, her iyiliğin maddi çıkar beklentisiyle yapıldığı ön yargısı eleştirilmiştir.

1980’li yıllarda üretkenliği üst seviyede bulunan Ekrem Eylisli, hikâye karakterlerinin iç dünyası ile psikolojik durumlarını ayrıntılı biçimde tasvir etmesiyle dikkat çeker. Yazar “Kür Gırağının Meşeleri” (Eylisli, 1983: 261-292) hikâyesinde başkişinin iç dünyasını ayrıntılarıyla tasvir eder. Anlatıda kahraman olarak kurguladığı Kadir’in karakter yapısının zaman içinde değişmesini anlatır. Savaş başlamadan önce hatalı işler yapmış bulunan Kadir, hem ailesine hem de köy halkına türlü eziyetler çektirmiştir. 6 yıl sonra köyüne döndüğünde yanlışlarından ders çıkararak tamamen başka bir karaktere bürünmüştür. Kadir ne kadar gayret sarf etse de kendi kişiliğinde ortaya çıkan olumlu değişimi çevresindekilere anlatamaz. Üstelik köye geri dönüşü herkesi tedirgin etmiştir. Başka çıkar yol bulamayan Kadir, dönmemek üzere köyden ayrılır.

Eserlerinde millî duygular ve vatan sevgisini yoğun biçimde kullanan Yusif Semedoğlu; eserlerinde, mensubu bulunduğu Azerbaycan Türk kültüründen maharetle yararlanan edebiyatçılardandır. Azerbaycan’da nesir sahasının velut isimlerinden olan Semedoğlu, çok sayıda hikâye yayımlamıştır. Yazar, “Bayatı Şiraz” (Semedoğlu, 1987: 35) hikâyesinde anlatı kahramanının iç dünyası ile ruhi durumunu tasvir eder. Ömrünü kontrbas çalmakla geçiren ve etrafındakilerin Sebzeli Dayı adını verdikleri şahıs, emektar müzisyenlerdendir. En büyük hayali yeni bir televizyon sahibi olmaktır. Geceleri enstrüman çaldığı eğlence mekânında bazı gençler Sebzeli’ye para vererek Bayatı Şiraz çalmasını talep ederler. Kontrbas gibi bir enstrümanla parçanın çalınmayacağını gayet iyi bilirler. Buna rağmen yaşlı adamla dalga geçerek kendi aralarında güya eğlenirler. Televizyon satın alabilme umudunu gerçekleştirmek isteyen Sebzeli, başarılı olmasa da parçayı çalmaya gayret eder. Kontrbasla çalma denemesi sırasında geçmişinde kötü hatıralar bırakmış olan Bayatı Şiraz onun ruhunu acıtır. Üzüntülü günler sinema şeridi gibi gözlerinin önünden geçer. Parçanın yeniden çocukluk yıllarına götürdüğü Sebzeli, eski yılların benliğinde bıraktığı ızdırabı yeniden hissetmektedir.

1980’li yıllardaki dönemde gün yüzüne çıkan hikâyelerde hem toplum hem de bireyin iç dünyası realist bakışla tasvir edilir. Mecazi anlatım tarzı ile mizah ve hiciv üslubu çokça kullanılır. Bireyin iç dünyasını yansıtmadaki ustalığıyla kendini gösteren Anar’ın Molla Nesreddin-66 ile Sizi Deyib Gelmişem başlığı altında topladığı hikâyeleri yoğun satirik içeriğiyle kendini gösterir. Toplumsal sorunları işlerken Molla Nasreddin ekolünden ilham alır. Bu tutumuyla geçmiş, hâl ve gelecek arasında bir kültür köprüsü inşa ettiği söylenebilir. Azerbaycan’ın manevi ve millî varlığını yok sayan düzene karşı eleştirel yaklaşımını mizah yolu ile göstermeyi tercih eder (Atay, 2021: 261-262).

Azerbaycan’da 1980’li yıllarda çok sayıda hikâyesi yayımlanan Elçin Efendiyev (d. 1943) bu örneklerde güçlü gözlem yeteneği, ilginç konu seçimiyle dikkat çeker. Sosyal, siyasi, ahlaki sorunların tasvir nesnesi hâline getirilmesi onun bu yıllardaki hikâyelerinin karakteristik özelliğidir. Gerek “Ayakkabı” gerekse “Bülbülün Nağılı” hikâyelerinde özgürlük fikri, insanın iç dünyasında huzurlu olma düşüncesi, merak uyandırıcı olay örgüsüyle birlikte dile getirilir. “Baladadaş’ın Toy Hamamı” ile “Paris’te Avtomobil Gezası” örneklerinde ahlaki ve sosyal problemler anlatıların ana ekseninde yer alır (Salamoğlu, 2012: 320). Bu hikâyeler geçim sıkıntısından kaynaklanan çıkar çatışmaları temelinde kurgulanmıştır. Çatışmalar eser karakterlerinin psikolojik tepkileri ve iç dünyalarındaki gerginlikler eşliğinde verilir

Eleştirmenler “Baladadaş’ın Toy Hamamı” hikâyesini mercek altına almış, fikir ve estetik yönünden yüksek seviyeli örnek olarak nitelendirmişlerdir. Onlara göre Elçin, esasen basit bir güldürü figürü olan Baladadaş’ı orijinal bir eser kahramanına dönüştürmüştür. Saf ve temiz karakterli, geniş yürekli olan bu ilginç genç aynı zamanda mağrurdur. Elçin Baladadaş’ın simasında Abşeron civarındaki köylerde yaşayan geniş bir insan kitlesinin manevi dünyasını okuyucuya aksettirmiştir.

Nadir Cabbarov, Elçin’in tüm Azerbaycanlı gençlere mahsus olan mağrurluk, dürüstlük, efendilik gibi kavramları Baladadaş’ın şahsında karakterize ederek okuyucuya yansıttığını söyler (Cabbarov, 1987: 13). Elçin, “Baladadaş’ın Toy Hamamı” hikâyesinde Azerbaycan köylüsünün manevi ve ahlaki durumunu maharetle aksettirmiştir. Anlatı, içerik ve estetik ağırlığıyla Celil Memmedguluzade’nin “Danabaş Kendinin Ehvalatları” hikâyesiyle benzer özelliklere sahiptir. Kanaatimizce ülkede Mirze Celil’in zirveye çıkardığı hikâyecilik geleneğinin 1980’li yıllarda muvaffakiyetle devam ettirildiği söylenebilir.

Celil Memmedguluzade’nin hikâyecilik çizgisini sürdürenlerin başında Elçin gelir. Onun hikâyelerinde ahlaki meseleler; millî hafıza, millî gelenek ve millî varlık kavramları eşliğinde yansıtılır. O; zararlı âdetlere, anlamsız çatışmalara ve kan davasına eleştirel bakış açısıyla yaklaşmaktadır. Elçin’e göre Azerbaycan’da neredeyse 1000 yıldan beridir yürürlükte bulunan törelerin faydalı olanları muhafaza edilmeli, zararlı olanlar ise süratle terk edilmelidir. Müslüman Türk toplumunda törelere bağlılığı yüksek değer olarak gören yazar, bu tavrın ailelerde devam etmesi gerektiği düşüncesindedir.

“Paris’te Bir Avtomobil Gezası” hikâyesinin ana ekseninde yer alan aile; yozlaşma eğilimine girmiş, sahip olduğu toplumsal değerlerden uzaklaşmıştır. Bu ailenin reisi Kerim Muallim’dir. Zamanla karşılıklı saygı ve sevginin tükendiği bu ailede manevi bağlar epeyce zayıflamıştır. Neredeyse tüm aile bireyleri bencilce tavırlar sergilemektedir. Hikâye, ibretlik hadiseler üzerine kurgulanmıştır. Kerim Muallim’in fizik uzmanı olan damadı Salman Bey, tecrübe kazanmak için Paris’e gider. Orada ağır bir trafik kazası geçirir. Otomobilin sahibi olan şirket hem Selman’ın tedavi ücretini hem de onun refakatçiliğini üstlenecek bir yakının masraflarını karşılayacağını beyan eder. Önceden Salman’a değer vermeyen aile bireyleri ne hikmetse ona refakat etmek için birbirleriyle yarışmaya başlarlar. Amaçları hastayı iyileştirmek değil, merak ettikleri Paris’e gitmektir. Sonradan mektup gönderen Salman sağlığına kavuştuğunu, artık refakatçiye ihtiyacı kalmadığını bildirir.

Yazar hikâyenin baş kısmında aile bireylerinin birbirlerine karşı bencil ve samimiyetsiz tavırlarını eleştiri hedefine yerleştirmiştir. Tasvirler aracılığıyla bireylerin davranışlarını, psikolojik durumlarını ilgi çekici bir söylemle aktarır. Paris’e kimin gideceği konusunda dahi ortak karara varamayan aile bireyleri arasında tartışma çıkar. Anlaşmazlık kısa sürede çatışma, küsme ve evden ayrılma seviyesine ulaşır. İdeal bir çağdaş ailede olmaması gereken bu tür çatışmalar Elçin’i rahatsız etmektedir. Artık tüm toplumda rutin anlaşmazlık olarak görülen bu durumu yazar, ailenin geleceği için ciddi sosyal tehlike olarak görmektedir. Anlatıda “manevi cılızlaşma” olarak nitelendirdiği bu yanlış gidişi maddi imkânsızlıkla ilişkilendirmiştir.

Farklı edebî türlerde kalem oynatan Vagif Nesib (d. 1939), ülkede daha çok hikâyeci kimliği ile tanınır. Orijinal konular ve zengin içeriğiyle dikkat çeken eserlerinde millî bilinç, millî duygular ve manevi temizlik ön planda tutulmuştur. Hikâyelerde sevgi ve ahlak kavramlarına ağırlık verildiği, insanın iç dünyasının yansıtılmaya çalışıldığı görülür. Sıradan insanın hayatı ve psikolojik durumunu tasvir eden Vagif Nesib, okuyucuları eser kahramanının sevinç ve kederine ortak etmeye çalışır.

“Omaroğlu’nun Gayıtması” hikâyesinde Vagif Nesib, yakın çevresi tarafından ihanete uğrayan ve haksız biçimde repressiya kurbanı edilen bir adamın iç dünyasını anlatır. Omaroğlu 20 yıl sonra köyüne geri döner. Kulaktan kulağa yayılan dönüş haberi köydeki insanların büyük kısmını huzursuz eder. Omaroğlu 20 yıl önce Eskipara köyünde “köy başkanı” olarak çalışmış, dürüst ve adaletli bir şahıstır. O yıllarda yakın çevrede büyük kıtlık baş gösterdiğinde köylülerin aç kalmaması için büyük çaba sarf eder. Kıtlık için bir çıkış yolu arar. Köyün nüfuzlu aksakallarına danışarak onların tavsiyesiyle fazladan yüz hektarlık sahada tahıl ektirir. Bu karar bütün köylülerin oy birliğiyle alınmıştır. Onun tek amacı bütün köy halkını açlıktan kurtarmaktır. Ancak ne hikmetse sonradan aksakallar ağız değiştirerek Omaroğlu’nun kimseye danışmadan bu kararı aldığını söylerler. Suçsuzluğunu bir türlü kanıtlayamayınca köylülerin iftirasıyla hapse atılır. Eşi ile üç yaşındaki çocuğu sahipsiz kalır. Türlü hilelerle hapse gönderilen Omaroğlu, 20 yıl boyunca büyük sıkıntılarla mücadele ettikten sonra köyüne geri döner. Onu haksız ithamlarla mahkûm eden köylüler telaşa kapılmışlardır. Zira onun intikam almasından korkmaktadırlar. İhanet edenler arasında bizzat karısı da vardır. Omaroğlu hapse girdikten kısa süre sonra karısı alelacele başka bir adamla evlenir. Bu anlatıda yer alan şahısların neredeyse tamamı Omaroğlu’na ihanet etmiştir. Hikâyede 1930’lu yılların dehşet yüklü hadiseleri tasvir edilmiştir. Represssiya kurbanı edilerek haksız yere uzun yıllar hapiste tutulan Omaroğlu, gönülden bağlı olduğu köyüne yeniden dönmeyi tercih eder. Ancak o artık farklılaşmış, tamamen değişmiş bir insandır. Bu hikâye aracılığıyla Azerbaycan toplumunda repressiya hadiselerinde yaşanan mağduriyetler Omaroğlu’nun şahsında tasvir edilmiştir.

Yaptığımız inceleme neticesinde Vagif Nesib’in “Omaroğlu’nun Gayıtması” hikâyesinin Azerbaycan’da uzun süre yasaklandığını tespit ettik. Sansür kurulunun yasaklama sebebi, hikâyenin ilk adıdır. Zira yazar hikâyeye önce “Ceferoğlu’nun Gayıtması” ismini uygun görmüştür. Sansür kurulu anlatının kahramanı olan şahsı Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti’nin yıkılmasından sonra Türkiye’ye göç eden Profesör Doktor Ahmet Caferoğlu ile ilişkilendirmiştir. Hikâye başkişisinin hapisten çıkıp köyüne dönmesi ile esasen Ahmet Caferoğlu’nun Azerbaycan’a dönmesinin kastedildiği ileri sürülmüştür. Hikâyenin ismi “Omaroğlu’nun Gayıtması” şeklinde değiştirilince yayımlanmasına izin verilmiştir. Anlatı, şahısların psikolojisini ve duygu dünyasını yetkinlikle yansıtan bir örnektir.

3. Hikâye Şahıslarının Nitelikleri

Azerbaycan’da 1980’li yıllarda yayımlanan hikâyelerde eser kahramanlarının kişisel niteliklerinde belirgin değişiklikler görülür. 1920’li yıllardan başlayarak 1960 yılına kadar “sosyalist realizmi” sanat akımının Sovyet rejimi tarafından sürekli yürürlükte tutulduğu ve yazarlara dayatıldığı bilinmektedir. Bu yıllarda anlatı kahramanları sosyalizm ilkelerine ifrat derecesinde bağlıdır. Kendi varlığını Sovyet sistemi uğrunda harcamaya hazır âdeta birer fedai gibidirler. Bu yılların eser kahramanları hayat gerçeklerinden epeyce uzak olmanın ötesinde abartılı tavır ve duygulara sahiptirler. Kahramanlar yapay biçimde mükemmel olarak takdim edilmiş ancak iç dünyaları çoğunlukla tasvir edilmemiştir. Hikâyenin şahısları arasında çatışma konuları bilinçli olarak sınırlı seviyede tutulmuştur. Zira eserlerdeki yüksek dozlu çatışma durumu, Sovyet toplumunun zaafı olarak algılanmaktadır. 1960 yılına kadar nesir eserlerindeki olumlu karakterler mükemmel olarak kurgulanırken olumsuz karakterler ise tamamen kötü olarak tasvir edilmiştir.

1980’li yıllardaki hikâyelerin ana ekseninde daima insan yer alır. Kahramanlar, toplumun gösterişsiz sıradan insanları arasından seçilmiştir. Mükemmel şahısların yer almadığı bu anlatılarda hata ve kusurlarıyla küçük insan tasvir edilir. 1930-1950 yılları arasındaki örneklere kıyasla belirgin anlayış değişikliği görülen 1980’li yıllardaki hikâyelerde küçük insanlar hem zaafları hem de kişisel sorunlarıyla ele alınır. Bu dönem anlatılarında aşırı idealize edilmiş şahısların epeyce azaldığı görülür. Yazarlar şahısları zaman zaman psikolojik problemleri olan karakterler şeklinde kurgularlar. Bu durum sosyalist realizminin “olumlu kahraman” anlayışına tamamen ters bir yaklaşımdır.

1960 yılına kadar sosyalist realizminde “olumlu kahraman” rejimin ve ideolojinin temsilcisi olarak görüldüğünden hep iyi özelliklere sahip olmak zorundadır. Zira o, tüm topluma örnek gösterilecektir. Buna karşılık 1980’li yıllarda anlatı kahramanları hem iyi hem de kötü nitelikleriyle bir bütün hâlinde tasvir edilir. Modern çağın ürünü olan kaotik toplum düzeninde ayakta kalma mücadelesi veren insanlar bazen acı çekmekte, bazen zıt ve karmaşık duygular taşımaktadır. Bu yıllara ait hikâyelerde hem sosyal hayattaki karmaşa hem de bireyler arasındaki çatışmalar dile getirilir. 1940’lı, 1950’li yıllarda basılan hikâyelerde daha çok kolhozda görev yapan köylüler, işçiler ve kilit konumdaki yöneticiler ön plandadır. Oysa 1980’li yıllarda bu yaklaşım değişmiş, toplumun her kesiminden bireyler eserin şahıs kadrosuna dâhil edilmiştir. Sözü edilen yıllardaki eserlerde doğru bildiği yoldan yürüyen şahıslar bazen başarılı olurken bazen de arzularına ulaşamazlar. Bu kişiler duruma göre bireylerle, duruma göre toplumla çatışma hâlindedirler. Hatta birey, gerçek dünya ile kendi iç dünyası arasında da çatışma yaşayabilmektedir. Bu yıllardaki kimi anlatı karakterleri topluma ve kendine yabancılaşmış kişiler olarak yansıtılır.

1960’lı yılların başına kadar varlığını sürdüren “olumlu kahraman” anlayışının, 1980’li yıllarda önemli ölçüde zayıfladığı anlaşılmaktadır. Zira bu yıllarda edebiyatçıların insana bakışında köklü değişiklikler görülür. İnsan kişiliğine eskiye göre daha fazla kıymet veren hikâyeciler, bireyin iç dünyasını ve psikolojik durumunu yansıtmaya gayret ederler. Anlatılarda bireyi merkeze alarak onun iç dünyasını tasvir etme uygulaması 1960’lı yıllarda ortaya çıkmakla birlikte 1980’li yıllarda büyük ivme kazanır. Yazarlar, kompleks bir yapı olan insanın iç dünyasını çözmeye ve okuyucuya anlatmaya yönelirler. Matbaa yüzü gören hikâyelerde şahıs kadrosunu oluşturan karakterlerin çeşitliliği dikkat çeker. Zira değişen anlayışa göre anlatılarda toplumdaki her birey sosyal statüsüne bakılmaksızın hikâye kahramanı olarak öne çıkarılabilir.

Sosyalist realizmine göre “olumlu kahraman” Sovyet sistemi ile uyumlu olmalı, düzene hizmet etmelidir. Bu niteliklerin dışında kalanlar, bilhassa sosyalizm uğrunda mücadele etmeyenler “olumsuz kahraman” olarak yaftalanırlar. 1960 yılından sonraki hikâyelerde yeni anlayışla kurgulanmış ve halkın içinden çıkmış olan yeni kahramanların okuyucular tarafından kolayca benimsendiği görülür. Azerbaycan toplumu kendi içinden çıkan ve kendisiyle benzer hayat mücadelesi sürdüren bu anlatı kahramanlarını kısa sürede kabullenmiştir. Elçin’in “Baladadaş’ın İlk Mehebbeti” hikâyesindeki Baladadaş, Ekrem Eylisli’nin “Vişne Çiçeyine Dediklerim” hikâyesinde Kalender ile Elabbas, yaşadığı toplumun ortak özelliklerini kendi kişiliğinde barındıran ve benliğinde temsil eden karakterlerdir. Bu sebeple okur ismi zikredilen şahısları benimseyip sahiplenmiştir.

Yusif Semedoğlu’nun “Bayatı Şiraz” hikâyesinin merkezinde çevresindekilerin Sebzeli Dayı dedikleri şahıs yer alır. Bir eğlence mekânının orkestrasında kontrbas çalmaktadır. Uzun yıllar mesleğini icra eden emektar müzisyen yeterli miktarda maddi birikim sağlayamamıştır. Hikâyede Sebzeli’nin iç dünyası derinlemesine tasvir edilir. İyi niyetli tavırlarıyla dikkat çeken Sebzeli’nin en büyük hayali yeni bir televizyon almaktır. Bunun için daha fazla çalışarak para biriktirmesi gerekmektedir. Arzusuna kavuşmak için gençlerin kendisiyle alay etmesine katlanmak zorunda kalmıştır. Onların çirkin şakalarını sineye çekmek mecburiyetindedir. Mekâna eğlenmek için gelen bazı şımarık gençler ona yüz manat vererek kontrbasla Bayatı Şiraz parçasını icra etmesini isterler. Bu özel parçanın kontrbas gibi bir enstrümanla çalınamayacağını bildikleri hâlde sırf Sebzeli ile dalga geçmek için ısrarlarını sürdürürler. Kontrbasla para karşılığı Bayatı Şiraz çalması Sebzeli Dayı’nın işten atılmasına dahi sebep olabilecek riskli bir durumdur. Öte yandan yüz manat ise televizyon almak için önemli bir paradır. “Bayatı Şiraz” hikâyesinde duygusal gelgitler yaşayan Sebzeli’nin iç dünyasındaki karmaşık durum okuyucuya canlı tablolar hâlinde yansıtılmıştır.

“Mehebbet Tacı” (Melikzade, 1987: 4) hikâyesinde İsi Melikzade anlatının merkezine Şerif adlı çocuğu konumlandırmıştır. Sekizinci sınıf öğrencisi olan hikâye kahramanı okulda âşık olduğu kıza şiir yazar. Bu şiir kısa süre sonra okuldaki öğretmenlerin eline geçer. Üstelik bir öğretmen şiiri bütün sınıfa hitaben okur. Büyük utanç ve üzüntü yaşayan Şerif’in iç dünyasında âdeta fırtınalar kopmuş, duygu dünyası alt üst olmuştur. Öğretmen, yaptığı hatayı düzeltmeye çalışsa da artık geri dönüş mümkün değildir. Parlak gelecek vaat eden Şerif’in ne yazık ki eğitim hayatı yarıda kalır. Düştüğü durumu gururuna yediremeyen çocuk canına kıymak ister. İntihar girişimi annesi tarafından son anda fark edilince ölümün kıyısından dönmüş olur. Hikâyede çocukluktan çıkmak üzere olan genç bir insanın yaşadığı psikolojik sarsıntı ile yıkılan duygu dünyası aksettirilmiştir.

İsi Melikzade’nin Dede Pelit (Melikzade, 1980: 91-134) hikâyesinin karakterleri, Bağır ile Nurcabbar’dır. Bağır kolhoza ait ormanlık alanda korucu olarak görev yapmaktadır. Altmış beş yaşını aşmış bulunan bu iyi niyetli şahsın hanımı ile büyük kızı arka arkaya vefat etmiştir. Küçük kızı ise işi sebebiyle Bakü’de ikamet etmektedir. Babasıyla daha yakından ilgilenmek isteyen kız, onun Bakü’ye gelmesini talep eder. Kasabadaki evi satıp Bakü’ye gelmesi için ısrarını sürdürür. Ancak Bağır buna razı olmaz. Kendisine manevi dayanak olarak gördüğü Dede Pelit ağacı kökünden kesilince çok üzülür. Evini satıp parasını Bakü’deki kızına verir. Yaşama sevincini kaybetmiş bulunan Bağır âdeta hayata küsmüştür. Koruculuk yaptığı ormanlık alanda boş bir kulübe vardır. Kulübeye yerleşerek münzevi bir hayat sürmeye başlar. Bağır’ın yakın arkadaşı Nurcabbar ise şair tabiatlı bir hikâye yazarıdır. İçine kapanıp yalnız yaşayan bu adam; hikâyelerini büyük şevkle Bağır’a okumakta, onun sözleriyle avunmaktadır. Ancak duygusal çöküntü yaşadığı sırada en değerli varlığı olan hikâyelerini yakar. Eserde üçüncü dikkate değer karakter, Piti Namaz adındaki şahıstır. Sürekli olumsuz davranışlarıyla öne çıkan bu adam, yasa dışı işler yapmaktadır. Etrafındaki insanları türlü hilelerle aldatıp mallarına el koyar. Kısa sürede varlıklı şahıslar listesine dâhil olmuştur. Bağır’ın evinde gözü olan Piti Namaz burayı da kolayca ele geçirmenin yollarını aramaktadır. Hem Bağır hem de Nurcabbar’ın yarı kutsal varlık olarak gördükleri Dede Pelit ağacı kesilince Piti Namaz bu arzusuna kavuşmuş olur.

Sabir Azeri’nin “Güneşe Sarı Gedende” hikâyesinde olumlu ve olumsuz karakterler gerçekçi çizgilerle yansıtılır. Anlatı kahramanı Mustafa, dürüst ve mücadeleci kişilik yapısıyla tanıtılır. Ahlaki değerlere çok önem veren bu şahıs, küçük yaştan itibaren olgun ve mantıklı davranışlar sergilemiştir. Hem doğayı hem de hayvanları çok seven ve merhamet duyguları kuvvetli olan Mustafa, avcılığa karşıdır. Doğanın dengesini bozduğuna inandığı avcılığın aynı zamanda günah olduğunu düşünmektedir. Babasına avcılığı bıraktırmak için zamanında çok çaba sarf etmiştir. Mustafa, Settarzade isimli bir şahısla aynı işte birlikte çalışmak zorundadır. Art niyetli ve içten pazarlıklı nitelikleriyle beliren Settarzade, kendisine çıkar sağlayacak üst düzey yöneticilere güya aşırı saygı göstererek yaranmak istemektedir. Mustafa, Settarzade’yi “yalaka” veya “yaltakçı” olarak nitelenen tavırlarından vazgeçirmek için de mücadele etmektedir. Esasen her zaman hak ve adalet duygusuyla hareket eden Mustafa, nefsine yenik düşerek ciddi bir hata yapar. Settarzade’nin yöneticilik görevini elinden almak, onun yerine geçmek arzusundadır. Bu beklenti ile Cebbarov’un ceylan avlama ısrarına karşı çıkamayarak kabul eder. Mustafa’nın çocukları Samet ile Mehri, babalarının yönlendirmesiyle haksızlığa karşı çıkmayı öğrenmişlerdir. Okuldan atılma tehlikesiyle yüz yüze gelmelerine rağmen arkadaşlarının hakkını savunmaktan vazgeçmezler.

“Bilal’ın Elçiliği” (Nesibov, 1981: 16), Vagif Nesib’in dikkat çekici hikâyelerindendir. Köyde cereyan eden anlatıda olaylar iki farklı zaman kesitinde verilir. İlkin şimdiki zamanda ortaya çıkan gelişmeler tasvir edilir. Ardından beş yıl önceye geri dönülür. Hadiseler anlatılınca hikâye bütün hâlinde gözler önüne serilmiş olur. Anlatı, Mezem isimli kabristanlıkta bulunan Salamsız Mehemmed’in mezarının tasviriyle başlar. Bilal adındaki şahıs, yanındaki köpeğiyle her akşam gün batımına yakın bu mezarı ziyaret etmektedir. Bilal, yıllarca Salamsız Mehemmed’in mezarını niçin ziyaret eder? Hikâye boyunca bu sorunun cevabı bulunmaya çalışılır. Olaylar, hikâyenin başkişisi Bilal’in etrafında gelişir. Yetim olarak büyüyen ve olgun bir karaktere sahip bulunan Bilal; az konuşan, kimseyle arkadaşlık etmeyen bir şahıstır. Yalnızca orman korucusu olan Salamsız ile konuşmaktadır. Saf bir insan olarak tanıtılan Bilal, askerden döndükten sonra belden yukarısı çıplak olarak gezer ve canı istediğinde havuzda yüzer. Bilal, Senem adında bir kızı sevmektedir. Köyün ileri gelen yaşlıları babasından Senem’i Bilal için isterler. Ancak kızın babası Tehmez, elçilik için gelenleri tersleyerek kızı vermez. Hikâyenin sonunda Tehmez, köpeğini kışkırtarak Bilal’in üstüne salar. Köpek ilk etapta hamle yapıp Bilal’e hücum eder. Ancak sihirli bir değnek bedenine dokunmuş gibi ısırmaktan vazgeçer. Bilal, köpeğin boynuna sarılarak onu sevmeye başlar. Bu olaydan sonra köpek ile Bilal ayrılmaz ikili olurlar. Yazar, incelik ve anlayıştan yoksun Tehmez karakteri aracılığıyla Sovyet sistemini eleştirmiştir.

Vagif Nesib “Gelin” hikâyesinde, anlatı kahramanının davranış ve duygularını uzun uzadıya tasvir eder. Köy hayatını ele alan yazar; gelenek ve görenekleri, köylülerin psikolojisini anlatır. Köy ile şehrin çok yönlü mukayese edildiği anlatıda köylünün şehirde değişen karakter yapısı psikolojik çerçevede ele alınır. Gelin hikâyesinde en önemli şahıs, Sayalı Kadın’dır. Pek çok eserinde olduğu gibi Vagif Nesib bu örnekte de önce okuyucuda merak duygusu uyandırır. Sayalı Kadın’ın kocası önceki dönemde köyde başkanlık yapmış, bir süre önce hastalanarak vefat etmiştir.

Üniversite okumak için şehre giden Sayalı’nın oğlu Ekrem, okul bitince köye dönmek niyetinde değildir. Şehirli bir kızla evlenmek istemektedir. Ancak Sayalı Kadın buna razı değildir. Şehirli gelinin köylüleri beğenmeyeceğini, köye uyum sağlayamayacağını düşünmektedir (Nesibov, 1981: 85). Nitekim Sayalı’nın korktuğu başına gelir. Köy ile şehir hayatının birbirinden farklı olduğu açıkça ortaya çıkar. “Gelin” hikâyesinde şehre giden köylü bir gencin tavır ve davranışlarında, hayata bakışında ve genel olarak psikolojisinde görülen büyük değişiklik gözler önüne serilmiştir.

4. Hikâyelerde Mekânlar

Mekânlar, anlatı kahramanlarının yaşayış biçimini şekillendiren yapısal öğelerdir. Kimi hikâyelerde kahramanlar kendi ferdi niteliklerinden ziyade içinde bulunduğu mekân ile akılda kalırlar. Olayların cereyan ettiği mekânların gerçekçi çizgilerle anlatılması, hikâyenin okuyucu zihninde inandırıcı olmasına yardım eder. Azerbaycan’da 1980’li yıllarda eser veren hikâyeciler, kahramanların gerek iç dünyalarını gerekse toplumdaki statüsünü vurgulamak için mekânları fonksiyonel olarak kullanırlar. Şahısların yaşayış tarzı, eğitimi ve gelir seviyesi mekânlar aracılığıyla pekiştirilerek verilir. Sadece olayların geçtiği yer olarak görülmeyen mekân, hikâyeye kişilik kazandıran hayati bir unsur olarak kabul edilir.

Anlatma esasına dayanan edebî metinlerde olay örgüsünün kurgulanmasında önemli bir göreve sahip bulunan mekân, 1980’li yıllarda fonksiyonel olarak kullanılmıştır. Ekrem Eylisli’nin çok sayıdaki hikâyesinde ortak mekân olarak geçen Buzbulak, hayati bir işleve sahiptir. Yazar, anlatılardaki mekâna olay örgüsü ve şahıs kadrosu kadar değer verir. 1980’li yıllarda hikâyecilerin, olayların cereyan ettiği mekâna içten bağlı oldukları görülür. Aynı yıllarda edebî faaliyetlerini sürdüren Anar ile Elçin, mekân olarak daha çok şehri tercih ederler. Her iki isim de mekân kavramını vatan seviyesine yükselterek kullanır. Bu dönemde çokça tercih edilen ev, içinde insanların yaşadığı basit bir yer değildir. Evler aile bireylerini birbirine bağlayan, geçmiş ile bugün arasında köprü görevi yapan özel mekânlardır.

1960’lı yıllardan itibaren Azerbaycan nesrinde takındıkları tutuma göre yazarlar, köy hayatını anlatanlar ve şehir hayatını anlatanlar olmak üzere iki gruba ayrılmıştır. 1980’li yıllarda aynı yaklaşımın devam ettiği görülür. Kimi yazarların eserlerinde köy hayatının tüm yönleriyle ele alındığı anlaşılmaktadır. Köyde doğup büyümüş bu isimler yakından tanıdıkları köy hayatı ile köylüleri ayrıntılı biçimde tasvir etmişlerdir.

Nesir sahasındaki ürünleri daha çok şehir hayatıyla bağlantılı olduğundan Anar (d. 1938) ve Elçin (1943), şehirli yazarlar olarak kabul edilir. Buna karşılık İsi Melikzade (d. 1934), Ekrem Eylisli (d. 1937), Sabir Azeri (1938-2010) ile Mevlüt Süleymanlı (d. 1943) köylüyü ve köyün sorunlarını ısrarla dile getirmişlerdir. Köy hayatını öne çıkaran yazarlar, şehir hayatını ve insan kalabalığını yadırgarlar. Mutsuzluk getirdiğine inandıkları şehir ortamından köye dönmek isterler. Ekrem Eylisli’nin “Vişne Çiçeyine Dediklerim” hikâyesinde anlatıcı kahraman olan Kalender, ömrünü kırsal kesimde geçirmiştir. Onun bakış açısına göre Buzbulak’taki vişne ağaçları şehirdeki bütün ağaçlardan kıymetlidir. Öyle ki ağacın beyaz çiçekleri onun için mutluluğun resmidir.

Bu dönemdeki hikâyelerinde daha çok açık mekânları tercih eden İsa Hüseynov, zaman zaman eser şahıslarının psikolojik durumuna göre kapalı mekânlar da kullanmıştır. Yazar; anlatılarda açık mekânı tercih etmiş, tabiatı göz önünde canlandırılabilen tablolar şeklinde yansıtmıştır. Başta Hüseynov olmak üzere bazı yazarlar, Sovyet sisteminin sembolü olarak görülen kolhoz ve sovhoz gibi kurumları bazen kötü mekânlar olarak göstermiş bazen de arka plana itmiştir.

sa Hüseynov, 1980’li yıllarda kaleme aldığı hikâyelerinde tabiatı mekân olarak anlatırken ona âdeta kişilik katar. “Felçli” isimli hikâyesinde iki değişik mekân yer alır. İlki Medet’in yaşadığı köy, ikincisi Memme’nin Bakü’de ikamet ettiği evdir. Bilhassa evler eser kahramanlarının ferdi niteliklerini, toplumdaki durumunu özetleyen mekânlar olarak dikkat çeker.

İsi Melikzade’nin “Şehli Çemenlerin İşığı” hikâyesinde 60 yaşındaki Mirze isimli şahsın başından geçen olaylar anlatılır. Eser kahramanı Dalni Vostok’ta 40 yıl yaşadıktan sonra hanımının vefatı üzerine kendi yurduna dönmek ister. Hayat arkadaşının kaybının ardından kendini yalnızlık duygusuna kaptıran Mirze, ömrünün ilk 20 yılını geçirdiği ata topraklarını özlemiştir. Kendi ölümünün de yaklaştığına inanmakta, son nefesini köyünde vermeyi arzulamaktadır. Dünyaya geldiği kendi topraklarına döndüğü zaman hem akrabaları hem de köylüler tarafından samimi tavırla karşılanır. Köyünde çalışıp kendisinin halka faydalı olduğunu görünce morali düzelir. Böylece memleketine dönüşünden sadece 20 gün sonra artık ölümü düşünmeyen, yaşama sevinci taşıyan bir Mirze vardır. Hikâyede olay örgüsünün sağlamlığının yanı sıra Mirze karakteri de başarıyla canlandırılmıştır. Melikzade’nin hikâyede realist bakış açısıyla ibretli bir olay örgüsü kurguladığı görülür. Yazar; doğal, etkileyici üslubuyla okuyucunun ilgi ve dikkatini metne yönlendirmiştir. Toprağa bağlılığın yüce bir duygu olarak sunulduğu hikâyede vatan sevgisinin âdeta ölmüş ruhu dirilttiği düşüncesi öne çıkarılmıştır.

Doğanın insanın hem fikirleri hem de ahlakı üzerinde dönüştürücü tesire sahip olduğu su götürmez bir gerçektir. İsi Melikzade’nin “İlk Gazanc”, “Şehli Çemenlerin İşığı”, “Talisman”, “Varyete” gibi hikâyelerinde bu mesele estetik çerçevede ele alınmıştır. “Talisman” hikâyesinde kahramanın manevi yönden yükselmesi, psikolojik değişimlere uğraması muhitin tesiri ile açıklanabilir. Ömrünü kırsal kesimde geçirmiş Binnet, Ejder ve Efendi gibi köylülerin saf ve temiz duyguları, misafirperverliği, “gönlü zengin” oluşları ömrünü büyük şehirde geçirmiş Ağarehim üzerinde olumlu tesir bırakır. Bünyesinde iç çatışmalar yaşayan Ağarehim, ön yargılı yaklaşımını terk ederek onlara daha sempatik bakmaya başlar. Hikâyede köyün sosyal problemleri belirgin biçimde öne çıkarılmıştır. Binnet’in sıkıntılarla yüklü hayatı, Efendi’nin sakatlıktan kaynaklanan fiziki rahatsızlığı ve genel olarak maddi imkânsızlıklar gerçekçi sahneler hâlinde yansıtılmıştır.

Basit bir tesadüf üzerine kurulmuş “Gatarda” hikâyesi, Melikzade’nin yeteneğini yansıtan başarılı örneklerdendir. Anlatı, aktör Sabit Mirze’nin Kastrol seferinden dönerken trende tanık olduğu ve içinde tesadüfen yer aldığı bir hadiseye dayanır. Yazar müşahede ettiği hadiseden yola çıkarak hem birey hem de toplum psikolojisi üzerine tahlillerde bulunur. Toplam 5-6 kişiden oluşan bu şahıslar, içinden çıktıkları muhitin özelliklerini taşırlar. Aktör Sabit Mirze, trenin kılavuz makinisti, katarın sorumlusu, tüccar, uzun saçlı oğlan Vezir, kırmızı surat Fetulla, şoför Kasım gibi şahıslar Azerbaycan toplumundaki farklı zümreleri temsil ederler. Melikzade, hikâyede sanatkârın idealist yaklaşımını önemli husus olarak vurgular.

İlk olarak “Böyük Adam” ismiyle yayımlanan “Gatarda” hikâyesinde çağdaş toplumda psikolojik hastalık hâline gelen “kibirlenme” kavramı öne çıkarılır. Manevi ve ahlaki yönden zayıf olan kimi insanların kendilerini “büyük adam” gibi göstermeye çalışmaları ve dalkavukların onların her sözünü onaylamaları eleştirilmiştir. Büyüklenme tavrı takınan şahısların psikolojik durumları tasvir ve tahlil edilmiştir. Hikâyede İsi Melikzade, mekânı fonksiyonel olarak kullanır. Bu anlamda sembolik anlam taşıyan katar, tüm Azerbaycan’ı temsil eder. Vagonda birbiriyle iletişim hâlinde bulunup yarenlik eden şahıslar, ülkenin farklı zümrelerinin temsilcisi konumundadır. Neticede katar, Azerbaycan’ın farklı unsurlarını aynı noktada buluşturan “birleştirici” mekân olarak kullanılır.

Başarılı örnekler veren 1960 nesri yazarları arasında Sabir Azeri’nin adını anmak gerekir. Onun kaleme aldığı hikâyelerin hem yapı hem de içerik bakımından alışılmış örneklerden epeyce farklı olduğu görülür. Bilhassa “Bir Tike Çörek”, “Dostluk”, “Durnalar”, “Gağayılar Ağlayır”, “Gonag”, “Menim İlk Gabanovum”, “Payızın İlk Günü” gibi lirik üsluba sahip hikâyelerde kahramanın iç dünyası anlatılır. Çevrenin doğal dengesinin vurgulandığı örneklerde toplum-doğa ilişkisi ön plana çıkarılmıştır. Eserlerinde mekân kurgusuna hususi özen gösteren Sabir Azeri, “1960 Nesri” ekolünün güçlü kalemlerindendir. Ovçunun Xatireleri başlıklı kitapta yer alan “Gağayılar Ağlayır” hikâyesinde doğanın güzelliklerini tasvir eder. Manevi ve ahlaki meseleleri doğa-insan ilişkisi ekseninde ele alır.

“Gağayılar Ağlayır”da hadiseler hikâyenin en önemli karakterleri olan Bilal ile oğlu Cemil etrafında şekillenir. Balık avına çıkan baba-oğulun bu esnada yaşadığı sevinç, heyecan ve korku tasvir edilir. Hadiseler Bilal’in lastik botu suya indirmesi ve küçük yaştaki oğlunu kendi yanında balığa götürmesi ile başlar. Doğa ile baş başa kalan insanın karakteri daha belirgin olarak ortaya çıkar. Daha önce martı görmemiş olan 10-12 yaşlarındaki Cemil, bu kuşları yakından tanımak ister. Kafasına takılan türlü soruları arka arkaya sıralar. Gece olmasına rağmen martıların yiyecek bulma gayreti Cemil’i şaşırtmıştır. Babasının da martılar gibi ailesini geçindirmek için gece gündüz demeden çalıştığını hatırlar. Bu sırada küçük bir martı yavrusu denize düşmüş, dalgaların arasında çaresizce çırpınmaya başlamıştır. Cemil kıyıya yakın yerde duran yavru martıyı kurtarmak ister. Ölmesinden korktuğu yavruyu sudan çıkarmak için ani bir hamle yapar. Bu tabloyu görmeyen Bilal, Cemil’in kendinden izinsiz keyif için denizde yüzmeye başladığını zanneder. İyi yüzme bilmeyen oğlunun boğulacağından korkarak öfkelenir ve ona tokat atar. Cemil üzüntü içinde asıl amacının yüzmek değil, yavruyu ölümden kurtarmak olduğunu söyler. Bilal esasen insani davranış sergileyen oğluna tokat attığı için pişman olmuştur.

Bu olay Bilal’in geçmişteki günleri hatırlamasına vesile olur. O yıllarda yeni evli olan Bilal, evlerinin üzerinden geçen bir turnayı vurup öldürür. Turna sürüsü üç gün boyunca Bilal’in evinin üstünden bir türlü ayrılmaz. Turnalar âdeta ağlaşmaktadır. Bu olayın hemen ardından Bilal’in yeni doğmuş kızı hastalanarak vefat eder. Köy halkı “turnanın ahı tuttu” diyerek çocuğun ölümünü Bilal’in kuşu öldürmesine bağlar. Bilal, oğluna tokat atınca bu kez martıların ahının tutacağını düşünerek tedirgin olmuştur. Adadan sahile gelinceye kadar korku ve kaygılarla boğuşmak zorunda kalır. Pek çok hikâyesinde olduğu gibi yazar bu örnekte de ölüm ve hastalıkların insan ruhunda bıraktığı silinmez izleri tasvir eder.

Doğaya olan hususi sevgisiyle tanınan Sabir Azeri’nin “Bıldırcın Neğmesi” (Azeri, 1981: 4) isimli orijinal hikâyesinin iki önemli karakteri vardır. Olumlu nitelikleriyle dikkat çeken İslam doğayı sevip koruyan, sorumluluk sahibi bir şahıstır. Buna karşılık etrafındaki her şeye zarar veren Mürşit ise olumsuz kişilik olarak kurgulanmıştır. İslam’a karşı düşmanca tavır takınan Mürşit, bıldırcınlara kasten zehirli yem verir. Anaç bıldırcın kısa süre sonra ölür. Onun amacı İslam’dan öç almaktır. Doğal dengenin korunmasına özen gösteren İslam, bir süre önce Mürşit’in yasa dışı biçimde tuttuğu balıkları tekrar suya bırakmıştır. Bu tavır Mürşit’in ona düşman kesilmesine yol açar. İslam türlü zorluklarla karşılaşsa da haksız kazanç sağlayan ve doğal dengeyi bozanlarla mücadele etmeyi sürdürür. Anlatıda İslam’ın psikolojik durumu ile duygu dünyası ayrıntılarıyla tasvir edilir.

5. Hikâyelerde Üslup

Edebiyatta üslup, müelliflerin sanatçı kimliğinin ve dünyaya bakış açısının göstergesidir. Yazarın içinde yetiştiği toplum ile ülkedeki sosyal ve siyasi atmosfer de üslubu oluşturan temel etkenlerdendir. Bununla birlikte müellifin kendi şahsi psikolojisi ile ülkeyi şekillendiren tarihî süreç, sanatçının üslubunu belirlemede etkilidir. Eserlerini özgür ortamda yazamayan edipler kendine has üslup oluşturmada türlü zorluklar yaşayabilmektedirler. Bilhassa totaliter rejimlerin baskıcı uygulamalarına maruz kalanlar, üslup belirlemede tereddüt yaşamaktadırlar. Sovyetler Birliği terkibindeki Türk edebiyatçıları, idarenin resmî sanat anlayışı olan sosyalist realizminin katı kuralları çerçevesinde eser oluşturmak zorunda kalmışlardır.

Sovyetlerin dayatmacı politikalarına maruz kalan Azerbaycan edebiyatı bilhassa 1920 ile 1960 yılları arasında yeniden şekillenir veya zorla şekillendirilir. Ancak 1960’lı yılların başından itibaren merkezî yönetimde beliren politika değişikliği neticesinde “edebiyatta 1960 nesri” olarak adlandırılan yeni bir anlayış ortaya çıkar. Sözü edilen yeni nesir, epeyce farklılıklar taşır. 1960 nesrini kendisinden önceki dönem edebî anlayışından farklı kılan hususiyetlerden birisi yeni üsluba sahip olmasıdır. Sovyet sisteminin sanatçıyı sınırlayan kuralları ediplerin orijinal üslup oluşturmasına, düşüncelerini özgürce yansıtmasına engel olur.

Azerbaycan edebiyatında bu durumu tersine çeviren gelişme, 1960 nesri sayesinde gerçekleştirilir. İlk bakışta 1960 nesrinin devamı niteliği taşıyan 1980’li yıllardaki hikâye, esasen bünyesinde kendine özgü hususiyetler barındırır. Bu yıllarda roman ve hikâyenin önceden baskın tür olan şiire karşı üstünlük sağladığı söylenebilir. 1980’li yıllarda hikâyeciler ferdî üsluplarını daha belirgin olarak gösterme imkânı bulurlar. Geniş okuyucu kitlesinde merak ve ilginin hikâye sahasına yönelmesi kanaatimizce türde beliren üslup zenginliğinden kaynaklanır. Ayrıca bu yıllarda Azerbaycan Türk toplumunda ortaya çıkan yüksek seviyeli beklentiler hikâyeyi daha popüler hâle getirir. Her ne kadar 1960 nesrine mensup olsalar da Sabir Ehmedov, Ekrem Eylisli, Anar ve Elçin 1980’li yıllarda hikâye sahasında üretkenliklerini sürdürmüşlerdir. İsmi sıralanan isimler, aynı edebiyat geleneği ve ortak yazılı kaynaklardan beslenmiş olmalarına rağmen tamamen farklı üsluplara sahiptirler. Aynı şekilde İsa Hüseynov, İsi Melikzade, Sabir Azeri ve Mövlud Süleymanlı gibi müelliflerin 1980’li yıllarda çok sayıda hikâye kaleme aldığı ve şahsi üsluplarını eserlerine başarıyla yansıttığı görülür.

1960 yılından itibaren Sovyetler Birliği’nde sanat alanındaki sansür uygulamalarının kısmen yumuşaması hem 1960’lı hem de 1980’li yıllar Azerbaycan hikâyesinde üslup zenginliğinin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Ancak 1980’li yıllarda ürün veren hikâyecilerin şahsi yeteneklerini de göz ardı etmemek gerekir. Ayrıca hikâyecilerin dünyayı kavrayış ve ifade edişindeki orijinal tutumlarının, üsluplarını zenginleştirmede etkili olduğu unutulmamalıdır.

1980’li yıllarda matbaa yüzü gören hikâyelerde gerek toplum hayatına gerekse bireyin iç dünyası ve psikolojisine yaklaşım, realist bakış açısı çerçevesindedir. Toplumu ve bireyi iyi ve kötü yönleriyle gerçekçi olarak yansıtma, Azerbaycan edebiyatında 1960 öncesi nesrinde görülmeyen bir durumdur. Abartılı niteliklerle süslenmiş ve Sovyet anlayışını benimsemiş hikâye karakterleri 1950’li yılların sonuna kadar yalnızca olumlu özellikleriyle yer almıştır (Adıgüzel, 2007: 51).

Azerbaycan’da 1960 nesrinin gelişip olgunlaşmış biçimi olarak kabul edilen 1980’li yıllardaki hikâyelerin dili, üslup özelliği olarak dikkat çekicidir. Günlük konuşma diline yaklaşmakla kalmayan bu dil, kelime hazinesi ve anlam katmanları bakımından epeyce zenginleşmiştir. 1980’lerin hikâye dili İsmail Şıhlı, İsa Hüseynov, Sabir Ehmedov gibi ediplerin kaleminde kıvrak ve sade söyleyiş seviyesine ulaşmıştır. Yukarıda ismi anılanların yanı sıra İsi Melikzade, Anar, Ekrem Eylisli, Elçin ve Mövlud Süleymanlı gibi müelliflerin katkılarıyla Azerbaycan hikâye dili “şablon” olmaktan çıkarılmıştır. Bu isimlerin hikâyelerinde doğal söyleyiş, sade ifade biçimi ve psikolojik derinlik karakteristik özellikler olarak dikkat çeker.

Metinler dikkatli gözle incelendiğinde 1980’li yıllardaki hikâyelerde mecaz, hiciv ve mizah yüklü söyleyişin iyice belirginleştiği görülür. Anar’ın “Molla Nasreddin 66” ile “İyi Padişahın Masalı” uzun hikâyeleri ve Mövlud Süleymanlı’nın “Şeytan” isimli uzun hikâyesinde mitik unsurların yanı sıra mecaz ve kara mizaha ait unsurların yoğun biçimde kullanıldığı anlaşılmaktadır. Anar’ın “İyi Padişahın Masalı” eserinde bazı olağanüstü unsurlar masalsı söylem eşliğinde tasvir edilir. Mövlud Süleymanlı ise hikâyelerde halk edebiyatı unsurları ve folklorik dil malzemesinden yararlanmanın ötesinde mitolojik derinliği de başarıyla yansıtır.

1980’li yıllarda yazarların sade ve tabii söyleyiş biçimini üsluplarının temel özelliği hâline getirdiği görülür. Azerbaycan Türk halkının gerek toplumsal gerekse bireysel hayatını gözler önüne sermek isteyen edipler sade söyleyişi tercih etmişlerdir. Geniş okuyucu kitlesine ulaşmayı hedefleyen bu hikâyeciler, kendi dünya görüşlerini ve hayat felsefelerini diğer insanlara anlatmak için süsten uzak tabii söyleyişi tercih etmişlerdir. Bu tavır, 1980’li yıllarda bireysel üslupların çeşitlenerek zenginleşmesine vesile olmuştur.

Azerbaycan’da 1980’li yıllarda yazı hayatına aktif olarak devam eden hikâyecilerin dünyaya bakışlarının birbirine yakın olduğu söylenebilir. Her ne kadar Sovyetler Birliği’nin edebiyat sahasındaki dayatmacı politikaları belli ölçüde devam ediyor olsa da hikâyecilerin millî ve manevi duyarlılıklarının üst seviyede olduğu anlaşılmaktadır. Yine bu yıllarda ediplerin ağırlıklı biçimde özgürlükçü fikirlere sahip oldukları görülür. 1980’li yıllar hikâye sahasında realist ve lirik üsluba yönelişin eserler aracılığıyla izlenebildiği bir devredir. Müellifler elden geldiğince Sovyet rejiminin dar kalıplarının dışına çıkmanın gayreti içindedir. Azerbaycan edebiyatında 1960 nesri hikâyelerinde ortaya çıkan üslup zenginliğinin 1980’li yıllardaki örneklerde daha da arttığı söylenebilir. Sosyalist anlayıştan uzaklaşmak arzusundaki edipler, bireye odaklanmış, insan psikolojisi ile iç dünyasını yansıtmaya gayret etmişlerdir. Bu yıllarda manevi değerlerle birlikte halk edebiyatı ve folklora ait unsurlar da öne çıkmıştır. Hikâyecilerin bilhassa folklorik dil malzemesinden yararlanması da yeni üslupların ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır.

1980’li yıllarda hikâyecilerin şehir veya köy kökenli yazarlar olarak sınıflandırılması, üslup farklılıkları göz önünde bulundurularak yapılmıştır. Bu şekildeki gruplandırma, müelliflerin doğup yaşadıkları mekânlardan ziyade eserlerinde köy veya şehir hayatını yansıtmalarından kaynaklanır. Bu yıllarda şehrin yanı sıra köy hayatının yoğun biçimde tasvir edildiği anlaşılmaktadır. Hikâyelerde köylülerin birbirleriyle ilişkileri, çıkar çatışmaları, iç dünyaları, psikolojileri, ahlaki tutumları hassasiyetle anlatılmıştır.

Gerek Anar gerekse Elçin, hikâyelerinin çoğunda şehir hayatını ele aldığı için edebiyat dünyasında şehirli yazarlar olarak kabul edilirler. İsi Melikzade, Ekrem Eylisli, Sabir Azeri ve Mövlud Süleymanlı ise hikâyelerinde köy ile köylülere ağırlık vermişlerdir. 1980’li yıllarda kırsal kesim hayatını anlatan “köycü” yazarlarda, şehir hayatını beğenmeyerek reddetme tavrı görülür. Hikâye karakterleri; şehir hayatına, şehirdeki kalabalık insan kitlesine, şehirlilerin toplumsal ilişkilerine mesafeli duruş sergilerler. Kendilerini mutsuz hissettikleri şehirlerden uzaklaşmak, bir an önce köye sığınmak arzusu taşırlar. Kırsal kesime mensup şahıslar huzur ve mutluluğu köye dönerek bulacaklarına inanırlar. Ekrem Eylisli’nin “Vişne Çiçeyine Dediklerim” hikâyesi buna en güzel örnektir. Eserde Kalender isimli şahıs Buzbulak’ta vişne ağacındaki beyaz çiçeklerin kendisi için âdeta mutluluğun tablosu olduğunu düşünmektedir.

6. Sonuç

Sovyetler Birliği bünyesindeki tüm halkların edebiyatlarında 1960’lı yılların başından itibaren radikal değişme ve yenileşme eğiliminin kuvvetlendiği görülür. Şiir, roman, tiyatro, eleştiri sahalarındaki yenilikçi arayışlar hikâye türünde de güçlü biçimde kendini hissettirir. Azerbaycan edebiyatında 1980’li yıllardaki hikâye, ilk bakışta ülkede akım hâlinde ortaya çıkan “edebiyatta 1960 nesri”nin doğal bir devamı gibi görülür. Ancak dikkatli bakışla incelendiğinde bünyesinde kendine özgü nitelikler barındırdığı anlaşılır. Sovyet dönemi Azerbaycan nesrinin esasen hikâye, povest ve romandan oluşan üç türle temsil edildiği söylenebilir. Ancak uzun yıllar ülkede hikâyeye povest ve roman kadar değer verilmediği anlaşılmaktadır. Kanaatimizce bunun sebebi, hikâyenin “küçük tür” olarak görülmesidir. Azerbaycan’da eskiden beri toplumda ciddi meselelerin yalnızca iri hacimli eserler vasıtasıyla işlenebileceği anlayışı hâkimdir. Ancak 1980’li yıllardan itibaren bu ön yargılı yaklaşımın değişmeye başladığı söylenebilir. Edebiyat dünyasında hikâyenin kaos ve çelişkilerle yüklü toplum hayatını yansıtmada elverişli bir tür olduğu görüşü ağırlık kazanır.

Bu yıllarda hikâyeleri yayımlanan müellifler, Sovyet idaresinin baskıcı uygulamalarının değişmesini arzuluyor, bu yolda ürünler veriyorlardı. 1980’li yıllarda köklü değişiklikler yapmaya çalışan yazarlar; millî, manevi ve ahlaki meseleleri hikâyenin temel unsuru olarak ele alıyorlardı. Hemen belirtmek gerekir ki ülkede “1960 nesri”ni kendine örnek alan 1980’li yılların hikâyecilerinin rejim taraftarı eleştirmenler tarafından taklitçilikle suçlandığı, tenkit hedefine yerleştirildiği görülür. Azerbaycan’da hikâye türünün 1980’li yıllarda nitelik yönünden yükselen bir gelişme çizgisi izlediği söylenebilir. Yaş bakımından birbirinden farklı olan edebî nesiller, aynı yıllarda ürün vermiştir. İlyas Efendiyev, İsmail Şıhlı, İsa Hüseyinov, Sabir Ehmedli hikâye sahasında başarılı örnekler verirler. Mirza İbrahimov, İsi Melikzade, Anar, Ekrem Eylisli ile Elçin; Avrupai anlamdaki hikâyeleriyle üretken şahıslar olarak görülürler. 1970’li yıllardaki performanslarıyla öne çıkan Sabir Azeri, Yusif Semedoğlu, Vagif Nesib, Şahmar Ekberzade, Mövlud Süleymanlı, Ramiz Rövşen, Seyran Sehavet, Afag Mesut gibi müellifler 1980’li yıllarda olgun örnekler vermeyi sürdürürler.

Bu yıllardaki örneklerde Sovyet idarecilerinin parti politikası doğrultusunda hikâyecilere dikte ettikleri “dayatma konular” belli ölçüde azalmıştır. Emekçilerin yapay biçimde idealize edilmiş hayat hikâyelerinin anlatılması ve genel olarak Sovyet düzeninin övülmesi şeklinde görülen “sipariş mevzu” uygulaması zayıflamıştır. Bu dönemde hikâyeciler gerek konu ve üslup, gerekse yapısal yenilikler bakımından önceki müelliflerden epeyce farklı ürünler vermişlerdir. Sözü edilen zaman kesitindeki örneklerde devlete yönelik sistem eleştirisi devam etmekle birlikte “birey”, anlatının merkezine alınmıştır. İç dünyasında ikilemler yaşayan hikâye kahramanları, hem kendilerine hem de topluma yabancılaşmış şahıslar şeklinde kurgulanmıştır. Örneklerde kırsal kesimin genel problemleri ile birlikte namus, adaletsizlik, yozlaşma, alkolizm, liyakatsizlik, adam kayırma, rüşvet, aldatma, yalancılık, sahtekârlık gibi toplumsal zaaflar mercek altına alınarak eleştirilir. Benzer biçimde merhametsizlik, açgözlülük, çıkarcılık, ön yargılılık, vefasızlık, bencillik, kibirlilik gibi bireysel zaaflar; eleştiri hedefine yerleştirilir. Bu dönemde yazıp üreten hikâyecilerin önemli bir kısmı, kalemlerini katı kuralcı kuşatmadan kurtarmayı başarmışlardır. Modernist eğilimleriyle de dikkat çeken hikâyeciler, totaliter Sovyet anlayışının sert kurallarının yıkılmasında etkili olmuşlardır. Bu yıllarda din ve milliyet kavramlarının eskiye göre daha fazla kullanıldığı, Azerbaycan Türk halkının millî şuurunu yükseltmek gayesiyle bu kavramlara hususi değer verdiği görülür.

1980’li yılların anlatılarında tercih edilen mekânların da âdeta bireysel kimlik kazandığı söylenebilir. On yıllık zaman kesitindeki hikâyelerde şahıs kadrosu, konu yelpazesi ve mekân tercihlerinin; 1980 öncesi dönemle karşılaştırıldığında köklü değişikliğe uğradığı görülür. Netice olarak kaleme alınan hikâyeler millî meseleleri daha fazla öne çıkarmış, ülkenin bağımsızlığına giden yolu açarak Azerbaycan Cumhuriyetinin kurulmasına zemin hazırlamıştır.

Kaynakça

Adıgüzel, S. (2007). Azerbaycan Edebiyatında 1960 Nesri. Erzurum: Fenomen Yayınları.

Adıgüzel, S. (2018). “20. Yüzyıl Azerbaycan Edebiyatı”. Türk Dünyası Çağdaş Edebiyatları El Kitabı. İstanbul: Kesit Yayınları.

Akpınar, Y. (1994). Azeri Edebiyatı Araştırmaları, İstanbul: Dergah Yayınları.

Atay, A. (2021). “Hikâyelerindeki Mizah Unsurları İzleğinde Anar ve ‘Molla Nasreddin’ Geleneği”. Türk Dünyası Dil ve Edebiyat Dergisi, 51, 261-282.

Azerbaycan Yazıçılarının X. Gurultayı (1998). Bakı: Azerneşr.

Azeri, S. (1981a). “Bıldırcın Neğmesi”. Edebiyyat ve İncesenet Gezeti. 23 Ekim 1981, s. 4.

Azeri, S. (1981b). Ovçunun Hatireleri. Bakı: Yazıçı.

Azeri, S. (1988). Güneşe Sarı Gedende. Bakı: Yazıçı.

Cabbarov, N. (1987). “Heyat Nefesli Nesr (Mügeddime)”. Elçin Seçilmiş Eserleri, İki Cildde. I. Cilt. Bakı: Yazıçı.

Efendiyev, E. (1981). Tenqid ve Edebiyyatımızın Problemleri. Bakı: Yazıçı.

Eylisli E. (1983). “Bir Mısranın Rüyası”. Vişne Çiçeyine Dediklerim. Bakı:Yazıçı.

Guliyev, V. (1987). Nesr (1981.ci İlin İcmalı) Edebi Proses 1981-1982. Bakı: Elm.

Hebibbeyli, İ. (2016). Müsteqillik Dövrü Azerbaycan Edebiyyatı. 2 cildde, 1. Cild, Bakı: Elm ve Tehsil

Kastrati, J. (2020). “1960’lı Yıllardan Sonra Azerbaycan Nesrinde Konu ve Tema Yönünden Değişimler, İsi Melikzadenin “Ağrı” Hikâyesinin Türkçeye Aktarımı”. Amasya Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (ASOBİD). S. 7, s. 69-85.

Melikzade, İ. (1980). “Dede Pelit”. Azerbaycan Edebi-Bedii Jurnal. 1980. No: 5, 91-134.

Melikzade, İ. (1986). “İyilik”, Azerbaycan Edebi-Bedii Jurnal, 1986, No: 4, s. 81.

Melikzade, İ. (1988a). “Dolaşaların Nevruz Bayramı”. Azerbaycan Edebi-Bedii Jurnal, No: 5, s. 29.

Melikzade, İ. (1988b). “Ağlama Emican”. Ulduz. 1988, No: 5, s. 24-28.

Morkoç, A. (2019). “Sovyet Dönemi Azerbaycan Edebiyatında Hikâye”. Dil ve Edebiyat Araştırmaları I, Ankara: Akademisyen Kitabevi.

Nesibov, V. (1981). Uzundere. Bakı: Gençlik.

Süleymanlı, M. (1986). “Saman Altından Su”. Azerbaycan Edebi-Bedii Jurnal. 1986, No: 5, s.10-67.

Salamoğlu, T. (2012). En Yeni Azerbaycan Edebiyyatı Meseleleri. Bakı: E. L. Neşriyyat.

Semedoğlu, Y. (1987). “Bayatı Şiraz”. Ulduz. 1987, No: 2, s. 35.

Uygur, E. (2005). “Sosyalist Realizm Kavramının Ortaya Çıkış Süreci”. Türkiye Sosyal Araştırmalar Dergisi, Yıl: 9, S: 1, S. 13-30.

Yusifli, V. (1984). “Dövrün Mozaikası”. Azerbaycan Jurnalı, 1984, No: 6

Kaynak: Türk Dünyası, Erişim: 26.03.2024 Saat: 21:04

Orhan Şaik Gökyay - Yas