14 Haziran 2024 Cuma

Tarık Buğra - Küçük Ağa (Roman Özeti)

 


Küçük AğaTarık Buğra‘nın 1964 yılında yayınlanan romanıdır. Kurtuluş mücadelemizin  Akşehir'de yaşanan bölümünü konu edinir. Zamanla cepheye ve Ankara'ya dair hususlara da girilir.

KONUSU:

Birinci Dünya Savaşı (1914) ile birlikte Osmanlı Devleti eski gücünü, heybetini kaybetmeye başlamış, isyanlar ve işgallerle zayıf duruma düşmüştür.

Romanda, bir Anadolu kasabası olan Konya ilinin bir ilçesi olan Akşehir’den yola çıkılarak, bütün zor koşullar altında millî kurtuluş mücadesi veren Kuva-yı Milliye konu edilmiştir.

Olaylar Anadolu'nun küçük bir kasabasında başlar ve gelişir.

ÖZET:

Dünya Savaşı resmen sona ermiş olmakla birlikte, Osmanlı Devleti üzerinde yarattığı etkiler tüm gücüyle devam emektedir. Savaş sonrası birçok asker memleketlerine geri dönmüştür. Zayiatın büyüklüğü evlerine dönen erlerin çoğunun gazi oluşuyla daha da iyi anlaşılmıştır.

Bu erlerden biri de Salih (Çolak Salih) adlı Akşehirli bir askerdir. Memleketine döndüğünde kaybettiği kolunun acısıyla beraber, ülkenin durumunu daha acı bir şekilde anlayan Salih gittiğinden beri çok şeyin değiştiğini görür.

Önceleri dost olarak yaşayan Rumlar ve kendi halkı şimdi birbirinden soğumuştur. Salih’in samimi arkadaşı olan Niko da bir Rum’dur ve gelişmelerden o da etkilenmiştir. Yavaş yavaş Yunan ve İngiliz ordularının işgal haberleri gelmekte ve iki halkın birbirine olan düşmanlığı artmaktadır. Salih ise yüzyıllardır Osmanlı himayesinde rahatça yaşayan Rumların bu davranışını bir ihanet olarak görmekle beraber arkadaşı Niko’dan kopamamaktadır.

Rumlarla olan dostluğu kasabalı tarafından fark edilir ve kasabalı Salih’i dışlar. Salih artık sürekli Niko ve O’nun çevresiyle dolaşır olmuştur. Artık Osmanlıya ve padişaha olan güveni de sarsılmıştır. Kaybettiği kolunun hayatına, psikolojisine tesiri büyük olmuştur. Kimsenin kendisine hak ettiği saygıyı göstermediğine inanan Salih namazı niyazı da bırakmıştır. Öte yandan halk işgallere tepkisiz kalmama kararı almıştır lakin bunun kimin önderliğinde yapılacağı karmaşası vardır.

Salih günler geçtikçe kendi kasabalısının tepkisini kazanmış ve artık istenilmeyen biri olmuştur. Bu sırada kasabaya İstanbullu Hoca adında bir hoca gönderilir. İstanbul’dan gönderiliş amacı kasabada padişaha ve Osmanlı’ya bağlılığı teşvik edici düşünceyi sağlamaktır. Hoca gerçekten de çok etkili bir insandır ve halkın büyük beğenisini ve takdirini kazanır. Vaazlarda cemaate Osmanlı padişah ve din lehinde düşüncelerini aktarmaktadır. Bu sırada memlekette Hoca’nın düşüncesine tam ters olmamakla birlikte, kurtuluş ümidi olabilecek bir örgüt kurulmaktadır.

Kuvayı Milliye adı verilen bu örgüt Anadolu’da işgalleri önlemek ve İstanbul ve padişah yönetiminin boyunduruğundan kurtulmak için kurulmuştur. Fakat Kuvayı Milliye’nin işi çok güçtür. Memlekette işgallere karşı veya işgallerden yana birçok örgüt vardır. Kuvayı Milliye önce bu örgütleri kendi tarafına çekmeli veya bertaraf etmelidir. Hocanın vaazları da Kuvayı Milliye ilkelerine ters düşmektedir. Hoca her fırsatta padişaha bağlılıktan bahsetmektedir, Kuvayı Milliye ise padişahtan kurtulmak, yeni bir yönetim kurmak amacını gütmektedir.

İşte bütün bu ihtilaflar dolayısıyla Kuvayı Milliye yandaşları ve Hoca arasında bir elektriklenme ve zıtlaşma meydana gelir. Hoca ise halka kendini çok sevdirmiştir çünkü her yönüyle iyi ve doğru bir insandır. Fakat Hoca da kendi içinde bir yandan yaptığı işin gerçekten doğru olup olmadığının sorgulamasını, padişaha olan güvencinin doğruluğunun şüphesini yoklamaktadır. Kuvvacılarla Hoca arasındaki çatışma zamanla iyice açık şeklini alır ve vaazlarda karşıt fikirler açıklanır.

Olaylar gelişirken Salih ise unutulmuşluk ve terkedilmişlikten bir kaçış olarak Kuvayı Milliye’ye katılmaya verir. O’nu bu kararı vermeye zorlayan başka bir şey ise yakın arkadaşı Niko’nun da sonunda Osmanlıya karşı savaşta yer almasıdır. Salih bu ihanetin öcünün peşinden koşacak ve kurtuluş mücadelesinde büyük rol oynayacaktır. Kuvva bir türlü hizaya gelmeyen Hoca hakkında ölüm emri çıkartır. Hoca evliliği ve çocuğu ve en önemlisi de halkın zorlamasıyla Akşehir’den kaçar ve çete reislerine sığınır.Kuvva ile arasında yaşanan kovalamacadan sağ kurtulur ve kendi başına yanına adam da alarak bir kasabaya sığınır.

Kuvva ise Hocayı kaçırdığı için üzgündür ve Salih’i O’nu bulmakla görevlendirir. Hoca ise şimdi hangi tarafta yer almak gerektiğinin hesabını yapmaktadır. Kuvayı Milliye ise her geçen gün başarı kazanmakta ve güçlenmektedir. Salih Hoca’yı bulur ve O’nu padişah hizmetinden vazgeçerek Kuvva yararına çalışmaya ikna eder. Beraberce Çerkez Ethem’in kardeşi Tevfik Bey’in çetesine katılırlar. Çerkez Ethem ve kardeşleri milli mücadelede en büyük rollerden birini üstlenmiş ve gerek düşman işgallerine gerekse ayaklanmalara karşı başarılar sağlamışlardır. Fakat şimdi düzenli ordu ve İsmet Paşa’nın emri altına girmek söz konusu olunca Çerkez Ethem ve kardeşleri zıt bir tavır takınarak Kuvva’ya ve Ankara’ya karşı isyan bayrağı açmıştır.

Hoca ise bu yolun yanlış olduğuna inanır ve onları bu yoldan döndürmek için planlar kurar. Hoca’nın amacı Çerkez Ethem ve kardeşlerini Kuvva’ya karşı cephe almaktan vazgeçirmek olmasa bile olası bir isyan halinde güçlerini zayıflatmaktır. Bu sırada Hoca Salih’ i haber edinmek için Akşehir’e yollar. Akşehir’de ise Hoca öldü bilinmektedir. Oysa Hoca hayattadır ve yeni kimliği “Küçük Ağa” ile kuvva yararına çalışmaktadır. Hoca’nın Kuvva yararına çalıştığı haberi Salih tarafından Akşehir’de sadece Kuvvacı olan birkaç kişiye duyrulur ve memnuniyet yaratır.Başta Kuvayı Milliye hareketine büyük hizmet vermiş Doktor olmak üzere Kuvvacılar Hoca’nın kendi saflarına katılışından büyük haz duyarlar.

Hoca Ethem’in İsmet Paşa hizmetine girmemek için yapacağı en büyük saldırı olan Kütahya saldırısında O’na bir oyun oynayarak başarısızlığını sağlar ve Kuvayı Milliye’ye en büyük hizmetini vermiş olur. Ethem ise Yunanlılara sığınacaktır. Hoca ise bütün bu ihtiras ve gücü elinde bulundurma tutkusuna kapılan insanlardan nefret etmektedir. Artık savaş alanından başka bir cephede de mücadele verilmektedir, şimdi iktidar çekişmeleri büyük tehdit oluşturmaktadır. Hoca bunu acıyla farkeder. Ankara ise Hoca’nın başarılarından haberdardır ve kendisini Ankara’ya davet eder. Daveti kabul eden Hoca Ankara’nın durumunu yakından görür ve cephede savaşmanın, bu iktidar kavgasında yanlış düşünenlere ve hainlere verilecek savaştan daha kolay olduğunu düşünür.

Fevzi Paşa Hoca’ya yakınlık gösterir. Hoca bütün bu kişiliklerin önemini daha iyi anlamaktadır. Memleket zafere doğru gitmektedir ve bu noktada Ankara ve Melis’e büyük iş düşmektedir. Bu sırada Küçük Ağa yani İstanbullu Hoca Ankara’da kendisini Akşehir’den tanıyan ve bir zamanlar zıt fikirleri yüzünden tartıştığı Kuvvacı Doktor ile buluşur.

Doktor böyle saygıdeğer birinin kendi saflarına katılışından duyduğu mutluluğu Hoca’ya söyler ve asıl kimliğini bilenin sadece kendisi olduğunu, kendisi dışındakilerin O’nu  Küçük Ağa diye tanıdıklarını anlatır. Hoca ise artık özlediği eşi ve çocuğunun özlemiyle yanmaktadır.

Küçük Ağa Fevzi Paşa ile birlikte Akşehir’e gelir ve burada da tanınmadığını ve Küçük Ağa olarak bilindiğini görür. Eşi ve Çocuğu hakkında bilgi alır ve çocuğunu bulur fakat eşinin durumu kötüdür. Eşine geldiğini haber eder fakat kadın ölmek üzeredir ve oğlunu Hoca’ya emanet ettiğini söylemekle kalır ve günler sonra da ölür. Hoca daha sonra Ankara’ya döner ve mücadeleye devam eder.

ESERİN ANA FİKRİ:

Vatan ve millet sevgisi, bağımsızlık duygusu. Kurtuluş savaşının küçük bir kasaba’ dan görünüşü.

KİŞİLER:

Küçük Ağa (İstanbullu Hoca): Kurtuluş mücadelesine büyük hizmetler vermiş binlerce kişiden biri.

Salih: Birinci Dünya Savaşında sağ kolunu kaybetmiş ve hayatının anlamını Kurtuluş Mücadelesi ile tekrar kazanan biri.

Çerkez Ethem: Başlarda vatan ve millet için yeri tutulmaz hizmetler vermiş, cephede büyük başarılar göstermiş, fakat düzenli orduya geçme kararı alındığında tamamen zıt fikirleri benimsemiş ve zararlı olmuş bir çete reisi.

Doktor Haydar Bey: Dünya Savaşında Yüzbaşı rütbesiyle görev yapmış ve milli mücadele yıllarında Kuvayı Milliye’ye büyük hizmetler vermiş bir asker.

Ali Emmi: Kurtuluşu Kuvayı Milliye’de gören ve çok büyük fedakarlıklarda bulunan yaşlı bir vatandaş.

YAZAR HAKKINDA BİLGİLER:

2 Eylül 1918’de Akşehir’de doğdu. Babası Erzurum asıllı hukukçu Mehmet Nâzım Bey, annesi Akşehirli Tâhiroğulları’ndan Nâzike Hanım’dır. İlk öğrenimini Akşehir’de tamamladıktan sonra iki yıl İstanbul Erkek Lisesi’ne devam etti (1933-1935). Okulun yatılı kısmı kapatılınca öğrenimini Konya Lisesi’nde sürdürdü ve buradan mezun oldu (1936). Aynı yıl İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizik-Kimya-Biyoloji (FKB) sınıfında yüksek öğrenime başladı. Lise yıllarında ortaya çıkan yazar olma arayışları öğrenciliğin gerektirdiği sorumluluk duygusundan kopmasına, derbeder bir hayat sürmesine yol açtı. Fizik-Kimya-Biyoloji sınıfında okuduğu iki yılın ardından İstanbul Hukuk Fakültesi’nde dört yıl kayıtlı öğrenciliği sonunda mezun olmadan ayrıldı. Askerlik döneminin (1942-1945) ardından İstanbul’a döndü. İki yıl sonra Şişli Terakki Lisesi’ne muallim muavini olarak girdi. Aynı yıl İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne kaydolmasına rağmen buradan da diploma alamadı. “Oğlumuz” adlı hikâyesinin Yunus Nadi Hikâye Yarışması’nda ödüle lâyık görülmesi (1948) Çınaraltı dergisi ve Milliyet gazetesinden teklif almasını sağladı. Babası ile Akşehir’de Nasreddin Hoca (1948-1952), Talat Tekin’le İstanbul’da Zeytindalı (1950), kısa bir süre de İstanbul Haftası (1951) dergilerini çıkardı. Aynı yıl Şehir Tiyatrosu Edebî Kurulu’nda görev aldı. Bu kurulla ilişkisi aralıklarla uzun yıllar sürdü. Milliyet gazetesinde yazdığı sanat-edebiyat yazılarıyla gazeteciliğe başladı (1951). Ankara’da Yenigün, İstanbul’da Vatan gazetelerinin neşriyat müdürlüğünü yaptı (1957), Milliyet’in spor sayfasını hazırladı (1958), Peyami Safa’nın neşriyat müdürü olduğu Tercüman gazetesine makaleler yazdı (1959). Ardından Yeni İstanbul gazetesinde neşriyat müdürlüğüne getirildi (1960). Bu kurumun çıkardığı Türkiye Spor gazetesinin yazı işleri müdürü olarak kısa bir süre Norveç, Almanya ve Rusya’da bulundu (1961). Mümtaz Turhan ile birlikte çıkardığı Yol dergisine “Haftadan Haftaya Yol Notları” başlığı altında yazılar yazdı (1962). Haziran 1969’da Tercüman gazetesinde başlayan “Merhaba” ve “Pazar Sohbetleri” başlıkları altındaki yazılarını Aralık 1983’e kadar sürdürdü. İbiş’in Rüyası ile TRT başarı ödülünü (1970), Yağmur Beklerken ile Türkiye İş Bankası büyük ödülünü (1981), Akümülatörlü Radyo ile Türkiye Yazarlar Birliği tiyatro ödülünü (1981), Osmancık ile Türkiye Millî Kültür Vakfı armağanını (1985) kazandı. 1991’de devlet sanatçısı unvanını aldı ve 1993’te Türkiye Yazarlar Birliği tarafından yılın sanatçısı seçildi. 1987-1993 yılları arasında bir taraftan Türkiye gazetesinde “Pazar Sohbeti” başlığı altında yazılar yazdı; diğer taraftan İbiş’in RüyasıYalnızlarOsmancık (Kuruluş adıyla), DönemeçteYağmur Beklerken adlı romanlarının senaryolarını, Diyanet İşleri Başkanlığı, TRT ve Türkiye Millî Kültür Vakfı’nın sipariş ettiği Sahibini Arayan MadalyaAtatürk: Zafer Gaye DeğildirKorkma SönmezBir Ben Vardır Benden İçeri adlı senaryoları hazırladı. Kısa bir hastalığın ardından 26 Şubat 1994’te vefat etti ve Karacaahmet Mezarlığı’na defnedildi.

Tarık Buğra’nın edebiyata ilgi duymasında kültürlü bir insan olan babasının SafahatRübâb-ı ŞikesteŞerârePiyâleCevdet Paşa TârihiServet-i FünûnTerakkî gibi Türk kültür ve edebiyatının örneklerinden meydana gelen kitaplığındaki kitap ve dergilerden okuduğu şiir, hikâye ve yazıların; tarikat ehli olan annesinin zaman zaman söylediği ilâhilerin; Kurtuluş Savaşı yıllarının hâfızasında bıraktığı izlerden ibaret bir dekor içerisinde ve birbirlerinin kontrolü altında iç içe yaşayan insanlarıyla Akşehir’in rolü vardır. Henüz ortaokulda iken yazdığı bir şiirin öğretmeni Rıfkı Melûl Meriç’in dikkatini çekmesi ve onu şiir yazmaya teşvik etmesi, İstanbul Erkek Lisesi’nde Hakkı Süha Gezgin’in düzenlediği bir yazı yarışmasını kazanması, Pertev Naili Boratav’ın dil bilincinin uyanmasındaki etkisiyle insanı ilişkileri ve kaderi içerisinde yorumlama ve anlatma arzusu duymasına, yazar olmaya karar vermesine etkili olur.

Bu arayışlar içerisinde, daha sonra Rıfkı Melûl Meriç’in götürdüğü ve hikâyelerinde sık sık bahsettiği İstanbul Beyazıt’taki Küllük Kahvesi’nde Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ali Nihad Tarlan, M. Fuad Köprülü, Mükrimin Halil Yinanç, Emin Âli Çavlı, Yavuz Abadan ve Nurullah Ataç gibi Türk aydın kesiminin havasını yansıtan şahsiyetlerle birlikte birçok tip ve karakteri tanır, onların sohbetlerinde bulunur. Askerlik yaptığı sırada Ankara Radyosu tarafından seslendirilmesi uygun görülen Arayan Bulur adlı radyofonik bir oyunla Akümülatörlü Radyo’nun ilk şeklini ve Yalnızların Romanı’nı yazar. Edebiyat dünyasında ilk defa Yunus Nadi Hikâye Yarışması’nda bir altın dolmakalemle ödüllendirilen “Oğlumuz” adlı hikâyesiyle tanınmaya başlar. Genelde, “Sanat sanat içindir” ilkesine bağlı kalan yazara göre bu ilke yozlaştırılmış ve âdeta sanatın toplumla ilgisinin olmadığı şeklinde bir tablo ortaya çıkmıştır. Halbuki sanatı toplumdan soyutlamak mümkün değildir; sanatın görevi göstermek, düşündürmek, böylece okuyucunun yeni bir dünya kurmasına yardımcı olmaktır. Çünkü sanat insan ve kâinatı bir mizaca göre yeniden yorumlamaktır.

Yazar 1948-1952 yılları arasında altmış dört, 1953-1963 yılları arasında on sekiz olmak üzere toplam seksen iki hikâye kaleme almış ve bu hikâyelerinde hayatın normal akışını değiştiren olaylarla karşılaşan bireylerin çaresizliklerini, bunalımlarını, sevinçlerini, kederlerini ve bu durumların karşısında yaşama arzularıyla iradelerini ortaya koymalarını anlatmıştır. “Oğlumuz” adlı hikâyede gençlik dönemi, “Buhran”da evli kahramanın başkasına duyduğu duygusal ilgi gibi sıradan olaylar kahramanların iç dünyalarına yönelmelerini sağlamakla görevlidir. Aslında bu olaylar ferdî, içtimaî ve ailevî görünümler arzeder. Genellikle fert hayatın normal akışı içerisinde iç dünyasındaki zenginliğin farkında değildir. İnsanın her anını daha önceki milyonlarca kırıntının ürünü olarak gören yazar, yaşanılan olayın geçmişte yaşananlarla ilgisini göstermek bakımından sık sık geriye dönüşlere başvurur. Tarık Buğra yazı hayatı boyunca yirmiden fazla roman kaleme almakla beraber bunların ancak yarısı kitap olarak yayımlanmış, diğerleri çeşitli gazetelerde tefrika halinde kalmıştır. En tanınmış eserleri arasında yer alan Küçük AğaYağmur BeklerkenDönemeçte adlı romanlarında olaylar Akşehir ve Hisarlı gibi Orta Anadolu kasabalarında geçer, fakat bu küçük mekânlar büyük mekânların bütün özelliklerini taşır.

Tarık Buğra, hikâyelerinde yoğun biçimde ferdin yeniden doğuşu anlamına gelen dönüm noktaları üzerinde durduğu gibi OsmancıkKüçük AğaFiravun İmanıYağmur BeklerkenDönemeçte ve Gençliğim Eyvah adlı romanlarında Türk tarih ve sosyal hayatının dönüm noktası kabul ettiği dönemleri ele alır. Kahramanların kişileşme mücadelelerine bağlı olarak birey ile toplum arasındaki münasebeti ve dönemin ekonomik, sosyal ve kültürel problemlerini anlatır. Osmancık’ta toplum ile fert arasındaki ilgi Osman Bey’in Osmancık, Osman Bey, Osman Gazi Han dönemlerine bağlı olarak toplumun da aşiret, devlet ve imparatorluk düşüncesine ulaşma dönemleri arasındaki paralel görünümle sağlanır. Romanda dönemin yaşama tarzına ait ekonomik ve geleneksel unsurların yanı sıra imparatorluğu oluşturacak devlet anlayışına da yer verilir.

Küçük Ağa ile Firavun İmanı yazarın üzerinde en çok durulan eserleridir. Küçük Ağa’nın konusu toplumsal bir dönüm noktasının ifadesi olarak görülen İstiklâl Savaşı’dır. Eserin aynı konuyu işleyen birçok romandan farkı olaylara dönemin penceresinden bakılması ve insanların, yıllar süren mağlûbiyetler neticesinde millî iradeye cevap verme fonksiyonu zayıflamış olan altı yüzyıllık bir otorite ile kurtuluş iddiası taşıyan ve kimler tarafından açıldığı bilinmeyen yeni bir bayrak arasında karar verme mecburiyetinde kalmasından kaynaklanan bir iç çatışmanın yansıtılmasıdır. Yazar burada Küçük Ağa ile Çolak Salih’in şahsiyetlerinde milletçe gerçekleştirilen yeniden doğuşu ortaya koyar. Olayların fikrî sahada bir nevi devamı gibi görülen, Sakarya Savaşı’nın öncesi ve sonrasının ele alındığı Firavun İmanı’nda ise savaş sonrası bocalamanın sebepleri ortaya konulmaya çalışır.

Yağmur Beklerken’de, Türk demokrasi hayatı içerisinde önemli bir yeri olan ve ikinci bir dönemeç olarak görülen Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşu ve kendini feshedişiyle o sırada yaşanan büyük bir kuraklık olayı arasında paralellik kurulur. Dönemeçte’de Türkiye’nin çok partili sisteme geçiş döneminin çalkantıları üzerinde durulur. Yazar diğer romanlarında olduğu gibi burada da olayları Orta Anadolu’nun küçük bir kasabasına açtığı pencereden seyreder; küçük kasaba insanlarının kültürlerini, törelerini, ekonomik durumlarını, yöneten ve yönetilen ilişkilerinden doğan tedirginliklerini anlatır. Gençliğim Eyvah’ta 1970’li yılların Türkiye’sini kasıp kavuran anarşinin yol açtığı yıkımlar sosyal bir dönemeç olarak gösterilir. Yazara göre 1970’li yıllarda yaşanan olaylar Türkiye’nin bir başka dönüm noktasıdır. Tarık Buğra’nın diktatörlüklere karşı tavrını ortaya koyan romanlarından biri Siyah Kehribar’dır. Dünyanın En Pis Sokağı’nda ise kan davasından vazgeçme meselesi üzerinde durulur. Akümülatörlü Radyo adlı tiyatro eserinden roman haline getirilen Yalnızlar, irade gücünü temsil eden Doktor Rıza ile hayatın gerçeklerinden kaçan Murat arasındaki çatışma üzerine kurulmuştur. Şahsiyeti engellemesi, insanı ve insanlığı köle haline getirmesinden dolayı bazı eserlerinde ve yazılarında diktatörlüğe karşı çıkan yazar, ilk adı Peşte 56 olan Ayakta Durmak İstiyorum adlı oyunun konusunu Macarlar’ın 1956 yılında komünizme karşı çıkışından alır. İbiş’in Rüyası yazar tarafından oyunlaştırılmış ve Ekim 1972’de Devlet Tiyatroları’nda sahnelenmiştir. Eserin birinci derecedeki kahramanı Nahit, Türk tiyatrosunun ünlü aktörü Komik-i Şehir Naşit’i çağrıştırır. Aptal ve şapşal görünüşlü, gerçekte zeki, fedakâr ve gönlü zengin bir halk tipi olan İbiş rolüyle sahneye çıkan Nahit komediyi paskallığa dökmeden ortaya koyan bir sanatkârdır. Eser Nahit ile Hatice arasındaki duygusal ilişkiye bağlı olarak Hatice’nin iç dünyasındaki sanat gücünün birtakım iç çatışmaları sonunda ortaya çıkarılışını ve aktörlük dünyasına ait bazı durumları yansıtır. Makale ve fıkralarından seçtiği yazılarını topladığı Düşman Kazanmak Sanatı’nda yazar sanat, edebiyat ve dil hakkındaki görüşlerini ortaya koymaktadır. Bunlar arasında yazarın yetiştiği muhit, ilk hikâyeleri, Küçük Ağa’nın hikâyesi ve Küllük hakkında anlattıkları dikkat çekicidir. Türkiye gazetesinde “Pazar Sohbetleri” başlığı altında yazdıklarından oluşan Bu Çağın Adı’nda sanat, edebiyat ve dil meselelerinin yanı sıra Güneydoğu, 12 Mart gibi siyasal-sosyal konularla ilgili yazılarına da yer verir. Tarık Buğra zaman zaman İstanbulHareket ve Hisar dergilerinde sanat ve edebiyatla ilgili yazılar da yazmıştır.

Eserleri. Roman: Yalnızların Romanı (Çınaraltı, 5 Mayıs - 9 Haziran 1948), Aşk Esirleri (Milliyet, 30 Eylül - 9 Aralık 1950), Tetik Çekildikten Sonra (Akın, 29 Ağustos - 8 Ekim 1951), Ofsayd (Akın, 10 Ekim - 13 Kasım 1951), Sonradan Yaşamak (Vatan, 16 Şubat - 23 Mayıs 1953), İnce Hesaplar (Milliyet, 19 Mart - 3 Mayıs 1953), Abaza Paşa’nın Rüyası (Bursa Hâkimiyet, 27 Eylül 1955 - 7 Şubat 1956), Şehir Uyurken (Bursa Hâkimiyet, 4 Haziran - 22 Eylül 1956), Yanıyor mu Yeşil Köşkün Lâmbası (Yeni Gün, 11 Nisan - 31 Mayıs 1957), Ölü Nokta (Yeni İstanbul, 23 Nisan - 10 Haziran 1958), Çolak Salih (Tercüman, 15 Mayıs - 5 Temmuz 1984), Siyah Kehribar (1955), Küçük Ağa (1963), Küçük Ağa Ankara’da (1966), İbiş’in Rüyası (1970), Firavun İmanı (1978), Bir Köşkünüz Var mı? (1978), Gençliğim Eyvah (1979), Dönemeçte (1980), Osmancık (1983), Dünyanın En Pis Sokağı (1989).

Hikâye: Oğlumuz (1949), Yarın Diye Bir Şey Yoktur (1952), İki Uyku Arasında (1954), Hikâyeler (1964).

Tiyatro: Ayakta Durmak İstiyorum (1966), Üç Oyun (Akümülatörlü Radyo [Dört Yumruk]Ayakta Durmak İstiyorumYüzlerce Çiçek Birden Açtı, 1979), İbiş’in Rüyası (1982), Güneş ve Arslan, Sıfırdan Doruğa (1988).

Röportaj: Gagaringrad Moskova Notları (1962).

Fıkra ve Makale: Gençlik Türküsü (1964), Düşman Kazanmak Sanatı (1979), Bu Çağın Adı (1979), Politika Dışı (1992).

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Orhan Şaik Gökyay - Yas