Sabahtan beri yürüyorduk. Düşe kalka geçtiğimiz sarp
keçi yolları bazen sel yarıkları içinde kayboluyor, bazen sık fundalıklardan
ayrılarak, dibinde sivri sivri çam tepeleri görünen karanlık çukurlara
sapıyordu. Ayı avına gidiyorduk. Kılavuzum Kumdere köyünün en namlı
nişancılarındandı. Beraber tırmanacağımız yüksek ormanlı dağların daha çok
uzağındaydık. Vakit vakit ince bir yağmur serpeliyordu. Güneş yoktu. Nihayetsiz
mor bir kubbeyi andıran dumanlı gökten sonsuzluğun geçmiş saatlerini hatırlatır
gamlı guguk sesleri aksediyordu. Artık iyice yorulmuştum. Omzumdaki martin
gittikçe ağırlaşıyordu.
— Biraz dinlensek, dedim.
Kılavuzum güldü. Onun kır çember
sakallı şen çehresi pembeleşti:
— Kesildin mi? diye sordu.
Sırtında çiftesi ile üç günlük
yiyeceğimizden başka benim kebemi de taşıyan bu dinç köylüye yorgunluğumu
söylemedim.
— Ha biraz gayret! Yarın başına bir
çıkalım, oradan öte Akkovuk’a kadar yol iyidir, dedi.
— …
Yarım saat daha tırmandık.
Ayaklarımızın altından küçük taşlar, kireçli topraklar dökülüyordu.
Gayet büyük bir çam ağacının yanına
gelince kılavuzum:
— İşte yarın başı, dedi.
Yerler çamurdu. Çiseleyen yağmurun
dallara çarpan damlaları derin bir fısıltı çıkarıyordu. Ben hemen çöktüm. Çamın
kalın gövdesine arkamı dayadım. Cebimden paketimi çıkardım. Sırtından yükünü
indiren ihtiyar avcıya uzattım:
— Yak bir cıgara bakalım!
Ağır bir tavırla:
— Burada tütün içilmez, dedi.
Sordum:
— Niçin? Namazgâh mı burası?
— Hayır!
— Ya ne?
Başını salladı. Gizli bir şey
söylüyormuş gibi yavaşça:
— Burası Yalnız Efenin sır olduğu
yerdir, dedi.
Serin bir rüzgâr yağmurun
fısıltısını çoğaltarak esiyor, üstümüzdeki siyah bir çadır gibi açılan çam
dallarını titretiyordu. Anadolu’nun bu yalçın ufuklu, bu boş, bu kayalık, bu
korkunç tarafı, Bozdağı’na giden bu ıssız yol eskiden beri eşkıya uğrağı idi;
bunu bilmiyordum. Ben tenha bir geçidin gizli bir köşesinde uyuyan küçük bir
köyde doğdum. Ger Ali’nin, Köroğlu’nun, Develi’nin, Cellav’ın menkıbeleri
içinde büyüdüm. Bilmem onun için mi, eşkıya hikâyelerini dinlemeyi pek severim.
Paketimi cebime soktum.
— Anlat bana baba, bu Yalnız Efe kim,
nasıl sır oldu? dedim.
İhtiyar avcı torbasının yanına
bağdaş kurdu, çiftesini kucağına uzattı. İri ela gözleriyle dik yarın keskin
kenarına, karşıdaki yağmurla ıslanarak koyu kan rengine giren derin granit
uçurumlara baktı, baktı. Sonra bana döndü:
— Anlatayım. Ben şimdi elli yaşını
geçiyorum. O vakit pek ufaktım. Onu gören kadınları dinlerim. Kendisi hiç
erkeğe gözükmezdi.
— Niye gözükmezdi?
— Çünkü kızdı.
— Kız mıydı?
— Evet.
Hayretim boşuna gitti. Geçmişi
seven, bütün harikaları geçmişte sanan, geçmişi kutsayan her yaşlı köylü gibi
masum bir şevkle hikâyesine devam etti:
— Dağa çıktığı zaman daha on altı
yaşındaymış. Babası gençliğinde bizim köye göçmüş, kızından başka kimsesi
yokmuş.
Bu adam, bir gün nasılsa Eseoğlu’nun
çiftliğinden geçer. Oradaki yabancı korucuların birinde alacağı varmış, onu
ister. Vermezler. O da galiba kötü bir laf söyler. Hemen zavallıyı öldürürler.
Kızı duyunca babasının ölüsüne gider. Ağlamaz, sızlamaz. Kimin vurduğunu anlar.
Sonra kazaya gelir, hükümete koşar. “Babamı vuran filandır, tutun!” der.
Aldıran olmaz. Kız yine köye dönmez. O vakit, nereden geldiği, nereli olduğu
belli olmayan sarhoş bir zaptiye mülazımı varmış, Eseoğlu’nun ahbabıymış. Kız
her gün onu tutar, “Babamı vuranı daha tutmayacak mısın?” diye sorar. Bir gün
bu sarhoş, kızcağıza öfkelenir, ağzını bozar, “Bre kahpe, bir daha buraya
gelirsen senin kafanı kırarım!” der. Kız korkmaz, zaptiyelerin yanında ona:
“İşte bunlar da şahit olsun. Sen bugün babamı vuranı tutmazsan ben seni
öldüreceğim!” der. Zaptiye mülazımı bu lafa bütün bütün gazaplanır, fırlar.
Yörük’ün kızını iyice döver, zaptiyelere sokağa attırır.
Kız bir zamanlar görünmez olur…
Bir gün sarhoş mülazım, Eseoğlu’nun
verdiği bir ziyafete giderken kafasına bir kurşun yer; hemen orada can verir.
Vuranı ararlar bulamazlar. “Yörük’ün kızı vurdu” diye bir laf olur. Ama buna
kimse inanmaz. Herkes onu İzmir’e birinin yanına evlatlık gitti sanır. Fakat
bir hafta geçmeden, Yörük’ü öldüren korucu da vurulur. Biraz sonra hükümete
Yörük’ün davasını hasıraltı ettiren çiftlik sahibi Eseoğlu’nun boğazlanmış
ölüsünü bağdaki yatağında bulurlar. Kasabalı ağaların çiftliklerine koruyucu,
hergeleci, çoban gibi gelip silahsız ahali içinde tüfekle gezen ne kadar
yabancı varsa yavaş yavaş hepsi vurulmaya başlar. İş o dereceğe varır ki,
yabancılar yalnız kıra çıkamaz olur. Nihayet takım takım buralarını bırakırlar,
kendi yurtlarına dönerler. Zalim zaptiyeleri, köylüyü soyan memurları, rençperi
dolandıran madrabazları hiç görünmeden öldüren bu efenin kim olduğu bir zaman
anlaşılmaz.
Bu efe tek başına. Yanına uşak filan
almaz. Müracaat edenleri ters yüzüne çevirir. İşte bunun için köylüler ona “Yalnız
Efe” derler. Tam on beş sene Yalnız Efe’nin yüzünü kadınlardan başka kimse göremez.
Dağda erkekle karşılaşınca, uzaktan “Gözlerini yum!” diye bağırırmış, sonra
yanına gelirmiş. Kim gözünü açarsa hemen öldürürmüş. Gözünü açmayan erkeğe “Size
zulüm eden kim? Rüşvet alan memurunuz var mı?” diye sorarmış. Onun korkusundan
ilçede kimse kötülük yapamazmış. Zenginlere, kadınlarla haber gönderir: “Filan
fakire yardım ediniz. Filan öksüzü evlendiriniz. Filan köprüyü yapınız. Filan
köyde bir mektep kurunuz.” gibi emirler verirmiş. Hem çok sofuymuş. Benim
teyzem bir gün odundan gelirken onu görmüş. Anlatırdı. Başında yeşil bir namaz
bezi sarılıymış. Arkasında erkek elbisesi varmış, yamaçta namaz kılıyormuş. Peri
gibi güzelmiş…
Evet, bir zaman onun korkusundan
kimse kimseye haksızlık edemez olmuş. Haksızlığa uğrayan düşmanını, “gider
Yalnız Efe’ye söylerim!” diye korkuturmuş. On beş sene ne köyümüze, ne ilçemize
yabancı, yağmacı gelmez olmuş. Mahsulün onda birini vergi olarak alanlar, sürüdeki
hayvanları sayıp vergisini toplayanlar, tahsildarlar, zaptiyeler köylerde kuzu
gibi namuslu dolaşırlarmış. Rüşvet değil ikram olunan yemişi bile kimse almaya
cesaret edemezmiş.
Yalnız Efe’den kimsenin şikâyeti
yokmuş. Ne kimseyi dağa kaldırmış, nede fidye istemiş. İstediği hep fakirler,
kimsesizler, dullar, öksüzler içinmiş. Camiine bakmayan köye haber gönderir;
“Gelecek Ramazana kadar mescitlerini tamir etmezlerse samanlıklarını yakarım.”
dermiş. Onun sayesinde camiler şenlenmiş, köylü zulümden kurtulmuş. Öksüzlerin,
yoksulların yüzü gülmüş. Her köyün korusunda gizli bir ağaçta bir heybe asılıymış.
Köy halkı bu heybe boşaldıkça içine sucuk, şeker korlarmış. Yalnız Efe’nin kaza
içinde belki elli dalda heybesi varmış. Kimseye ağırlık olmaz, kimseyi
sıkıştırmaz, herkesin gönlünden kopanla geçinirmiş.
Uzatmayalım… İşte tam o sırada Söke
tarafında gayet azgın bir Rum eşkıyası türer. Devlet bu haydutlara karşı bir
nizamiye taburu çıkarır. Döne dolaşa bu tabur bizim tarafa da gelir. Rumların
izlerini bir türlü bulamazlar. Kasabada Yalnız Efe’nin namını işitirler. Boş
durmamak için onu tutmaya kalkarlar. Yerli zaptiyeler kılavuzluğu kabul
etmezler. Yalnız Efe bunu haber alır. Bozdağı’na geçmek ister. Bir bölük asker
ondan evvel davranır, arkadan dolaşır, Akkovuk’u tutar. Bir bölük askerde
aşağıdan çıkmaya başlar. Yalnız Efe’yi tam burada sıkıştırırlar. “Teslim ol!” derler.
Yalnız Efe: “Siz askersiniz, benim kardeşlerimsiniz, canınızı yakmak istemem.
Savulun, yoluma gideyim!” der. Dinlemezler. Üzerine ateş ederler. Yalnız Efe
birkaç askeri elinden, kolundan, kulağından hafifçe yaralar. Tekrar: “Asker
kardeşler, bırakın beni. Sizin canınızı yakmak istemem!” diye haykırır. Yine
dinlemezler. Akkovuk’tan gelip de geçidi saran bölük de ateşe başlar. İki ateş
arasında kalınca: ”Asker kardeşler, benim yüzümden birbirinizi vuracaksınız. Ben
gidiyorum, ben artık yoğum. Ateşi kesin, yürüyün, buluşun!” diye haykırır. Bir
zaman daha yaylım ederler. Nihayet Yalnız Efe’nin sesi kesilince vuruldu
sanırlar. Yavaş yavaş yürürler. Dik yolun önünü arkasını adım adım ararlar.
İşte bu çamın dibinde Yalnız Efe’nin martini ile geyik postu seccadesinden,
yeşil namaz bezinden başka bir şey bulamazlar.
O vakitten beri Yalnız Efeye rastgelen
yok. Yazın yamaçlarında hayvanlarını süren Yörükler buraya her gece nur inerken
gördüklerini yemin ederek anlatırlar.”
Akkovuk’a biraz erken yetişmek için
davranmak icap ediyordu. Yağmur dinmişti. Kalktım, martinin kayışını omzuma
geçirdim. İhtiyar, yemek torbasını, kebeyi sırtlıyordu. Yürüdüm. Yarın kenarına
geldim. Aşağısı baş döndürecek kadar derin bir uçurumdu. Yeni geçmiş bir kâbus
gecesinden kalma korkunç rüyaları andıran parça parça sisler, birbirine
karışmış çamlarla kayaları örtüyordu. Yanıma yaklaşan kılavuza:
— Yalnız Efe askerin eline düşmemek
için buradan kendisini aşağıya atmış olmalı, dedim.
— Haşa! Tövbe! O Allah’tan korkardı.
Dini bütündü, diye reddetti.
— Ee, havaya uçmadı ya!
— Sır oldu!
Gülerek sordum:
— Ne biliyorsun?
İri ela gözlerini kırptı.
Delillerinden emin olan sade insanlara ait saf bir inançla:
— Ne bilmeyeceğim? Sır olmasa buraya
her gece nur iner mi? dedi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder