Biyografiler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Biyografiler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Ağustos 2024 Pazar

Hoca Dehhani

 

Dehhânî’nin hayatına ilişkin elimizdeki bilgiler sınırlı ve bunların birçoğu da tartışmalıdır. 


Kaynaklarda aslen Horasanlı olduğu, Anadolu’ya geldiği, bir müddet burada yaşadıktan sonra Horasan’a döndüğü belirtilmiştir. Köprülü, Dehhânî mahlasındaki “dehhân” kelimesinin anlamından hareketle onun “nakkaş” olabileceğini ve XIII. yüzyılın sonunda Anadolu Selçuklu hükümdarı III. Alâeddîn Keykubâd devrinde Anadolu’ya geldiğini yazmıştır. Ömer Faruk Akün, şiirlerindeki kimi kavramlardan hareketle şairin 1361 yılında hayatta olduğunu ileri sürmüştür. Şeyhoğlu Mustafâ’nın 1401 yılında yazdığı Kenzü’l-Küberâ’sındaki “merhûm Hoca Dehhânî” ibaresinden hareketle şairin bu tarihten önce vefat ettiğinin kesin olduğunu, ancak bunun ileri sürülen bütün tahminleri de kapsadığını belirtmiştir. Son dönemde yapılan bir araştırmada ise Dehhânî’nin XIV. yüzyılın ilk çeyreğinde doğduğu ve yüzyılın sonuna doğru vefat ettiği kanaati güçlenmiştir.

14 Ağustos 2024 Çarşamba

Süleyman Nahifi'nin Hayatı ve Eserleri

 

Asıl adı Süleyman'dır. İstanbul'da dünyaya geldi. Doğum yılı 1076/1665-66 olarak tahmin olunmaktadır. Dedesi Abdurrahman b. Sâlih, babası ise Abdurrahman b. Muhyî'dir. 

10 Ağustos 2024 Cumartesi

Kayıkçı Kul Mustafa

 


Hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. Doğduğu yer ve tarih bilinmemekte, sadece ölümünün 1658’den sonra olduğu tahmin edilmektedir. Gençliğinde Murat Reis’in (ö. 1610) yanında Cezayir’de Garp ocaklarında bulunduğu için Kayıkçı lakabını aldığı söylenmektedir. Daha sonra İstanbul’a gelip Yeniçeri Ocağı’na girmiş ve birçok savaşa katılmıştır. 

31 Temmuz 2024 Çarşamba

Hacı Bayram Veli

Asıl adı, Numan bin Ahmed, lakabı "Hacı Bayram"dır. 1352 (H. 753) tarihinde Ankara’nın Çubuk Çayı üzerinde Zülfadl (Sol-fasol) köyünde doğdu. Hacı Bayram-ı Veli, 14. ve 15. yüzyıllarda Anadolu’da yetişti. Eserlerini diğer Hacı Bektaş-ı Veli yoldaşları gibi Türkçe olarak yazarak Türkçe kulanımını Anadolu'da önemli şekilde etkiledi.

Nedim



İstanbul’da muhtemelen 1092 (1681) yılında doğdu. Adı Ahmed’dir. Babası, Sultan İbrâhim devri kazaskerlerinden Merzifonlu Mustafa Muslihüddin Efendi’nin oğlu Kadı Mehmed Efendi, annesi, İstanbul’un fethinden itibaren devlet hizmetinde bulunan Karaçelebizâdeler ailesinden Sâliha Hatun’dur. Dedesi bazı çirkin lakapları yüzünden Mülakkab Mustafa Efendi diye tanındığı için Nedîm’den de zaman zaman Mülakkabzâde diye bahsedilmiştir. Aile çevresinde iyi bir eğitim gördü. Dönemin klasik ilimleri yanında Arapça ve Farsça öğrendi. Tahsilini tamamladıktan sonra Şeyhülislâm Ebezâde Abdullah Efendi’nin de bulunduğu bir heyet tarafından yapılan imtihanda hariç medresesi müderrisliğini elde etti. III. Ahmed döneminin (1703-1730) başlarında şiirleriyle tanınmaya başlayan Nedîm daha sonraki yıllarda bazı devlet adamlarının yakın çevresine girdi, kendilerine kasideler sunarak dostluklarını kazandı. Özellikle Lâle Devri’nin ünlü veziri Nevşehirli Damad İbrâhim Paşa’nın hemen her faaliyeti için devrin diğer şairleri gibi Nedîm de kıta ve kasideler yazdı; paşa da kendisini daima gözetip kolladı. Kütüphanesinin hâfız-ı kütüblüğünü yaptığı İbrâhim Paşa tarafından kurulan tercüme heyetlerinde görev alan Nedîm meslek hayatında da çabuk ilerledi, 1138’de (1726) hariç medresesi müderrisliğinden Mahmud Paşa Mahkemesi nâibliğine getirildi. 1139’da (1727) Molla Kırîmî Medresesi’nde, 1140’ta (1728) Nişancı Paşa-yı Atîk Medresesi’nde görev yaptı. Bir yıl sonra Sahn-ı Semân medreseleri müderrisliğine yükseldi. Lâle Devri’yle birlikte Nedîm’in de sonunu hazırlayan Patrona Halil İsyanı patlak verdiğinde Sekban Ali Paşa Medresesi’nde müderristi.

28 Temmuz 2024 Pazar

Köroğlu

 


Nereli olduğu tam bilinmeyen, hikâyelerinde de bu konuda açık bilgi bulunmayan Köroğlu’nun Doğu Anadolu-Âzerî rivayetinin ilk kolunda babasının Muradiye şehrinden olduğu belirtilmekte, Bolu beyi kolunda geçen, “Neslimize Murat Hanlı diyorlar” mısraıyla da bu durum doğrulanmaktadır. Hazar ötesi Türkmen rivayetinde Köroğlu’nun bu Türkmenler’e mensup Teke oymağından geldiği bildirilirse de Türkmenler’in Köroğlu hikâyelerini Güney Azerbaycan Türklerinden öğrenip kendi destanları haline getirdikleri, Hazar Türkmenleri’nden bahseden Şecere-i Terâkime ve Şecere-i Türk gibi eserlerde de Köroğlu’nun adının geçmediği dikkate alınırsa bunun yakıştırma olduğu anlaşılır.

26 Temmuz 2024 Cuma

Aşık Ömer

 


Aşık Ömer, 17. yüzyılın en önde gelen adlarından biridir. Kendi şiirlerinden yola çıkan araştırıcılar onu gerçek bir mekana bağlayamamışlardır. En eski divanındaki, 

"Vatan-ı aslimiz Aydın ilidir" , ve "Tehi sanman Ömer Gözlevelidir"gibi mısralar, onun gerçek doğum yerini ortaya koymamıza engel teşkil etmektedir. Aydın, Kırım ve Konya’da üç ayrı Gözleve’nin var olması, araştırıcıları sık sık fikir değiştirmeye yöneltmiştir. Şükrü Elçin, çok eski bazı kaynaklardan yola çıkarolabileceğini ifade etmektedir.

Şükrü Elçin’in kaynak olarak ele aldığı Dr. Üzbek Bayçura’nın bilgilerine göre, babası kürk ticaretiyle uğraşan Abdullah adlı bir kişidir; annesinin adı ise Şerife’dir. Doğum tarihini 1619 ve 1621 olarak veren kaynaklar tahminden öte gidememektedir. 

Adı Ömer olup bir ara, Adli mahlasını da kullanmıştır. Medreseye devam eden Ömer burada sarf, nahiv, mantık, maani, Arapça, Farsça, tefsir ve Dürer okumuştur. Hafız’ı, Sadi’yi burada öğrenmiş, şiirinin bilgi hazinesini burada zenginleştirmiştir.

ek çok yerler dolaşan Ömer’in Divan’ında, “Hafız Aşık Ömer” ibaresinin yer alması, çeşitli kaynaklarda saz çaldığının kayıtlı olması, onun değişik cephelerini ortaya koymaktadır.

1707’de öldüğüne dair söylenen tarihi ihtiyatla karşılayan EIçin, bu tarihin daha sonraki bir yıl olması gerektiği görüşündedir.

Şairname’sinde, Şerifi adlı şairden bahsederken kullandığı şu ifadeler, bu kişinin Ömer’in hocası olduğu şeklindeki görüşleri kuvvetlendirmektedir:

"Şerifi değil mi cümleye üstad / Ol değil mi bizi eyleyen irşad"

Safayi tezkiresinde, Şerifi’nin Kırımlı olduğu, İstanbul’da tahsilini tamamladıktan sonra Rumeli’ye gittiği söylenmektedir.

O, aynı yüzyılın aşıklarından Kul Mustafa, Katibi, Bursalı Halil, Gayri, Hayri ve Sadık’ı beğenmektedir; birincisine söylediği nazireler bunun güzel örnekleridir. Şiirlerine nazire söylediği diğer şairler arasında Karacaoğlan, Kuloğlu, Yazıcı gibi adlar da yer almaktadır. Klasik şairlerimizden Ahmed Paşa, Fuzuli ve Atai’nin şiirlerine nazireler yazması; gazel, murabba, kalenderi, satranç, müstezad gibi şekillere örnekler vermesi, Ömer’deki, yüzyıla hakim olan klasik şiire yönelme arzusunun en güzel örneğidir.

Zamanında ve daha sonraki yüzyılda oldukça şöhretli bir şair olan Ömer’e; Abu, Hasan, Levni, Ruhi, Siyahi, Şevkat gibi şairler nazire yazmışlar, Aşık Nihani de bir medhiye söylemiştir.

Ayvansaraylı Hafız Hüseyin tarafından 1782’de, Aşık Ömer Divanı adıyla bir araya getirilen şiirler arasında; koşma, destan, semai ve varsağı şeklinde söylenen heceli örnekler daha azdır. Ömer’in en çok bilinen şiiri, otuz sekiz dörtlükten meydana gelen ve 105 şairin adının sayıldığı Şairname’sidir. Burada sadece on yedi saz şairinin adının zikredilmesi, Arap ve Acem şairlerinin yanında klasik şiirimizle tekke şiirimizin ünlü adlarına daha fazla yer verilmesi düşündürücüdür. Aşık Ömer’den, Gubari ve Hızri’nin Şairname’lerinde sadece ad olarak söz edilmiştir. On dokuzuncu yüzyılda yazılan Şairname’lerden Ruhsati’ninki ile 20. yüzyılın şairname yazarlarından Feryadi, Emsali, İsmeti, Kangallı Noksani ve Talip Kılıç’ın eserlerinde de Ömer’e yer verilmiştir.

24 Temmuz 2024 Çarşamba

Gevheri

 


Doğum yeri ve tarihi belli değildir; her iki hususta da farklı görüşler ileri sürülmüştür. M. Fuad Köprülü, Kırım Hanı Selim Giray’a yazdığı bir methiyeden dolayı şairin Kırımlı olduğunu; Saim Sakaoğlu ise İstanbullu olması ihtimalinin daha kuvvetli olduğunu söylemektedir. 

XVII. yüzyılın ikinci yarısında şöhret kazanan Gevherî’nin aynı yüzyılın ilk yarısının sonlarına doğru dünyaya geldiği kanaati yaygındır. Ancak onun saz şairi Kâtibî ile çağdaş olduğunu, daha geç bir tarihte doğduğunu söyleyenler de vardır.

Gevherî’nin adı da tartışma konusudur. Bir şiirinde geçen, “Gevherî ta‘birdir Mustafa ismim” mısraından adının Mustafa olduğu anlaşılmaktadır. Sakaoğlu ise  şairin gerçek adının Mehmed olduğunu kesin bir dille ifade etmektedir.

Gevherî ile ilgili öncekilerden farklı bazı bilgiler Nihad M. Çetin tarafından ortaya atılmıştır. Çetin, Gevherî’nin Amasya’nın Gümüş kasabasında bulunan gümüş madeninde maden eminliği görevini yürüttüğünü, yakın zamana kadar şairin Saray adını taşıyan konağının Amasya’nın Gümüşhacıköy ilçesinde bulunduğunu ve kendi annesi tarafından dedesi Gevherîzâde Abdülvehhâb Efendi’nin de Gevherî’nin torunu olduğunu söylemektedir. Ayrıca Gevherî’nin adının kesin olarak Mustafa olduğunu ileri süren Çetin, şairin divanının dedesi Abdülvehhâb Efendi’ye intikal ettiğini, ancak daha sonra Sivas’ta satıldığını belirterek birinde “Gevherî” adının ve 1260 (1844) tarihinin yer aldığı üç mührün de klişelerini yayımlamıştır. Ancak 1260 tarihini taşıyan mührün, XVIII. yüzyılın ilk yarısında öldüğü kabul edilen Gevherî’ye ait olması mümkün görünmemektedir. Nihad Çetin, yine dedesi Abdülvehhâb Efendi’nin verdiği şifahî bilgilerden hareketle Gevherî ve Gevherî’nin oğlu Ahmed Efendi’nin Merzifon’da Abdürrahîm-i Rûmî Türbesi’nin hazîresinde medfun olduklarını belirtmektedir. Bu yeni bilgiler ikinci bir Gevherî’nin varlığını düşündürecek mahiyettedir.

Genellikle kabul edildiğine göre Gevherî IV. Mehmed, II. Süleyman, II. Ahmed ve II. Mustafa devirlerini gören şair ve hattat Mehmed Bahri Paşa’nın divan kâtipliğini yapmış, görevli olarak bir süre Şam ve Bağdat’ta bulunmuştur. İyi bir medrese tahsili gördüğü ve hayatının daha çok İstanbul’da geçtiği söylenebilir. İki manzumesinden hareketle şairin IV. Mehmed’in 1663 ve 1683 yıllarındaki Avusturya seferlerine katıldığı belirtilmekteyse de onun bu seferlere katılmadığını, seferlerin başarıyla sonuçlanması yolundaki temennilerini dile getirmek için bu manzumelerini İstanbul’da yazdığını kabul etmek gerçeğe daha uygun görünmektedir. Gevherî’nin bir ara Rumeli serhadlerinde de bulunduğu ve Eğri Kalesi alay beyi olan büyük babası Ahmed Ağa’ya şehâdetinden dolayı Eğri’de bir mersiye yazdığı, İbrâhim Naîmüddin’in Hadîkatü’ş-şühedâ adlı eserinde kayıtlıdır. Gevherî’nin gezgin saz şairi olmadığı, ancak zaman zaman resmî görevleri sebebiyle İstanbul dışına çıktığı şiirlerinden anlaşılmaktadır.

M. Fuad Köprülü, şairin hayatının son yıllarına doğru yazdığı tahmin edilen bir koşmasında geçen, “Bin yüz yirmi yedi üstüne tarih” mısraından hareketle bu tarihten (1715) kısa bir süre sonra öldüğünü belirtmektedir. Aynı manzumeye başka bir cönkte rastlayan Hikmet Dizdaroğlu ise manzumenin son dörtlüğünde yer alan, “Sene bin yüz elli yazıldı târih” mısraına dayanarak şairin bu tarihten (1737) sonra öldüğünü kabul etmenin daha uygun olacağını söylemektedir. Bu tarihler Gevherî’nin -XVII. yüzyılın ilk çeyreğinde doğduğu kabul edilirse- yüz yıl veya daha fazla bir süre yaşadığını göstermekte, bunun kabul edilmesi ise pek mümkün görünmemektedir. Ancak bu farklı görüşlerden hareketle şairin XVII. yüzyılın ilk yarısının sonlarında doğduğu ve III. Ahmed devrinden (1703-1730) kısa bir süre sonra öldüğü kabul edilebilir.

XVII. yüzyıl Türk saz şiirinin büyük gelişmeler gösterdiği bir dönemdir. Oldukça güçlü saz şairlerinin yetiştiği bu yüzyılda Gevherî’den başka Karacaoğlan ve Âşık Ömer gibi şöhretleri günümüzde de devam eden isimler bulunmaktadır. Gevherî’nin şiirleri, XVII. yüzyılın ikinci yarısından XX. yüzyılın başlarına kadar Anadolu, Rumeli ve Azerbaycan’da sevilerek okunmuş, çeşitli mecmua ve cönklerde yer almıştır. Şiirlerini yazarken diğer saz şairleri gibi gelenekten faydalanan Gevherî vezin, kafiye ve şekil gibi dış unsurlardan ustaca faydalanmış, gördüğü eğitimin de etkisiyle şiirlerinde yazı diline oldukça yaklaşan, çağdaşı saz şairlerine göre ağır sayılabilecek bir Türkçe kullanmıştır. Koşma ve semâilerinde o dönemdeki halk Türkçe’sinin zenginlik ve incelikleri görülürken aruzla yazdığı divan, kalenderî, gazel ve müstezadlarda dilinin aynı derecede zengin olduğu söylenemez. Onun şiirlerinde görülen terkipler, yaşadığı dönemdeki diğer halk şairlerinde olduğu gibi divan edebiyatının etkisinde kalmasından ileri gelmektedir. Bu etki şairin sık sık kullandığı teşbih ve mecazlarda da kendini gösterir. Ancak divan edebiyatı nazım şekilleriyle yazmış olan diğer halk şairleri gibi Gevherî’nin şair kişiliğini de daha çok âşık tarzı şiirlerinde aramak gerekir.

Gevherî’nin şiirlerinde süratli, kontrolsüz ve kolay yazmaktan ileri geldiği tahmin edilen kusurlara sık rastlanmaktadır. Kafiyelerin zayıf oluşu, durak hataları ve ölçünün tam teşkil edilemeyişi bu hataların başlıcalarıdır. Bunların bir kısmının müstensihlerden kaynaklandığı kabul edilse bile çoğunun şaire ait olduğu muhakkaktır. Hece vezniyle yazdığı şiirler, çağdaşı olan Karacaoğlan ve Âşık Ömer’in şiirleriyle karşılaştırıldığında bu durum daha açık bir şekilde görülür. Aynı konuları tekrar edişi de Gevherî’nin bir diğer zayıf yönü olup bu husus divan şairlerinin halk şiirini hafife alarak tenkit etmelerine zemin hazırlamıştır. Bununla birlikte Gevherî kendisinden sonra yetişen pek çok şairi etkilemiş ve bunlar tarafından üstat kabul edilmiştir.

Bir iki şiiri dışında sosyal konulara pek yer vermeyen Gevherî’nin şiirlerindeki en önemli tema aşktır. Bu ana tema içinde sevgili, rakip, ayrılık, kader ve çile önemli bir yer tutar. Şair, iksir kadar önemli saydığı aşkın peşinde daima ebedî güzelliği aramıştır. Birçok şiirinde makamları bilerek kullanan şairin bestelenmiş şiirleri klasik Türk mûsikisi ve halk mûsikisi repertuvarı içinde yer almaktadır. Bunlar arasında Alâeddin Yavaşça tarafından şarkı formunda ve mâhur makamında bestelenen, “Elâ gözlü nazlı dilber” mısraı ile başlayan koşması ile yine aynı formda Ahmet Çağan’ın rast makamında bestelediği, “Ey benim nazlı cânânım” mısraı ile başlayan bir diğer koşması zikredilebilir.

Gevherî’nin şiirleri üzerinde başta M. Fuad Köprülü olmak üzere Sadettin Nüzhet Ergun ve Mehmed Halid Bayrı gibi birçok derleyici çalışmış ve pek çok şiiri ortaya çıkarılmıştır. Bir cönkte Gevherî’nin 300 kadar şiirinin bulunduğunu söylenmektedir. 

Ben güzelim deyü havadan uçma
İndirirler seni el yaman olur
Siyah kaküllerin gerdana saçma
Bad eser dağıtır yel yaman olur

Âşık Sümmâni

 


1860 (bazı kaynaklara göre 1862) yılında Erzurum ilinin Narman ilçesinin Samikale köyünde doğmuştur. Fakir bir ailenin çocuğu olan Sümmanî, hayatını çiftçilik ve çobanlık yaparak sürdürmüştür. Şiirleri hem sözlü hem de yazılı (cönkler) kaynaklarda yer almaktadır. Sümmanî’nin öğrenim durumu hakkında bilgimiz yoktur.

Bununla beraber şiirlerinden hareketle iyi bir öğrenim gördüğünü söyleyebiliriz. Pir elinden dolu (bade) içmiş âşıklarımızdandır. Rüyasında kendisine gösterilen Gülperi’yi bulabilmek için Kafkasya, İran, Kırım ve Afganistan’ı gezip dolaşmıştır. Sadece Doğu Anadolu Bölgesi’nin değil bütün Türkiye’nin önde gelen âşıklarındandır.

Sağlığında hikâye tasnif etmiş ve anlatmıştır. Anlattığı hikâyelerden bazıları Sümmanî ile ilgili olarak hazırlanan kitaplarda yayımlanmıştır. Bildiği rivayet edilen hikâyeler şunlardır: Kerem ile Aslı, Latif Şah, Sevdakâr Şah, Sümmanî ve Gülperi, Tufarganlı Âşık Abbas ve Gülgez Peri.

Sümmanî, Şubat 1915 tarihinde vefat etmiş olup mezarı köyündedir.

14 Temmuz 2024 Pazar

Ali Şir Nevai'nin Hayatı ve Eserleri

 


Soyu itibarıyla Uygur Türklerine mensup olan Ali Şîr Nevâî 17 Ramazan 844 (9 Şubat 1441) tarihinde Herat’ta doğdu. Babası Kiçkine Bahadır (veya Kiçkine Bahşı) Emir Temür'ün torunlarının hizmetinde bulunmuş, en son Ebulkasım Bâbür'ün sarayında da önemli bir mevki sahibi olmuştu. Annesinin dedesi Ebû Said Çiçek ise Sultan Hüseyin Baykara’nın dedesi Baykara Mirza’nın uluğ beyi (beylerbeyi) idi. Şâhruh’un ölümüyle çıkan karışıklıklar üzerine Kiçkine Bahadır o sırada altı yaşlarında olan Ali Şîr’i yanına alarak Yezd üzerinden Irak’a gitti. 

Horasan’da karışıklığın sona ermesiyle Kiçkine Bahadır tekrar Horasan’a döndü (1452). Arada geçen süre zarfında kendisi Ebulkasım Bâbür’ün hizmetine girdiği gibi oğlunu da onun himayesine verdi. Hüseyin Baykara’yı da himaye eden Ebulkasım Bâbür, Ali Şîr’le olan münasebetini babasının ölümünden sonra da kesmemiş, Meşhed’e giderken hem Hüseyin’i hem de Ali Şîr’i beraberinde götürmüştü (1456). Bâbür 1457’de Meşhed’de ölünce Hüseyin Merv’e döndü. Ali Şîr ise Meşhed’de kalarak tahsiline devam etti. Bâbür’ün ölümü ile hâmisiz kalan Ali Şîr, emîrlerden Seyyid Hasan Erdeşîr’den yardım ve ilgi gördü.

Ali Şîr Meşhed’de İmam Rızâ Medresesi’nde okurken pek çok İranlı âlim ve şairle tanışmış, birçoğundan da ders almıştır. Bunlar arasında Kemal Türbetî ve Arap aruzunun üstadı sayılan Derviş Mansûr da vardı. 1464’te Meşhed’den Herat’a gelen Ali Şîr, burada Ebû Said Mirza’nın hizmetine girdiyse de ondan ilgi göremeyince Semerkant’a gitti ve Hâce Celâleddin Fazlullah Ebü’l-Leysî’nin medresesine devam etti. Arkadaşı Hüseyin Baykara’nın tahta geçmesine kadar da Semerkant’ta kaldı.

Ebû Said Mirza’nın 1469’da Irak Seferi’ne çıkışını fırsat bilen Sultan Hüseyin Horasan’a yürüdü; babasının yokluğu sırasında Semerkand’ı idare eden Ahmed Mirza da bu haber üzerine ordusu ile Horasan’a gitmek zorunda kaldı. Ahmed Mirza’nın ordusunda Ali Şîr de bulunuyordu. Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’ın Ebû Said’i öldürdüğü haberinin gelmesi üzerine Sultan Hüseyin Herat’ı alarak tahta çıktı (Ramazan 873 / Mart 1469) ve arkadaşı Ali Şîr’i de yanına çağırdı. Herat’ın alınışından bir ay kadar sonra buraya gelen Ali Şîr, Sultan Hüseyin’e ünlü “Hilâliyye” kasidesini sundu. Bu tarihten sonra devlet işleriyle de ilgilenmeye başladı ve ölünceye kadar sadakatle ona hizmet etti. Bağlılığının bir belirtisi olarak Mecâlisü’n-nefâis adlı tezkiresinin sekizinci bölümünü bütünüyle ona ayırdı. Diğer eserlerinde de Hüseyin Baykara’dan bahseden Ali Şîr, eserlerinin bir kısmını onun adına yazmıştır.

Hüseyin Baykara eski arkadaşını kendine mühürdar (nişancı) olarak tayin etmişse de devlet işlerinden pek hoşlanmayan Ali Şîr bir süre sonra bu görevi Nizâmeddin Süheylî’ye bırakmıştır. Ali Şîr, Hüseyin Baykara tarafından Muhammed Yâdigâr Mirza’ya karşı açılan sefere katıldı (1470) ve taht üzerinde hak iddia eden bu şehzadeyi bizzat yakalayarak hükümdara teslim etti. Bir süre sultanın divan beyi ve nedimi oldu. Hükümdardan sonra idarede söz ve en büyük nüfuz onundu. Mührünü evrakın üstüne basacağı yerde altına basmış olmasıyla bu usul daha sonra resmî âdet haline gelmiştir. Devlet idaresinde Hüseyin Baykara’nın yanında sahip olduğu mevki ve nüfuza rağmen idarî işlerden uzak kalmak istiyordu. Kendisini çekemeyen bazı kimselerin aleyhinde çalışmalarına bakmayıp yine de çeşitli görevlerde bulundu. Kardeşi Derviş Ali’nin isyanı ile çok sevdiği Seyyid Hasan Erdeşîr’in ölümüne (1489) çok üzüldü; bunun üzerine 1490 yılında divan beyliği görevinden ayrılarak sadece sultanın nedimi olarak hizmetini sürdürmeye başladı. Nevâî’ye büyük bir saygı duyan Hüseyin Baykara bir fermanla herkesin şaire hürmet etmesini emretti (1490). Birkaç yıl sonra yakın dostu mutasavvıf-şair Câmî’nin ölümü de (898/1492) onu derinden etkileyen bir başka hadise oldu. Hamsetü’l-mütehayyirîn adlı eseri bu yıllardaki duygularının mahsulüdür.

Bazı saray entrikaları sonucunda Hüseyin Baykara’nın oğlu Bedîüzzaman ile arasının açılması ve bundan olma torunu Mirza Mehmed Mü’min’in yanlış bir fermanla öldürülmesi, daha sonra bu olayı hazırlayan vezir Nizâmülmülk’ün idam edilmesi, hem hükümdarı, hem de Nevâî’yi çok sarstı. Bu hadiselerde meselelerin halli daima ona düşmüştü. Fakat o bu saltanat mücadeleleri arasında bile Lisânü’t-tayr (903/1498), Muhâkemetü’l-lugateyn (904/1499), Sirâcü’l-müslimîn (904/1499) ve Mahbûbü’l-kulûb (905/1500) adlı eserlerini kaleme almaktan geri kalmadı. Bu sırada sağlığı bozuldu, 31 Aralık 1500’de Hüseyin Baykara’yı Esterâbâd dönüşünde karşılarken el öptüğü sırada yere yıkıldı. Herat’a getirildikten üç gün sonra 13 Cemâziyelâhir 906’da (3 Ocak 1501) öldü. Kudsiyye Camii yanında kendisinin yaptırdığı türbeye defnedildi.

Ali Şîr Nevâî manzum ve mensur eserleriyle sadece Çağatay edebiyatının değil bütün Türk edebiyatının önde gelen simalarındandır. Türkçe eserlerinde Nevâî ve Farsça şiirlerinde Fânî olmak üzere iki mahlası vardır. Ali Şîr’e tesir edenlerin başında İran’ın büyük mutasavvıflarından Abdurrahman-ı Câmî gelmektedir. Câmî’ye olan hayranlığı ve fikirlerine duyduğu hürmet onun Câmî’nin mensup olduğu Nakşibendiyye tarikatına girmesine sebep oldu. Bunların dışında Attâr, Hüsrev-i Dihlevî ve Nizâmî ona tesir eden belli başlı şairler arasında sayılabilir. Şiire Farsça ile başlayan Ali Şîr daha on beş yaşlarında iken kendini şair olarak tanıtmayı başarmıştır. Sonraları Türkçe de yazmaya başlamış ve bu yüzden “zü’l-lisâneyn” diye tanınmıştır.

Nevâî’nin Orta Asya Türk dili ve edebiyatının gelişmesinde büyük tesiri olmuştur. Bundan dolayı Çağatayca’ya “Nevâî dili” denmiştir. Eserleri Türkistan’dan başka, Âzerî ve Anadolu sahasında da okunan Ali Şîr Nevâî’yi Osmanlı şairleri üstat tanımışlar, şiirlerine XV. yüzyıldan bu yana çeşitli nazîreler yazmışlardır. Ali Şîr, divan şiirine Türk hayatından gelen millî ve mahallî unsurlar kazandırmıştır.

Eserleri. Divanlar. Daha çocuk denecek yaşta başlayıp hayatının sonuna kadar şiirler yazmış olan Ali Şîr Nevâî bunları farklı zamanlarda, farklı adlar altında bir araya toplayıp yedi divan meydana getirmiştir. Bunlar hakkında oldukça geniş bilgi veren Nevâî’nin bir de Farsça divanı vardır. Nevâî’nin tertip tarihi bakımından divanlarının en eskisi, çocukluk - ilk gençlik çağında yazdığı şiirlerinin, kendi divanlarını tertip etmesinden daha önce başkaları tarafından derlenip 870’te (1465-66) ünlü hattat Sultan Ali Meşhedî tarafından istinsah edilmiş olanıdır. Bunun tek nüshası Leningrad Saltıkov-Çedrin Devlet Kütüphanesi’ndedir (nr. 546). Bizzat kendi tertip ettiği divanlar ise devrelere göre ayrılmaktadır. Nevâî ilk yazdıklarıyla önce iki divan, daha sonra yeni yazdıklarını da katarak bu ilk iki divanı dört ayrı divan haline koymuş, yaşlılık çağında ise hepsini tek ad altında bir araya getirmiştir.

A) 1. Bedâyiu’l-bidâye. Nevâî şiirlerini ilk defa Hüseyin Mirza’nın tahta geçmesinden sonra, yani 1470-1476 yılları arasında bizzat onun isteği üzerine tertip etmiş ve böylece ilk divanı olan Bedâyiu’l-bidâye ortaya çıkmıştır. Nevâî’nin bu divanının başına koyduğu önsöz daha sonra kendisi tarafından “Hutbe-i Devâvîn” başlığı ile Garâibü’s-sıgar adlı divanının başına da alınmıştır. Bu divanın bugün bilinen dört nüshası vardır: Paris, Bibliothèque Nationale, Supplément Turc, nr. 746; Londra, British Museum, Or., nr. 401; Bakü, Azerbaycan İlimler Akademisi Cumhuriyet El Yazmaları Fonu, 3010; Taşkent, Özbekistan İlimler Akademisi’nin Edebiyat Müzesi, 84. 

2. Nevâdirü’n-nihâye. Nevâî’nin 1476-1486 yılları arasında yazdığı şiirleri içine alan ikinci divanıdır. Sultan Ali Meşhedî hattıyla Hüseyin Baykara’nın hazinesi için yazılmış tek nüshası, Taşkent Özbekistan İlimler Akademisi Bîrûnî Şarkşinaslık Enstitüsü’nde (nr. 1995) bulunmaktadır. Bu divanı için ayrıca hazırlamış olduğu bilinen dîbâce bugün elde yoktur.

B) 1. Garâibü’s-sıgar. Hüseyin Baykara’nın, şiir yazmada durgunlaştığı sırada Nevâî’ye iki ayrı divan daha tertip ederek bunların sayısını dörde çıkarmasını söylemesi üzerine, Nevâî ilk tertiplediği iki divanı ile daha sonra yazdıklarını bir sınıflamaya tâbi tutmuş ve divanlarının sayısını dörde çıkararak ilkine, kendi deyimiyle “tufûliyyette vâki bolgan garib mânalara” Garâibü’s-sıgar adını vermiştir. Bedâyiu’l-bidâye için yazdığı önsözü de buna koyarak esere yirmi yaşına kadar olan şiirlerini almıştır. Divanın sayısı pek çok olan nüshaları içinde en önemlileri, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi (Revan Köşkü, nr. 808) ile Paris Bibliothèque Nationale’deki (Supplément Turc, nr. 316-317) “Külliyat”ta yer almış olanlardır. Bu dörtlü divan serisinin diğer üçü de şu tertipledir: 

2. Nevâdirü’ş-şebâb. Gençlikte yani yirmi ile otuz beş yaşları arasında yazdığı şiirlerini bir araya getiren divanıdır. Yine kendi tabiriyle bunlar “yigitlikde zâhir bolgan nâdir terkipler”dir. 

3. Bedâyiu’l-vasat. Orta yaşlarda, otuz beş ile kırk beş yaşları arasında yazmış olduğu şiirlerin yer aldığı divanın adıdır. 

4. Fevâidü’l-kiber. Nevâî’nin dediği gibi “ömrning âhırıga yakın nazmga kirgen fayideler”i, yani ömrünün sonuna doğru yazdığı şiirleri ihtiva etmektedir. Bu şiirler kırk beş-altmış yaşları arasındaki devreye aittir.

Bu dört divanda yer alan şiirlerin kesin olarak Nevâî’nin dediği devrelerde yazıldığı söylenemez. Çünkü bizzat kendi dediği gibi ilk iki divan ile son yazdığı şiirleri birlikte harmanlamış ve bunları sonra devrelere ayırmıştır. Nevâî’nin bu divanları yirmi sekiz harfte kalmayıp p (پ), ç (چ), j (ژ) ve lâm-elif (لا) kafiyeli gazelleri ile otuz iki harf üzerine tertiplenmiş bulunmaktadır.

C) Hazâinü’l-meânî. Dört divanda yer alan bütün şiirleriyle son şiirlerinin birlikte harmanlanmasından meydana gelen son divanına vermiş olduğu addır. Külliyyât-ı Devâvîn adıyla da tanınan bu eser Hamid Süleyman tarafından Kiril harfleriyle Özbekistan Fenler Akademisi’nce yayımlanmıştır (Taşkent 1959, Ali Şîr Nevâî, Hazâinü’l-meânî, I. cilt: Garâibü’s-sıgar). 1959-1960 yılları içinde diğer üç cilt de basılmıştır. Nevâî bu son divanı için 905’te (1500) ötekilerden ayrı bir önsöz kaleme almıştır. Divan’ın Türkiye’deki beş nüshasında yer almayan bu önsözün memleketimizdeki tek nüshası Nuruosmaniye Kütüphanesi’nde 3999 numaralı Şerḥu’l-Ḥamâse adlı yazmanın 21b-29a yapraklarının arasında bulunmaktadır. Bu divan 55.000 mısra tutmaktadır.

Farsça Dîvân. Üç nüshası bilinen (Nuruosmaniye Ktp., nr. 3850; TİEM, nr. 1952; Süleymaniye Ktp., Hekimoğlu Ali Paşa, nr. 632) bu divanında Nevâî Fânî mahlasını kullanmıştır. Şair Muhâkemetü’l-lugateyn’de bu divanın 6000 beyitten meydana geldiğini bildirmektedir. Yine aynı eserde bahsedilen “Tuhfetü’l-efkâr”, “Nesîmü’l-huld”, “Aynü’l-hayât”, “Minhâcü’n-necât” ve “Kutü’l-kulûb” adlı Farsça kasideler de bu divanda yer almaktadır.

Mesneviler. Nevâî, bu sahada Hamse’sinden sonra yazdığı diğer bir eseriyle birlikte altı mesnevi meydana getirmiştir. Hamsedeki mesneviler şu sıra üzeredir:

1. Hayretü’l-ebrâr. Nizâmî’nin Maḫzenü’l-esrâr’ı ile Emîr Hüsrev’in Maṭlaʿu’l-envâr’ı ve Câmî’nin Tuḥfetü’l-aḥrâr’ına nazîre olarak 888’de (1483) kaleme alınmıştır. 4000 beyit civarında olan mesnevi iki kısım halinde altmış dört bab olarak tertip edilmiştir. Yirmi makaleden meydana gelen ikinci kısım, eserin ağırlık merkezini teşkil eder. Mesnevi, aruzun “müfteilün müfteilün fâilün” kalıbı ile yazılmıştır. Eser Taşkent’te Parsa Şemsiyev tarafından yayımlanmıştır (1958-1960).

2. Ferhâd ü Şîrîn. Nizâmî ile Hüsrev-i Dihlevî’nin aynı addaki eserinden ilham alınarak yazılan bu mesnevi 889 (1484) yılında “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbı ile yazılmıştır. Mesneviyi diğer Hüsrev ü Şîrîn’lerden ayıran özellik, ağırlık merkezinin yani hikâyenin Hüsrev yerine Ferhad üzerinde kurulmasıdır. Ferhad, Nevâî’nin mesnevisinde alelâde birisi olmayıp Çin hakanının oğludur. 5780 beyitten ibaret olan mesnevi, Parsa Şemsiyev ve Hâdî Zarif tarafından Arap harfleriyle (Taşkent 1963), Gönül Alpay tarafından da inceleme ve edisyon kritikli metin halinde yayımlanmıştır (Ankara 1965).

3. Leylâ vü Mecnûn. Eser Mecnûn u Leylâ olarak da bilinmektedir. İran edebiyatında ilk defa Nizâmî tarafından ele alınan bu konu daha sonra Hüsrev-i Dihlevî tarafından da işlenmiştir. Nevâî bu mesneviyi yazarken her iki müelliften de faydalanmıştır. 3500 beyit kadar olan mesnevi aruzun “mef‘ûlü mefâilün feûlün” kalıbı iledir.

4. Seb‘a-i Seyyâre. 889’da (1484) aruzun “feilâtün mefâilün feilün” kalıbı ile yazılan ve 5000 beyit civarında olan bu mesnevi elli babdan meydana gelir. Bu hikâyeyi ilk defa Firdevsî Şehnâme’de işlemiş, daha sonra Nizâmî Heft Peyker, Emîr Hüsrev de Heşt Bihişt adıyla kaleme almıştır. Eser Parsa Şemsiyev’den başka Hâdî Zarif tarafından Ali Şîr Nevâî, Seb‘a-i Seyyâre ismiyle Özbekistan Fenler Akademisi yayını olarak (Taşkent 1956), Hamid Araslı tarafından da Yedi Seyyâre adıyla Bakü’de yayımlanmıştır (1947). Konu, Behram’ın güzel câriyesi ile olan macerasıdır.

5. Sedd-i İskenderî. Beyit sayısı 7000’i aşan ve vezni “feûlün feûlün feûlün feûl” olan bu son mesnevi 890’da (1485) yazılmıştır. Buradaki konu Nevâî’den önce Firdevsî, Nizâmî ve Hüsrev tarafından işlenmiş, Câmî tarafından da Ḫırednâme-i İskenderî adıyla kaleme alınmıştır. Ancak Câmî eserini, Nevâî’nin eserini tamamlamasından sonra bitirmiştir. Nevâî bu eserinde İskender’i bir Türk hükümdarı gibi tasavvur etmiş ve onun şahsında Hüseyin Baykara ile oğlu Bedîüzzaman’ı anlatmıştır.

6. Lisânü’t-tayr. Nevâî’nin Hamse dışında kalan mesnevilerindendir. 3553 beyitten meydana gelen eserde Nevâî Farsça şiirlerindeki Fânî mahlasını kullanmıştır. Konu Attâr’ın Manṭıḳu’ṭ-ṭayr adlı eserinden alınmış olmakla beraber birçok değişiklik ve ilâveler yapılmıştır. Attâr’ın hikâyesindeki on kuştan sekizinin alınmasına karşılık onda bulunmayan altısının daha ilâvesiyle eserde rol alan kuşlar on dörde çıkar. Nevâî, eserin başında küçük yaştan beri bu eseri Türkçe’ye çevirmek istediğinden bahseder. Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, Revan Köşkü 803’teki nüshada (vr. 53b), dört divan yazdıktan başka pek çok da eser vücuda getirdiği halde Manṭıḳu’ṭ-ṭayr adlı eserin tercümesini aklından bir türlü çıkaramadığını, nihayet altmış yaşına girdiğinde bu eserin tercümesine başladığını ve her gece kırk-elli beyit yazdığını anlatır. Yaşı ile ilgili ifadesinden eserin 904 (1499) tarihinde yazıldığı anlaşılmaktadır. Mesnevi Özbekistan Fenler Akademisi tarafından yayımlanmıştır (Taşkent 1965).

Tezkireler, Hal Tercümeleri-Hâtıralar. 

1. Nesâyimü’l-mahabbe min şemâyimi’l-fütüvve. Eser Câmî’nin 883’te (1478) yazdığı Nefeḥâtü’l-üns min ḥażarâti’l-ḳuds adlı, velîlerin hayat hikâyelerini ihtiva eden Farsça eserinin Çağatay Türkçesi’ne tercümesidir. Aslında Câmî bu eserini Nevâî’nin ricası üzerine kaleme almıştı. Eserin önemini bilen Nevâî, duyduğu ihtiyaçla 901’de (1495) onun tercümesini meydana getirdi. Bu mensur eserde otuz dördü kadın olmak üzere 770 velînin hayat hikâyesi yer almaktadır. Eseri zeyillerle genişletmek isteyen Nevâî, Attâr’ın Teẕkiretü’l-evliyâʾsında bulunan muhtelif hal tercümelerini kitaba kattıktan başka, Câmî ve Attâr’da yer almamış, Yesevî’den kendi zamanına kadar gelen çok sayıda Türk şeyhini ilâve etmiştir. Eser Kemal Eraslan tarafından Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi (Revan Köşkü, nr. 808) nüshası esas alınmak suretiyle Bibliothèque Nationale (Supplément Turc, nr. 316-317), Süleymaniye Kütüphanesi (Fâtih, nr. 4056), İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi (TY, nr. 4149) ve British Museum’daki (Or. 402) nüshalar üzerinden edisyon kritik yapılarak bir indeks ilâvesiyle yayımlanmıştır (İstanbul 1979). Fuad Köprülü tarafından, eserin Bibliothèque Nationale’deki külliyatta mevcut nüshasına dayanılarak Ahmed Yesevî çevresine mensup Türk sûfîlerine dair kısmı ele alınmış ve bir değerlendirmesi yapılmıştır (“Orta-Asya Türk Dervişliği Hakkında Bazı Notlar”, , 1965, XIV, 259-262).

2. Mecâlisü’n-nefâis. 897’de (1491-92) kaleme alınan eser, Türk dilinde yazılan ilk şuarâ tezkiresi olması bakımından önemlidir. Nevâî, Câmî’nin Bahâristân ve Devletşah’ın Teẕkiretü’ş-şuʿarâʾ adlı tezkirelerini örnek alarak kendi eserini de sekiz kısma ayırmış ve her kısma “meclis” adını vermiştir. Sekizinci meclis tamamen Hüseyin Baykara’ya ayrılmıştır. Tezkirede adı geçen şairlerin büyük bir kısmı şiirlerini Farsça kaleme almış olanlardır. Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi (Revan Köşkü, nr. 808) nüshasına göre Mecâlis’te 451 şair bulunmakta ve bunlardan sadece kırk birinin Türkçe şiir yazdığı görülmektedir. Eser Özbekistan Fenler Akademisi tarafından 1961 yılında yayımlanmıştır. Mecâlisü’n-nefâis, Hakîm Şah el-Kazvînî, Fahrî-yi Herâtî ve Şâh Ali b. Abdülalî tarafından bazı ilâvelerle XVI. yüzyılda üç defa Farsça’ya çevrilmiştir. Fahrî ile Kazvînî’nin tercümelerini Ali Asgar Hikmet bir önsözle yayımlamıştır (Tahran 1323 hş./1944). Sâdıkī-i Kitâbdâr’ın (XVI. yüzyıl) Mecmau’l-havâs adıyla ve Çağatay Türkçesi’yle yazdığı tezkiresi Mecâlis’e zeyil mahiyetindedir. Bu eser de Farsça’ya çevrilmiştir (Teẕkire-i Mecmaʿu’l-ḫavâṣ, trc. Abdürresûl Hayyâmpûr, Tebriz 1327 hş./1948).

3. Hamsetü’l-mütehayyirîn. Nevâî bu eserini Câmî’nin ölümünden sonra, bu yeri doldurulmaz dostu ve üstadı için yazmıştır. Bir mukaddime, üç muhâvere ve bir hâtimeden ibarettir. Mukaddimede Câmî’nin nesebi ve doğumu, gördüğü tahsil ile Nevâî’nin onun yanına geldiği devre anlatılır. I. muhâverede Câmî ile Nevâî’nin dostluğu, II. muhâverede Nevâî Merv’de iken Câmî ile mektuplaşmaları, III. muhâverede ise Nevâî’nin isteği üzerine Câmî’nin yazdığı eserlerle ilgili hâtıraları söz konusu edilir. Hâtimede ise ona ait son hâtıraları ile Câmî’nin son anları ve ölümü, ölümünden sonraki matem merasimleri anlatılmaktadır. Nevâî’nin bir tarih kıtası ve uzun bir mersiyesiyle son bulan eser mensurdur. İçinde aralara serpiştirilmiş bazı şiirler de bulunmaktadır.

4. Hâlât-ı Seyyid Hasan Erdeşîr Big. Nevâî’nin, babası gibi sayıp sevdiği, şahsına çok bağlılık duyduğu mürşidi Seyyid Hasan’ın ölümü üzerine onun hayatını ve meziyetlerini, kendisiyle olan hâtıralarını anlattığı mensur ve manzum olarak kaleme alınmış risâlesidir. Kemal Eraslan tarafından dört “Külliyat” nüshasından faydalanılarak edisyon kritikli neşri yapılmıştır (“Nevâyî’nin Hâlât-ı Seyyid Hasan Big Risâlesi”, , 1971, XVI, 89-110).

5. Hâlât-ı Pehlevân Muhammed. Nevâî, çok yakın dostu, şair, bestekâr ve tabip Pehlevân Muhammed’in ölümü üzerine kaleme aldığı bu risâlede onun hayatını ve kendisine dair hâtıralarını anlatır; aynı zamanda sûfî yanı üzerinde de durur. Nazım nesir karışık yazılan risâlenin İstanbul’da üç, Paris’te de bilinen bir nüshası vardır. Bu dört nüshası üzerinden hazırlanan edisyon kritikli metni Kemal Eraslan tarafından yayımlanmıştır (“Alî Şîr Nevâyî’nin Hâlât-ı Pehlevan Muhammed Risâlesi”, , 1980, XIX, 99-164).

Dinî Eserleri. 

1. Çihl Hadîs. Câmî’nin aynı addaki eserinin dörder mısralık kıtalar halinde 886’da (1481) yapılmış tercümesidir. Eser genellikle “Külliyat”larda yer almaktadır. Necib Âsım tarafından Erbaîn Hadis Tercemeleri başlığı altında yayımlanmıştır (Millî Tetebbûlar Mecmuası, nr. 4, 1331, s. 149-155). Nevâî bu eserini Hüseyin Baykara’ya ithaf etmiştir.

2. Sirâcü’l-müslimîn (905/1500). Nevâî’nin külliyatı içinde yer alan küçük bir akaid kitabıdır. Şeriatın hükümlerini, Allah’ın sekiz sıfatını ve İslâm’ın esaslarını manzum olarak anlatmaktadır.

3. Münâcât. Sinan Paşa’nın Tazarru‘nâme’si gibi Tanrı’ya mensur bir yakarıştır. Secîlerle örülmüş kısa cümlelerden kurulu samimi bir nesir örneğidir. Topkapı Sarayı Müzesi ve Fâtih kütüphanelerindeki “Külliyat” nüshalarının başında yer alan Münâcât’ın hangi tarihte yazıldığı bilinmemektedir.

Diğer Eserleri. 

1. Muhâkemetü’l-lugateyn (905/1500). Nevâî’nin dil alanındaki millî şuurunu gösteren önemli bir eserdir. İranlılar’la bir arada yaşanan ve Mecâlis’te geçen pek çok şairin Farsça yazdığı bir devirde Nevâî Türkçe yazarak bu dilin ifade kuvvetini ve Farsça’ya göre üstünlüğünü eserinde ispat etmeye çalışmıştır. Nevâî aynı zamanda böyle zengin ve üstün ana dilleri dururken, devrin onu bir yana bırakıp Farsça yazmaya özenen edebiyat heveslisi gençlerini tenkit ederek onları uyarmak ister. XIX. yüzyılda Türkiye’de aydınların ilgisini çeken Muhâkemetü’l-lugateyn, Bursa’da Nilüfer dergisinin 37-40. sayılarında Osmanlı Türkçesi’yle tefrika edilmiş (1889), 1897’de de İkdam külliyatı içinde İstanbul’da kitap halinde yayımlanmıştır. Bu yayının başında Belin tarafından Ali Şîr Nevâî’nin hayatı hakkında yazılan “Notice biographique et littéraire sur Mir Ali-Chir-Névâïi” adlı makalenin Necib Âsım tarafından yapılan tercümesini Veled Çelebi’nin Osmanlı Türkçesi’ne yaptığı tercüme ile Çağatay Türkçesiyle olan metin takip eder. 1941’de de Türk Dil Kurumu tarafından Refet Işıtman’ın yeni tercümesi yayımlanmıştır. Muhâkemetü’l-lugateyn’i T. Genceî Farsça’ya (Tahran 1327 hş./1948), R. Devereux da İngilizce’ye (Leiden 1966) çevirmişlerdir. Eser ayrıca M. Yâkub Vâhidî Cûzcânî tarafından Kâbil’de basılmıştır (1984).

2. Mîzânü’l-evzân (898/1492’den sonra). Aruz hakkında toplu bilgiler vermek üzere kaleme aldığı bu üç bölümlük küçük risâlede sırasıyla teknik bir mesele olarak zihaf, bahirler ve taktî‘ konuları üzerinde durur. Rubâî vezinlerinden sonra tuyuğ, koşuk, türkî, çenge, arazvârî, muhabbetnâme gibi millî şekilleri ele alması eserin en dikkate değer tarafıdır. Eser Özbekistan Fenler Akademisi tarafından yayımlanmıştır (Taşkent 1949).

3. Mahbûbü’l-kulûb (906/1500-1501). Sa‘dî’nin Gülistân’ı ile Câmî’nin Bahâristân’ını hatırlatan bu eser Nevâî’nin şahsiyetiyle ilgili bilgiler vermesi bakımından önemlidir. Üç kısma ayrılan eserin kırk bölümlük ilk kısmında zamanın cemiyetindeki muhtelif tabakalar, çeşitli zümreden insanlar, on bölümlük ikinci kısmında iyi işleri övme ve kötüleri yerme bahis konusu edilir. Üçüncü kısımda ise ahlâkî konular üzerinde durulur. Mahbûbü’l-kulûb İstanbul (1289), Buhara (1907) ve Taşkent’ten sonra Moskova’da (1948) da yayımlanmıştır.

4. Münşeât (897/1492’den sonra). Nevâî’nin mektuplarının toplandığı eserin adıdır. Mektupların içinde Sultan Hüseyin Baykara’ya ve Bedîüzzaman’a yazmış oldukları da bulunmaktadır. Bu mektuplarda Nevâî’nin devri ve hayatı ile ilgili önemli bilgiler vardır. Münşeât, Âzer-Neşir tarafından yayımlanmıştır (Bakü 1926).

5. Vakfiyye (886/1481). Mensur olarak yazılmış, arasına şiirler serpiştirilmiştir. Bu küçük eserde Nevâî uzun uzun Hüseyin Baykara’yı methettikten sonra kendinin yapmış olduğu vakıflarına geçer. 881’de (1476) Hüseyin Baykara’nın kendisine Herat’ın kuzeyinde bir arazi verdiğini, bu araziye bir saray, bahçe, bir medrese, bir mescid ile bir dârülhuffâz kurduğunu ve bu medreseye İhlâsiyye adı verdiğini, yine aynı yerde bir cami ve Halâsiyye adlı bir hankah yaptırdığını bu Vakfiyye’den öğrenmekteyiz. Eser, Nevâî’nin vakıfları hakkında bilgi edinmek için güzel bir kaynaktır. Bu eser de Âzer-Neşir tarafından neşredilmiştir (Bakü 1926).

6. Nazmü’l-cevâhir (890/1485). Hz. Ali’ye atfedilen Nesrü’l-leʾâlî adlı kitabın her Arapça vecize için bir rubâî yazılarak tercüme edilmiş şeklidir.

7. Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ (890/1485’ten sonra). Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar gelen peygamberlerle belli başlı hakîmler hakkındaki menkıbeleri ihtiva eden mensur bir eserdir.

8. Târîḫ-i Mülûk-i ʿAcem (890/1485’ten sonra). Mensur bir eserdir. İçinde yarı mesnevi tarzında yazılmış iki beyitlik şiirlere de rastlanır. İran’ın efsanevî tarihini anlatan bu kitabında Nevâî İran hükümdarlarını dört hânedana göre sınıflandırmıştır. Eserde Pîşdâdiyân, Keyâniyân, Eşkâniyân ve Sâsânîler söz konusu edilmektedir. Eserin önemi, dinî ve tarihî mitoloji hakkında geniş bilgi vermesidir. Nevâî bu eseri hazırlarken İslâm dünyasının Câmiʿu’t-tevârîḫ, Taberî’nin Târîḫ’i, Naṣîḥatü’l-mülûk, Güzîde ve bilhassa Beyzâvî’nin Niẓâmü’t-tevârîḫ’i gibi önemli kaynak eserlerinden faydalanmıştır. Osmanlı Türkçesi’ne tercümesi Târîh-i Fenâî adıyla Viyana’da basılmıştır (1872).

Nevâî’nin bugün elimizde olmayan, fakat kaynaklardan varlıkları tesbit edilen diğer eserleri ise şunlardır: Nevâdirü’n-nihâye için yazmış olduğu “Dîbâce”, Zübdetü’t-tevârîhRisâle-i Muʿammâ (Farsça), Vaḳfiyye (Farsça) ve Münşeʾât (Farsça). Ayrıca kütüphanelerde adına kayıtlı Sebʿatü ebḥur adlı Arapça bir lugatı ile yine ona atfedilen Nazm-ı Akāid’i bulunmaktadır. Zübdetü’t-tevârîh için bazı kaynaklar Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ ile Târîḫ-i Mülûk-i ʿAcem adlı eserin birleşmiş biçimine verilen ad olabileceğini söylerler. Zeki Velidi bu eserin İlhanlı ve Timurlu sultanları tarihi olduğunu belirtmektedir. Bursalı Mehmed Tâhir, Nevâî’nin Siyerü’l-mülûk adlı bir Farsça eserinden söz ederse de şimdiye kadar böyle bir esere rastlanmamıştır.

Eserlerinin gördüğü devamlı rağbet dolayısıyla bunları bütünü ile içine alacak şekilde külliyat nüshaları meydana konulmuştur. Bugün ikisi İstanbul’da olmak üzere beş büyük “Külliyat”ı bilinmektedir. Bunların bir kısmı minyatürlü ve tezhiplidir. Bu beş “Külliyat”ın içindeki eserlerin ayrı ayrı listesi Agâh Sırrı Levend tarafından verilmiştir (Ali Şir Nevaî: Divanlar, İstanbul 1966, s. 3-6). Eserinin ilk cildini Ali Şîr Nevâî’nin hayat ve şahsiyetine ayıran A. S. Levend bu ikinci ciltte onun bütün divanlarından, üçüncü ciltte hamselerinden, dördüncüde ise bunlar dışında kalan eserlerinden geniş ölçüde seçme metinleri toplamıştır.

24 Haziran 2024 Pazartesi

Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu

 


1929'da Elazığ'ın Ağın ilçesinde doğdu. İlköğrenimini burada gördü. Akçadağ Köy Enstitüsü'nü bitirdikten sonra öğretmenliğe başladı.

Çeşitli köy ve kasabalarda 19 yıl öğretmenlik yaptı. Sonra sırasıyla ilköğretim müfettişliği, Milli Eğitim Bakanlığı Yayımlar Genel Müdürlüğünde şube müdür yardımcılığı, şube müdürlüğü, genel müdür yardımcılığı, İstanbul'da Devlet Kitapları Müdürlüğü vazifelerinde bulundu. 1978'de emekli oldu. Daha sonra Türk Edebiyatı Vakfı ve Doğu Türkistan Vakfı'nda çeşitli idari vazifelerde bulundu. Doğu Türkistan'ın Sesi dergisini yönetti. Son olarak Türkiye gazetesinin Kültür-Sanat köşesini idare etti. Vefatına kadar bu vazifeyi yürüttü.

4 Haziran 2024 Salı

Yunus Emre

 

Hak ve halk şairi Yunus Emre, 1240 (Hicri 638) yılında Eskişehir’in Mihalıççık ve Sivrihisar ilçeleri arasında kalan ve bugün kendi adıyla anılan Sarıköy’de doğmuştur. 

Pek çok önemli şiirini içinde bulunduran Risalet-ün Nushiyye isimli mesnevisini 1307 – 1308 (Hicri 202) yıllarında yazdığı anlaşılmaktadır. 

Şiirlerini bir araya getiren Divan’ı ölümünden sonra sevenleri tarafından düzenlenmiştir. 

Şiirlerinden Mevlana Celalettin Rumi’nin çağdaşı olduğu, onu tanıdığı, toplantılarına katıldığı ve kendi deyişiyle onun ‘ görklü nazarından ‘(güzel ve gösterişli bakış açısından) ilham aldığı anlaşılmaktadır. 

1320 (Hicri 270) yılında Sarıköy’de vefat eden Yunus Emre, Anadolu Selçuklu Devleti’nin son yılları ile Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş yıllarına denk düşen önemli bir dönemde yaşamıştır. 

Türk-İslam halk düşüncesinin en önemli yapı taşlarından birisi olan Yunus Emre, şiirlerinden de anlaşıldığı üzere, Mevlana, Ahmed Fakıh, Geyikli Baba ve Seydi Balum ile de çağdaştır. 

Mezarı Eskişehir Sarıköy’dedir. Demiryolu hattı, mezarının yakınından geçmesi nedeniyle 1946’da yeni bir mezar ve anıt çeşme yapılmaya başlanmış, naaşı 1949’da buraya taşınmıştır. 1964’te başlayan son mezar yeri inşaatı 1970’te bitirilmiş ve naşı tekrar taşınan Yunus Emre, o tarihten beri bu anıt mezarda yatmaktadır.

24 Mayıs 2024 Cuma

Şahin Ceylanlı - Çırpınırdı Karadeniz Şiirinin Yazarı Ahmet Cevat

 

      Ahmet Cevat, 5 Mayıs 1892 tarihinde, Azerbaycan’ın Şemkir İlçesi, Seyfali Köyü’nde doğmuş, 6 yaşına geldiğinde babasını kaybetmiş, annesi ve üvey kardeşleriyle birlikte hayata tutunmaya çalışmıştır. Daha sonraki yıllarda, Gence’de Şah Abbas Mescidi bünyesinde faaliyet gösteren medresede eğitim ve öğretime başlamış ve burada Rusça, Farsça ve Arapça dillerini öğrenmiştir. Tarihe ve özellikle edebiyata büyük ilgi duymuş, edebiyat öğretmeni Abdullah Sur’dan etkilenerek ondan çok şey öğrenmiştir. Şiirlerini genellikle bu medresede yazmış, çeşitli dergi ve gazetelerde şiirleri yayınlanmıştır. Medresedeki eğitimini 1912 yılında tamamlamış ve arkadaşı Abdullah Şaik ile birlikte “ Kafkas Gönüllü Kıtası “ na katılmıştır.

       Trakya’da Osmanlı güçleriyle birlikte Bulgar ordusuna karşı savaşmış, daha sonra İstanbul’da milli şair ve yazar Mehmet Emin Yurdakul ile tanışmış, dost sohbetlerine katılmış ve bir müddet sonra Azerbaycan’a dönerek Gence’de öğretmenliğe başlamıştır. Ahmet Cevat burada şiirleri ve yazılarıyla halkına moral veriyor ve o debdebeli ve kargaşalı günlerde Türk dünyasına umut ışığı olan bir milli kahraman ve vatanseverdir. Birinci Dünya Savaşı yıllarında, Anadolu’da cereyan eden olayları muhtelif gazete ve dergilerde haber olarak yazmış ve 1915 yılında, Azerbaycan’dan Doğu Anadolu’da yaşayan Türklere yardım götüren heyete katılmıştır.

       Ahmet Cevat, Kafkas İslam Ordusu’yla birlikte Azerbaycan’ın Yamasal Dağı’ndaki cephede Rus, Ermeni ve İngiliz güçleriyle savaşmış, 15 Eylül 1918 tarihinde, Türk Savunma Sanayi’nin öncüsü ve “ Bakü Fatihi “ olarak da tanınan Nuri Paşa’nın ordusuyla birlikte Bakü’ye girenlerin arasında yeralmıştır.

       Yazdığı bütün şiirleri, ana vatan ve orduya ithaf edilmiştir. Bu konuda Ziya Gökalp, 1918 yılında Yeni Mecmua’da şu değerlendirmeyi yapmıştır: “ Ruslarla savaştığımız sırada Kafkasya’da intişar eden bir şiir mecmuası elimize geçti. Koşma isimli bu kitabın nâzımı Ahmet Cevat isimli bir Türk’tür. Bu milliyetperver şairin bütün şiirleri, Osmanlı Türklerine, ana vatana, orduya ithaf edilmiştir.”

       1918 – 1920 yılları sanatının en verimli dönemi olmuş ve bu dönemde Azerbaycan’ı öven ve metheden, halka moral veren şiirler yazmış, Türk dünyasının fikir, düşünce ve dava adamı İsmail Gaspıralı’nın “ dilde, fikirde, işte birlik “ prensibini beğenmiş ve yaşayan Türkçenin Türk dünyasının ortak dili olduğunu savunmuştur.

       Yapmış olduğu faaliyet ve önemli açıklamalarından dolayı, komünist yönetim döneminde Bakü’den uzaklaştırılmış, bu milli ve istiklal şairinin “ İstiklal Uğruna Şiirler “  kitabı 1928 yılında İstanbul’da neşredilmiştir. Azerbaycan’ın bağımsızlığı için yaptığı çalışmalar, , milli duygulara hitap eden şiirler yazmasından ve bazı şiirlerinin Türkiye’de yayınlanmasından dolayı sürekli olarak takibat altında tutulmuştur.

       “ Çırpınırdı Karadeniz “ şiiri, Azerbaycan’ın milli ve bağımsızlık şairi Ahmet Cevat tarafından yazılmıştır. Bu şiir, Nuri Paşa’nın kumandasında Azerbaycan Türklerini Ermeni ve Rus soykırımından kurtarmak için yaptığı fedakârlığa atfen Gence’de 15 Aralık 1915 tarihinde yazılmış ve Üzeyir Hacıbeyli tarafından bestelenmiştir. Bu şiir sadece Azerbaycan’da değil, aynı zamanda Türkiye’de de sevilmiş ve Türk Milliyetçileri tarafından marş haline getirilmiştir.

       Bu büyük şair ve kahraman dava adamı, Stalin tarafından “ Türk casusluğu ve Türklere yardım etmek “ suçlamasıyla tutuklanmış ve daha sonra Bakü’de 13 Ekim 1937 tarihinde kurşuna dizilerek şehit edilmiştir. O, şair gibi doğdu, şair gibi yaşadı ve şair gibi şehit oldu.

       Hepimizin duygularına tercüman olan “ Çırpınırdı Karadeniz “ şiiri, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, bağımsızlığına yeniden kavuşan Azerbaycan’da, Azerbaycan Parlamentosu tarafından milli marş olarak kabul edilmiştir.

       Ahmet Cevat, her şeyini ve hatta canını bile kaybetmiş ama Azerbaycan’ın istiklale kavuşacağı ümidini hiç kaybetmemiş bir milli kahraman ve istiklal şairidir. Bu uğurda canlarını çekinmeden veren bütün şehitlere Allah’tan rahmet diler, kahraman gazilere de saygı ve şükran duygularımızı sunarız.

KAYNAKLAR:

Afina Memmedli, Ahmet Cevat ve Türkiye, 2010 Bakü,

Rahman Salmanlı, İstiklal Şairi Ahmet Cevat Hakkında, 2003 Azerbaycan,

Sabir Piroğlanov, Ahmet Cevat Hakkında Anılar, 2005 Azerbaycan.

7 Nisan 2024 Pazar

Zahirüddin Muhammed Babür

  


Babür’ün hayatını anlatmaya adının manası ile başlamak isteriz: “Babür”, Hindistan taraflarında yaşayan bir çeşit kaplan demektir. Gerçekten de Babür Mirza, vücut yapısı, bileği ve yüreği ile bir kaplan hatta bir arslandır. Lakin çoğu zaman açık sözlü, duygulu, merhamet ve vicdan sahibi bir insandır.

6 Muharrem 888’de (14 Şubat 1483) Fergana vadisinde bulunan Ahsi’de doğdu. Babası Emir Temür’ün torunlarından Fergana hâkimi Ömer Şeyh, annesi Cengiz Han’ın torunlarından Yûnus Han'ın kızı Kutluğ Nigâr Hanım'dır. Babür’ün çocukluğu hakkında fazla bilgi yoktur. Babasının bir kaza sonucu uçuruma düşerek ölmesi üzerine 5 Ramazan 899'da (9 Haziran 1494) henüz on iki yaşında iken Fergana hükümdarı oldu. On iki yaşında devlet yöneten birinin çocukluğunu yaşadığı da söylenemez.

Babür’ün şeceresi:

Emir Temür

1336-1405

Miranşah Mirza

1370-1405

Sultan Muhammed Mirza

 

Sultan Ebu Said Mirza

1424-1469

Ömer Şeyh Mirza

1456-1494

Babür Mirza

1483-1530

 

Bâbür'ün siyasî mücadeleleri üç ana bölümde ele alınabilir: Fergana ve Semerkand yılları (1494-1504), Kâbil yılları (1504-1526) ve Hindistan yılları (1526-1530).

Bâbür, başlangıçta akrabalarıyla ve kendisine itaat etmeyen kumandanlarla uğraştı. Amcası ve Semerkand hâkimi Sultan Ahmed Mirza’nın yol açtığı sıkıntılardan kurtulduktan sonra dayısı olan Taşkent hâkimi Sultan Mahmud'la mücadele etmek mecburiyetinde kaldı.

Bâbür’ün asıl gayesi Andican’da saltanat sürmek değil atalarının vaktiyle sahip oldukları Semerkand’ı ve bütün Maveraünnehir’i ele geçirmek; sonra da Emir Temür’ün büyük devletini yeniden kurmaktı. 1497 ve 1501 yıllarında kısa sürelerle iki kez Semerkand’a hâkim oldu. Mâverâünnehir'in kuzeyinde güçlenen Özbek Hükümdarı Muhammed Şeybânî Han (1500-1510) Bâbür'ün en tehlikeli rakibiydi. İran'da ise Şah İsmâil, Safevî Devleti’ni kurmuştu ve sınırlarını Ceyhun ötesine kadar genişletme gayesini güdüyordu. Bâbür Şeybani Han’ın Özbekleriyle Sarıpul’da giriştiği savaşta yenildi ve Taşkent'teki dayısının yanına sığındı. Uğradığı başarısızlıklara rağmen sağlam iradesinin yardımı ile tekrar eski gücüne kavuştu. Az sayıdaki Türk ve Moğolla birlikte Hindukuş dağlarını aşarak Kâbil'e indi ve kan dökmeden şehri ele geçirip buraya yerleşti (1504). Bütün ayaklanmaları bastırdı ve tuzakları boşa çıkararak Kabil'de tutunmayı başardı.

Semerkand'ı tekrar ele geçirmekten de vazgeçmemişti. Bu sırada Muhammed Şeybânî Han, Safevi hükümdarı Şah İsmâil tarafından yenilgiye uğratıldı ve öldürüldü (1510). Bunun üzerine Bâbür Safevîler’in yardımıyla Semerkand ve Buhara’yı ele geçirdi (1511) ve Mayıs 1512'ye kadar hâkimiyetini sürdürdü. Buna karşılık Şiîler'in bazı isteklerini kabul etmek zorunda kaldı. Sünnî olmasına rağmen hutbede ve paralarda Şah İsmail'in adını zikrettirdi. Ancak mevcut durum süratle Bâbür aleyhine gelişme gösterdi ve Safevî kuvvetlerinin İran'a dönmesinden sonra Bâbürlülere karşı halkta hoşnutsuzluk ortaya çıkmıştı. Buhara ve buraya yakın bir kasaba olan Gucdüvân'da Özbeklerle Bâbür arasında savaş oldu. 1513 ve 1515'te Hisar Kalesi'nin kaybına rağmen Bâbürlüler bölgede fırsat kolladılar. 1514 Yılında Şah İsmâil, Çaldıran'da Yavuz Sultan Selim karşısında yenilince Özbekler tekrar Mâverâünnehir'de güçlendiler ve Bâbürlülere karşı tutumlarını sertleştirdiler. Bâbür artık Semerkand’da tutunamayacağını anladı. Bu sebeple şansını Afganistan’da merkezi Kâbil olmak üzere yeni bir devlet kurmakta denedi ve bunda da başarılı oldu.

Bu mücadelelerde tuhaf olan, bütün tarafların Türk olmasıdır. Babür Barlas boyundan Emir Temür’ün torunudur. Rakibi Şeybek veya Muhammed Şeybani Han Kıpçaktır. Muhammed Şeybani Han’ın rakibi, bugün Azerbaycan Türklerinin ataları olarak kabul ettiği Türkmen sufilerinden Şah İsmail’dir. Şah İsmail’in rakiplerinden biri Muhammed Şeybani Han, diğer de Oğuzların Kayı boyundan Sultan Selim’dir. Bunlar arasında diplomasi, protokol ve sanat anlayışı ile insani değerler bakımından Babür’ün özel bir yeri vardır. Kendisine ihanet eden akrabalarını ve yakınlarını kolayca affeder. Yıllarca mücadele ettiği Şeybani sultanına komşu bir devletin padişahı olarak şiirlerini gönderir. Ecdadı Temür’ün başkenti Semerkand ve çevresini almak için Şah İsmail ile işbirliği yapar. Ancak halk, bu iş birliğini ve Şah İsmail’in adamlarının gerçekleştirdiği kıyımı tasvip etmez. Halkın sempatisini ve bağlılığını da kaybeder.

1518'de Güney Afganistan seferine çıktı ve Hayber Geçidi'ni aşarak Sind bölgesine indi. Bu yılın sonlarında Kunar ile Sind arasındaki topraklara hâkim oldu. 15 Şubat 1519’da 1500 kişiyle ilk defa Sind nehrini sallarla geçerek Pencap ile Cenap nehri yöresini yağmaladı. 1398-1399 yıllarında Hindistan'ı istilâ eden Temür,  Pencap ve Delhi havalisini kendine tâbi olan seyyidlere bırakmıştı. Bâbür de atasının mirasçısı olarak bu topraklarda hak iddia etmiş ve halkına baskı yapılmaması için de emirler vermişti.

Kandehar Kalesi'nin fethiyle Hindistan-Afganistan ve İran yolu kontrol altına alındı. Bâbür bu kalede iken Mayıs 1522'de Lahor’dan gelen Devlet Han Lûdî ve Âlem Han’la görüştü. Lûdî sarayına yakın olan bu meliklerin yardım talebi kabul edildi. Bâbür iki yıl zarfında Pencap'ı üç defa istilâ etti. Ancak Kâbil'in Özbekler tarafından tehdidi üzerine tekrar Afganistan’a dönmek zorunda kaldı. Bâbür hatıratında Hindistan fethinin gecikmesine kardeşleri arasındaki anlaşmazlıklar ve emirlerin gevşekliğinin sebep olduğunu yazmaktadır. Bu sırada doğan bir şehzadeye Hindâl adının verilmesi de Bâbür’ün Hindistan’ı almayı ne kadar arzuladığını göstermektedir.

Bâbür kesin ve büyük Hindistan seferini 1525'te yaptı. Önce Pencap’ı istilâ ettikten sonra Delhi üzerine yürüdü. Bu sırada Kuzey Hindistan Lûdîler tarafından idare edilmekteydi. İbrâhîm Lûdî'nin yakınları olan Lahor valisi ve Âlem Han ile arası iyi değildi. Bâbür Lûdî başşehrine giden yol üzerinden hareket ederek Panipat yakınlarına geldi. Karargâhını burada kurdu. Kale önlerindeki aynı adı taşıyan ovada Bâbürlü ve Lûdî kuvvetleri Nisan 1526’da karşı karşıya geldiler. Lûdî ordusu çok kalabalıktı ve orduda 1000 kadar fil de yer alıyordu. Bâbür'ün ordusu ise 12.000 civarında idi. Osmanlı savaş nizamını uygulayan ve ateşli silâhlar kullanan Bâbür karşısında İbrâhîm Lûdî büyük bir yenilgiye uğradı ve öldürüldü. Onun ölümüyle Lûdîlerin hâkimiyeti sona erdi. Bâbür bu seferden sonra Delhi ve Ağra'yı da süratle ele geçirdi ve Hindistan’da devletini kurdu (1526).

Bâbür, Çitor Racası Rânâ Sangâ'nın kalabalık bir ordu ile üzerine yürüdüğünü haber alınca hemen harekete geçti ve taraflar Biyâne yakınlarındaki Hânuva'da karşılaştılar. Mart 1527’de yapılan savaşta Rânâ Sangâ büyük bir hezimete uğradı. Arabalar üzerine yerleştirilmiş toplar karşısında tutunamayan Hindûlar çok kayıp verdiler. Bu savaştan sonra Bâbür Ağra’da yerleşti ve Bedehşan askerlerini ülkelerine gönderdi. 1527’ den sonra kesilen paralarda Bâbür ismi yanında “gazi” unvanı da görülmektedir. Bu ise Çitor racası Rânâ Sangâ’ya karşı kazanılan zaferden dolayıdır.

Bâbür 1528’de Çanderi’ye saldırarak Raca Medini Rao'yu mağlûp etti. Ancak Afgan meselesi yüzünden Racpûtlar’a karşı genel bir yer değiştirme harekâtına girişemedi. Ganj nehrini geçerek topçular sayesinde Lûdîler’e sadık kalan kuvvetleri de yendi ve 21 Mart 1528'de Leknev'i ele geçirdi.

1529'da Bengal meselesi ortaya çıktı. Bihâr’da istiklâlini ilân eden Mahmud Şah Afganlıları çevresine toplayarak bölgedeki Bâbürlü nüfuzuna son verdi. Bâbür 6 Mayıs 1529’da Bihâr seferine çıktı ve Mahmud Şah'ı mağlûp ederek doğuya ilerledi. Dönüşte Leknev’i tekrar hâkimiyeti altına aldı.

1530’da hastalanan Bâbür, hastalığının giderek ağırlaşması üzerine bütün emîrleri huzuruna çağırarak oğlu Hümâyun’un hükümdar olmasını vasiyet etti ve onlardan bağlılık yemini aldı. Üç gün sonra da 6 Cemâziyelevvel 937'de (26 Aralık 1530) Ağra’da vefat etti. Naaşı Cemne nehri kenarındaki Nûrefşân bahçesinde toprağa verildi. Vasiyeti gereğince de altı ay sonra Kâbil'e taşınarak Bâğ-ı Bâbür'de yakınlarının yanına gömüldü. Şah Cihan 1646'da Bâbür için muhteşem bir türbe inşa ettirdi. Bâbür’ün on sekiz çocuğu olmuştu. Öldüğünde dört oğlu ile üç kızı hayatta idi. Bunlar Hümâyun, Kâmrân, Askerî, Hindâl, Gülreng, Gülçehre ve Gülbeden'dir.

Bâbür kurduğu devlet ve tarihte oynadığı önemli rol bakımından Türk tarihinin önde gelen simalarından biridir. Batılı yazarlar, o devirde pek az hükümdarda görülen meziyetleri şahsında toplamış olan Bâbür’e hayrandırlar ve başka hiçbir kahramanın kendisini onun Bâbürnâme'sindeki kadar güzel tasvir edemediği kanaatindedirler.

Bâbür kılıç kullanmakta, ok atmakta, ata binmekte usta olduğu kadar insan ruhunu tanımakta, fertleri ve toplumları idare etmekte de o derece ustaydı. İleri görüşlü bir devlet adamı ve soğukkanlı bir kumandandı. Maiyetine karşı merhametli ve şefkatli davranır, affına sığınan suçluları bağışlamakta tereddüt etmezdi. Gerektiğinde de en ağır cezaları uygulamaktan çekinmezdi. Spor ve avla, fikrî ve edebî meselelerle uğraşmaktan zevk alırdı. Eğlenceye düşkünlüğüne rağmen idari ve askerî işlerde en küçük bir ihmal göstermemiştir. Daima halkının refahı için çalışmış, ülkesini bayındır hale getirmeye gayret etmiştir.

Bazı besteler yaptığı bilinen Bâbür, güzel sanatların hemen hepsiyle yakından ilgilenmiştir. Aynı zamanda iyi bir hattat olan Bâbür, “Hatt-ı Bâbürî” adıyla yeni bir yazı stili icat etmiştir. Şiir ve edebiyata da vâkıf olup Çağatay şiir ve nesrinin en güzel ve orijinal örneklerini vermiştir. Teknolojik gelişmeleri de yakından takip ederek bunları yalnızca savaş için değil aynı zamanda tarımda üretimi artırmak amacıyla da kullanmıştır.

Bâbür devlet kurucu büyük bir siyasî şahsiyet, askerlik sanatının yüksek bir siması, yılmaz bir mücadeleci oluşu yanında sanat ve kültür yönü de o derece kuvvetli müstesna bir kimse idi. O, bir insanda aynı zamanda bir araya gelemeyecek çeşitli kabiliyet ve değerleri âhenkli bir terkip içinde toplayabilmiş eşsiz bir hükümdar olarak yalnız Türk tarihinde değil, Doğu ve Batı âleminin büyük şahsiyetler galerisinde günümüzde hayranlıkla seyredilen bir portre olmuştur. Bâbür on iki yaşında tahta çıkışından bu yana seferden sefere koşup at üstünden inmeyen, tahtını ülkeden ülkeye taşıyarak yeni devletler kuran bir maceralar kahramanı, savaşsız kaldığında ardı gelmez büyük avların, eğlence meclislerinin zevkini yaşayan bir tabiat âşığı, araştırıcı ve gözlemci bir botanik uzmanı, görmesini bilen bir seyyah, bir etnografya müjdecisi, bir bahçe mimarı ve şehirci, ata binme, ok atma ve kılıç kullanma sanatının efendisi, yüzücülük dâhil komple sporcu, hattat, musikişinas, fakih, hararetli bir süsleme sanatları ve kitap meraklısı, bir edebiyata damgasını vurmuş şair, dünyanın zevkle, takdirle okuduğu üstün bir hâtıra yazarı, hayatı türlü lezzetleriyle bir yaşama sanatı haline getirmiş bir kimse olmanın bütün sıfatlarını beraberinde taşıyan bir Türk soylusudur.

Bâbür, şiirleri ve Bâbürnâme’siyle bugüne gelmiş ve şöhretini bugün de devam ettirmektedir. O, kaybolanları bir tarafa bırakılırsa beş esere imzasını atmış bir edebiyatçı hükümdar olarak tanınır. İçinden birçok şair şahsiyet çıkmış Temür hanedanındaki şiir geleneği en yüksek temsilcisini onun şahsında bulmuştur. Eğitimini saray çevresinde görmüş olan Bâbür’ün tahta çıkışı gibi şiire başlayışı da erken olmuştur. İlk şiir denemelerine daha on altı yaşında başlamıştı. Başlangıçta çalışmaları beyit çerçevesini geçemezken iki üç yıl içinde artık başlı başına gazeller ortaya koyabilecek bir seviyeye erişir. 1500 yılında Semerkand’ı ikinci defa aldığında orada Ali Şir Nevâî ile görüşmüştür. Bâbür, soyundaki ve saray çevresindeki geleneğin tesiriyle böylece on dokuz yaşında iken hükümdar şairler safında yerini alır. Onun şiirleri siyasî hayatı ile beraber Fergana, Kâbil ve Hindistan olmak üzere üç devre içinde görünür. Kâbil devresinde şiirlerinin sayısı bir divan teşkil edecek noktaya varır. 1519 yılında divanını Semerkand’da Özbek Hükümdarı Polat Sultan’a göndermişti.

Bâbür’ün şiiri, yazdıkları basit bir heveskârlığın alelâde ifadeleri olmaktan ileri gidememiş bazı şair hükümdarlarınkinden tamamıyla farklı olup edebî ilimleri çok iyi bilen, Türk ve Acem şiirini ne derece yakından tanıyıp incelemiş olduğunu aruz nazariyatı üzerindeki eseriyle de ortaya koymuş, söyleyiş gücü kuvvetli, ileri zevk sahibi usta bir kalemin mahsulüdür. Hatıralarında çok iyi belli olduğu gibi o herhangi bir vesile ile bir konu veya bir durum karşısında anında ondan bir şiir çıkarabilecek derecede bir ifade rahatlığı kazanmıştı. Çağının diğer şairleri gibi aşk-sevgili-içki zevki (veya meclisi) konuları onda da hükmünü sürdüren bir üçüzlüdür. Buna çok defa tamamlayıcı bir unsur olarak tabiattan da belirli bir dekor eşlik eder. Fakat Bâbür, klasik geleneğin bu değişmez temlerini değişik ve oynak bir üslûpla gerçek tablolar içinden verecek surette işlemeyi başarır. Zaman zaman kendi hayatını, yaşadığı hadiseleri şiirine getirir. Hayatını aksettiren otobiyografik karakterdeki şiirleri sayıca ârızî ve tesadüfîliğin sınırı dışındadır. Hâtıratında ne zaman, hangi münasebetle, ne gibi hallerde yazıldıklarına dair verdiği bilgilerden şiirlerinin kendi hayat hadiseleriyle bağlantısı anlaşılır. Babür’ün şiirlerinde çok şahsî bir yönü de, devlet kurucu ve taht sahibi olarak bulunduğu Afganistan ve Hindistan’da içinde taşıdığı gurbet duygusu ve ayrı düştüğü Fergana’ya olan özlemi dile getirmesidir. Klasik şiirin dar ve hazır bir çerçeve halinde kabullene gelinen itibarîsine (conventionel) onun samimi bir eda katabildiği görülüyor. Ancak hemen hemen her divan şairinde olduğu gibi alelâdenin üstüne çıkamamış bazı şiirlerin onda da var olduğu inkâr edilemez.

Bir modaya ayak uyduruştan ibaret kalan sayısı belli “musanna” bazı şiirleri bir yana bırakılırsa ifadesi sadeliğe meyleden Bâbür yer yer halk dilinden bir kısım unsurlar almış, atasözleri ve deyimler de kullanmıştır. Bâbür en çok gazel ve dörtlük (rubâî-tuyuğ) tarzını tercih etmiş; kaside ve musammat gibi geniş hacimli nazım şekillerini kullanmaktan uzak durmuştur. Bir şiirini ise hece vezniyle bir türkü olarak yazmıştır. Bâbür daha ilk denemelerinden itibaren Farsça şiirler de yazmaya başlamış ancak bunlar Türkçe şiirleri yanında sayıca hep geride kalmıştır. Babası ve amcasının müridi oldukları Hoca Ubeydullah Ahrâr gibi büyük bir mutasavvıfı çocuk yaşında tanımıştır. Dervişlere samimi bir saygı gösteren Bâbür’ün bazı şiirleri tasavvufî bir renk taşır. Mısralarını bazen Türklük ve kahramanlık duygularına açtığı da eklenince Bâbür’ün şiirlerinin umumi tablosu tamamlanmış olur.

Bâbür’ün bir kısım şiirlerinde, özellikle rubâîlerinde Ali Şir Nevâî tesiri kendini hissettirir. Çağdaşları Bâbür’ün şairliğinden büyük bir takdirle bahsetmektedirler. “Türkçe ve Farsça şiir söylemekte emsalsizdi; bilhassa Türkçe divanında taze mazmunlar bulup söylemiştir” ifadesinin yanı sıra Haydar Mirza Duglat’ın, “Onu Türkçe şiirlerinde ancak Ali Şir Nevâî geçerdi” şeklindeki değerlendirmesi, devrinde onun ne derece kuvvetli bir şair sayıldığına tercüman olmaktadır. Doğu Türkçesi edebiyatının Nevâî’den sonra yetiştirdiği en değerli şairin Bâbür olduğu bugün edebiyat tarihçileri tarafından benimsenmiş bir hükümdür.

Türk ve İran edebiyatlarını çok yakından tanıyan Bâbür’ün gerek Türk gerekse Acem şairleri hakkında çok sağlam ve yerinde görüşlere sahip olduğu Bâbürnâme’sinde açıkça görülmektedir. Bu arada Ali Şîr Nevâî hakkında söyledikleri bugün için de aynen kabul edilebilecek isabetli bir değerlendirmeyi aksettirir.

Eserleri:

1. Bâbürnâme: Çağatay edebiyatının Nevâî’ninkini dahi aşan en tabii ve ileri nesir örneğini veren, önce ilim âleminde şöhret kazanıp mühim bir kaynak olarak ele alınmış olan bu eser, sadece Türk edebiyatı için değil, türünde kendisini yabancı okuyucuya da sıradışı bir hâtırat kitabı olarak kabul ettirmiştir. Bâbür’ü unutulmazlar arasına sokan, ilmîliğe yükselen muhtevası, bir hükümdardan beklenemeyecek samimi anlatımı ile hayranlık duyguları uyandıran bu eser çeşitli dillere tercüme edilerek birçok defa basılmıştır.

2. Divan: Bâbür’ü Çağatay edebiyatının şiirde Nevâî’yi takip eden büyük temsilcisi olarak tanıtan divanı, onunkiler kadar hacimli olmamasına karşılık, orijinal yönler taşıyan seçme ve kuvvetli şiirleriyle Bâbür’ün değerini ortaya koymaya yetmiştir. Kadı Burhâneddin ve diğer bazı şair hükümdarlarınki gibi klasik divanlar tarzında ve alfabetik bir tertipte olmayan bu divanda şiirlerinin kronolojik bir sıraya göre yer almış olacakları yolunda bir görüş vardır. Bâbür’ün kendisinden öğrenildiği üzere ilk şiiri olan gazelin görülebilen divan nüshalarındaki gazellerin en başında bulunması, yazılış tarihini verdiği diğer bazı manzumelerinin de böyle bir durum göstermesi bu görüşü destekler mahiyettedir.

Divanın yazma nüshalarına Orta Asya’dan çok başka ülkelerin kütüphanelerinde rastlanmaktadır. Bunun sebebi Rus çarlığı ve SSCB döneminde işgal ve baskılardan kaçan aydınların olması veya Babür’ün Türkistan’ı terk etmek mecburiyetinde kalması ve ellerindeki nadir eserleri yanlarında götürmeleri olabilir. Yahut Türkistan’da ele geçen nadir eserlerin şarkiyatçılar ve sömürgeciler tarafından yağma edilmesi de olabilir. Başlıca nüshaları şunlardır: 1. Tahran nüshası, 2. Paris nüshası, 3. Râmpûr Özel Nevvâb Kütüphanesi nüshası. , 4. ve5. Haydarâbâd Sâlâr Jang Müze Kütüphanesi, 6. Topkapı Sarayı Kütüphanesi, 7. İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, 8. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Atatürk Kütüphanesi…

3. Aruz Risâlesi: Kendinden önce Ali Şîr Nevâî’nin aruz nazariye ve kaidelerine dair yazdığı eseri yeterli görmemekten gelen bir ihtiyaçla Bâbür’ün ondan otuz beş yıl kadar sonra aynı konuda meydana getirdiği bir çalışmadır.

4. Mübeyyen: Yazıldığı sırada on bir on iki yaşlarında bulunan oğlu Kâmran Mirza’ya öğüt olarak Hanefî fıkhına dair bazı konu ve meseleleri izah gayesiyle kaleme aldığı bir mesnevidir.

Mesnevi nazım şekliyle ve aruzun feilâtün (fâilatün) mefâilün feilün (fâ¡lün) kalıbıyla yazılan eser, toplam 2258 beyittir.

Eser İslam’ın beş şartı hakkında Hanefi mezhebi fıkhının hükümlerini ifade etmek üzere her birine “Kitâb” adı verilen beş ana bölümden oluşmaktadır. Her bölüm yazılış sebebi, kitabın konusunun belirtilmesi, ana kısım ve sonuç alt bölümleri şeklinde düzenlemiştir.

5. Risâle-i Vâlidiyye Tercümesi:  XV. asırda Temürlüler çağında Mâverâünnehir ülkelerinde büyük mânevî nüfuzu olan Nakşibendî Hoca Ubeydullah Ahrâr’ın, babası Mahmud Şâşî’nin dileği üzerine yazdığı için Vâlidiyye diye adlandırdığı Farsça tasavvufî ahlâk kitabının manzum tercümesidir.

Ubeydullah Ahrâr’ın Bâbür’ün mânevî hayatında özel bir yeri vardır. Babası Fergana Sultanı Ömer Mirza’ya “oğlum” diye hitap edecek kadar yakınlık gösteren Hoca Ubeydullah’ı Bâbür zaman zaman rüyalarında gördüğünü ve ondan olacak güzel şeylerin işaretlerini aldığını söyler. Kardeş kavgalarında tam ele geçirilmiş ve ölüme yaklaşmışken yakınlarının ve vefalı dostlarının düşlerine giren Hoca Ubeydullah Ahrar, Babür’ün ölümden kurtulmasına vesile olur. Hindistan’da hayatının son yıllarında daha önce geçirdiği ateşli bir hastalığın yeniden nüksetmesi sırasında, Hoca Ubeydullah’ın ruhaniyetinin şifaya vesile olması ümidiyle onun bu eserini tercümeye başlayarak on gün içinde (10-20 Kasım 1528) tamamlar.

Bâbür’ün bunlardan başka var olduğu söylenen biri mûsiki hakkında, diğeri savaş sanatına dair iki eseri şimdiye kadar ele geçmemiştir. Bâbür’ün bir de oğlu için yazdığı bir “Vesâyânâme” adlı eseri olduğu ileri sürülmektedir. Bu eser, bir kitap olmayıp bu kitaba ek olarak aldığımız Hindistan’ın yönetimine dair ipuçları ve Sünni – Şii ihtilaflarında tarafsız kalınması gibi nasihatlerin bulunduğu vasiyetname olabilir.

Bâbür, Arap harfleri dışında değişik ve yazılması kolay bir yazı şekli tasarlamış; 1504’te ülkesinden ayrılıp yeni bir devlet kurmak üzere Kâbil’e gittiğinde “Hatt-ı Bâbürî” adıyla yeni bir alfabe sistemi icat etmişti. Noktasız harflerden meydana gelen bu sistem, ileri sürüldüğüne göre Türkçenin bünyesine uygun gelecek bir yol arayışının ifadesiydi. Ne yazık ki bu alfabe bugün elimizde yoktur.

 

Bu âlem arâ aceb elemler kördüm,

Âlem elidin turfe sitemler kördüm,

Her kim bu «Vekâyi»ni okur, bilgeykim:

Ne renc ü ne mihnet ü ne gamlar kördüm.

 

Hindistan'da ilk büyük siyasi değişiklikleri Bâbürlüler yaptılar. Önceleri Fergana'da saltanat süren, büyük dedesi Emir Temür’ün başkenti Semerkand’ı ve Turan ülkesinin merkezi Maveraünnehir’i almaya çalışan Babür, Mâveraünnehir'de hâkimiyeti kaybederek kendi deyimiyle “kazaklık” (nereye gideceğini ve ne yapacağını bilmeme)  durumuna düşünce Afganistan'a geçti. Burası Emir Temür’ün oğlu Cihangir Mirza’nın Pir Muhammed'e armağan ettiği bölge idi. (Pir Muhammed, Temür’ün vasiyetine göre yerine veliaht tayin ettiği torunuydu ama diğer mirasçıları vasiyete uymamışlardı.) Babür de talihin yardımı ile atalarının hüküm sürdüğü bu ülkeye gelmiş ve Kâbil'i merkez edinerek buruda oturmaya başlamıştır. 1526 yılından itibaren de Hindistan'da yaşamış ve Hindistan padişahı olarak da tarihe geçmiştir.

Devletin kuruluşu 1526, yıkılışı ise 1858'dir. Bu tarihten sonra da Hindistan’da İngiliz hâkimiyeti yaşanmıştır. Babür, Padişah unvanını alan ilk hükümdardır. Onunla başlayan bu unvan yıkılışa kadar devam etmiştir. Kâbil, Delhi, Ağra, Lahor, Fetihbur Sıkri'yi başkent olarak kullanmışlardır. 1526 ile 1858 yılarında saltanat süren padişahlar şunlardır.

Zâhirüddin Muhammed Babür 1526-1530

Nâsırüddin Humâyun 1530-1540

(On beş yıl süren Sûri Sultanları Dönemi. Bu dönemde Humayun Kâbil’de yaşamıştır.)

Humâyun 1555-1556

Celâleddin Ekber 1556-1605

Şihâbeddin Cihângir 1605-1627

Dâver Bahş 1627-1628

Şihâbeddin I. Cihân Şâh 1628-1657

Murat Bahş (Gucerat'da) 1657-1657

Şah Şuca (Bengale'de)1657-1660

Muhyiddin Evrengzib Âlemgir 1658-1707

A'zâm Şâh 1707-1707

Kâm Bahş (Dekken'de)1707-1707

Şâh Âlem I. Bahadır Şâh 1707-1712

Azimüşşan 1712-1712

Mu'izzeddin Cihândar 1712-1713

Ferruhsiyer 1713-1719

Şemseddin Refiyyüdderecât 1719-1719

Refi yyüddevle II. Cihân Şâh 1719-1719

Nikû Siyer 1719-1719

Nâsır ed-Din Muhammed 1719-1748

Ahmed Şâh Bahadur 1748-1754

Aziz Şâh 1754-1754

III. Cihân Şâh 1760-1760

Celâleddin Ali Cevher II. Şah Âlem 1760-1788

Bidar Baht 1788-1788            

II. Şah Âlem (İkinci defa) 1788-1806

Mu'in’üddin II. Ekber 1806-1837

Siraceddin II. Bahâdur Şâh 1837-1858.

 


Orhan Şaik Gökyay - Yas