Gezi Yazısı (Seyahatname) etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gezi Yazısı (Seyahatname) etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Temmuz 2024 Çarşamba

Mahir Ünlü - Dünden Bugüne Taşkent

 



Taşkent Özbekistan Cumhuriyetinin başşehri ve Taşkent vilayetinin merkezidir. Orta Asya'nın en büyük şehirlerinden biridir. Şehrin bir merkez ilçesi (Mirza Uluğbek) ve on bir ilçesi vardır.

El yazması kitaplarda nakledilenlere göre Taşkent'in eski adı Çaç imiş. Taşkent'i Araplar işgal ettiğinde Arap alfabesinde “ç” olmadığı için “Şaş” diye söylenmeye başlamış. Birunî’nin, “Hindistan” adlı eserinde belirttiğine göre (Taşkent'in adında geçen) “taş” sözü Türkçedeki taş  sözüdür. Zamanla “şaş” şeklini almıştır. “Taşkent, taşlı köy demektir” diye açıklamaktadır. Ayrıca "taş" sözünün eski Türkçede ve bugünkü Özbek dilinde "dış" manasında kullanıldığını biliyoruz. Türkçedeki taşra, Özbekçedeki taşkarı, taşki sözlerinde bu husus açıkça görülür. Maveraünnehir bölgesinin kuzeye çıkan bir kapısı niteliğinde olan,

Buhara veya Semerkant merkezli bir medeniyet için Taşkent'in dışarıda sayılması da muhtemeldir. 

On üçüncü asırda ve on dördüncü asrın ilk yarısında Taşkent Çiğatay (Cengiz Han sülalesinden olup Türkleşmiş Moğol kabilesi, Türkçede Çağatay olarak söylenir) idaresinde kalmıştır. On dördüncü asrın ikinci yarısından on beşinci asrın son yıllarına kadar Timurîler tarafından idare edildi. 1404 yılında Mirza Uluğbek'e verildi. Bu devirde Taşkent şehri vaha ile çöl arasında müstahkem bir kale haline getirildi. Sınırları genişledi. Üretim, ticaret ve kültürel faaliyetler arttı. Şayhantahur (Şeyh Havendi Tâhir) külliyesindeki türbeler, Cuma Mescidi ve diğer mimari eserler kuruldu. Bu külliye işgal devirlerinde yerle bir olmuşsa da bağımsızlık döneminde Özbekistan'ın ilk cumhurbaşkanı İslam Kerimov tarafından yeniden inşa ettirilerek Taşkent'in en büyük camii (Hast İmam Mescidi), Özbekistan Müslümanlar İdaresi (bizdeki Diyanet İşleri Başkanlığı) ve medrese olarak hizmete açılmıştır.

On altıncı asırda Taşkent bayındır bir şehir haline gelmişti. Şehrin etrafı yeni bir duvarla çevrilmişti. Yeni mimari eserler boy göstermişti: Şayhantahur türbesi, Kökeldaş Medresesi, Barakhan medresesi o zamandan bugüne kalan eserlerdir.

Taşkent'in halen Özbekistan'ın başşehri olması sebebiyle Cumhurbaşkanlığı sarayı, Yüksek Meclis, Bakanlıklar, siyasi parti genel merkezleri, siyasi ve sosyal kurumlarla hayır kurumlarının merkezleri, diğer ülkelerin diplomatik temsilcileri bu şehirdedir.

1991 Yılından sonra şehrin merkezi meydanına “Müstakillik Meydanı” adı verilmiştir. Şehir merkezindeki büyük parklardan birine Emir Timur adı verilmiş, büyük devlet adamının heykeli bu meydana konulmuştur. Aynı parkta Timuriler Tarihi Devlet Müzesi kurulmuştur. Şehrin, âlimlerin yaşadığı semtlerinden birine de Mirza Uluğbek'in heykeli konulmuştur.


Taşkent, Özbekistan'ın kültür merkezidir. Burada çok sayıda üniversite, enstitü, lise, spor lisesi, meslek lisesi, temel eğitim okulu, anaokulu, kreş ve halk eğitim merkezi bulunmaktadır. Özbekistan'ın en fazla sirk, sinema ve tiyatro salonu, park ve bahçeleri bu şehirdedir.

Taşkent Orta Asya'nın en büyük ticaret merkezidir. Taşkent havaalanı milletlerarası öneme sahiptir. Şehirde iki hava alanı, tren garı, otobüs terminalleri mevcuttur.

Halkın önem vererek ziyaret ettiği Şeyh Zeynüddin türbesi, Çopanata türbesi, Keffal Şaşi türbesi, Hoca Alemberdar türbeleri bu şehirdedir. Hazret-i İmam Keffal Şaşi Hazret-i İmam diye anılırken halk arasında kısaca Hast İmam şeklinde söylenir olmuştur. Zengi Ata türbesi de Taşkentlilerin mukaddes bilip ziyaret ettiği türbelerdendir.

Taşkent'te çok sayıda hastane, spor salonu, spor alanı ve stadyum vardır. Taşkent'in televizyon yayınları dağıtım merkezi olan televizyon kulesi “teleminare” Yunusabad ilçesindedir.

Taşkent metrosu üç ayrı güzergahta yolcu taşımaktadır. Metro inşaatı 1973 yılında başlamış, dokuz istasyonu olan ilk güzergâhta 1977 yılında seferler başlamış, metro ilave inşaatlarla 2001 yılında tamamlanmıştır. İlk güzergahta Sabir Rahimov, Çilanzar, Mirza Uluğbek, Hamza, Milli Park, Halklar Dostluğu, Pahtakor, Müstakillik Meydanı: Emir Timur, Hamid Alimcan, Puşkin, Büyük İpek Yolu istasyonları yer almaktadır. İkinci güzergâhta Ali Şir Nevai, Özbekistan, Kozmonotlar, Aybek, Taşkent, Maşinasazlar, Çikalov, Gafur Gulam, Çarsu, Tinçlik ve Biruni istasyonları vardır. Üçüncü güzergâhta ise Minörik, Yunus Recebi, Abdullah Kadiri, Minar, Bademzar, Habib Abdullayev istasyonları vardır. Taşkent metrosu 9 şiddetinde depreme dayanıklı olarak projelendirilmiş olup metronun geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması için yol ve istasyon yapımları devam etmektedir.

Taşkent'te neşredilen çok sayıda gazete ve dergi mevcuttur. Özbekistan'ın en önemli yayınevleri Taşkent'tedir.

Eski çağlarda bütün önemli şehirler gibi Taşkent'in etrafı da yüksek duvarlarla çevrilmişti. Duvarların yüksekliği 8 metre, uzunluğu 10 kilometre civarındaydı. Halk arasında yaygın olan “şehir kapısız değil” deyimi o devirlerden kalmış olmalıdır. Yüksek kale duvarlarının her tarafında şehre giriş çıkış için on iki kapı kurulmuş. Kapıları hangi kabile koruyorsa onun adı kapıya verilmiş. İşte o kapılar:

1.   Kıyat kapısı: Adını Kıyat kabilesinden almış. Parkent kapısı veya Kokan kapısı da denir.

2.   Türkler kapısı

3.   Özbek kapısı

4.   Tahtapul kapısı

5.   Karasaray kapısı

6.   Çiğatay kapısı: Cengiz Han soyundan Çiğatay (Çağatay) adını taşıyor.

7.   Su’baniyan (Sağban) kapısı: Sağban adının pazar yeri bekçilerini ifade ettiği çeşitli kaynaklarda yer almaktadır.

8.   Kökçe kapısı

9.   Kemanderan (Kamalon) kapısı

10.  Kanklı kapısı

11. Beşağaç kapısı

12. Katağan kapısı: Bu kapının eski adının Koymazkineges’miş.

Katağan, baskı, yasak demek. Katağan dediğinizde Özbek halkının 1930'lu yıllarda Stalin yönetiminde Türk aydınlarına uygulanan yok etme politikası akla geliyor. 1991 Yılında bağımsızlığını ilan eden Türk cumhuriyetlerinde bu yönden yaşanan bir çelişkiye şahit olursunuz. Bir tarafta Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği döneminde katledilen aydınların hatırası, diğer taraftan da İkinci Dünya Savaşı'nda Sovyet Sosyalis Cumhuriyetlerini korumak için Almanlara, İtalyanlara ve Japınlara karşı savaşan evlatlarının anıları. Tarih bazen insana bu çelişkiyi yaşatıyor. Özbekistan cumhurbaşkanı İslam Kerimov da Müstakillik Meydanı'nda Nazilere karşı savaşan vatandaşlarının hatırasına abideler dikerken diğer yandan da taşkent'in Yunusabad ilçesinde "Qatagʻon qurbonlari xotirasi muzeyi" (Baskı kurbanları müzesi) yaptırmış. Bir tarafta Sovyetler Birliği ordusunda savaşan askerlerin hatırası, diğer tarafta da Sovyetler Birliği adı verilen Rus İmparatorluğunun katlettiği vatansever aydınların hatırası...



Eskiden şehrin on mahalleden ibaret olan semtine “dehe" adı verilirmiş. Daha sonra şehir büyüdükçe “dehe” kelimesi ilçe (bugünkü Özbekçede Tümen deniyor) manasını almış.

Suyun altın değerinde olduğu Orta Asya'da Taşkent'in sularından bahsetmemek olmaz. Çimgan adı verilen dağın eteklerinden gelen sular Taşkent'in içinde dere ve kanallardan akıp gitmekte, yazları oldukça sıcak geçen Taşkent'i serinletmektedir.

Her şeyiyle bizden bir şehir olan Taşkent'te Özbekler, Kazaklar, Türkmenler, Stalin'in Kafkasya'dan sürgün ettiği Ahıska Türkleri ve bunların yanında Ruslar, UkraynalIlar, Koreliler ve Yahudiler bir arada yaşamaktadır. Nüfusun çoğunluğu nu oluşturan Özbekler, işgal yılları ve komünist dönemde asimile olmamak için olağanüstü bir direnç göstermişlerdir. Özbek halkını tanımak için Kökçe taraflarında, tek katlı, bahçeli, bahçesi duvarlarla çevrili bir aileye misafir olmak gerekir. Orada kırk yıl önceki Anadolu köylerinde kalan misafirperverlik hala yaşamakta hatta daha fazlasıyla yaşatılmaktadır.

1966 yılında yaşanan şiddetli deprem Taşkent'in birçok semtini yerle bir etmiş. Deprem sonrası inşa edilen dört katlı binalar bugün hala en güvenli binalar gibi görünüyor. Küçük bir depremde sokağa dökülen şehirlerimizi gördükten sonra dört şiddetindeki depremde pencereye bile çıkmayan Taşkentliler bu güveni yaşıyorlar.

Özbekistan'ın Fergana ağzıyla konuşan insanları Türk insanı kolayca anlar. Taşkent ağzı ise bizim için anlaşılması zor bir konuşma dili. Asırlar boyu Farsçanın tesirinde kalan bu şive Rus işgali ve Sovyetler Birliği devrinde Rusçadan çok sayıda kelime almış. Bağımsızlık öncesi ve sonrası da başşehir olması sebebiyle bu konuşma dili Özbekistan'da yazı diline de hâkim olmaya başlamış. Bu sebepledir ki Eski Türkçenin en tatlı şivelerinden biri olan Özbekçe, Ali Şir Nevai'nin emeklerini heba ediyor. Rusların dayattığı Kiril alfabesinde ve ona uygun olarak kabul edilen yeni Latin alfabesi ı-i, o-ö, u-ü seslerinin birer harfle gösterilmesi hatta "ö" harfinin dillerinde olmadığını iddia etmeleri Özbekçeyi diğer Türk lehçe ve şivelerinden ünlü uyumu yönüyle uzaklaştırıyor.

Geniş yolları, düzgün caddeleri, yemyeşil parkları ve eğlence mekanlarıyla bugünü yaşamak isteyenlere hitap ediyor. Bizim gibilere ise ya Çimgan'da dağ gezintisi veya Semerkant'ta, Buhara'da, Hive'de tarihin derinliklerinde kaybolmak en güzeli.

29 Mart 2024 Cuma

Mahir Ünlü - Buhârâ-yı Şerîf (Şerefli Buhara)

 


Buhara’ya Taşkent’ten karayoluyla gitmek meşakkatli fakat keyif vericidir. Meşakkatlidir çünkü Özbekistan’da yaz ayları sıcak geçer. Güneş insanı kavurur. Keyif vericidir, sebepleri saymakla bitmez: Yolda karşılaşacağınız dost insanlar, Semerkand’dan geçecek olmanız, mübarek topraklara ve yüce makamlara çilesiz erişilemeyeceğine olan inancınız… İsterseniz uçakla da gelebilirsiniz ama karayolunun zevki başka. Ne de olsa insan ayağının yere bastığını hissediyor.

Buhara; Orta Asya’nın en eski şehirlerinden biri ve İslamiyet’in Mekke ve Kudüs’ten sonra gelen üçüncü önemli merkezi. Müslümanların Roma’sı. Dini ilimlerinin öğretildiği en büyük medreselerin bulunduğu şehir. Buhara’nın tarihi Büyük İskender’den önceye uzanır. İbn-i Sina gibi tıp âlimlerinin yanı sıra büyük hadis âlimi İmam Buhari, Şah-ı Nakşıbend Bahaeddin Buhari ve daha birçok âliminin yetiştiği tarihi bir şehir. Yıldırım Bayezid’in damadı Emir Sultan da Buharalı. Doğup büyüdüğüm Kastamonu ilimizin Şenpazar ilçesini kuran Şir Ali Bani de... Tarihimizde ve kültürümüzde şerif (şerefli) unvanı olan şehirler vardır. Bu şehirler; üzerinde yaşattığı insanları, yaşanan olayları, manevî zenginlikleri veya mücadeleleri sebebiyle mübarek olarak kabul edilmişlerdir: Mekke-i Mükerreme, Medine-i Münevvere, Kudüs-i Şerif, Şam-ı Şerif ve Buhara-i Şerif mübarek kılınmış şehirlerimizdendir.

Buhara Orta Asya’daki Rus işgaline en uzun süre direnen bölgedir. Ancak, tarih kin tutmak için değil ibret almak için yazılmalıdır. Buhara Emirliği, Kokand Hanlığı, Türkmenler ve Kazaklar hatta Kırgızlar birlik olabilselerdi Türkistan düşmez, milyonlarca Özbek, Kazak, Kırgız, Türkmen canından ve yurdundan olmazdı. Abdülhamid Süleymanoğlu (Çolpan), “Gözel Türkistan, senge ne boldı” diye feryad etmezdi. Hatta bu birlik Azerbaycan ve Türkiye’den de destek görseydi Kırım Tatarları, Ahıska Türkleri ve daha niceleri Cengiz Han’ı aratmayan, tarihin en büyük zalimlerinden biri olan Stalin tarafından evlerinden, yurtlarından, evlatlarından ve canlarından ayrılmazdı. Lakin olmamıştı. Osmanlı, yalnız İran’a sefere çıkarken Türkistan’ı arıyor, hanlara ve beylere selam gönderiyordu. Onlar da kendi aralarında “küçük olsun ama benim olsun” zihniyetiyle hareket ederken geleceği görecek feraset sahiplerinin seslerine kulak tıkamaya devam edecek, kaçınılmaz sonlarını hazırlayacaklardı. Onlar topladıkları hazinelerinden taşıyabildikleri kadarını alıp bir yerlere göçerken geride kalan halk Rus zulmünü bütün acılarıyla yaşayacak, boyun eğmeye mecbur kalacaktı.

Buhara, Özbekistan’ın en zengin doğal gaz yataklarını barındırıyor. Gazlı ilçesinde Ruslar tarafından açılan ilk kuyulardaki rezerv biterken yeni kuyulardan çıkan gaz Özbekistan’ın pamuktan sonraki en önemli ihraç ürünü oluyor. Gerçi altın ve uranyum rezervlerinin de zengin olduğu söyleniyor ama bizim işimiz ticaret değil. Buralara kadar almaya da satmaya da gelmedik. Niyetimiz ata topraklarını, kardeş insanları, mübarek ziyaret yerlerini ve tarihi mekanlarımızı dünya gözüyle görmek.


Temmuz ayının ilk günleriydi ve yaz sıcakları bastırmıştı. Akşam karanlığı çökerken Buhara’ya yaklaştık. Sağda Gucduvan kasabası göründü. Bu kasabayı mutlaka gezmeliydik ama önce geceleyeceğimiz yeri bulmamız lazımdı. Karanlık çökerken Buhara’ya girdik ve Leb-i Havuz etrafında küçücük bir pansiyona yerleştik. Rüstem ve Zühre pansiyonunun Özbek ve Tacik sahipleri bize güzel odalar verdiler. Pansiyon Orta Asya’da varlıklı bir ailenin evi gibi. Taş duvarda çift kanatlı dış kapı. Ortada bir meydan. İki tarafta odalar. Merdivenle çıkılan üst katta yine odalar. Misafirperver Özbekistan halkı için evin çok odalı olması önemli. Misafirlerin kaldığı odalarla ailenin kullandığı odalar arasında avlu var. Özbekler misafire evin bir haftalık yiyeceğini bir öğünde ikram etmeyi severler. Misafir bir kişi bile olsa sofrada boş yer kalmaz. Yemekler, çerezler, tatlılar… “Bunları kim yiyecek” diye etrafınıza bakar kalırsınız. Gece odamdan çıkıp avluda oturmak istedim. Gökyüzünde yıldızlar ne kadar da çokmuş. Küçücük bir çocukken aynı yıldızları köyümüzden de görürdüm. Burada da aynı yıldızları görünce dünyanın ne kadar da küçük olduğunu anladım. Gönlüm bu havada şiir okumak istiyordu. Nedense edebiyatımızda Buhara şiirleri pek yoktu. Varsa da ben bilmiyordum. İstanbul şiirleri yazan Yahya Kemal Beyatlı ve Necip Fazıl Kısakürek, Anadolu şiirleri yazan Faruk Nafiz Çamlıbel, Cahit Külebi ve daha nice şairlerimiz Buhara için, Semerkand için de şiirler yazsalardı. Yahut şair olsaydım da ben yazabilseydim… Çıkıp etrafı dolaşmak için uygun bir gece…

Leb-i Havuz dedikleri ortası havuzlu bir meydan. Bir yanda Mecusilere, Hristyanlara ve Müslümanlara hizmet etmiş bir mabet. Moğol istilası sırasında Buhara yakılıp yıkılmış, otuz bin kişi katledilmiş ama bu mabet toprak altında saklı kalmış. Diğer tarafta Timurîler ve Şeybanîler devrine ait sayısız mescitler, medreseler, hamamlar, kervansaraylar varmış. Bugün bir kısmı müze, bir kısmı da ticari müesseselere mekân olmuş. Bir de tanıdıkla karşılaşıyoruz. Bizim Nasreddin Hoca. Burada eşeğe ters binmemiş ama yüzünde muzip bir ifade var. Buhara’da, Leb-i Havuz denen meydanın ortasındaki havuz gibi seksen havuz varmış. Bu havuzlarda biriken su yaz aylarındaki yakıcı sıcağı serine çevirir, susayan canlılara su, kuruyan bağlara can olurmuş.


Sabah ilk durağımız Seyyid Emir Külâl türbesi ve mescidi. Emir Külâl Seyyid Hamza’nın oğlu. Muhammed Baba Semmasi’nin talebesi ve Şah-ı Nakşıbend Bahaeddin Buhari’nin hocası. Türbede bir hoca Kur’ân-ı Kerim okuyup gelenlerle birlikte merhumun ruhuna dualar ediyorlar. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği devrinde perişan olan mekân yeniden imar edilmiş ve tertemiz. Türbenin dış kısmında dualar ettikten sonra iç kısma giriyorsunuz. İstanbul’daki evliya kabirlerinin bir benzeri. Yirmi otuz metre geride bir mescid. Küçük, sevimli, temiz.

İkinci durak Şah-ı Nakşıbend Bahaeddin Buhari’nin annesinin kabri. Burada adet odur ki kendisini ziyarete gelenler önce hocası Seyyid Emir Külâl’i, sonra annesini ziyaret ederler. Mütevazı bir mekan. Ziyaretçisi çok. Yeni evlenenler, uzaklardan gelenler, Buharalılar…

Şah-i Nakşıbend’in kabri kendi köyünde. Köyün adı Kasr-ı Hinduvân iken kendisinden sonra Kasr-ı Arifân olmuş. Daha kapısına gelmeden kalabalık ziyaretçi toplulukları başlıyor. Girenler, çıkanlar… Karşıdan gelen adamı sanki tanıyorum. O da dikkatle baktığımı görünce yaklaşıp selam veriyor. Urfalı bir kamyon şoförü. Türkmenistan’dan gelecek arkadaşını beklerken bu mukaddes beldedeki mekânları ziyaret ediyormuş. Yol arkadaşlarım Bazarbay Rüstemov ve Hayati Lök Urfalı kardeşimle meşgul olurken rehberimiz Abdülkâdir Bey bana anlatıyor: “Sovyetler devrinde de turist rehberliği yapıyordum. Türkiye’den buralara gelebilen olmazdı ama nasılsa bir Pakistanlı gelmişti. Şah-ı Nakşıbend’in ismini biliyor, Kasr-ı Arifân’a gelip kabrini ziyaret etmek istiyordu. Buhara’nın politbürosu izin vermiyordu. Pakistanlı iş adamının ısrarlı taleplerini ilettiğimde bana ‘burada öyle bir yer yok de’ diyorlardı ama Pakistanlı iş adamının ısrarı karşısında duramadılar. İzin verdiler. Birlikte buraya geldik. O bakımsız, perişan türbenin toprağına düşüp yere kapanan Pakistanlı saatlerce yerde kaldı. Yıllar sonra Cumhurbaşkanımız İslam Kerimov’un misafiri olarak buraya Turgut Özal geldi. Buranın yeniden imar edilmesi için bağışta bulundu ve bu mekân yeniden imar edildi” dedi. Dergâhın etrafı kabirlerle dolu. Bu kabirlerde Nakşibendî büyükleri ve onlara saygı için buraya gömülmeyi isteyen Buhara Emirleri ve yakınları yatıyor. Dergâhın büyük bir mescidi var. Ortada ise Şah-ı Nakşıbend Bahaeddin Buhari’nin sembolik kabri. Dünyada bu kadar kabul görmüş bir veli için oldukça mütevazı. Beyaz mermer lahdin üzerinde bir kitabe. Hepsi o kadar. Abdülhâlık Gucduvânî’den alıp geliştirdiği ilkeleri yaşatmak için milyonlarca insanın kılavuz edindiği büyük veli için büyük sadelik. Bu ilkeler:Vukûf-ı Zamanî (her an kendini yoklamak ve zamanı iyi değerlendirmek) , Vukûf-ı Adedî (dersin sayısına riayet ve gerçek manasını düşünmek), Vukûf-ı Kalbî (kalbin daima uyanık tutmak), Hûş der-dem (her alınan ve verilen nefeste manen uyanık bulunmak, gaflette olmamak), Nâzar ber-kadem (gözün ayak ucuna bakarak yürünmesi, boş şeylere bakmaktan korunmak), Sefer der-vatan (halktan ayrılıp Hakk'a gitmek), Halvet der-encümen (halk içinde ama Hak’la birlikte olmak), Yâd kerd (yaratanın ismini daima tekrarlamak),Bâz geşt (kişinin dilediğini Allah için dilemesi), Nigâh-daşt ( kalbi zararlı düşüncelerden korumak), Yâd-daşt (kendini daima Allah'ın huzurunda hissetmek) tir. Bu ilkeleri yaşayamasa da yaşayanlara olan muhabbetleriyle sünnet olacak çocukları, yeni evlenen çiftleri, uzaktan gelenleri ve yakından gelenleriyle Özbekler, Türkmenler, Dağistanlılar, Çeçenler, Kazaklar, Tacikler… Türbenin müzesinde dergâhın büyükleri ile burayı ziyaret eden devlet büyüklerinin isimleri ve temin edilebilenlerin resimleri. Bahçede bir dut kütüğü. Kuruduğu için kesilmiş. Kökünün Şah-ı Nakşıbend zamanından kaldığı söyleniyor. On dördüncü asırdan kalmış ve yirminci asırda kurumuşsa altı asır... Dut ağacı için oldukça uzun bir ömür. Kim bilir nelere şahit oldu? Muhafazakârlarla ceditçilerin mücadelesi, Rus işgali, bağımsızlık günleri…

Bu kadar uhrevi havadan sonra dünya nimetlerine dönüyoruz: Buhara Emirinin yazlık sarayı şehrin iyice dışında. Atatürk’ün Çankaya’yı, Dolmabahçe’yi bırakıp Yalova’yı seçtiği gibi. Yazlık saray ve müştemilatı ahşapla kâgirin uyumuna zarif bir örnek. Şehrin gürültüsünden kaçmak için yapılmış da olsa sarayda çalışma ve ziyaretçi kabul bölümleri devlet ihtişamı taşıyor. Yüksek ve süslü tavanlar, duvarlar ve mekânlar devleti şehirden sayfiyeye taşımışlar. Odalarda dünyanın çeşitli ülkelerinin devlet adamlarından Buhara Emirliğine gönderilen hediyeler: Çini vazolar, silahlar… Çok aradım ama İstanbul’dan gelen bir yadigâr göremedim. O Buharalılar ki kurtuluş savaşımıza katkıda bulunmak için Ankara’da toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisine çil çil altınlarını göndermişlerdi. Hem de Rus işgali kapılarındayken. “Buhara Hükümeti’nin Ruslar aracılığıyla Türk Hükümeti’ne yaptığı 100 milyon altın rublelik yardımdan, Ankara Hükümeti’ne ancak 10 milyon altın ruble ulaşabilmiştir. Ruslar, geri kalan 90 milyon altını, herhalde aracılık ücreti olarak almış olacaktır!” * O Buharalılar ki her yıl Hacca giderken halifenin şehri diyerek İstanbul’u ziyaret ederlerdi. Onlar için Üsküdar’daki Özbekler tekkesi inşa edilmişti. Bunları düşünürken Sarayı gezmeye devam ediyoruz. Bir kenarda at bakarların (seyislerin) odaları. Gözden uzak bir köşede harem. Emir ailesi bu köşede otururmuş. Saray sanki hala kullanılıyormuş gibi bakımlı ve temiz. Bahçede güller, tavus kuşları.



Bizim kaldığımız Buhara eski Buhara. Tarihi dokuyu korumak için yepyeni bir şehir kurulmuş. Sovyet döneminde apartman ve siteler tip projelerle bir örnek yapılırken bağımsızlıktan sonra devlet binalarında milli mimari özelliklerin yaşatılmasına çalışılıyor. Hızla eski şehre giriyoruz. Ark kalesi önündeyiz. Burası kale duvarları içinde bir mahalle ve saraydan ibaret. Rusların işgal öncesi yıktıkları duvar hala yıkık duruyor. Önce müze olarak kullanılan saraya giriyoruz. Yazlık saraya göre muhteşem. Topkapı sarayını gezenlerin yabancılık çekmeyecekleri bir yer. Emirlerin çalışma odaları müze olmuş. Özbekistan tarihine ait el yazması eserler, silahlar, kadın kıyafetleri, erkek kıyafetleri. Bir tezgâh: Bez dokumak için. Kastamonu’nun köylerinde ketenden bez dokunurdu ahşap tezgâhlarda. Adına “düzen” denirdi. Hemen hemen aynısı. Burada pamuk da keten de yetiştiğine göre dokumacılık elbette gelişmişti. Ama el tezgâhları sanayi devrimiyle birlikte sahiplerini fakirliğe mahkûm etmiş, fabrikalara yenik düşmüşlerdi. Sarayın önünde bir taht, bir çapan, bir doppı, bir de kılıç var. Üç kuruşa giyip hatıra fotoğrafı çektirebilirsiniz. Kalenin bir burcu aşağıdaki meydana bakıyor. Emir buradan halkı selamlarmış. Ağır suçların cezaları da aşağıdaki meydanda infaz edilirmiş. Halkın gözü önünde. İbret olsun diye.

Kalenin içinde mescid de var ama Emir Cuma namazı için dışarı çıkarmış. Ark kalesine an yakın mescid Bala Havuz. Ahşap sütunlar üstünde yükselen bir bina.

Biraz yürüdük. Samaniler türbesi. Samaniler İslam dinini Türkler arasında yayarak kendilerinden sonra Maveraünnehir’i idare edecek olan Karahanlıların Müslüman bir Türk devleti oluşuna katkıda bulundular. Burada yatan İsmail Samani yılında Buhara’da doğmuş. 874 yılında Buhara valisinin naibi olan İsmail Samani, 888 yılında bütün Maveraünnehir’in idaresini eline geçirmiş bir hükümdar.

Mir Arap Medresesiyle tarihi Buhara’nın seyrine dalıyoruz. Orta Asya’da mimarinin tipik özelliği: Muhteşem kapıların arkasında mütevazı binalar. Bu medrese 1536 yılında yapılmış. Sovyetler Birliği devrinde de faaliyetine devam etmiş. Halen din görevlisi yetiştiriyor. Özbekistan Müslümanlar İdaresi’ne bağlı. Hücrelerde hocalarla talebeler. Rahatsız etmemek için fazla dolaşmayıp çıkıyoruz.

Mescid-i Kalon ve Minare-i Kalon. 1127 yılında, Karahanlılar devrinde Arslanbek tarafından yaptırılmış. Minarenin yüksekliği elli metre. Çapı yaklaşık dokuz metre. Yanmış tuğladan yapılan minarenin tepesi sarık şeklinde nakışlı bir tarzda inşa edilmiş. Minarenin içindeki tuğla merdivenle şerefeye çıkılıyor. Minarenin şerefesindeki kubbe ve duvarlar akustikle ezan sesini güçlendirecek şekilde yapılmış.

Çeşme-i Eyüb, Eyüp peygamberin hatırasını yaşatmak için kurulmuş sembolik bir makber. Rivayete göre Eyüp peygamber bu susuz yerden geçerken asası ile vurup su çıkarmış. Buraya Emir Timur devrinde çeşme ve sembolik kabir yapılmış.

Bir köşede İmam Buhari abidesi var. Özbekistan Cumhuriyeti bağımsızlığını kazandıktan sonra yapılmış olmalı. Ünlü hadis âlimi İmam Buhari, Emirin çocuklarına özel ders vermeye yanaşmayıp dersinin herkes için olduğunu belirterek idareye ters düşmüştü. Sonunda Buhara’yı terk etmek zorunda kalmış, Semerkand yakınlarındaki bir köye yerleşmişti. Uzun yıllar halkın teveccüh ettiği kabri Sovyetler Birliği devrinde depo olarak kullanılmıştı. Bağımsız Özbekistan’ın ilk Cumhurbaşkanı İslam Kerimov tarafından yeniden imar edilmiştir. Halen türbe, mescid ve yanında Hadis Öğretim Merkezi ile gül bahçeleri içinde hizmet vermektedir. Semerkand vilayeti, Payarık ilçesi, Herteng köyündedir.

On beşinci asırda Emir Timur’un torunu, ilim ve devlet adamı Mirza Uluğbek 1417 yılında Buhara’da bir medrese yaptırmış. Mirza Uluğbek Semerkand’da, Gucduvan’da da medreseleri var. Daha da önemlisi, Semerkand’da kurduğu rasathane ile İslam dünyasında astronomi çalışmalarına verdiği hizmet.

Kuyumcular çarşısını geziyoruz. Doğrusunu söylemek gerekirse altın madenlerinin çok olduğu ülkede altın işçiliğinin ve ticaretinin bu kadar zayıf olacağını beklemiyordum. Hemen dışarıda el sanatları ve milli kıyafetler satılıyor. Özbekistan’ın yazlık baş giyimi doppı. Kışlık olanı ise telpek. Telpek dedikleri bizim kalpak veya papak dediğimiz başlık. Buhara’nın doppıları ve çapanları oldukça süslü. Özbekistan’ın her yerinde sade olan bu kıyafetleri Buhara’dan alıp giyerseniz sünnet çocuklarına dönersiniz. Bu kadar yol gelip de almamak olmaz. Bir doppı, bir çapan, bir telpek ve çay demliği örtüsü alıyorum. Demliğin örtüsü de Buhara işi ve gayet süslü…

Buhara’nın abideleri gezmekle bitmiyor. Nadir Divanbegi medresesinde biraz dinlenip Gucduvan’a hareket ediyoruz. Nadir Divanbegi Medresesi on yedinci asırda kervansaray olarak yapılmış... İnşaat bittiğinde Buhara Emiri İmamkulıhan tarafından mescit ve medrese olmasına karar verilmiş.1914-1916 yıllarında son Buhara Emiri Seyyid Alimhan tarafından tamir ettirilmiş.

Akşam olurken girdiğimiz Gucduvan, küçük bir kasaba. İnsanları çalışkan, meydanları tertemiz. Kasabada ticari hayat canlı. Spor da öyle. Bu kasabanın önemi toprağında yatan Abdülhâlık Gucduvani’den kaynaklanıyor. Kasabaya girdiğinizde Mirza Uluğbek’in o zaman bir köy olan Gucduvan’a 1433 yılında yaptırdığı küçük medrese, önünde Abdülhâlık Gucduvani’nin kabri, köşede mütevazı bir mescid ve alabildiğine uzanan gül bahçeleriyle karşılaşıyoruz. Medrese ve türbenin ziyaretçileri akşam vakti bile kalabalık. Mescidin cemaati de öyle. Akşam yemeğine bir emekli öğretmenin davetini mecburen kabul ediyoruz. Tacik erkek de Özbek kadın da emekli öğretmen. Kızları yüksek lisans öğrencisi. Doktorasını Türkiye’de yapmak istiyor. Arkadaşlarım hallerinden memnun ama ben bu kadar iyi insanlarla daha fazla tanışmak istemiyorum. Yakında buralardan gideceğim ve geride özleyecek çok şey kalması beni her zaman rahatsız etmiştir.

Buhara’da son bir akşam gezintisi yapıyoruz. Sabah erkenden ayrılmak zorundayız. Yöre halkı, evliyanın büyüklerinden Arif Rivigeri’yi, Mahmud İncirfagnevi’yi,Ali Ramiteni’yi ziyaret etmeden ayrılmanın doğru olmayacağını söylese de Buhara’dan ve Özbekistan’dan ayrılıyorum.

Bir yıl, tam bir yıl sonra, bu sefer ailece yine Buhara’dayız. Bir yıl önce dar vakitte gezdiğimiz yerleri yeniden gezdik. İlave olarak Çar Minar (dört minareli) medreseye de gittik. Medrese yıkılıp kaybolmuş. Giriş kapısındaki dört minare ayakta kalmış. Aklımda bir yıl önceki seyahatte göremediğim yerler var. Kısmette yoksa çare de yok tabii. Önce Çar (dört) Bekir ve Candar ilçesine gitmeliyim.



Çar Bekir, Candar yolunda orta halli bir medrese-tekke yapısı. Bahçesinde Ebubekir adlı dört Nakşibendi şeyhinin mezarı var. Buhara'nın ilim ve tasavvuf merkezine mahsus havasını burada da teneffüs ediyorsunuz.

Bu kez leb-i Havuz yakınlarındaki Tak-ı Zergeran, Telpekfuruşan ve Tak-ı Sarrafan çarşılarını da gezmeyi ihmal etmiyoruz. Çarşılar akşam da açık. Alışveriş rahat. Biraz pazarlık yapmayı bilmeniz lazım. Bilmezseniz de dert değil. Buhara’nın hatırası için biraz fazla ödeseniz de dert etmeyeceğiniz malum. Çarşı isimleri buralarda Farsçanın ne kadar etkili olduğunu gösteriyor. Bunda Buhara'da Farsça'nın bir kolu olan Tacik dilini konuşan, Türkistan'ın yerli halklarından Taciklerin bir hayli kalabalık olmasının etkisi var. Eski yıllarda Farsçanın, yirminci asırda ise Rusçanın etkisi olmasaydı Özbeklerle her vatandaşımız tercümansız konuşabilirdi. Şimdi ise biraz kelime bilgisi ve telaffuz için kulakların, dilin alışması gerekiyor. Şu halde bile Türkçe bilen hiç kimse Orta Asya’da yolda kalmaz. Özbekistan’da asla. Burada sadece diller değil gönüller de yakın…



Gezi Yazısı (Seyahatname)

  


Yazarın gezip gördüğü yerlerdeki toplumları, kentleri, yerleri, yaşayışları, âdet, gelenek ve görenekleri, doğal ve tarihî güzellikleri; ilgi çeken değişik yönleriyle, edebî bir üslup içinde kaleme alarak anlattığı yazılara gezi yazısı (seyahatname) denir.

Gezi yazıları toplumun yaşantısını, özelliklerini ve coğrafi güzelliklerini anlatması açısından birçok bilim dalına kaynaklık eder. Gezi yazılarını yurt içi ve yurt dışı gezileri olmak üzere iki başlıkta inceleyen kaynaklar vardır.

Yazar yurt içinde ve yurt dışında gezerken görülmeye değer yerleri, okuyucunun ilgisini çekecek bir şekilde sıkıcı olmadan ve sade bir dille anlatır. İyi bir anlatıma sahip ve dikkat çekebilen gezi yazılarında okuyucu anlatılan yerleri geziyormuş hissine kapılır.

Gezi yazılarında anlatıcı kronolojik bir zaman izler.

Bu yazılarda sadece tabiat güzellikleri değil, oralarda yaşayan insanların kültürleri, yaşamları, inançları vs. gibi konularda da bilgi verilir.

Gezi yazısında anlatılanlar tarih, coğrafya, sosyoloji ve çeşitli bilimlere kaynaklık edebilecek bir niteliğe sahiptir.

Gezip gören ve bunları anlatan kişiye “seyyah”, bu kişilerin yazdıkları metinlere de “seyahatname” denir.

Gezi yazıları okuyucunun ilgisini çekebilecek tarzda olmalı ve gezilen yerlerle ilgili ilginç bilgiler aktarılmalıdır.

Dönemin zihniyetini yansıtması açısından birer belge niteliği taşır.

Gezi yazıları iyi bir gözlem becerisi gerektirir.

Gezi yazıları insanların bilmedikleri yerleri görme isteğinden doğmuştur.

Anlatılanlar hayal ürünü değil, gerçeklerdir.

Gezi yazıları ilgi çekici bir şekilde oluşturulmalıdır. Gezilen yerler hakkında ilginç bilgiler verilmelidir.

Gezi yazılarında anlaşılır bir dil kullanılmalıdır.

Türk Edebiyatında en meşhur gezi yazısı (seyahatname) yazarı Evliya Çelebi'dir.

Tanzimat Dönemi’nde yurt dışına çıkan aydınların gittikleri yerlerle ilgili notlar tutmaları sıklıkla görülen bir durumdu. Namık Kemal, Ali Suavi, Ziya Paşa yurt dışında gördükleri yerler hakkında gezi yazısına benzer notlar tutmuşlardır. Tanzimat Edebiyatı’nda Ahmet Mithat Efendi’nin Avrupa’da Bir Cevelan adlı eseri gezi yazısı örneği olarak gösterilir.

Servet-i Fünun Dönemi’nde gezi yazısı olarak Cenap Şahabettin’in Hac Yolunda, Avrupa Mektupları gibi eserler dikkat çeker.

Cumhuriyet Dönemi’nde Falih Rıfkı Atay gezi yazılarıyla ön plana çıkmıştır. Falih Rıfkı Atay’ın gezi türünde yazılmış eserleri şunlardır: Denizaşırı, Taymıs Kıyıları, Bizim Akdeniz, Tuna Kıyıları, Hind, Yolcu Defteri, Gezerek Gördüklerim…

EVLİYA ÇELEBİ

Ünlü seyyah Evliya Çelebi’nin (1611 – 1685) seyahat hâtıralarını topladığı (asıl nüshaları Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’nde bulunan) 10 ciltlik Seyahatname’si, Türk ve dünya kültür mirasının şaheserlerinden biridir.

Evliya Çelebi, 70 yaşına kadar 50 yılı aşkın bir süre boyunca hemen hemen bütün Osmanlı topraklarını gezdiği, 3 farklı kıtayı dolaştığı seyahatlerinin kökeninin Hz. Peygamber’i gördüğü rüyasındaki dil sürçmesine dayandığını belirtir.

Seyahatnamesinde, hicri 1040 yılının 10 Muharrem’inde, yani 19 Ağustos 1630 günü aşure gecesinde (uykuyla uyanıklık arasında (beyne’n-nevm ve’l-yakaza) gördüğü) rüyasında Ahî Çelebi Camii’nde kalabalık bir cemaatle birlikte gördüğü Hz. Muhammed’in elini öperken heyecana kapılıp “şefaat ya Resulallah” diyecek yerde “Seyahat yâ Resûlallah” dediğini, Hz. Peygamber’in de kendisine tebessüm ederek şefaati, seyahati ve ziyareti müjdelediğini söylemiştir.

Evliya Çelebi seyahate âşıktı. İstanbul ve çevresindeki dolaşmalarına 1630'da, yani 19 yaşlarında iken başlamıştı. Sesi güzeldi ve aldığı dersler arasında en çok musikide ileri gitmişti. 1635'te (yani 24 yaşlarında iken) Ayasofya'da IV. Murad'ın huzuruna çıkarıldı ve kendisine Has Kiler'de vazife verildi. Bir gün sarayda IV. Murad'ın huzuruna kabul olunarak besteler okudu ve nükteli konuşmasıyla Padişahın çok hoşuna gitti. Bu tesir kuvvetli olmuş olacak ki Padişahın kederli zamanlarında huzura çıkarılarak tatlı sözleriyle onun kederini azaltmaya başladı. Sarayda 4 yıl kadar kaldıktan sonra Padişahın Bağdat seferinden (Nisan 1638) biraz önce çırağ edilerek 40 akça maaşla Sipahiler zümresine girdi. Bundan sonra meşhur seyahatlerine başladı. Önce 1640'ta kısa bir Bursa ve İzmit seyahati yaptı. Sonra, babasının oğulluğu olup Trabzon valiliğine tayin edilen Ketenci Ömer Paşa ile birlikte Trabzon'a gitti. 1641 Nisan'ında Azak kalesinin Rus Kazakları'ndan geri alınması için Hüseyin Paşa kumandasında yapılan sefere katıldı. Kış bastırıp da Azak alınamayınca Kırım Hanı Bahadır Kirey Han ile Kırım'a döndü. Onun maiyetinde olarak 1641-1642 kışını Bahçesaray'da geçirdi. 1642 yazında Azağ'ın geri alınışı harekâtına katıldı. Han'dan izin alarak İstanbul'a dönerken Karadeniz'de korkunç bir fırtınaya yakalandı. Gemileri battı. Kendi ifadesine göre üç gün, önce geminin bir sandalı, sonra da büyük bir tahta parçası üstünde ölümle pençeleştikten sonra, bugünkü Bulgaristan kıyılarına çıkıp canını kurtardı. Bir Türk köyünde epeyce hasta yattıktan sonra, İstanbul'a gelerek 4 yıl kadar kaldı ve bundan sonra Karadeniz'de gemiyle yolculuğa tövbe etti. 1645 baharında Girit seferine çıkan Yusuf Paşa kumandasındaki ordu ile Hanya'nın fethinde bulundu. Sonra İstanbul'a döndü. 1646'da Erzurum Beğlerbeği Defterdaroğlu Mehmed Paşa'ya müezzin ve Erzurum gümrük kâtipliğine tayin edilmiş olarak onunla ve kalabalık maiyeti ile 12 Eylül’de İstanbul'dan hareketle Anadolu'nun birçok şehir, kasaba ve köylerinde konaklamak suretiyle Erzurum'a gitti. Tebriz Hanı'nın elçisine yoldaşlık ederek Azerbaycan ve Gürcistan'ın bazı yerlerini gördü. Bir takım vazifeler dolayısıyla Revan, Gümüşhane ve Tortum'a giden, sınır paşalarının Gürcistan seferinde bulunan Evliya Çelebi 1647-1648 kışını Erzurum'da geçirdi. Erzurum Beğlerbeyi Defterdaroğlu Mehmed Paşa, Kars'a tayin edilip bu vazifeyi kabul etmeyerek İstanbul'a hareket edince Evliya Çelebi de ona katıldı. Defterdaroğlu Mehmed Paşa o sırada hükûmete karşı isyan etmiş bulunan Varvar Ali Paşa'yı tenkile memur edilenler arasındaydı. Fakat hükûmete güvenemediği için bu emri dinlemediği gibi, diğer Anadolu paşalarıyla anlaşmaya çalışıyor, bu sebeple Evliya Çelebi'yi kurye olarak kullanıyordu. Evliya Çelebi bu gidiş gelişlerin birinde yolunu şaşırıp ünlü Celâlîler'den Kara Haydaroğlu ile Katırcıoğlu'nun arasına bile düştü. 1648 yazında İstanbul'a geldi. Babası çok yaşlı olarak bu sırada ölmüştü. Miras işlerini hallettikten sonra Şam Beğlerbeğisi Murtaza Paşa'ya kapılanarak 1648 Ağustos'unda, Şam'a gitmek üzere onunla yola çıktı. Ekimde Şam'a vardılar. Murtaza Paşa tarafından vazifeyle gönderilmek suretiyle Suriye ve Filistin'in birçok yerlerini gördü. Murtaza Paşa, Sivas'a tayin edilince onunla birlikte Sivas'a gitti. Vergi toplamak için Orta ve Doğu Anadolu'nun birçok yerlerini gezdi. Murtaza Paşa, Sivas'tan azledilince onunla 14 Temmuz 1650'de İstanbul'a döndü. Bu sırada Melek Ahmed Paşa sadırazam oldu (5 Ağustos 1650). Hısım oldukları için paşa, Evliya Çelebi'yi kendisine müsahip ve mahrem edindi. 21 Ağustos 1651'de Melek Ahmed Paşa büyük vezirlikten azlolunup Özi Beğlerbeğiliğine tayin olununca Evliya Çelebi de onunla beraber gitti. Rumeli'nin birçok yerlerini gezdiği bu yolculuğa 1651 yılının Eylül ayı ortalarında başladı. Melek Ahmed Paşa, Rumeli Beğlerbeğiliğine tayin olununca yine onunla birlikte Sofya'da bulundu. Paşa azlolununca 1653 Temmuz'unda İstanbul'a döndü. Bir süre İstanbul'un gezinti yerlerinde eğlendi. 1655 başına kadar İstanbul'da kaldı. Melek Ahmed Paşa, Van Beğlerbeğiliğine tayin olununca onunla birlikte giderek Doğu Anadolu'nun büyük bir bölümünü görmüş oldu. İranlılar tarafından götürülen koyun sürülerinin geriye verilmesini sağlamak ve Bağdat Valisi Murtaza Paşa'nın İranlılar'a esir düşmüş olan kardeşini kurtarıp Bağdad'a getirmek vazifeleriyle İran'a ve oradan da Bağdad'a gitti. Buradan Van'a döndü. Melek Ahmed Paşa yine Özi Eyaleti'ne vali tayin olununca 26 Temmuz 1655'te İstanbul'dan kalkarak onunla birlikte eyalet merkezi Silistire'ye gitti. 26 Mayıs 1657'de Macar Rakoczi üzerine yapılan sefere katıldı. Bu sırada Kırım Hanı IV. Mehemmed Giray Han'ın hizmetine girdi. Güney Rusya'ya yapılan akınlara ve Özi'ye saldıran Rus Kazakları'nın bozgunu ile biten savaşlara katıldı. Bu zafer haberini İstanbul'a ulaştırıp yine vazifesi başına döndü. Eyalette birçok yerleri dolaştı.

10 Aralık 1657'de İstanbul'a döndü. Melek Ahmed Paşa'nın zevcesi Kaya Sultan'ın bahçesinde hoş vakitler geçirerek dinlendi. Melek Ahmed Paşa, Bosna Beğlerbeği olunca onunla birlikte yola çıktıysa da Büyük Çekmece'de Sadırazam Köprülü Mehmed Paşa'nın adamları tarafından yaralanarak tedavi için İstanbul'da bir ay kadar kaldı. 1658'de Bursa, Çanakkale ve Gelibolu yörelerine gidip geldi. 9 Kasım 1659’da Buğdan'ın yeni Voyvodası Stefanitza'yı memleketine götürenlerle birlikte Edirne'den kalkarak Romanya'ya doğru gitti. Yaş Ovası'nda Eflak Voyvodası Minnea ile yapılan savaşta bulundu. Sonra Kırım atlılarıyla birlikte akınlara katılıp Edirne'ye döndü. 26 Nisan 1660’ta Köse Ali Paşa'nın maiyetinde olarak Varad seferine katıldı. Bu kalenin fetihnamesini Bosna Beğlerbeğisi Melek Ahmed Paşa'ya götürdü. Evliya Çelebi bu sırada Bosna eyaletini dolaşmış ve akınlarda bulunmuş, hatta Venedik topraklarına kadar uzanmıştır. Melek Ahmed Paşa yeniden Rumeli Beğlerbeğisi olunca Sofya'ya gitti. Yine vergi toplamak için birçok yerler dolaştı. 29 Temmuz 1661'de, Tımışvar Ovası'nda, Erdel seferine giden Köse Ali Paşa ordusuna raslayıp ona katıldı. Kırım atlılarıyla birlikte düşmanla çarpışıp Erdel'i bir hayli dolaştı. Belgrad'da kışladı. Baharda Arnavutluk'ta vergi topladıktan sonra 4 Nisan 1662'de İstanbul'a döndü. 10 Mart 1663'te Fazıl Ahmed Paşa ordusuyla birlikte Alman (Nemse) seferine çıktı. Bu seferin birçok kısımlarına katıldı. Seferin devamı sırasında Belgrad'dan Hersek'teki Sührab Mehmed Paşa'ya mektup götürdü. Venedik sınırındaki hareketlere katıldı. Macaristan'a döndükten sonra Zrinvar ve Raab savaşlarında bulundu. Budin'den Eğri'ye giderek oraları gezdi. Peşte'de Kara Mehmed Paşa ile buluştu. Vasvar barışından sonra Viyana'ya elçi gönderilen Paşa'nın maiyetinde Viyana'ya gitti. 9 Haziran 1665’te Viyana'ya girdi. Almanya İmparatoru I. Leopold'dan aldığı pasaportla çevreyi gezindi. Viyana'da bulunduğu sırada, vaktiyle, 1647’de Erzurum'da katıldığı bir cirit oyununda Seydi Ahmed Paşa'nın attığı ciritle kırılmış olan dört dişinden üçünü usta bir dişçiye tedavi ettirdi. 29 Haziran 1665'te Viyana'dan çıkarak çevreyi de gezmek suretiyle Macaristan'a döndü. Eyalet ve sancaklardaki kaleleri yoklamaya memur edildi. Oradan Erdel, Eflak ve Buğdan yoluyla Kırım'a gitti. 1665 yılı içinde ve herhalde güz başlarında, Kırım Hanı IV. Mehmed Kirey ile Rus Kazakları arasındaki bir savaşa katıldı.

Kırım'dan kara yolu ile Kafkasya'ya geçti. Dağıstan'ı, Hazar kıyılarını ve İdil ırmağı ağzını dolaştı. Bu sırada Terek kalesinde iken Azağ'a gitmekte olan bir Rus elçisinin kafilesine katıldı. Azağ'a gelince Osmanlı Ordusu'nun Girid seferine çıktığını duydu. Kefe üzerinden Bahçesaray'a gitti. Adil Kirey'in bazı akınlarına katıldıktan sonra kara yolu ile (Karadeniz'den geçmeye tövbeliydi) 11 Mayıs 1668'de İstanbul'a geldi. 26 Aralık 1668’de İstanbul'dan çıkarak Edirne, Gümülcine, Selânik, Tesalya ve Mora'yı dolaştı. Anaboli'den gemiyle Girid'e gitti. Kandiye'nin fethi için yapılan savaşlara katıldı ve fethi gördü. 1670 Nisan'ında Girit'ten ayrılarak bazı Osmanlı kuvvetleriyle birlikte Yunanistan'da, Mayna'daki isyanın bastırılmasında bulundu. Oradan Arnavutluğ'a geçerek bu ülkenin birçok yerlerini dolaştı. 28 Aralık 1670'te İstanbul'a döndü. Nihayet Hacca gitmeye karar vererek dostlarından Sâilî Çelebi ile 21 Mayıs 1671 (12 Muharrem 1082) de yola çıktı. Henüz görmediği Sakız, Sisam, İstanköy, Rodos adalarını; Adana, Maraş, Ayıntap, Kilis taraflarını gezdi. Şam'a uğrayıp Şam Beğlerbeğisi Hüseyin Paşa'nın da katıldığı hacı kafilesiyle Hacca gitti. Hacdan sonra Hüseyin Paşa'dan ayrılarak Mısır hacılarına katıldı. Onlarla birlikte Mısır'a gitti. Mısır'da 8-9 yıl kaldı. Mısır, Sudan ve Kuzey Habeşistan'ı bu sıralarda gezdi. Evliya Çelebi'nin ne zaman öldüğü, nerede gömülü olduğu belli değildir. Prof. Cavid Baysun bir takım karinelerle 1682'de ölmüş olacağını kabul ediyor. Evliya Çelebi evlenmemiştir. İnce yapılı olmasına rağmen sağlam ve çevik olduğu, Kırım atlılarıyla yaptığı akınlardan ve cirit oyunlarına katılmasından anlaşılıyor. Sık sık Kırım hanlarının yanına gitmesi ve soy kütüğünü sayarken çok yukarlarda bir "Allahverdi Akay"dan bahsetmesi Kırım'la bir kan bağı ihtimalini de akla getiriyor. Çünkü "Akay" kelimesi tam Kırım ağzıyla bir kelimedir ve bizim "ağa" (aka) nın karşılığıdır. Evliya Çelebi mevki ihtirası göstermemiş, fakat seyahat ihtirası büyük olmuştur. Ufak tefek vazifelerden aldığı para ile paşaların ve Kırım Hanı'nın verdiği hediyeler ve savaşlardan elde ettiği ganimetler, bir de mütevellisi olduğu ata mülklerinden gelen para kendisine ve kölelerine yetmiştir. Zamanına göre yüksek tahsil yapamamışsa da gördükleriyle kültürünü tamamlamıştır. Tahsil eksikliği bilhassa tarih olaylarını anlatırken çok açık ve acı şekilde gözükmektedir (Fatih'le Mısır Sultanı Kalavun'u çağdaş göstermesi gibi). Bir de muhayyelesi geniş olduğundan evliyalar, şeyhler hakkında verdiği bilgiler uydurmalarla doludur. Hattat, nakkaş, müzikçi, şair ve biraz da kuyumcudur. Şairliği kaliteli değildir. Nesri, kendi çağının ağdalı nesri olmayıp çoğu zaman sade, tekellüfsüz bir nesirdir. Hatta bazan o kadar güzel ve orijinaldir ki Evliya Çelebi'ye 17. Yüzyılın Dede Korkud'u denebilir. Bütün bunlardan başka bir yönü daha vardır. Askerdir. Birçok savaşlara girmiştir. Evliya Çelebi seyahat gayesini başarabilmek için herkesle iyi geçinmeye mecburdu. Zaten yaratılıştan huysuz bir adam değildi. Nâzik, güler yüzlü idi ve herkesin hoşuna giden bir şahsiyeti vardı. Fakat dalkavuk değildi. Zevk ehli idi. Mesirelerde kalmış, meyhaneleri dolaşmıştır. Ağzına içki koymadığını söylemesi her halde esmayı üstüne sıçratmamak için olmalıdır. Ahmed Yesevî soyundan geldiğini iddia edip din ve tasavvuf davası gütmesi dolayısıyla dinin ve devletin yasakladığı içkiyi içmemiş görünmek lüzumunu duymuştur. Büyük seyahatname esas bakımından coğrafya bilgisi vermekle beraber tarih, etnografya, folklor, binalar, yollar, kültür ve dil bakımından da çok mühimdir. Evliya Çelebi zamanında mevcut olup da bugün bulunmayan köyler, kasabalar, camiler, mezarlar hakkındaki satırları birinci derecede kaynak değerini taşır. Orijinal gözükme gayretiyle bazı zorlama ve uydurmaları olduğu muhakkaktır. Bazan da, eskiden yazılmış kitapları okuyarak seyahatnamesine aldığı bilgileri kendi görgüsü mahsulü diye göstermesi bu kabildendir. Meselâ Viyana'da bulunduğu sırada İmparatordan izin alarak kuzeyde Brandenburg, Danimarka, Hollanda ve batıda İspanya'ya kadar gittiği hakkındaki satırlarının hiç bir değeri yoktur. Fakat bazan mübalâğa veya uydurma sanılan satırlarının doğru olduğu da muhakkaktır. Şimdiye kadar Evliya Çelebi hakkında yapılan incelemelerin en iyisi olan ve İslâm Ansiklopedisinin 1947 yılındaki 33. fasikülünde yayınlanan merhum Prof. Cavid Baysun'un Evliya Çelebi maddesinde onun bazı hızlı yolculuklarına inanılmamıştır. Cavid Baysun, Evliya Çelebi'nin Van'dan İstanbul'a 13 günde, Silistire'den İstanbul'a 3 günde gelmesini imkânsız görerek kabul etmemektedir. Halbuki o zamanki Türk askerliği ve biniciliği düşünülürse bunların doğru olduğu kabul edilebilir. Posta tatarlarının at değiştirerek nasıl hızlı gittikleri malûmdur. İyi bir binici olan ve Kırım atlılarının yıldırım hızına sürçmeden ayak uyduran Evliya Çelebi, at değiştirmek suretiyle Silistire'den 3 günde, Van'dan 13 günde İstanbul'a gelebilir. Nitekim Barbaros Hayreddin Paşa da Mudanya'dan Haleb'e atla 10 günde gitmişti. Seyahatname mübalâğalı ve hayalî taraflarına rağmen birçok bakımlardan mühim, ciddî incelemelere lâyık bir eserdir ve hakikaten kültürümüzün temel kaynaklarındandır. Bu temel kaynaktan ilmî sonuçlar çıkarmak için uzun ve etraflı çalışmalara ihtiyaç vardır ki bu da yıllara bağlıdır. Fakat bu çalışmalara başlamak için önce Seyahatname'nin mukayeseli ve çok doğru bir basımının yapılması şarttır. Bugün hızla gelişmekte ve değişmekte olan Anadolu şehirlerinde, birkaç yıl sonra, Evliya Çelebi'nin bahsettiği bazı anıtlardan eser kalmayacaktır. Bunları kaybolmadan önce yakalayıp incelemek, bir heyetin, bir derneğin başarabileceği iştir.

Orhan Şaik Gökyay - Yas