Cumartesi, Temmuz 27, 2024

Nâbi - Gazel (Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz)

 


Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz
Biz neşâtın da gâmın da rûzgârın görmüşüz

Çok da mağrûr olma kim meyhâne-i ikbâlde
Biz hezârân mest-i mağrûrun humârın görmüşüz

Top-ı âh-ı inkisâra pây-dâr olmaz yine
Kişver-i câhın nice sengîn hisârın görmüşüz

Bir hurûşiyle eder bin hâne-i ikbâli pest
Ehl-i derdin seyl-i eşk-i inkisârın görmüşüz

Bir hadeng-i cân-güdâz-ı âhdır sermâyesi
Biz bu meydânın nice çâbük-süvârın görmüşüz

Bir gün eyler dest-beste pây-gâhı cây-gâh
Bî-aded mağrûrun sadr-ı i’tibârın görmüşüz

Kâse-i deryûzeye tebdîl olur câm-ı murâd
Biz bu bezmin Nâbîyâ çok bâde-hârın görmüşüz

(Fâilâtün / fâilâtün / fâilâtün / fâilün)

                            *     *     *

(Dünya bağının baharını da gördük güzünü de; üzerimizden neş’e rüzgârları da geçmiştir gam fırtınaları da.

Mevki sahibi olunca zafer sarhoşu oluverme; zîrâ böylesine mest (sarhoş) olup sabah olunca da baş ağrısı çeken binlercesini görmüşlüğümüz var.

Gönlü kırık olanın atıverdiği âh topunun nice büyük sultanların muhkem kalelerini yıktığını biliriz.

Derd ehli olanların kırıklıkla döktükleri gözyaşlarının yaptığı seller önünde nice gösterişli kâşânelerin, mâlikânelerin yerle bir olduğunu biliriz.

O garipler ki, bütün sermâyeleri can yakıcı bir âh silâhından ibarettir ama, onu şöyle bir attıkları zaman, nice hızlı süvarilerin vurulup yere serildiklerini gördük.

Sadarette itibar üzere oturan nicelerini gördük ki; gün geldi de onlar el pençe vaziyette pabuçluğu mekân tuttular (yani hizmetçi oldular)

O elindeki –gururla kaldırıp kaldırıp- içtiğin kadeh var ya, gün gelir de dilenci çanağına döner; benzerlerini çok gördük.)

Aşık Reyhani - Akşam Olup Kuş Yuvaya Dönende

Akşam olup kuş yuvaya dönende
Akar gözlerinden ey yaşı garibin
Herkes sılasına hicret edende
Ağarır kipriği kaşı garibin 

Garip olan kişi gurbette yatar
Tüyden döşek olsa yar bağrına batar
Garip kuşlar da dertli dertli çığrışır öter
Sızlar ciğerinin başı garibin 

Anam yok ki gelip göz yaşın döke
Bacım yok ki yaslı boynunu büke
Kardaş yok ki mezarıma taş dike
Bir çalıdır mezar taşı garibin

Cuma, Temmuz 26, 2024

Ahmet Erhan - Oğul

 


Anne ben geldim, üstüm başım
Uzak yolların tozlarıyla perişan
Çoktan paralandı ördüğün kazak
Üzerinde yeşil nakışlar olan

Anne ben geldim, yoruldum artık
Her yolağzında kendime rastlamaktan
Hep acılı, sarhoş ve sarsak
Şiirler çırpıştıran bi adam

Kurumuş kuyunun suyu, incirin
sütü çoktan çekilmiş
Bir zamanlar dünya sandığım bahçeyi
Ayrık otları, dikenler bürümüş

Kapıdaki çıngırak kararmış nemden
Atnalı ve sarmısak duruyor ama
Oğlum, mektup yaz diyen
Sesin hala kulaklarımda

Anne ben geldim, ağdaki balık
Bardaktaki su kadar umarsızım
Dizlerin duruyor mu başımı koyacak?
Anne ben geldim, oğlun, hayırsızın..

Aşık Ömer - Yine Müjde Kıldı Sultan-ı Nevruz

Yine müjde kıldı sultan-ı nevruz
İrişti zerrine feth-i Messiha
Şu’le-i nur ile mihr-i şebefruz
Mir’at-ı feleği kıldı mücella

Dürlü şükufeler dürlü kokular
Dürlü halet verir cihana bular
Hep eridi karlar revani sular
Irmaklar bulandı mevc urdu derya

Nergisin kalmadı uyhu gözünde
Uyanıp bir ferah buldu özünde
Çemen mevc urdukça sahra yüzünde
Görünür cabeca lale-i hamra

Sakiya piyale alınca ele
Surahi şevk ile eder gulgule
Gör ne rümuz ile arz eder güle
Mahabbetnamesin bülbül-i gûya

Ömer elde ferah bir cam-ı Cem’dir
Meclis-i gamhane kayd u elemdir
Ölmeden sürelim bu da bir demdir
Mey ü mahbub ile kekişti sahra


Aşık Ömer - Ela Gözlerine Kurban Olduğum

 


Ela gözlerine kurban olduğum
Yüzüne bakmaya doyamadım ben
İbret için gelmiş derler cihana
Noktadır benlerin sayamadım ben

Aşkın ateşidir sînemi yakan
Lûtfuna erer mi cevrini çeken
Kolların boynuma dolanmış iken
Seni öpmelere kıyamadım ben

Terkeyledim ağalarım, beylerim
Bozbulanık seller gibi çağlarım
Anın içün ben ah edip ağlarım
Ayrılık oduna doyamadım ben

Kaldı deli gönül kaldı hep yasta
Mevla'm erdir beni murada kasda
Aşık Ömer eydür sevgili dosta
Allah'ısmarladık diyemedim ben

Aşık Ömer

 

Aşık Ömer, 17. yüzyılın en önde gelen adlarından biridir. Kendi şiirlerinden yola çıkan araştırıcılar onu gerçek bir mekana bağlayamamışlardır. En eski divanındaki, 

"Vatan-ı aslimiz Aydın ilidir" , ve "Tehi sanman Ömer Gözlevelidir"gibi mısralar, onun gerçek doğum yerini ortaya koymamıza engel teşkil etmektedir. Aydın, Kırım ve Konya’da üç ayrı Gözleve’nin var olması, araştırıcıları sık sık fikir değiştirmeye yöneltmiştir. Şükrü Elçin, çok eski bazı kaynaklardan yola çıkarolabileceğini ifade etmektedir.

Şükrü Elçin’in kaynak olarak ele aldığı Dr. Üzbek Bayçura’nın bilgilerine göre, babası kürk ticaretiyle uğraşan Abdullah adlı bir kişidir; annesinin adı ise Şerife’dir. Doğum tarihini 1619 ve 1621 olarak veren kaynaklar tahminden öte gidememektedir. 

Adı Ömer olup bir ara, Adli mahlasını da kullanmıştır. Medreseye devam eden Ömer burada sarf, nahiv, mantık, maani, Arapça, Farsça, tefsir ve Dürer okumuştur. Hafız’ı, Sadi’yi burada öğrenmiş, şiirinin bilgi hazinesini burada zenginleştirmiştir.

ek çok yerler dolaşan Ömer’in Divan’ında, “Hafız Aşık Ömer” ibaresinin yer alması, çeşitli kaynaklarda saz çaldığının kayıtlı olması, onun değişik cephelerini ortaya koymaktadır.

1707’de öldüğüne dair söylenen tarihi ihtiyatla karşılayan EIçin, bu tarihin daha sonraki bir yıl olması gerektiği görüşündedir.

Şairname’sinde, Şerifi adlı şairden bahsederken kullandığı şu ifadeler, bu kişinin Ömer’in hocası olduğu şeklindeki görüşleri kuvvetlendirmektedir:

"Şerifi değil mi cümleye üstad / Ol değil mi bizi eyleyen irşad"

Safayi tezkiresinde, Şerifi’nin Kırımlı olduğu, İstanbul’da tahsilini tamamladıktan sonra Rumeli’ye gittiği söylenmektedir.

O, aynı yüzyılın aşıklarından Kul Mustafa, Katibi, Bursalı Halil, Gayri, Hayri ve Sadık’ı beğenmektedir; birincisine söylediği nazireler bunun güzel örnekleridir. Şiirlerine nazire söylediği diğer şairler arasında Karacaoğlan, Kuloğlu, Yazıcı gibi adlar da yer almaktadır. Klasik şairlerimizden Ahmed Paşa, Fuzuli ve Atai’nin şiirlerine nazireler yazması; gazel, murabba, kalenderi, satranç, müstezad gibi şekillere örnekler vermesi, Ömer’deki, yüzyıla hakim olan klasik şiire yönelme arzusunun en güzel örneğidir.

Zamanında ve daha sonraki yüzyılda oldukça şöhretli bir şair olan Ömer’e; Abu, Hasan, Levni, Ruhi, Siyahi, Şevkat gibi şairler nazire yazmışlar, Aşık Nihani de bir medhiye söylemiştir.

Ayvansaraylı Hafız Hüseyin tarafından 1782’de, Aşık Ömer Divanı adıyla bir araya getirilen şiirler arasında; koşma, destan, semai ve varsağı şeklinde söylenen heceli örnekler daha azdır. Ömer’in en çok bilinen şiiri, otuz sekiz dörtlükten meydana gelen ve 105 şairin adının sayıldığı Şairname’sidir. Burada sadece on yedi saz şairinin adının zikredilmesi, Arap ve Acem şairlerinin yanında klasik şiirimizle tekke şiirimizin ünlü adlarına daha fazla yer verilmesi düşündürücüdür. Aşık Ömer’den, Gubari ve Hızri’nin Şairname’lerinde sadece ad olarak söz edilmiştir. On dokuzuncu yüzyılda yazılan Şairname’lerden Ruhsati’ninki ile 20. yüzyılın şairname yazarlarından Feryadi, Emsali, İsmeti, Kangallı Noksani ve Talip Kılıç’ın eserlerinde de Ömer’e yer verilmiştir.

Çarşamba, Temmuz 24, 2024

Gevheri

 


Doğum yeri ve tarihi belli değildir; her iki hususta da farklı görüşler ileri sürülmüştür. M. Fuad Köprülü, Kırım Hanı Selim Giray’a yazdığı bir methiyeden dolayı şairin Kırımlı olduğunu; Saim Sakaoğlu ise İstanbullu olması ihtimalinin daha kuvvetli olduğunu söylemektedir. 

XVII. yüzyılın ikinci yarısında şöhret kazanan Gevherî’nin aynı yüzyılın ilk yarısının sonlarına doğru dünyaya geldiği kanaati yaygındır. Ancak onun saz şairi Kâtibî ile çağdaş olduğunu, daha geç bir tarihte doğduğunu söyleyenler de vardır.

Gevherî’nin adı da tartışma konusudur. Bir şiirinde geçen, “Gevherî ta‘birdir Mustafa ismim” mısraından adının Mustafa olduğu anlaşılmaktadır. Sakaoğlu ise  şairin gerçek adının Mehmed olduğunu kesin bir dille ifade etmektedir.

Gevherî ile ilgili öncekilerden farklı bazı bilgiler Nihad M. Çetin tarafından ortaya atılmıştır. Çetin, Gevherî’nin Amasya’nın Gümüş kasabasında bulunan gümüş madeninde maden eminliği görevini yürüttüğünü, yakın zamana kadar şairin Saray adını taşıyan konağının Amasya’nın Gümüşhacıköy ilçesinde bulunduğunu ve kendi annesi tarafından dedesi Gevherîzâde Abdülvehhâb Efendi’nin de Gevherî’nin torunu olduğunu söylemektedir. Ayrıca Gevherî’nin adının kesin olarak Mustafa olduğunu ileri süren Çetin, şairin divanının dedesi Abdülvehhâb Efendi’ye intikal ettiğini, ancak daha sonra Sivas’ta satıldığını belirterek birinde “Gevherî” adının ve 1260 (1844) tarihinin yer aldığı üç mührün de klişelerini yayımlamıştır. Ancak 1260 tarihini taşıyan mührün, XVIII. yüzyılın ilk yarısında öldüğü kabul edilen Gevherî’ye ait olması mümkün görünmemektedir. Nihad Çetin, yine dedesi Abdülvehhâb Efendi’nin verdiği şifahî bilgilerden hareketle Gevherî ve Gevherî’nin oğlu Ahmed Efendi’nin Merzifon’da Abdürrahîm-i Rûmî Türbesi’nin hazîresinde medfun olduklarını belirtmektedir. Bu yeni bilgiler ikinci bir Gevherî’nin varlığını düşündürecek mahiyettedir.

Genellikle kabul edildiğine göre Gevherî IV. Mehmed, II. Süleyman, II. Ahmed ve II. Mustafa devirlerini gören şair ve hattat Mehmed Bahri Paşa’nın divan kâtipliğini yapmış, görevli olarak bir süre Şam ve Bağdat’ta bulunmuştur. İyi bir medrese tahsili gördüğü ve hayatının daha çok İstanbul’da geçtiği söylenebilir. İki manzumesinden hareketle şairin IV. Mehmed’in 1663 ve 1683 yıllarındaki Avusturya seferlerine katıldığı belirtilmekteyse de onun bu seferlere katılmadığını, seferlerin başarıyla sonuçlanması yolundaki temennilerini dile getirmek için bu manzumelerini İstanbul’da yazdığını kabul etmek gerçeğe daha uygun görünmektedir. Gevherî’nin bir ara Rumeli serhadlerinde de bulunduğu ve Eğri Kalesi alay beyi olan büyük babası Ahmed Ağa’ya şehâdetinden dolayı Eğri’de bir mersiye yazdığı, İbrâhim Naîmüddin’in Hadîkatü’ş-şühedâ adlı eserinde kayıtlıdır. Gevherî’nin gezgin saz şairi olmadığı, ancak zaman zaman resmî görevleri sebebiyle İstanbul dışına çıktığı şiirlerinden anlaşılmaktadır.

M. Fuad Köprülü, şairin hayatının son yıllarına doğru yazdığı tahmin edilen bir koşmasında geçen, “Bin yüz yirmi yedi üstüne tarih” mısraından hareketle bu tarihten (1715) kısa bir süre sonra öldüğünü belirtmektedir. Aynı manzumeye başka bir cönkte rastlayan Hikmet Dizdaroğlu ise manzumenin son dörtlüğünde yer alan, “Sene bin yüz elli yazıldı târih” mısraına dayanarak şairin bu tarihten (1737) sonra öldüğünü kabul etmenin daha uygun olacağını söylemektedir. Bu tarihler Gevherî’nin -XVII. yüzyılın ilk çeyreğinde doğduğu kabul edilirse- yüz yıl veya daha fazla bir süre yaşadığını göstermekte, bunun kabul edilmesi ise pek mümkün görünmemektedir. Ancak bu farklı görüşlerden hareketle şairin XVII. yüzyılın ilk yarısının sonlarında doğduğu ve III. Ahmed devrinden (1703-1730) kısa bir süre sonra öldüğü kabul edilebilir.

XVII. yüzyıl Türk saz şiirinin büyük gelişmeler gösterdiği bir dönemdir. Oldukça güçlü saz şairlerinin yetiştiği bu yüzyılda Gevherî’den başka Karacaoğlan ve Âşık Ömer gibi şöhretleri günümüzde de devam eden isimler bulunmaktadır. Gevherî’nin şiirleri, XVII. yüzyılın ikinci yarısından XX. yüzyılın başlarına kadar Anadolu, Rumeli ve Azerbaycan’da sevilerek okunmuş, çeşitli mecmua ve cönklerde yer almıştır. Şiirlerini yazarken diğer saz şairleri gibi gelenekten faydalanan Gevherî vezin, kafiye ve şekil gibi dış unsurlardan ustaca faydalanmış, gördüğü eğitimin de etkisiyle şiirlerinde yazı diline oldukça yaklaşan, çağdaşı saz şairlerine göre ağır sayılabilecek bir Türkçe kullanmıştır. Koşma ve semâilerinde o dönemdeki halk Türkçe’sinin zenginlik ve incelikleri görülürken aruzla yazdığı divan, kalenderî, gazel ve müstezadlarda dilinin aynı derecede zengin olduğu söylenemez. Onun şiirlerinde görülen terkipler, yaşadığı dönemdeki diğer halk şairlerinde olduğu gibi divan edebiyatının etkisinde kalmasından ileri gelmektedir. Bu etki şairin sık sık kullandığı teşbih ve mecazlarda da kendini gösterir. Ancak divan edebiyatı nazım şekilleriyle yazmış olan diğer halk şairleri gibi Gevherî’nin şair kişiliğini de daha çok âşık tarzı şiirlerinde aramak gerekir.

Gevherî’nin şiirlerinde süratli, kontrolsüz ve kolay yazmaktan ileri geldiği tahmin edilen kusurlara sık rastlanmaktadır. Kafiyelerin zayıf oluşu, durak hataları ve ölçünün tam teşkil edilemeyişi bu hataların başlıcalarıdır. Bunların bir kısmının müstensihlerden kaynaklandığı kabul edilse bile çoğunun şaire ait olduğu muhakkaktır. Hece vezniyle yazdığı şiirler, çağdaşı olan Karacaoğlan ve Âşık Ömer’in şiirleriyle karşılaştırıldığında bu durum daha açık bir şekilde görülür. Aynı konuları tekrar edişi de Gevherî’nin bir diğer zayıf yönü olup bu husus divan şairlerinin halk şiirini hafife alarak tenkit etmelerine zemin hazırlamıştır. Bununla birlikte Gevherî kendisinden sonra yetişen pek çok şairi etkilemiş ve bunlar tarafından üstat kabul edilmiştir.

Bir iki şiiri dışında sosyal konulara pek yer vermeyen Gevherî’nin şiirlerindeki en önemli tema aşktır. Bu ana tema içinde sevgili, rakip, ayrılık, kader ve çile önemli bir yer tutar. Şair, iksir kadar önemli saydığı aşkın peşinde daima ebedî güzelliği aramıştır. Birçok şiirinde makamları bilerek kullanan şairin bestelenmiş şiirleri klasik Türk mûsikisi ve halk mûsikisi repertuvarı içinde yer almaktadır. Bunlar arasında Alâeddin Yavaşça tarafından şarkı formunda ve mâhur makamında bestelenen, “Elâ gözlü nazlı dilber” mısraı ile başlayan koşması ile yine aynı formda Ahmet Çağan’ın rast makamında bestelediği, “Ey benim nazlı cânânım” mısraı ile başlayan bir diğer koşması zikredilebilir.

Gevherî’nin şiirleri üzerinde başta M. Fuad Köprülü olmak üzere Sadettin Nüzhet Ergun ve Mehmed Halid Bayrı gibi birçok derleyici çalışmış ve pek çok şiiri ortaya çıkarılmıştır. Bir cönkte Gevherî’nin 300 kadar şiirinin bulunduğunu söylenmektedir. 

Ben güzelim deyü havadan uçma
İndirirler seni el yaman olur
Siyah kaküllerin gerdana saçma
Bad eser dağıtır yel yaman olur

Âşık Sümmâni

 


1860 (bazı kaynaklara göre 1862) yılında Erzurum ilinin Narman ilçesinin Samikale köyünde doğmuştur. Fakir bir ailenin çocuğu olan Sümmanî, hayatını çiftçilik ve çobanlık yaparak sürdürmüştür. Şiirleri hem sözlü hem de yazılı (cönkler) kaynaklarda yer almaktadır. Sümmanî’nin öğrenim durumu hakkında bilgimiz yoktur.

Bununla beraber şiirlerinden hareketle iyi bir öğrenim gördüğünü söyleyebiliriz. Pir elinden dolu (bade) içmiş âşıklarımızdandır. Rüyasında kendisine gösterilen Gülperi’yi bulabilmek için Kafkasya, İran, Kırım ve Afganistan’ı gezip dolaşmıştır. Sadece Doğu Anadolu Bölgesi’nin değil bütün Türkiye’nin önde gelen âşıklarındandır.

Sağlığında hikâye tasnif etmiş ve anlatmıştır. Anlattığı hikâyelerden bazıları Sümmanî ile ilgili olarak hazırlanan kitaplarda yayımlanmıştır. Bildiği rivayet edilen hikâyeler şunlardır: Kerem ile Aslı, Latif Şah, Sevdakâr Şah, Sümmanî ve Gülperi, Tufarganlı Âşık Abbas ve Gülgez Peri.

Sümmanî, Şubat 1915 tarihinde vefat etmiş olup mezarı köyündedir.

Gevheri - (Sözün Bilmez Bazı Nâdân Elinden)

 


Sözün bilmez bazı nâdân elinden
Edep ağlar erkan ağlar yol ağlar
Bülbülün feryadı gonca gülünden
Gülşen ağlar bülbül ağlar gül ağlar

İyiye hizmet et olasın iyi
Öter defler gibi sinemin neyi
Bu çarkın elinden el aman deyi
Geda ağlar sultan ağlar kul ağlar

Her kaçan cuş edip çağlasa seller
Açılır laleler sümbüller güller
Davulbaz çalınıp çalkanır göller
Şahin ağlar turna ağlar tel ağlar

Kamil olanların bellidir yeri
Yoluna koyarlar can ile seri
Hakkın didarını görenden beri
Gökler ağlar derya ağlar sel ağlar

Gevheri der dertli gönlümüz hasta
Armağan eyle gel canını dosta
Kimi abdal olmuş girmiştir posta
Aba ağlar hırka ağlar şal ağlar

Âşık Sümmâni - Ervahı Ezelde Levh-i Kalemde

 


Ervah-ı ezelde levh-i kalemde,
Bu benim bahtımı kara yazdılar,
Gönül perişandır devri alemde,
Bir günümü yüz bin zara yazdılar

Bulmadım şadlığın iradesini,
Çekerim bu gamın ziyadesini,
Herkes dosta verdi ifadesini,
Bizimkini ülüzgara yazdılar

Aşk benimle eyler daim kıyl-ü kal,
Daha sabretmeye kalmadı mecal,
Derdim taksimdara kıldım arzuhal,
Dedi neylim bahtın kara yazdılar.

Gönül gülşeninde har oldu deyu,
Hasretlik cismimde var oldu deyu,
Sevdiğim, sevdiğin pir oldu deyu,
Erbabı garezler yare yazdılar.

Dünyayı sevenler veli değildir,
Canı terkedenler deli değildir,
İnsanoğlu gamdan hâli değildir,
Her birini bir efkara yazdılar.

Nedir bu sevdanın nihayetinde,
Yadlar gezer yarin vilayetinde,
Herkes diyarında muhabbetinde,
Bilmem bizi ne civara yazdılar.

Kadrimi bilmeze eyledim minnet,
Derdimi artıran görmesin cennet,
Sarraflar verdiler yare bin kıymet,
Benim kıymetimi nere yazdılar.

Döner mi kavlinden sıdkı sadıklar,
Dost ile dost olur bağrı yanıklar,
Aşk kaydına geçti bunca âşıklar,
Sümmâni’yi derkenara yazdılar.