15 Mart 2024 Cuma

Şehâdet Uluğ - Büyük Yalnızlık (Hikâye)


O haykırıp coşan deli dalgaları severdi. Böyle olmasına rağmen ertesi gün denizi gözden çıkarıp Hollanda’yı terk edip gidecekti.
Onu Amsterdam’ın Sipol havalimanından Berlin’e uğurladım.
El sallayıp aldı başını, gitti o.
Aradan çok zaman geçmeden ondan kısacık yazılmış bir mektup aldım. Mektubunda sağ salim ülkesine vardığını yazıyordu Keyt Kayzer. 
İki ay geçtikten sonra yine bir mektup aldım. Onun bu müjdeli haberi kendime gelmemi sağladı.
Coşku ve heyecan dolu hayatını her şeyden önemli görüp izzeti nefsini yücelten Keyt, bu günlerde Münih’te yaşamaya başlamış, gönül sarayını yıkıp yeni bir eser bestelediğini tekrar tekrar yazmıştı. Mektuba ilave olarak gece gündüz çalışıp bestelediği “Büyük Yalnızlık” adlı insanı büyüleyen müzik eserini de göndermiş; beni Münih’e davet etmişti.
Ben ise onun bestelediği, insanın hem düşünce dünyasına hem de kalbindeki ilahi güce övgü niteliğindeki büyülü müzik eserini bir baştan bir başa dolaşmakla meşgulüm.
Gelin size bir hikaye anlatayım. O zaman benim neler yaşadığımı belki anlarsınız: 
Bu yıkıcı fırtına başa bela oldu. Ondan güç alan bulutlar başıboş gezinerek etrafa korku salmaya başladılar. Denizcilerin söylediklerine göre bu fırtına doluya davetiye idi. Limandaki yolcular, korkuya kapılarak sessizce bekleyip fırtınanın yavaşlamasını beklemekten başka çare bulamadılar.
Bizim mahalle limanın yanındaydı. Ben eve dönüyordum. Bir baktım ki karşımda Keyt göründü. O açık pembe bir ceket giymiş küçük bir kızın elinden tutmuş geliyordu. Küçük kız ise elindeki poşeti sıkıca tutmuş, Keyt’i takip ediyordu. Muhtemelen küçük kız tanıdığı birinin kızı olsa gerek. Çünkü Keyt’in çocuğu yoktu.
— Vay, sen misin? Keyt’in gür kaşları yay gibi kıvrılıp başını kaldırdı.
— Benim, dedim.
— Ne zamandır görünmüyorsun.
— Evet, şimdilik devam ediyorum işte. Sen iyi misin?
— İyiyim, iyiyim.
— Evet…
— Yarın Almanya’ya gitmek için hazırlanıyorum.
Birden bire can sıkıntısıyla sordum:
— Almanya’ya mı? Neden?
Keyt’in suratı asıldı. Bir şey söylemek istiyordu ama nasıl anlatacağını bilemiyordu.
— Ne oldu, söylesene, diye endişeyle sordum.
— Annemin hastalığı şiddetlendi. Gitmek zorundayım.
Onun seksen yedi yaşındaki annesi Münih’te yaşıyordu. Keyt’in mesleği bestecilikti, o bir Alman ve
Hollandalı bir subayla evliydi. 
— Evet, anlıyorum, Allah uzun ömürler versin, ömrü uzun olsun. Öyleydi. Yaşlılıkta insanlar çok hastalık, ağrı, sancı çekiyor, diyorum ona teselli vermeye çalışırken. Benim annem de doksan yaşını geçti, Özbekistan’da yaşıyor. 
Zavallı annemin sık sık hastalanıp ağrılar içinde kalışını gözlerimin önüne getirirken birden aklım başımdan gidiveriyor. “Ne olursa olsun, annelerimiz sağlıklı olsunlar…” O birden ateşlenmiş gibi göründü, iki yanağı kıpkızıl bir gonca gibi kızardı. Keyt ailesinin tek evladıydı. Babası iki yıl önce ölmüştü. O üç ayda bir Münih’e annesini görmeye giderdi. Sonrasında onun hayatı hep sıkıntılı geçti. İşte iki yıldır kocası mide kanseri ile çekişiyor. Onun perişam halini görünce içim içim sıkıldı lakin bunu kendisine belli etmedim. Ben onunla sık sık görüşüyorum. Keyt zeki, ağırbaşlı ve oldukça az konuşan bir kadındı. Yalnız benzersiz bir iltifatla devam edip giden ölçülü bir sohbet kurardı. Biraz sohbet ettikten sonra vedalaştık.
Endişeyle ardından bakakaldım. Gece şimşekler ve gök gürlemelerinden sonra başlayan şiddetli sağanak yağmur, her şeyi sular altında bırakmıştı. Havadaki nem dağılmadan denizden esen rüzgar buz gibi nemli havayı yüzüme çarptığında zaman rüzgarında savrulup gidiyordum.
*     *     *
Benim doğup büyüdüğüm Bodik mahallesinde yaşlı bir kadın yaşardı. Mahalledekiler ona “kavurmaççı” derlerdi ancak İmkal nine kavurmaç[1] filan satmazdı. Bir zamanlar “katlama”[2] pişirdikten sonra kazanda “kavurmaç” kavurup mahalledeki çocuklara dağıtırmış. İşte o yaşlı kadın bizim komşumuzdu. Bir gün okuldan dönerken işaretle beni çağırdı. Gidip isteğini dinledim ki zavallı kadın duvardaki askıya asılı süzme yoğurt torbasına yetişip alamamış. Eşek arabasının önündeki ağacı askıya yaklaştırıp üzerine çıktım ve süzme yoğurt torbasını alıverdim. Nine bana dualar etti, sıcacık, buğusu tüten katlamayı elime tutuşturdu. Ben almadım. Nasıl anlatayım, birisinin elime tutuşturduğu yiyecekleri alıp yiyemem. Ayrıca yaşlı kadının haline üzülüyordum. O zavallı yaşlı haliyle kendine yiyecek hazırlamak için hamur karmıştı. Tahtanın üstünde, oklavayla bilmem ne kadar zahmetle hamuru açmıştı. Ocağa kazan koyup ateş yakmış, katlama pişirmişti. Bu hâl gözlerimin önünden gitmiyordu. Kocasının ölümünden sonra iki kızını gelin etmişti. Kızları analarının halini her zaman sorup haber alsalar da evin bütün işleri anneleri tarafından yapılıyordu. Yerden bazlama alıp yer gibi eğilen yaşlı bedeni ve kırışan derisiyle bir an gözüme oldukça mecalsiz göründü. Ben İmkal ninemi severdim, hem de çok severdim. Gönlüm asla ondan uzaklaşmazdı. Sonraları ben yurtdışında yaşarken kim bilir ne zaman bu dünyadan ebediyete göçüp giden bu tertemiz kalpli kadını asla unutamadım. Sözün kısası, katlamayı almayıp geri çevirdiğimde ayağımın altındaki sararıp dökülmüş yaprakların çıtırdadığını işittim. Baktım ki ağaçlar mevsimi geldiğinde birden yapraklarını dökmüşler, yer gazellerle kaplanmıştı. Koşarak eve gidip çantamı bırakıp aceleyle bir şeyler atıştırdım da dönüp ninenin evine vardım. Dökülen yaprakları çabucak süpürüp keten ipliğinden dokunmuş çuvallara doldurdum. Açık alanda duran sağmal ineğine su verdim. Mutfağa bir baktım ki nine kim bilir ne zamandan kalan gaz lambasının fitilini[3] oflaya puflaya temizlemeye çalışıyormuş. Bunu bitirdikten sonra iki gemici fenerinin fitillerini de yeniledi. Bir ara nine odasına girip bir tebrik kartı alıp çıktı ve bana döndü: “Ey Şehlâ kızım, benim okumam yazmam yok, şunu sana vereyim yavrum. Bu benim sana hediyem olsun. Ayrıca senin hikaye yazdığını işittim. Buna da bir şeyler yaz bakalım” diyerek hediyesini elime tutuşturdu. Sevinçten içim içime sığmıyordu. Hediyeyi göğsüme bastırıp koşarak evimize gittim. Sonunda İmkal ninem bana karşılık beklemeden bir hediye vererek aynı zamanda büyük bir kıvanç da hediye etmişti.
Hediye ettiği tebrik kartında top top olmuş, yeni açılmakta olan goncaların üstüne açık mavi renkli kelebeğin konduğu bir resim vardı. Gözyaşlarım sel gibi boşanıp akmaya başladı. Sanki nefesim boğazıma tıkanıp kalmış gibiydi. Nedendir bilmiyorum, hüngür hüngür ağladım. Ben İmkal nineyi severdim. Gönlüm asla ondan uzaklaşmazdı. Nine de beni başkalarından ayrı severdi. Küçücük cüssemle ışıklar gibi eşi, benzeri olmayan bir mutluluk içinde durdum, durdum…
Bir ara parke taşı döşeli kaldırımda bir şey parladı…. Dikkatle gözlerimi dikip baktım ki çiy tanesi titreyip parlıyordu. Bu titreyen çiy tanesi İmkal ninemin kirpiklerindeki yaşa çok benziyordu. Kulağıma cam kırılma sesi gelmişti ve ben bir damla gibi görünen şeffaf çiy tanesinin aslında şişeden dökülen sudan bir damla olduğunu fark ettim.
*     *     *
Kaderimizde varmış, Hollanda’ya yerleştik. İşte İmkal ninemin bana hediye ettiği tebrik kartı da hatıra defterimin yapraklarının arasında duruyordu.
Cumartesi günü evimize Keyt geldi. Üzerinde top top olmuş, yeni açılan yemyeşil goncalar ve küçücük kelebek baskılı buluz giymişti. Birden gözlerim yanar gibi oldu. Onun buluzundaki top top olmuş goncalar ve küçücük mavi kelebekler İmkal ninemin bana hediye ettiği tebrik kartındaki manzaraya çok benziyordu…
Onun üzgün çehresine baktım. 
O çok güzel ve hoştu lakin dert canavarının ağzına düşmüş gibiydi. 
Gözleri içeri çökmüştü. 
Yüzü iyice solmuştu. 
Onun bu vaziyeti beni hayal âlemine götürdü. Yıkıcı hayallere…
Evet, bu değişik bir hâldi. Hem de çok başka hâllere benzemeyen bir hâl idi…
Üç ay önce annesi ölmüştü. Keyt, hiç durmadan annesi hakkında yana yakıla konuştu. O, evine gittikten sonra ben de uzun bir süre sıkıntıya düşüp kendime gelemedim. 
Eyvah… 
Çok geçmedi, kocasından ayrıldı. Kocası ne yazık ki mide kanserine çare bulamayıp ansızın dünyada göçtü. Gerard’ın kardeşleri onunla hiçbir zaman anlaşamadılar. Çünkü arada mal mülk meselesi vardı ya. O hiç inatlaşmadı. Gerard’dan kalan mülkü bıraktı; bir süre sonra alıp başını kendi ülkesine çekip gitti.
*     *     *
Amsterdam’dan trenle eve dönüyordum. Sigara içenler için ayrılan vagonda birisi arkadaşıyla sigara tüttüren birini gözüm bir yerden ısırıyordu. O Keyt’in ölen eşi Gerard’a çok benziyordu. Dilim tutulmuş gibi, elim ayağım tutmaz gibi dikildi. Belki de Gerard ölmemişti… Sonunda öyle olu. Birileri bazı insanları her zaman hatırlar.
Deniz de derinden bir “uh” der gibiydi. Üzgün hâlde eve döndüm. Biraz dinlenip elektronik postamı açmıştım, Keyt Kayzer’den gelen bir mektup gözüme çarptı. O Almanya’da yaşıyor, beni de Münih’e davet ediyordu. Aslında onun gönül sarayının yıkıldığını; bir eser bestelediğini yazıyordu. Mektuba ek olarak bestelediği müziği de göndermişti. Ben o sihirli müziğin içinde bir baştan bir başa gezinirken o perişan hâlimde ne kadar zaman geçirdiğimin farkına varmadım. Sakin sakin penceremden içeriyi gözetleyen güneş içeriye doldu ve ben dışarı çıktım. Gözbebeklerim parlamaya başladı. O bestenin içinde bir şey vardı ve o elmasa çok benziyordu. Baksanız onda kendinizi görüyordunuz.
            Kâinat sessiz ve zaman kimsesizdi.
            Bu kimsesizlik beni ezip geçti.
            O anda ciğerimden kahve damlar gibiydi…
            Canım yanıyordu.
Parke taşı döşeli kaldırımda bir şey parlamaya başladı…. Dikkatle gözlerimi dikip baktım ki çiy tanesi titreyip parlıyordu. Bu titreyen çiy tanesi İmkal ninenin ve Keyt’in kirpiklerindeki yaşa benziyordu.
Müzik üst perdelerde çalıp çınlamaya başladı.

İnsanlar ne kadar da kalabalık. Aynı zamanda onlar çok da yalnızlar. Hepsi ruhen yalnızlık içindeler. Bestelenen eserde işte o “Büyük Yalnızlık” övülüyordu. Müziğin ritmi yavaş yavaş sakinleşmeye başladı. Bu arada anlatmasam olmaz, çünkü canım çok kötü yanıyordu.

İnsanlar kalabalık. Aynı zamanda onlar çok da yalnızlar. Hepsi ruhen yalnızlık içindeler. İşte o insanlara mahsus derdi Keyt Kayzer, müzik içinde en yüksek dereceye yükselterek üst perdelerde ifade edebilmişti. O bunu başarmıştı.
Ben hastalar gibi kaldırımda sürünüyordum.
Kargalar “gak”layıp birden havalandılar. 
Ve ben kendime geldim.
Batıdan hayat belirtisi martılar üzerimde kaynaşırken müzik yine yüksek perdelere çıkıyor, gökleri kucaklıyordu.
*     *     * 
Türkiye Türkçesine çeviren: Mahir Ünlü
[1] kavurmaç: Kazanda kavrulmuş buğday tanesi.
[2] katlama: İnce hamurun yağda pişirilmesinden ibaret bir tür kaygana.
[3] fitil: Gaz lambası, gemici feneri ve “idare” veya “şinanay” denen şişesiz lambalarda kullanılan; bir ucu gaz yağının içinde kalıp yakacak çekerken diğer ucunda yanan ateşle ortamı aydınlatan keten veya pamuk bez parçası.
Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 207. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Orhan Şaik Gökyay - Beyan-ı Aşk