Türk Edebiyatı: Avrupa Tesirinde Türk Edebiyatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türk Edebiyatı: Avrupa Tesirinde Türk Edebiyatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Temmuz 2024 Pazar

Servet-i Fünun Edebiyatı (1896 – 1901)

 


  • 1877 Osmanlı-Rus savaşı sırasında II. Abdülhamit, Meclis-i Mebusanı kapatır, idareci ve aydınların bir kısmını sürgüne, bir kısmını da değişik memuriyetlere gönderir. Böylece “İstibdat (Baskı) Dönemi” diye adlandırılan dönem başlamıştır. 
  • Servet-i Fünun dergisi, Ahmet İhsan Tokgöz tarafından çıkarılan, başta Batıdaki bilimsel ve teknolojik gelişmeleri işleyen bir dergidir.
  • Recaizade Mahmut Ekrem, derginin yazı işleri müdürlüğüne öğrencisi Tevfik Fikret‘i getirtir.
  • Recaizade, dönemin yetenekli sanatçıları olan Halit Ziya, Cenap Şehabettin, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit, Hüseyin Siret, Hüseyin Suat, Ali Ekrem, Süleyman Nazif, Ahmet Hikmet ve Ahmet Şuayb gibi sanatçıların dergide yazmalarını teşvik etmiştir. Servet-i Fünun dergisi bu geçişlerden sonra güçlü bir edebiyat dergisi hüviyetini almıştır.
  • Servet-i Fünun sanatçıları eserlerini, “Edebiyat-ı Cedide Kütüphanesi” adıyla yayımlamışlardır.
  • Servet-i Fünuncular, II. Dönem Tanzimat Edebiyatı sanatçısı olan Recaizade Mahmut Ekrem’in teori olarak sunduğu edebi düşünceleri kendilerine esas almışlardır.
  • Servet-i Fünun Edebiyatı sanatçıları kendilerine XIX. yüzyılın ikinci yarısındaki Fransız edebiyatçıları örnek almışlardır.
  • Tanzimat sanatçıları Doğu kültürünü, Servet-i Fünuncular Batı kültürünü daha iyi bilirler.
  • Servet-i Fünun yazarları; Stendhal, Flaubert, Balzac, Goncourt Kardeşler ve Bourget gibi sanatçıların etkisiyle realizme yönelmişlerdir.
  • Servetifünun sanatçıları; Alfred de Mussat, Gustave Flaubert, Honere de Balzac, Alphonse Daudet, Emile Zola, Leconte de Lisle, François Coopee, Stephane Mallarme gibi sanatçılardan etkilenmişlerdir.
  • Türk edebiyatı bu dönemde içerik, üslup ve teknik bakımdan Avrupalılaşmıştır.
  • Ahmet Mithat Efendi, Servet-i Fünuncuları Sabah gazetesinde yayımladığı “Dekadanlar” makalesiyle eleştirmiştir. Dekadan, eskiye dönen, gerici anlamlarına gelir.
  • Servet-i Fünuncular, Tanzimat’la başlayan dili sadeleştirme çalışmalarına zarar vermişlerdir.
  • Bazı yazarlar, Milli Edebiyat’ın etkisiyle 1920’den sonra bazı eserlerini sadeleştirerek yayımlamıştır. Halit Ziya Uşaklıgil bunun en güzel örneği olmuştur.
  • Hüseyin Cahit Yalçın’ın 1901’de yayınlanan “Edebiyat ve Hukuk” adlı çevirisi sebebiyle dergi kapatılmış , böylece Servet-i Fünun topluluğu da dağılmıştır.
Servet-i Fünun Akımının Genel Özellikleri:

  • Recaizade Mahmut Ekrem‘in önderliğinde Servet-i Funun Dergisi etrafında toplanan bazı gençler Tevfik Fikret‘in derginin başına getirilmesiyle edebi bir topluluk özelliği kazanır.
  • Sonraları Cenap Şahabettin, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit Yalçın, Celal Sahir Erozan, Ali Ekrem Bolayır, Halit Ziya Uşaklıgil‘in katılımıyla genişler.
  • Devlet yönetiminin baskıcılığını bahane ederek toplumsal konulara eğilmediler.
  • Aruz ölçüsü başarıyla kullanılmıştır. (sadece Tevfik Fikret “Şermin” adlı eserini hece ölçüsüyle yazmıştır.)
  • Hep uzak ülkelere gitme hayaliyle yaşadılar.
  • Sanat, sanat içindir ilkesine bağlı kaldılar.
  • Nazım (şiir) nesre (düz yazı) yaklaştırılmıştır. Konu bütünlüğüne önem verilmiştir. (bkz. Mensur Şiir )
  • Batı’dan sone ve terza-rima gibi yeni nazım şekilleri alınmıştır.
  • Şiirde parnasizm ve sembolizmden; hikaye ve romanda ise realizmden etkilenmişlerdir.
  • Servetifünuncular, hiç duyulmamış sözcükleri lügatlerden bulup kullanmış ve bununla övünmüşlerdir.
  • Halktan kopuk sadece kendilerinin anlayabildiği bir edebiyat dili kurmuşlardır. Bundan dolayı, bu edebiyat “salon edebiyatı” olarak da nitelenmiştir.
  • Anjanbmanları, en güzel şekliyle Tevfik Fikret kullanarak nazımı nesre yaklaştırmıştır. Anlamın tek mısrada bitirilmeyip şiirin bir kısmına veya bütününe yayılmasına anjanbman (ulantı) denir.
  • Servet-i Fünunculara göre her şey, şiirin konusu olabilir.
  • Ahenk, uyum ve biçime önem verm işlerdir.
  • Bu dönemin şairleri, gerçeklerden kaçıp hayali bir dünyaya sığınmışlardır.
  • Fransızcadaki tamlamaları, mecazlı söyleyişleri ve imgeleri Türkçeye uygulamaya çalıştıklarından Arapça ve Farsça tamlamaları çokça kullanmışlardır.
  • Fransız edebiyatından etkilendiler. Cümle yapıları, Fransızca cümle yapısına benzemektedir.
  • Türkçenin söz dizimine uymayıp devrik, eksiltili ve uzun cümleler kullanmışlardır.
  • Yapıtlarında ruhsal bunalım, karamsarlık, umutsuzluk, bıkmışlık, memnuniyetsizlik havası açıkça sezilir.
  •  Konularını İstanbul’dan, kişilerini de daha çok tahsilli, okumuş, maddi kaygıları olmayan üst kesimden seçmişlerdir.
  • Bu dönemde öykü ve roman türünün en önemli temsilcisi Halit Ziya Uşaklıgil, şiir türünün Tevfik Fikret ve Cenap Şehabettin‘dir.
  • Batılı anlamda birçok türün en güzel örnekleri bu dönemde verilmiştir.
Servet-i Fünun Şairleri:

  • Tevfik Fikret
  • Cenap Şehabettin
  • Celal Sahir Erozan
  • Süleyman Nazif
  • Hüseyin Siret Özsever
  • Ali Ekrem Bolayır
  • Hüseyin Suat Yalçın
  • Sülayman Nesip
  • Faik Ali Ozansoy
  • İsmail Safa
Servet-i Fünun Yazarları:

  • Halit Ziya Uşaklıgil
  • Mehmet Rauf
  • Hüseyin Cahit Yalçın
  • Ahmet Hikmet Müftüoğlu
  • Safveti Ziya
  • Ahmet Şuayp
  • Ahmet Reşit vd.

30 Haziran 2024 Pazar

M. Salahaddin Güngör - Ahmet Haşim Bey Hayatını Anlatıyor

 


        Göl Saatleri şairi bir hafta evvel söz vermişti. Yalnız nerede buluşabileceğimizin tayinini bana bırakıyordu.
         – Mesela matbaada görüşebiliriz. Her gün İkdam’dayım, dört ile beş arasında.
        Bir gazetecinin gündelik hayatında bu saatlerin nasıl dakikası dakikasına taksim edilmiş olduğunu Ahmet Haşim Bey, bilmez değildi. Fakat ne yapsın ki onun da başka zamanı yoktu. Geçen akşam Ankara caddesinde karşılaştığımız zaman hatırlattım:
        – Haşim Bey, bugün, mutlaka sizi görmeliyim.
        Bermutat[1], “hay hay olur ne zaman isterseniz” deyip geçecekti. Fakat o kadar ısrar ettim ki:
        – Durun öyle ise… demeye mecbur oldu. Bu akşam saat yedi buçukta Lebon’da olmaz mı?
        Tam vaktinde Lebon’da idim. Haşim Bey beni görür görmez saatine baktı:
        – Tam yirmi dakika vaktim var.
        Cevap verdim.
        – O kadar sürmez bile…
        -O halde, bekliyorum.
        – Ne soracağımızı tahmin etmediniz mi?
        – Tahmin ettim ama, ihtiyaten[2] sormayı tercih ederim. O zamana kadar ben de cevabını hazırlarım.
        – Peki üstad… dedim. Mesela yazıya nasıl başladığınızı hikâye edebilirsiniz.
        Çorak sanat sofrasında bize ilk ateşîn Piyale’yi sunan şair, bu sualimi dudaklarında gizli bir tebessümle dinledikten sonra dedi ki:
        – Ben edebiyata, alayla başladım. Bakın size anlatayım. Küçükken edebiyat denilen “şey”i sevmezdim, şiirden filan âdeta iğrenirdim. Akrabadan bir süvari zabiti vardı. Muharebede öldü zavallı; o zamanlar, daha mektepte idi. Koltuğunda bir sürü kitapla hafta başlarında bizim eve gelirdi, bu kitaplar arasında Naci ve emsalinin[3] şiirleri de vardı. Ben, bunları her görüşümde:
        – Uğraşacak başka bir şey bulamadın mı? diye zavallıya takılırdım. Sonra o orduya gitti. Kitapları bize kaldı. Bir gün, nasılsa merak ederek içlerinden bir tanesini elime aldım. Şurasına burasına göz atarken tuhaf bir alâka ile okumaya başladım. Sonra, nasıl bir boş dakikamda bilmiyorum, onlara benzer bir şey yazmak arzusu içimde uyanıverdi. Ve bir şiir yazdım. Bu benim ilk şiirimdi. Fakat, bir anda o kadar saçma ve mânâsız buldum ki, akabinde mektepte çekmeceye attım. Bir gün, arkadaşlardan biri çekmecemi karıştırırken bu saçmayı bulmuş ve benden habersiz, o zamanlar yeni intişar etmeye başlayan Mecmua-i Edebiye ismindeki risaleye göndermiş. Birkaç gün sora idi mecmuanın bir nüshası elime geçti.
        A… tuhaf şey… muhaberât-ı aleniye[4] kısmında benim ismim: “Ahmet Haşim Efendi’ye” tarzında bir mukaddime[5], sonra da manzumenizi pek beğendik. Gelecek nüshamızda neşre başlayacağız! Kabilinden birkaç söz… Hayretler içinde kaldım. Şiirle meşgul olabileceğime bizzat kendim bile inanmıyordum. O zaman Galatasaray’da Ziya Bey isminde bir Fransızca hocamız vardı. Nasılsa kulağına çalınmış. Bir gün beni derse kaldırdı.
        – Haşim Efendi, dedi, sen şiir yazıyormuşsun!
        Kıpkırmızı oldum. Gûyâ, şâyân-ı hicab bir hareket yapmıştım. Derhal inkâr ettim:
        – Hayır efendim…
        Ziya Bey, buna inanmadı. Fakat inanmış görünerek:
        – Ben senin daha ciddi şeylerle meşgul olmanı arzu ederdim, dedi.
        Bu bana uzun müddet için ders oldu. Tamam üç sene şairliği bıraktım. Mekteb-i Sultanî’nin ikinci sınıfına geçtiğim zaman, hastalık tekrar nüksetti[6]. O tarihte postahane yanında, Babikyan isminde bir kitapçı vardı. Ara sıra, gider kitap filan alırdım. Bir gün yine oradan geçerken camekânda gözüme ilişti: Bu Sembolist Fransız şairlerinin müntehap eserlerinden mürekkep bir kitaptı, ismi de Bugünkü Şairler… (Les poètes d’aujourd’hui).
        Henri de Régnier’nin, Verhaeren’in ve diğer muasır sanatkârların eserlerinden en güzel parçaları bir araya toplayan bu kitaba derhal alâkadar oldum ve derhal parasını verip bir tane satın aldım. Bu yepyeni şiir âlemi, benim üzerimde müthiş bir tesir yaptı. O kadar ki kitabı elimden bırakmaz olmuştum. Dershanede, sokakta, evde hep bu kitap… Dedim ya, yeniden şiire başlamıştım. “Şi’r-i Kamer”i bugünlerde yazdım fakat çok geçmeden onu da beğenmez oldum. Fransız serbest nazım usulünü Türkçeye tatbik etmeye özeniyordum. Bu tarzda yazdığım birkaç şiir, o sırada bazı kimselerin nazar-ı dikkatini celbetmiş. Bu alâka beni şiire ve sanata daha ciddi surette bağladı
        Şiirle iştigalimden bir iki sene sonra Meşrutiyet ilan edildi. Benim neslimden gençler gülünç bir isim altında bir edebî taazzuv[7] vücuda getirmişlerdi. Ben, vâkıa o taazzuva kendimi tamamen bağlamış değildim. Fakat bütün oradakiler benim arkadaşımdı.
        – Üstad, dedim, Fecr-i Âti’yi kastediyorsunuz galiba.
        Haşim Bey, müstehziyane[8] devam etti.
        – Evet, Fecr-i Âti… dediğim gibi. Ben bu fecr-i kâzibe[9] kendimi kaptırmadım. Yalnız, bu zümre ile kısaca alâkadar oldum. Bu alâkadarlığımın en büyük mükâfatı da bana Yakup Kadri ile tanışmak vesilesini vermiş olmasıdır.
        Dedim ki:
        – Ya Piyale üstad?.. Hepimizi mesteden Piyale’leden bahsetmediniz.
        – Piyale’den evvel Göl Saatleri’ni yazmıştım.  İzmir’de bulunduğum sıralarda idi. Bazı yaz akşamları, Halkapınar taraflarına giderdim. Orası birçok su birikintileri, sazlarla dolu idi. Yavru kuşlar, gelir o sazların üzerine konar ötüşürlerdi. Bu manzara üzerimde tesirini yapmaya başlamıştı. Her tenezzüh[10]te Göl Saatleri’nin mısraını hayalimde yapmak suretiyle iki ay içinde manzumemi ikmâl ettim.
        Piyale ise beş altı sene sonra yazılmış şiirlerim bir araya getirilerek kitap halinde neşredildi. Piyale’nin başlıca kısmı lisanın Türkçeleşmesine doğru başlayan makul hareketin tesiri altında vücuda getirilmiş şiirlerdir.
        – Nasıl yazarsınız, Haşim Bey?
        Göl Saatleri şairi, durgun ve lâkayddı.
        – Ben, dedi, şiiri hiçbir zaman ciddi bir iş olarak telâkki[11] etmedim. Ara sıra ve ancak kendimi yazmaya meyyal hissetiğim zamanlar yazı yazarım. Ve bunun içindir ki müşkilâta dûçâr[12] olmam. Bazen dört mısraı dört senede bitirdiğim vâkidir. Mısralar, senelere taksim edilince, görürsünüz ki yorgunluk çok değildir. Mamafih, yazının güç bir sanat olduğunu, uğraştırıcı ve müşkil bir iş olduğunu itiraf etmeliyim.
        – Kimleri beğenirsiniz?
        Haşim Bey tereddütsüz cevap verdi:
        – Yakup kadri ve Falih Rıfkı’nın lisanından başkalarını beğenmem. Bunlar, bana lisanımdan zevk almam için kâfi geliyor.
        Son zamanlarda ismi tanınmaya başlayan Kara Davud müellifi Nizamettin Bey’in de Türkçesinin hoşuma gittiğini söylemeliyim. Eskiler mi dediniz?
        Eskileri bilâ-istisna[13] beğenirim. Hepsinde ayrı ayrı güzellikler ve fevkaladelikler buldum.
        Soruyorsunuz: Gürültü arasında yazı yazabilir miyim? Azizim. Eğer bu gürültü hoşuma giden bir gürültü değilse hiç alâkadar olmam. Önümdeki yazı ile meşgul olmaktan beni ayıran gürültü, mutlaka merakımı tahrik etmiş demektir.
        Haşim Bey burada tekrar saatine baktı: Bunu “Vapura ancak yetişebileceğim” demek olduğunu anlamamak imkânı var mıydı? Bize az fakat öz ve temiz sanat eserleri hediye eden kuvvetli şaire veda ederek yanından ayrıldım.[14]

        M. Salahaddin Güngör

        Dergâh Edebiyat Sanat Dergisi, s. 23 Cilt: I Sayı: 10, Aralık 1990


[1] Alışılmış olduğu üzere, gibi.
[2] İlerisini düşünerek.
[3] Benzerinin.
[4] İçindekiler, duyurular.
[5] Önsöz.
[6] Tazelendi.
[7] Şekillenme, hareket.
[8] Küçümsemek.
[9] Yalancı, aldatıcı aydınlık.
[10] Uzaklaşmak. Gezinti. Bağ ve bahçe gibi yerlere gam ve kederi dağıtmak için çıkmak.
[11] Düşünmek, görmek.
[12] Uğramış, yakalanmış.
[13] Ayırt etmeksizin.
[14] Güngör M. Salahaddin / Yeni Kitap / Sayfa: 2-5 Numara: 14 Haziran 1928

28 Mart 2024 Perşembe

Abdulhak Hamid Tarhan - Makber

 


Eyvah!. Ne yer, ne yar kaldı, Gönlüm dolu âh-u zâr kaldı. Şimdi buradaydı gitti elden, Gitti ebede gelip ezelden. Ben gittim, o hâksar kaldı, Bir gûşede târmâr kaldı; Bâki o enis-i dilden, eyvâh!. Beyrut'ta bir mezar kaldı. Nerde arayım o dilrübâyı?.. Kimden sorayım o bi-nevâyı?.. Bildir bana nerde, nerde Yarab?... Kim attı beni bu derde Yarab?.. Derler ki: "Unut o âşinâyı, Gitti tutarak rehli bekayı... " Sığsın mı hayale bu hakikat? .. Görsün mü gözüm bu mâcerâyı? .. Süratle nasıl değişti hâlim?. Almaz bunu, havsalam, hayalim. Bir şey görürüm, mezâra benzer, Baktıkça alır, o yâra benzer. Şeklerle güzâr eder leyâlim, Artar yine mâtemim, melâlim, Bir sadme-i inkılâbdır bu, Bilmem ki, yakın mıdır zevâlim? Çık Fâtıma lahddan kıyâm et, Yâdımdaki hâline devam et, Ketmetme bu râzı, söyle bir söz, Ben isterim âh, öyle bir söz... Güller gibi meyl-i ibtisâm et, Dağ-ı dile çare bul, merâm et: Bir tatlı bakışla, bir gülüşle, Eyyâm-ı hayatımı tamam et. Makber mi, nedir şu gördüğüm yer?. Ya böyle revâ mı câ-yı dilber?.. Bir tecrübedir bu, hiledir bu.. Yok, mahvıma bir vesiledir bu.. Bak bak, ne değişmiş ol semenber!.. Gül çehresi, bak, ne yolda mugber... Nefrin, bu siyah bahta nefrin, Feryâd bu hale tâ-be-mahşer.. Yarab, bana bir melek ıyân et, Bir de beni öyle imtihan et: Doğsun göreyim o mâh yerden, Nûrun çıka ey İlâh yerden. Maksûd-ı hayatı dermiyân et, Ferdâ-yı beşer nedir, beyân et!. Ya fikrimi rûhuna kıl isâl Ya rûhumu hâkine revân et. Derdoldu mukim, çâre gitti, Guyâ vatanım kenâre gitti; Ben gurbet-i dâimide kaldım, Bir türbe-i bi-ümide kaldım. Ufkumdan o mâhpâre gitti, Bir matla'-ı şeb-nisâre gitti... Gördüm yüzünü misâl-i zulmet, Matla' ona bir sitâre gitti... Gördüm yüzünü türâb içinde, Geldim, aradım kitab içinde. Bir hâb gelir o, dideden dûr, Gitti diyemem mezara ol nûr. Bu sıfr nedir hisâb içinde?. Erkam ona inkılâb içinde. Bir hiç-i zi-vücûd, yahut, Bir kabrdir ıztırâb içinde.



Abdulhak Hamid Tarhan - Merkad-ı Fatihi Ziyaret

 

Her Kuşesinde dehrîn nâmı bekaa nisârın
Şayestedir denilse âlem senin mezarın.


Kaldın cihanda bir ân, her ânın oldu bir devr
Müiki ezeldi güya tahtında hemcivârın.


Sensin ol padişeh ki bu ümmeti necibe
Emsâr bahşişindir, ibhâr yadigârın.


Bir dem yüzün gülünce âlem bahar olurdu
Misli küsûf her câ, zahirdi iğbirarın.


Bir yıldırımdı nîzen peyveste ka’rı hâke
Bir bürci Haknümâdır, ermiş göğe minârın.


Her dem sana açıktır ebvâbı arşı Rahmet
Türbendir en azîmi fethettiğin diyarın.


İster idin ki olsun düşmenle yâr yekdil
Devrân idi rakibin, Allah idi nigârın.


Açtı sana cenahın cananı sermediyyet
Etti anı derâğuş cânı cihansipârın.


Metninde şairâna ilhamlar gerektir
Tarifi yerde bitmez arşa çıkan kibarın.

25 Mart 2024 Pazartesi

Namık Kemal - Hürriyet Kasidesi

 


Görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selametten
Çekildik izzet ü ikbal ile bab-ı hükûmetten

Usanmaz kendini insan bilenler halka hizmetten
Mürüvvet-mend olan mazluma el çekmez ianetten

Hakir olduysa millet şanına noksan gelir sanma
Yere düşmekle cevher sakıt olmaz kadr ü kıymetten

Vücudun kim hamir-i mâyesi hâk-i vatandandır
Ne gam rah-ı vatanda hak olursa cevr ü mihnetten

Muini zalimin dünyada erbab-ı denaettir
Köpektir zevk alan sayyad-ı bi-insafa hizmetten

Hemen bir feyz-i baki terk eder bir zevk-i faniye
Hayatın kadrini âli bilenler hüsn-i şöhretten

Nedendir halkta tul-i hayata bunca rağbetler
Nedir insana bilmem menfaat hıfz-ı emanetten

Cihanda kendini her ferdden alçak görür ol kim
Utanmaz kendi nefsinden de ar eyler melametten

Felekten intikam almak demektir ehl-i idrake
Edip tezyid-i gayret müstefid olmak nedametten

Durup ahkam-ı nusret ittihad-ı kalb-i millette
Çıkar asar-ı rahmet ihtilaf-ı rey-i ümmetten

Eder tedvir-i alem bir mekînin kuvve-i azmi
Cihan titrer sebat-ı pay-ı erbab-ı metanetten

Kaza her feyzini her lutfunu bir vakt için saklar
Fütur etme sakın milletteki za'f u betaetten

Değildir şîr-i der-zencire töhmet acz-i akdamı
Felekte baht utansın bi-nasib- erbab-ı himmetten

Ziya dûr ise evc-i rif'atinden iztırâridir
Hicâb etsin tabiat yerde kalmış kabiliyetten

Biz ol nesl-i kerîm-i dûde-i Osmaniyânız kim
Muhammerdir serâpâ mâyemiz hûn-ı hamiyyetten

Biz ol âl-i himem erbâb-ı cidd ü ictihâdız kim
Cihangirâne bir devlet çıkardık bir aşiretten

Biz ol ulvi-nihâdânız ki meydân-ı hamiyyette
Bize hâk-i mezar ehven gelir hâk-i mezelletten

Ne gam pür âteş-i hevl olsa da gavgâ-yı hürriyet
Kaçar mı merd olan bir can için meydân-ı gayretten

Kemend-i can-güdâz-ı ejder-i kahr olsa cellâdın
Müreccahtır yine bin kerre zencîr-i esâretten

Felek her türlü esbâb-ı cefasın toplasın gelsin
Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azîmetten

Anılsın mesleğimde çektiğim cevr ü meşakkatler
Ki ednâ zevki a'lâdır vezâretten sadâretten

Vatan bir bî-vefâ nâzende-i tannâza dönmüş kim
Ayırmaz sâdıkân-ı aşkını âlâm-ı gurbetten

Müberrâyım recâ vü havfden indimde âlidir
Vazifem menfaatten hakkım agrâz-ı hükümetten

Civânmerdân-ı milletle hazer gavgâdan ye bidâd
Erir şemşîr-i zulmün âteş-i hûn-i hamiyetten

Ne mümkün zulm ile bidâd ile imhâ-yı hürriyet
Çalış idrâki kaldır muktedirsen âdemiyetten

Gönülde cevher-i elmâsa benzer cevher-i gayret
Ezilmez şiddet-i tazyikten te'sir-i sıkletten

Ne efsunkâr imişsin ah ey didâr-ı hürriyet
Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretten

Senindir şimdi cezb-i kalbe kudret setr-i hüsn etme
Cemâlin ta ebed dûr olmasın enzâr-ı ümmetten

Ne yâr-ı cân imişsin ah ey ümmid-i istikbâl
Cihanı sensin azad eyleyen bin ye's ü mihnetten

Senindir devr-i devlet hükmünü dünyaya infâz et
Hüdâ ikbâlini hıfzeylesin hür türlü âfetten

Kilâb-ı zulme kaldı gezdiğin nâzende sahrâlar
Uyan ey yâreli şîr-i jeyân bu hâb-ı gafletten.
*     *     *
Günümüz Türkçesi ile Hürriyet Kasidesi

Çağın değer yargılarını doğruluktan ve samimiyetten sapmış görerek kendi arzumuz ve saygınlığımız ile devlet kapısından ayrıldık.
Kendini insan bilenler halka hizmet etmekten usanmaz, mürüvvet sahibi olanlar zavallılara yardım etmekten kaçınmaz.
Eğer millet, hor görülmüşse onun şanına bir eksiklik geleceğini sanma; yere düşmekle cevher, değerinden özünden birşey kaybetmez.
Vücudun mayası, vatan toprağıdır; bu vücut, acı ve sıkıntı içinde vatan yolunda toprak olursa, en küçük bir üzüntü duyulmaz.
Dünyada zalimin yardımcısı, aşağılık kimselerdir; insafsız avcıya hizmetten zevk alan ancak köpektir.
Hayatın değerini şöhretin güzelliğinden üstün tutanlar ile geçici zevklere ebedî feyiz tercih edilir.
İnsanlarda hayatın uzamasına bunca düşkünlük nedendir; insan emaneti koruyacağı yerde ondan niçin menfaat bekler?
Kişi dünyada herkesten kendini alçak görür, ayıplanmaktan kaçınır ,fakat kendi nefsinden utanmaz.
Akıllı ve bilinçli olanların, yaptıklarından pişman olup çalışmalarını artırması ve bunlardan ders alması, felekten intikam almak demektir.
Başarının, üstünlüğün değeri, milletin gönül birliğinde durur; koruma ve kollama eserleri ise ümmetin düşüncesinin çarpışması ile çıkar.
İktidar sahibi bir kişinin azim gücü, dünyanın bir düzene girmesini sağlar; metanet sahibi kişilerin ayaklarını sağlam basması ile cihan titrer.
Kader, her feyzini, her lütfunu bir zaman için saklar; milletteki gevşeklikten, zayıflıktan sakın korkma!
Zincire vurulmuş aslana ayaklarının güçsüzlüğü töhmet değildir; bu dünyada nasipsiz himmet sahiplerinden talih utansın.
Işık yüksekliğin doruğundan uzaksa çaresizliktendir; tabiat yerde sürünen kabiliyetten utansın.
Biz o Osmanlılar boyunun ulu soyundanız; mayamız, bütünüyle şehadet kanıyla karılmıştır.
Biz o yüce hamiyetli, çalışkan ve güçlü kişileriz ki bir küçük aşiretten dünyaya hükmeden bir devlet meydana getirdik.
Biz o yüce yaratılışlı milletiz ki hamiyet meydanında ayaklar altında toprak olmaktan bize ölüm daha iyi gelir.
Hürriyet mücadelesi korkulu ateş olsa ne dert, yiğit olan bir insan gayret meydanından kaçar mı?
cellâdın can yakan kemendi acımasız bir ejder bile olsa, yine bin defa esaret zincirinden daha iyidir.
Felek her türlü eziyet yollarını toplasın gelsin, millet yolunda hizmetten dönersem kahpeyim.
Bu yolda çektiğim acılar, sıkıntılar anılsın;  bunun en basit zevki bile vezirlikten, sadrazamlıktan daha iyidir, yücedir.
Vatan, bir vefasız alaycı sevgiliye dönmüş, aşkına bağlı olanları gurbet acılarından ayırmıyor.
Korkudan, yalvarma yakarmadan uzağım; benim yanımda görevim menfaatimden, hakkım hükûmetin kötü niyetlerinden daha üstündür.
Ey adaletsiz, milletin yiğitleriyle mücadeleden sakın; senin zulmünün kılıcı hamiyet kanının ateşi karşısında erir.
Zulüm ile işkence ile hürriyeti ortadan kaldırmak ne mümkün; eğer kendinde bir güç görüyorsan insanoğlundan idraki kaldırmaya çalış.
Gönülde çalışma gevheri, elmas cevherine benzer; ağırlığın tesirinden, baskının şiddetinden ezilmez.
Ey hürriyetin güzel yüzü, sen ne büyüleyici imişsin.gerçi esaretten kurtulduk derken senin aşkının esiri olduk.
Şimdi kalbi fethedecek güç sendedir, güzelliğini gizleme; güzelliğin, milletin nazarlarından ebediyete kadar uzak kalmasın.
Ey geleceğin umudu, sen ne can dostuymuşsun; dünyayı bütün üzüntü ve sıkıntılarından kurtaran sensin.
Hükmetme çağı senindir, hükmünü dünyaya geçir; Allah yüceliğini her türlü belâlardan korusun.
Ey yaralı kükreyen aslan, senin gezdiğin güzel sahralar zulmün köpeklerine kaldı, artık gaflet uykusundan uyan!

Orhan Şaik Gökyay - Yas