Hikayeler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hikayeler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Ağustos 2024 Cumartesi

Anton Çehov - Ödlek

Birkaç gün önce, evde çocuklarıma ders veren öğretmen hanımı çalışma odama çağırmıştım.

“Otur, Julia Vassilyevna” dedim. “Aramızdaki hesabı kapatalım. Her ne kadar şu anda paraya ihtiyacın varsa da, resmi bir merasimde bekler gibi bekleyeceğini ve bir türlü kendiliğinden gelip alacağını istemeyeceğini biliyorum. Neyse, gelelim hesabımıza: Ayda otuz rubleye anlaşmıştık…”

“Kırk.”

2 Ağustos 2024 Cuma

Ömer Seyfeddin - İlk Cinayet

 


Ben daima ızdırap içinde yaşayan bir adamım! Bu azap âdeta kendimi bildiğim anda başladı. Belki daha dört yaşında yoktum. Ondan sonra yaptığım değil, hatta düşündüğüm fenalıkların bile vicda­nımda tutuşturduğu nihayetsiz cehennem azapları içinde hâlâ kıvranıyorum. Beni üzen şeylerin hiç­birini unutmadım. Hatıram sanki yalnız elem için yaratılmış.

31 Temmuz 2024 Çarşamba

Osman Çeviksoy - Yoksul Yuva

Yoksul ailenin kızıydı.

Yoksul ailenin oğluyla evlendi.

Onlar da yoksul bir yuva kurdular.

Yoksul karı koca birbirlerini çok sevdiler.

Sevgiyle çalıştılar, kazandıklarıyla yetindiler.

Aç, açık kalmadılar.

23 Temmuz 2024 Salı

Çolpan - Kar Koynunda Lale

 


Bir, iki, üç, dört... Beş;  beş... Altı! Yedi, sekiz, dokuz, on...

Küçücük, kırmızı iplerle süslü bezden top yolunu şaşırıp kaçtı, gidip aşağıdaki ağılın duvarına yaslanıp büyüyen şekerpare kayısı fidanına çarptı ve zıplayıp “şap” diye havuza düştü…

Kızlar hep birden:

— Vay! Canın çıkmasın. Havuza düştü işte, diye bağırıştılar. Topu tutmak için peşinden koşan Şerafet de havuzun yanında taş kesilip kalıverdi.

21 Temmuz 2024 Pazar

Ömer Seyfeddin - Ant

 


Ben Gönen'de doğdum. Yirmi yıldan beri görme­diğim bu kasaba hayalimde artık seraplaştı. Birçok yerleri unutulan eski, uzak bir rüya gibi oldu. O zaman genç bir yüzbaşı olan babamla her vakit önün­den geçtiğimiz Çarşı Camii'ni, karşısındaki küçük, harap şadırvanı, içinde binlerce kereste tomruğu yüzen nehirciği, bazen yıkanmaya gittiğimiz sıcak sulu hamamın derin havuzunu şimdi hatırlamaya çalışırım. Fakat beyaz bir unutkanlık dumanı önü­me yığılır. Renkleri siler, şekilleri kaybeder... Pek uzun gurbetlerden sonra vatanına dönen bir adam doğduğu yerin ufkunu koyu bir sis altında bulup da sevdiği şeyleri uzaktan bir an evvel göremediği için nasıl mahzun olursa, ben de tıpkı böyle meraka, sabırsızlığa benzer bir elem duyarım. O, her akşam sürülerle mandaların, ineklerin geçtiği tozlu, taşsız yollar; yosunlu siyah kiremitli çatılar; yıkılacakmış gibi duran büyük duvarlar; küçük, ahşap köprüler; nihayetsiz tarlalar; alçak çitler hep bu duman içinde erir...

Yalnız, evimizle mektebi gözümün önüne geti­rebilirim.

Büyük bir bahçe... Ortasında köşk tarzında ya­pılmış bembeyaz bir ev... Sağ köşesinde her vakit oturduğumuz beyaz perdeli oda... Sabahları annem beni bir bebek gibi pencerenin kenarına oturtur, dersimi tekrar ettirir, sütümü içirirdi. Bu pencereden görünen avlunun öbür tarafındaki büyük toprak rengindeki binanın camsız, kapaksız tek bir penceresi vardı. Bu siyah delik beni çok korkuturdu.

Yemeklerimizi pişiren, çamaşırlarımızı yıkayan, tahtalarımızı silen, babamın atına yem veren, av köpeklerine bakan hizmetçimiz Abil Ana'nın her gece anlattığı korkunç, bitmez hikâyelerdeki ayıyı, bu karanlık pencerede görür gibi olurdum. Bu ku­runtularımla rüya dinlemek, rüyaları yorumlamak merakında olan zavallı anneme her sabah ayılı rüyalar uydurur; iri, kuzgun renginde bir ayının beni kapıp dağa götürdüğünü, ormandaki inine kapadığını, kollarımı bağladığını, burnumu, dudaklarımı ye­diğini, sonra Bayramiç yolundaki su değirmeninin çarkına attığını söyler; ona birçok "Hayırdır inşal­lah..." dedirtirdim. Rüyalarımı yorumlarken benim büyük bir adam, büyük bir bey, büyük bir paşa olacağımı, bana kimsenin fenalık yapamayacağını kesin bir dille söyledikçe yalan söylediğimi unutur, ne kadar sevinirdim.

*   * *

Nasıl sokaklardan, kiminle giderdim? Bilmiyo­rum...

Mektep bir katlı, duvarları badanasız idi. Kapıdan girilince üstü kapalı bir avlu vardı. Daha ilerisinde küçük, ağaçsız bir bahçe... Bahçenin nihayetinde ayakyolu, gayet kocaman abdest fıçısı... Erkek çocuklarla kızlar karmakarışık otururlar, beraber okur, beraber oynarlardı. "Büyük Hoca" dediğimiz kınalı, az saçlı, kambur, uzun boylu, ihtiyar, bunak bir kadındı. Mavi gözleri pek sert parlar; gaga gibi eğri, sarı burnuyla tüyleri dökülmüş hain, hasta bir çaylağa benzerdi. "Küçük Hoca" erkekti. Büyük Hoca'nın oğlu idi. Çocuklar ondan hiç korkmazlardı. Galiba biraz aptalca idi. Ben arkadaki rahlelerde, Büyük Hoca'nın en uzun sopasını uzatamadığı bir yerde otururdum. Kızlar, belki saçlarımın açık sarı olmasından, bana hep "Ak Bey"derlerdi. Erkek çocukların büyücekleri ya ismimi söylerler yahut "Yüzbaşı oğlu" diye çağırırlardı. Sınıf kapısının açılmayan kanadında sallanan "geldi-gitti" levhası yassı, cansız bir yüz gibi bize bakar, kalın duvarla­rın tavana yakın dar pencerelerinden giren donuk bir aydınlık durmadan bağıran, haykırarak okuyan çocukların susmaz çığlıklarıyla sanki daha ziyade ağırlaşır, bulanırdı...

*   * *

Mektepte yalnız bir çeşit ceza vardı: Dayak... Bü­yük kabahatliler hatta kızlar bile falakaya yatarlardı. Falakadan korkmayan, titremeyen yoktu. Küçük kabahatlilerin cezası ise oransız, ölçüsüz idi. Küçük Hoca'nın ağır tokadı... Büyük Hoca'nın uzun sopası ki rast geldiği kafayı mutlaka şişirirdi. Ben hiç dayak yememiştim. Belki iltimas ediyorlardı. Yalnız bir defa, Büyük Hoca kuru, kemikten elleriyle, yalan söylediğim için sol kulağımı çekmişti. O kadar hızlı çekmişti ki, ertesi günü bile yanıyordu. Kıpkırmızı idi. Hâlbuki kabahatim yoktu. Doğru söylemiştim. Bahçedeki abdest fıçısının musluğu koparılmıştı. Büyük Hoca, bu kabahati yapanı arıyordu. Bu, mavi cepkenli, kırmızı kuşaklı, hasta, zayıf bir çocuktu. Haber verdim. Falakaya konacaktı. inkâr etti. Sonra diğer bir çocuk çıktı. Kendi kopardığını, onun ka­bahati olmadığını söyledi. Yere yattı. Bağıra bağıra sopaları yedi. O vakit Büyük Hoca, "Niçin yalan söylüyorsun, bu zavallıya iftira ediyorsun?" diye kulağıma yapıştı. Yüzünü buruşturarak darıldı.

*   * *

Ağladım. Ağladım. Çünkü yalan söylemiyordum. Evet, musluğu koparırken gözümle görmüştüm. Akşam azatlığında dayağı yiyen çocuğu tuttum:

  Niçin beni yalancı çıkardın? dedim. Musluğu sen koparmamıştın...

  Ben koparmıştım.

   Hayır, sen koparmamıştın. Öbür çocuğun kopardığını ben gözümle gördüm.

Israr edemedi. Yüzüme baktı. Bir an öyle durdu. Eğer hocaya söylemeyeceğime yemin edersem, sak- lamayacaktı. Anlatacaktı. Ben hemen yemin ettim. Merak ediyordum:

   Musluğu Ali koparmıştı, dedi. Ben de bi­liyordum. Ama hem o çok zayıf, hem hastadır. Görüyorsun, falakaya dayanamaz. Belki ölür. Daha yataktan yeni kalktı.

  Ama sen niçin onun yerine dayak yedin?

  Niçin olacak biz onunla ant içmişiz. O bugün hasta, ben iyi, kuvvetliyim. Onu kurtardım işte.

Pek güzel anlamadım. Tekrar sordum:

  Ant ne?

  Bilmiyor musun?

  Bilmiyorum!

O vakit güldü. Benden uzaklaşarak cevap ver­di:

   Biz birbirimizin kanlarını içeriz. Buna "ant içmek" derler. Ant içenler kan kardeşi olurlar. Bir­birlerine ölünceye kadar yardım ederler, imdada koşarlar.

Sonra dikkat ettim mektepte birçok çocuk, bir- birleriyle ant içmişlerdi. Kan kardeşi idiler. Hatta bazı kızlar bile kendi aralarında ant içmişlerdi. Bir gün, bu yeni öğrendiğim âdetin nasıl yapıldığını da gördüm. Yine arka rahlelerde idi. Küçük Hoca abdest almak için dışarı çıkmıştı. Büyük Hoca, arkasını bize çevirmiş; yavaş yavaş, bir sümüklüböcek kadar ağır, namazını kılıyordu. iki çocuk tahta saplı bir çakı ile kollarını çizdiler. Çıkan büyük, kırmızı damlayı kolları üzerinde bu çizgiye sürdüler. Kanlarını ka­rıştırdılar. Sonra birbirlerinin kollarını emdiler. And içerek kan kardeşi olmak... Bu, beni düşündürmeye başladı. Şayet benim de kan kardeşim olsa idi hocaya kulağımı çektirmeyecek, ihtimal falakaya yatacağım zaman beni kurtaracaktı.

Koca mektebin içinde kendimi yapayalnız, ar­kadaşsız, koruyucusuz zannediyordum. Anneme fikrimi, her çocuk gibi birisiyle ant içmek istediğimi söyledim. Andı tarif ettim. Razı olmadı:

Öyle münasebetsizlikler istemem. Sakın yapma ha... diye tembih etti.

*   * *

Lakin ben dinlemedim, Aklıma ant içmeyi koy­muştum. Fakat kiminle? Bir tesadüf, beklenilmeyen bir kaza, bana kan kardeşimi kazandırdı. Cuma gün­leri bizim evin bahçesinde bütün komşu çocukları toplanırdı. Akşama kadar beraber oynardık. Arka­mızdaki evlerin sahibi Hacı Budakların benim kadar bir çocukları vardı ki en çok adı hoşuma giderdi: Mıstık... Bu kelimeyi söylerken sanki mütelezziz olur, hep tekrarlardım. O kadar ahenkli, tınılı idi. Kızlar, bu güzel isme uydurulmuş kafiyeleri, Mıstık'ı bahçede, sokakta görünce bir ağızdan söylerler; hala hatırımda:

Mustafa Mıstık,

Arabaya kıstık

Üç mum yaktık,

Seyrine baktık!

diye bağrışırlar, ellerini yumruk yaparak ona karşı dururlardı. Mıstık hiç kızmazdı. Gülerdi. Biz de bazen bu beyitleri bağırarak tekrarlar, eğlenirdik.

Bu iki minimini beyit benim hayalime bile tesir etmişti. Rüyamda, birçok arsız kızların onu bü­yük bir muhacir arabasına sıkıştırarak, etrafına üç mum yakarak seyrine baktıklarını görürdüm. Niçin Mıstık öyle uslu dururdu? Niçin birden fırlayıp bu kızlara birkaç tokat atmaz, sıkıştığı katran kokulu arabadan kurtulmazdı? Hepimizden kuvvetli o idi. Sanki adı gibi her tarafı yuvarlaktı. Başı, kolları, bacakları, vücudu... Hatta elleri... Bütün çocukları güreşte yenerdi... Yazın, her cuma sabahı, büyük bir deste söğüt dalı getirirdi. Bu dallardan kendimize atlar yapar, cirit oynar, yarışa çıkardık. Yarışta da hepimizi geçerdi.

Onu hiç birimiz tutamazdık. işte yine böyle bir Cuma günü, Mıstık, söğüt dallarıyla geldi. Ben en uzununu kendime ayırdım. Öbürlerini çocuklara dağıttım. Bir çakı ile bu dalların ucunu keser; ka­buklarından iki kulak, bir burun çıkartır; tıpkı bir at başına benzetirdik. Bunu en güzel ben yapardım.

Kendi atımı yapıyordum. Mıstıkla diğer çocuklar sıralarını bekliyorlardı. Nasıl oldu, farkına varma­dım; söğüdün kabuğu birden yarıldı. Arasından kayan çakı sol elimin şahadet parmağını kesti. Sulu, kırmızı bir kan akmayabaşladı. O saatte aklıma bir şey geldi: Ant içmek...

Parmağımın açısını unuttum, Mıstık'a:

  Haydi, dedim, hazır elim kesildi. Kan kardeşi olalım. Sen de kes...

Tereddüt etti. Siyah gözlerini yere dikerek büyük,yuvarlak başını salladı:

  Olur mu ya... And için kol kesmek lazım...

   Canım ne zararı var? diye ısrar ettim, kan değil mi? Hepsi bir. Ha koldan, ha parmaktan... Haydi, haydi...

Razı oldu. Elimden aldığı çakı ile kolunu, hatta biraz derince kesti. Kanı o kadar koyu idi ki akmıyor; bir damla halinde kabarıyor, büyüyordu. Parma­ğımın kanı ile karıştırdık. Evvela ben emdim. Bu, tuzlu, sıcak bir şeydi. Sonra o da benim parmağımı emdi.

*   * *

Bilmiyorum aradan ne kadar zaman geçti. Belki altı ay... Belki bir yıl... Mıstıkla kan kardeşi olduğu­muzu adeta unutmuştum. Yine beraber oynuyor, mektepten eve beraber dönüyorduk. Bir gün hava pek sıcaktı. Büyük Hoca bizi yarım azat etti. Tıpkı perşembe günü gibi... Mıstıkla sokağın tozları içinde yavaş yavaş yürüyorduk. Ben fesimin altına mendi­limi koymuştum... Terimi silemediğim için yüzüm sırsıklam idi. Büyük, geniş bir yoldan geçiyorduk. Kenarda yıkılmış bir duvarın temelleri vardı. Bir­denbire karşıdan iri, kara bir köpek çıktı. Koşarak geliyordu. Arkasından, birkaç adam, kalın sopalarla kovalıyorlardı. Bize, "Kaçınız, kaçınız, ısıracak!" diye bağırdılar. Korktuk,şaşırdık. Öyle kaldık. Evvela ben biraz kendimi toplayarak: "Aman, kaçalım..." dedim. Gözleri ateş gibi parlayan köpek bize yetişmişti. O vakit Mıstık, "Sen arkama saklan!"diye haykırdı, önüme geçti. Köpek onun üzerine hücum etti. İlkin birbirlerine çarptılar. Sonra tıpkı güreşir gibi boğaz boğaza geldiler. Köpek de ayağa kalkmıştı.

*   * *

Biraz böyle savaştıktan sonra ikisi de yere yuvar­landılar. Mıstık'ın küçük fesi, mavi yemenisi düştü. Bu muharebe bana pek uzun geldi. Titriyordum. Sopalı amcalar yetiştiler. Köpeğe odunlarının bütün kuvvetiyle birkaç tane indirdiler. Mıstık kurtuldu. Zavallının kollarından, burnundan kan akıyordu. Köpek, kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırmış, ağzı yerde, dörtnala kaçtı. Mıstık,"Bir şey yok... Acı­mıyor... Biraz çizildi..." diyordu. Evine götürdüler. Ben de hemen evimize koştum. Anneme başımıza gelenleri anlattım. Abil Ana beni yere yatırdı. Uzun uzadıya kasıklarıma, korku damarlarıma bastı. Öyle bir dua okuyarak yüzüme üfledi ki sarımsak kokusundan aksırdım.

Ertesi günü Mıstık mektebe gelmemişti. Daha ertesi günü yine gelmedi... Anneme, Hacı Budaklara gidip Mıstık'ı görmemizi söyledim.

   Hastaymış yavrum, dedi, inşallah iyi olunca yine oynarsınız. Şimdi rahatsız etmek ayıptır.

Ondan sonra ben her sabah Mıstık'ı iyileşmiş bulacağım ümidiyle mektebe gittim.

Fakat heyhat... O hiç gelmedi... Köpek kuduz­muş.

Baktırmak için Mıstık'ı Bandırma'ya götürdüler. Oradan istanbul'a göndereceklerdi.

Nihayet bir gün işittik ki, Mıstık ölmüş...

*   * *

Erken kalktığım açık, bulutsuz sabahlar, herkes gibi bana da, çocukluğumu hatırlatır. Yâdımda ezeli ve mor bir fecir memleketi gibi kalan doğduğum yeri gözümün önüne getirmek isterim. Ve daima, farkında olmayarak sol elimin şahadet parmağına bakarım. Birinci boğumun üstünde hala beyaz çizgi şeklinde duran bu küçük yara izi bence pek mukaddestir. Andı için ölen, hayatını mahveden kahraman kan kardeşimin sıcak dudaklarını tekrar parmağımın ucunda duyar, beni kurtarmak için o kendisinden büyük, kudurmuş, iri ve kara çoban köpeğiyle pençeleşen aslan ve bahadır hayalini görürüm.

Ve milli değerlerimizden kaynaklanan, Türk­lükten uzaklaştıkça, daha kokuşmuş derinliklerine yuvarlandığımız karanlık, uçurumun bu ahlaksızlık ve bozukluk, vefasızlık ve bencillik, adilik ve mis­kinlik cehenneminin dibinde üzgün ve şartlanmış kıvranırken saf ve nurdan geçmişimiz, kaybolmuş bir cennetin hakikatten uzak bir serabı halinde kar­şımda açılır... Beni müteselli ve mesut eder. Saatlerce Mıstık'ın hatırasıyla, bu muazzez ve soylu acının eskiyip unutuldukça daha çok kıymeti artan tatlı ve çekici acısını seve seve çekerim...




20 Temmuz 2024 Cumartesi

Osman Çeviksoy - Erkekler de Ağlar


Üç gün kendini bilmeden yatmış, helâlleşmek için başına gelenleri bile tanımamıştı. Dördüncü gün biraz toparlanmış, gelip gidenlerden bazılarını tanımış, bazılarını tanıyamamış, bir ara "Bana ne oldu?" diye sormuştu. Beşinci gün süt, çorba içmiş, yedinci gün babamın yardımıyla tuvalete çıkmış, on ikinci gün namazını oturduğu yerden kılmaya başlamış, on sekizinci gün evin yönetimini tekrar ele almıştı.

Yirmi beşinci günün akşamı makas, ayna, örtü istedi. Saçını, sakalını, bıyığını babama düzelttirdi. Artık iyileştiğini, sabah namazı için camiye gideceğini söyledi. Üçü bir arada oturan gelinlerine doğru bakarken "Yatak kalksın." dedi. Sonra büyük emmimin oğlu Memik'le beni yanına çağırdı. Konuştu bizimle. "Tuna'yı söyleyin." dedi. Söyledik, Gururla dinledi. "Yiğitlerim!" dedi. Yastığının altından çıkardığı kâğıda sarılı kuru üzümü ikimize paylaştırdı. Üzümlerimizi yedikten sonra çocuk bayramında okumak üzere ezberlediğimiz şiirleri okuttu, beğendi.

Yemek pişirilip sofra kurulduğu için adına "aşevi" dediğimiz dedemin odasından kendi odalarımıza çekileceğimiz zaman elbiselerini başucuna hazırlattı. Sobada birikmiş olan koru ev soğumasın diye mangala döktürdü. Yatmak üzere odalarımıza çekildik.

Sevinçten saatlerce uyuyamadım. Dedem iyileşmişti. Yirmi üç nisan günü köy meydanında kutlayacağımız Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’na her zaman olduğu gibi dedem herkesten önce gelecek, okuldan taşıyacağımız sıraların en öndekine oturacaktı. Okunacak şiirleri, yapılacak konuşmaları dikkatle dinleyecekti. Seferberliği, Çanakkale'yi, Sakarya'yı hatırlayacak, heyecanlanacak, duygulanacak, ama ağlamayacaktı. Çünkü kadınlar ve çocuklar ağlar, erkekler ağlamazdı. Geçen yıl mutlaka öğretmenimiz yanılmıştı. Dedem "O günler geri gelmesin." diyebilirdi ama, ağlayamazdı. Hem Memik'le sormamış mıydık? Dedem yalan söylemezdi. Ağlamadım dediyse ağlamamıştır. Mutlaka öğretmenin bir yanlışı vardı. Dedemi severdi. Tören sırasında yanına varıp elini öpüşü, sakalına yüz sürüşü, tören bitip de okula döndüğümüz zaman dedemle ilgili söylediği sözler, onu sevdiğindendi. Keşke "Ağladı." demeseydi...

Neyse...

Şiir okuma sırası bize gelince sevinçten, gururdan dedemin göğsü kabaracak, gözlerinin iççi gülecekti. "Yiğitlerim..." diyecekti içinden. "Aslanlarım..."

Gecenin hangi saatine kadar düşündüm, hayaller kurdum, bilmiyorum. Sabah kaktığımda Memik biçimsiz salonumuzun bir köşesinde sümüğünü çeke çeke ağlıyordu. Bir yaş büyük olduğumdan onunla hep bir ağabey gibi konuşurdum.

– Ne ağlarsın lan, dedim.

– Dedem yandı da ona ağlarım, dedi.

Yüreğimde dedeme ayırdığım yer tutuşuverdi sanki.

– Nasıl yandı, diye sordum.

– Gece mangala düşmüş, yanmış işte, dedi.

Aşevi kalabalıktı. Emmilerim, yengelerim, annem, babam, hepsi dedemin başındaydılar. Dedem sedirde serili yatağında yan yatıyordu. Yorganın üstünde duran bacaklarından birine, ayak topuğundan büküm yerine kadar domates salçası sürülmüştü. Dikkat ettim, savaşta şarapnel yiyen bacağıydı. Dedem acılar içinde kıvranıyordu. Gözleri yumuktu. Emmilerim yengelerim, annem, babam sessiz bir telâş içindeydiler. Annemle küçük yengem ağlıyordu. Dışarı, Memik'in yanına çıktım.

Dedem sabah namazı için camiye gidememişti. Daha, uzun bir süre yatağı kaldırılmayacaktı. Bayrama gelemeyecekti. Okullar kapanınca birlikte mal gütmeye gidemeyecektik. Belki topal kalacaktı... Memik'le birbirimize baktık baktık ağladık.

Günlerce yattı.

Öğretmenden diş macunu getirip sıvadılar, bal sardılar, fayda vermedi. Yara bir türlü kapanmadı. Kapanmadığı gibi kenarları morarmaya, sonra da siyahlaşmaya başladı. Emmilerim alıp şehre götürdüler. Doktor "Şimdiye kadar neredeydiniz?” demiş. Bir sürü ilâç yazmış. "Günde üç kez açın, temizleyin, ilâçlayın, sarın." demiş. Günde üç kez açtılar, temizlediler, ilâçladılar, sardılar. Küçük emmim devamlı köyde bulunduğundan bu işi daha çok o yaptı. O, olmadığı zamanlar annemle büyük yengem yaptı. Onların yürekleri dayanmaz olunca ben yapmaya başladım. Bir zaman sonra "Acıtıyorsunuz bahanesiyle dedem yaralı bacağını benden başkasına teslim etmez oldu. Benim elim daha hafifmiş. Merhemi ötekilerden daha usturuplu sürermişim. Kimse benim kadar becerikli değilmiş. Benim dışımdakilerin elleri böyle ince işlere yatkın değilmiş... Dedem öyle söylerdi.

Ben, bacağındaki sargıyı açmaya başlayınca o da konuşmaya başlardı. Sözü döndürür dolaştırır seferberliğe getirirdi.

Koca evin bir erkeğiymiş. İhtiyar anasına, iki kız kardeşine, karısına, yedi çocuğuna bakmak zorundaymış. Kendisi dâhil, on iki boğazı doyurmak zorundaymış. Cepheye çağırıldığında "Kaç." demişler. "Teslim olma... Sen gidersen biz ne yaparız, ne yer ne içeriz? Hiç değilse orağı biçene kadar kaç..." Yapamamış. Ancak söylenen günden üç gün sonra teslim olmuş. Bu arada çoluk çocuk geceli gündüzlü çalışarak orağı kurtarmışlar.

Kısa bir eğitimden sonra hemen cepheye gönderilmiş. Aslında "Yonan" dediğin yirmi dört saatlik işmiş, ama arkası kuvvetliymiş gâvurun. Yetmiş iki bucuk millet onun tarafını tutuyormuş. Silah, cephane, yiyecek kıyamet gibiymiş heriflerde. Bizde silah nerde, cephane nerde? Olsa da eski ve tesirsizmiş, azmış. Yiyecek bulamayıp ot yemişler. Ayağındaki çarığını ıslatıp yiyenler olmuş. Bir sığır, bir at, bir eşek gördülerse, bir parça et alabilmek için millet birbirini kırmış. Tosbağa kurbağa, çekirge yemişler. Toprak yiyip ölenler olmuş. Ne günlermiş o günler...

Ateş hattında bir öğle vakti müthiş bir top atışına tutulmuşlar. Mermilerden birisi dedemin ayakucunda patlamış. Hiçbir şey olmadı sanmış önce. Sonra sol bacağında bir sıcaklık, bir ıslaklık hissetmiş. "Herhâlde hafif yaralardım" diye düşünmüş. Top atışları yavaşlayıp da "ileri" emrini aldıklarında yekinmiş ama yerinden bile kalkamamış. İşte o an yaranın hafif olmadığını ve durmadan kan kaybettiğini anlamış. Arkadaşları gitmiş, dedem orada kalmış. Gözünü cephe gerisinde seyyar bir hastanede açmış. Oraya nasıl gitti, kim götürdü bilmiyormuş. Doktora taarruzu sormuş. "Yunan kaçıyor." demiş doktor. Bacağındaki sızıdan değil sevinçten gözleri yaşarmış. Ondan sonra da cepheden hiç kötü haber gelmemiş...

Ertesi gün "Bacağını dizden keseceğiz." demiş doktor. Dedem razı olmamış, "Efendi ben çiftçiyim. Köyümde beni bekleyen on bir kadın ve çocuk ve bir çift öküz var. Tek bacakla ne işe yararım? Kesme, öleceksem de kesme..." demiş. Doktor bir o yana bükmüş boynunu, bir bu yana. Düşünmüş. "Kangrene çevirirse ölürsün." demiş. "Kesme de kangrenden öleyim." diye karşılık vermiş dedem. Bunun üzerine doktor eline aldığı makasla dedemin yaralı bacağından sarkan etleri kumaş kırpar gibi kırpmış. İlâçlamış, sarmış, bırakmış. Kesmemiş, iyi adammış, kesmemiş bacağını. Allah'tan işte: Ne kangren olmuş, ne erimiş, ne çürümüş, bacağı iyileşmiş... Uzun zaman yürüyememiş, çok çekmiş ama sonunda iyileşmiş...

Şarapnel yarası iyileşmişti de yanık yarası bir türlü iyileşmiyordu. Biten ilâçlar yeniden alınıyor, pamuk, gazlı bez bittikçe yeniden alınıyor, yara iyileşmiyordu.

Emmilerim dedemi bir kere de Ankara'daki büyük doktorlara götürdüler. Gerekirse hastaneye yatıracaklar, iyileşinceye kadar getirmeyeceklerdi. Biz Memik'le ne güzel hayaller kurduk. Arabaya dedemi sırtla taşımışlardı ama yürüye yürüye dönecekti. Bize kabalak leblebi getirecekti. Birimizi bir dizine, birimizi öbür dizine oturtup Ankara'yı, doktorları anlatacaktı. Bacağının nasıl iyileştiğini anlatacaktı. Kucaklayacak, öpecek, ısıracak, sevecekti bizi. "Aslanlarım sizi çok göresim geldi." diyecekti. Biz de onun seyrek mavimtırak sakalını sevecektik. Boynuna bir ben sarılacaktım, bir Memik sarılacaktı. Onu bir daha hiç üzmeyecek, yanında dövüşmeyecektik. Okulda öğrendiğimiz marşları birlikte söyleyecektik. "Haydi, güreşelim." dediği zaman ikimiz birden dalmayacaktık. Önce birimiz yenilecek sonra öbürümüz yenilecektik. Güreş sırasında canımız acısa bile elini, kolunu, bacağını ısırıp kurtulmaya çalışmayacaktık. "Dedem seni çok seviyor, beni çok seviyor." diye dövüşür de birbirimize küsecek olursak "Haydi barışın!" dediği zaman onu hiç üzmeden, hemen barışacaktık. Onu iyileştirmesi için küçük ellerimizi açıp Allah'a dualar ediyorduk. Dedem mutlaka iyileşecekti, yürüyerek dönecekti...

Beş gün sonra döndüler. Küçük emmim arabadan eve kadar dedemi yine sırtında taşıdı. Acele tarafından yatağı hazırlandı. Elbisesi çıkarıldı. Yatağa yatırıldı. Dedemde hiç bir değişiklik yoktu. Hatta biraz daha kötüleşmişti. Konuşmuyordu. Yatar yatmaz bize sırtını döndü.

"Yoruldu, uyusun." diye herkes dışarı çıktı. Bizi de çıkardılar. Bitişik odaya toplandık. Büyük emmim anlatıyor, ötekiler dinliyordu. Biz Memik'le kapının ardında aynı mindere diz çökmüştük. Anlatılanları biz de dinliyorduk. "Boşa götürmüşüz." sözüne hiç aldırış etmemiştik. "Ümit yokmuş." denilip de annelerimiz, küçük yengemiz yazmalarının uçlarını gözlerine götürünce ve "hık hık"lar, burun çekmeler, yere bakmalar, sessizlik başlayınca biz koyuverdik ağıtı. Memik dayak yemişçesine sesli ağlıyordu. Büyük emmim (Memik'in babası) kaşlarını çatıp gözlerini ağartarak yanımıza geldi. "Kesin sesinizi!" dedi. Babam, küçük emmim hiç dövmezdi de büyük emmim döverdi, ondan korkardık. Kestik sesimizi. Suratını yumuşatarak "Sakın ha!" dedi. "Sakın ha, yanında ağlayalım, ileri geri konuşalım filan demeyin. Yoksa derinize otu basarım. Gebertirim ikinizi de..." Dedemin yanında ağlamayacağımıza ileri geri konuşmayacağımıza söz verdik. Ankara'ya gidiş geliş yeniden anlatıldı.

Sormuşlar soruşturmuşlar, işinin ehli dört doktora göstermişler. Bacağını görür görmez dördü de suratlarını ekşitmiş, bakmamışlar bile. "Bacağı baldırdan kesersek belki bir umut." demişler, dördü de aynı şeyi söylemiş. Dördü de "Bu adamı bu hâle getirinceye kadar neredeydiniz?" diye emmilerimi suçlamış. Sonuncusu açık konuşmuş. "Boşuna sürünmeyin buralarda. Alın götürün hastanızı. Allah bilir ama bir ayı bulmaz gider." demiş. Almışlar getirmişler.

O gün akşam yarasını açarken dedem ağladı. Boncuk boncuk gözyaşları mavimtırak ve seyrek sakalına aşağı yuvarlanı yuvarlanıverdi. Memik'le ben, erkeklerin de ağlayabileceğini ilk o akşam gördük, öğrendik. Annem (üç gelini içinde annemi çok severdi.): "Niye ağlarsın peder? Ne yapalım Allah'tan geldi. İyi olur inşallah..." diye teselli etmeye çalıştı ama hiç faydası olmadı. Ne yedi, ne içti, ne konuştu o akşam, sessizlikte sessiz sessiz ağladı. Sonra duvara dönüp uyudu. Yorgundu. İyi uyudu.

Bir gün yarasını sardıktan sonra iğne istedi benden. Bulup getirdim. "Ayağımın altına dürt bakalım." dedi. İğneyi yavaşça yaralı ayağının altına batırdım. hiç duymadı. İğneyi batırmaktan çekindiğimi sanarak "Haydi durma, dediğimi yap." diye üsteledi. İğneyi daha çok batırdım, yine duymadı. Sonra çıkarıp "Şu kadar batırdım." diye iğneyi gösterdim."Haa..." dedi. Kaşları kalktı, indi. O bir şeyler anladı bundan. Ben onun anladığını anlayamadım. Hayvanların gece yiyeceklerini vermek üzere ahıra indiğimizde olayı babama anlattım. "Demek ki ayağından can çekildi." diye mırıldandı. Ancak ondan sonra bir şeyler anlayabildim. Dedem iyiye gitmiyordu...

O geceden sonra dedemin ışığı söndürülmedi, odası boş bırakılmadı. Babam, emmilerim, bazen ikişer ikişer bazen tek tek dedemin başını beklediler. Memik'le bu konuda bile ne güzel fikir birliğine varmıştık. "Dedemiz usanmasın diye bekliyorlar." diyorduk. Bazı geceler biz de beklemek ister, yataklarımıza gitmezdik. Fakat her seferinde sabah yataklarımızda uyanırdık.

Bir sabah bizi çağırmış. Önlüklüydük. Okula gitmek üzereydik. Çantalarımızı bırakıp yanına vardık. Karşısında durdurup uzun uzun baktı. "Haydi, marş söyleyin." dedi. Severdi, "Tuna Nehri" marşını söyledik. Yüzü güldü. Gülümseyişi buz üzerine düşen sıcak mum damlası gibi yüzünde dondu kaldı. Eskisi gibi parıltılı bakmayan gözleri dalgındı. Bizi unutmuş gibiydi. Belki seferberlik yıllarını, cepheyi düşünüyordu. Cephede "Bacağını kesmezsek kangrene çevirebilir" diyen seyyar hastane doktoruna, "Kesme de kangrenden öleyim." diye yalvarışını da hatırlamış olabilirdi. Ve işte kangren olmuştu aynı bacak... Ve ölüm yatağındaydı... Biz sessizce yanından çıkıp okula gittik.

Öğretmen ilk derse girer girmez kapı vuruldu, sınıfa komşumuz Satılmış Dayı girdi. Öğretmene alçak sesle bir şeyler söyledi. Öğretmen başını kaldırıp da önce yüzümüze bir tuhaf bakıp, sonra da "Hadi sizi evden çağırıyorlarmış." deyince, biz ağıtı koyuverdik. Her şey içimize doğduğu gibiydi. Dedemiz ölmüştü.

(Tutuklu Yürek’ten)

Türk Yurdu Temmuz 2024

https://www.turkocaklari.org.tr

16 Temmuz 2024 Salı

Ömer Seyfeddin - İlk Namaz


Oh, bu sabah ne kadar soğuktu! Yatağımın sıcak­lığını terk ettiğim vakit, çılgın fırtınalarla haykırarak, tehditkâr rüzgârlarla camları döverek, geçen gecenin bütün soğuğunu emmiş olan soğuk terliklere çıplak ayaklarımı sokunca içimde geceden kalan bir üşü­menin titrediğini hissettim. Hizmetçim her zamanki gibi uyuyordu. Onu bu yakıcı soğukta sıcak yata­ğından kaldırmaya acırdım. Odamın kapısını açtım. Dışarıda kesici ve parçalayıcı kışın yırtıcı soğukları yüzümü ve ellerimi tokatladılar. Bu merhametsiz tokatların altında kollarımı sıvadım. Abdestimi al­dım. Odama dönünce yalancı bir sıcaklık, sıcak bir teselli gibi havlunun altından kollarıma, yüzüme, ıslanmış saçlanma temas ediyordu. Daha şafak sökmemişti. Yalancı fecrin donuk, kırmızı sessizliği gecenin soğuk karanlıklarının kubbesini parçalaya­rak büyüyor ve genişliyordu. Pencereye dayandım.

Önümde, ayağımın altında bütün evler, ebedî bir uykunun uyanılmaz kâbuslarını görmeye devam ediyor gibi cansız ve hareketsiz duruyorlardı. Deniz, başı ve sonu görünmeyen bir donuk lacivertin içinde uyuyor ve tan yeri ağarırken kaybolan gölgeleriyle titreyen uzak ve sisli sahillere beyaz dalgalarıyla sonsuz bir ayırma çizgisi çiziyordu.

11 Temmuz 2024 Perşembe

Ömer Seyfeddin - Falaka




-Çocukluk hatıralarından-

Her pazar Çarşı Camii'nin arkasındaki harap jandarma ahırlarının önünden bir serçe sürüsü gibi cıvıldayarak geçerdik. Mektep biraz daha ileride, alçak duvarlı, oldukça geniş bir avlunun ortasında idi. Bir kattı. Etrafında yükselen büyük kestane ağaç­larının birine karışmış koyu gölgeleri, bütün çatısını kaplardı. Biz daha avlunun kapısından girmeden Hoca Efendinin bulunup bulunmadığını şöyle bir bakar, anlardık:

  Abdurrahman Çelebi gelmiş mi be?

  Gelmiş, gelmiş...

Abdurrahman Çelebi, Hoca Efendi'nin ihtiyar eşeğiydi. Siyah, huysuz, inatçı bir hayvan... Her sabah bizim gibi erkenden mektebe gelir, akşama kadar kalır; evlerimizden nöbetle getirdiğimiz kucak kucak otları, yazsa ağaçların, kışsa sol taraftaki abdestlik sundurmasının altında yavaş yavaş yerdi. Ona su vermek, onu tımar etmek mektepte bir imtiyazdı. Hoca Efendiye kim yaranırsa bu mükâfatı kazanırdı. Mektebin kapısına, dar taş bir merdivenle çıkılırdı. İçeri girince ta karşıya Hoca Efendi'nin rahlesi gelir­di. Rahlenin önünde top yavrusu müthiş, tuhaf bir tüfek gibi, siyah kayışlı, ağır falaka asılı dururdu. Hepimiz kırk çocuktuk. Kızları birkaç ay evvel biz­den ayırarak başka yere kaldırmışlardı. Sınıf taksimi filan yoktu. Elifbeyi, Amme'yi, her şeyi bir ağızdan okuyor, rakamları bir ağızdan sayıyor, bir ağızdan ilahi söylüyorduk. Bütün derslerimiz yeknesaktı. Umumi bir bestenin asla manalarını anlamadığımız güfteleri idi. Hoca Efendi, ak sakallı, uzun boylu, bağırtkan bir ihtiyardı. Yaz ve kış daima cübbesiz; abdest almaya hazırlanmış gibi kolları, paçaları çıp­lak; siyah; yerinde otururdu. Öğleden sonra Çarşı Camii'ni süpürmeye gidip hiç gelmeyen kalfa daha gençti. Müezzinlik, de yapıyordu. Bize şeker, leblebi, keçiboynuzu, hünnap, iğde, vesaire satardı.

Gönen'den geldiğimiz günden beri bu mektebe devam ediyordum. Ama dersten mersten hiç haberim yoktu. Bir ağızdan okumaya başladık mı, ne olursa olsun ben de karışır, bağırmaya başlardım. En birinci zevkim falaka tutmak... Fakat bir gün hâkim efendi ile setre pantolonlu, gülmez suratlı biri geldi.

  Kaymakam Bey! Kaymakam Bey! dediler.

Sakalsız, esmer, uzun boylu, aksi bir adam. Ka­pıdan girer girmez Hoca Efendi'nin işareti üzerine hepimiz ayağa kalktık. Birisini çağırıyormuş gibi elini, başını sallayarak bizi oturttu. Hepimizi ayrı ayrı gözden geçirdi. Birkaçımızı okutmak istedi. Hâlbuki biz tek ağızla, ahenksiz okuyamazdık. Yüzünü buruşturdu. Yere bakarak başını salladı. Sonra gözlerini Hoca Efendi'nin başında asılı du­ran falakaya dikti. Baktı, baktı. Ömründe ilk defa bir falaka görüyormuş gibi dikkatle baktı. Döndü, selam vermeden çıkarken:

  Biraz dışarı gelir misiniz, Hoca Efendi?

Hoca Efendi titreyerek divan duruyor gibi kol­larını önüne kavuşturarak yürüdü. Hâkim Efendi ile kaymakamın arkasından bahçeye çıktı. Dışarıda ne konuştuklarını bilmiyorduk. Lakin falaka ertesi gün yerinde yoktu.

«Falaka yasak olmuş..." diyorlardı. Sözde Kay­makam Bey yasak etmiş!

Dayak korkusu kalkınca biz, kırk çocuk öyle azdık,öyle kudurduk ki... Ne yaptığımızı bilmiyor, artık hiç hocayı dinlemiyor, yüzüne leblebi atıyor, minderine iğne koyuyor, pabuçlarını saklayıp onu saatlerce arattırıyor, yalvartıyorduk.

Dayaksız bizi okutamayacağını anlayan Hoca Efendi, nihayet yine bir gün falakayı çıkardı. Ama başucuna asmadı, oturduğu minderin arkasına sak­ladı. Fakat şimdi kim kabahat yaparsa eskisinden fena dövüyordu.

İyice hatırlıyorum; kırk çocuk, hepimiz müttefik. Aramızdan bir müzevir çıkmıyor, Hoca Efendi'ye karşı tek bir vücut gibi hareket ediyorduk. Bir gün bahçede söz birliği ettik. İçeride hepimiz birden es­nemeye başladık. Hoca Efendi de esnemeye başladı. Zavallı ihtiyar uyuyuverdi. O zaman kalktık, rahlenin üzerindeki enfiye kutusunu aldık, hepimiz çektik. Bütün mektebin içinde bir hapşırmadır gitti. Hoca Efendi gürültüden uyanınca işi anladı. Enfiyesini kimin çaldığını sordu. Bir ağızdan ahenkle:

  Bilmiyoruz, bilmiyoruz! dedik.

  Hepinizi falakaya çekeceğim.

  Bilmiyoruz, bilmiyoruz!

  Kimse söylemeyecek mi?

  Bilmiyoruz ki, bilmiyoruz ki...

Bilmiyor musunuz, pekâlâ! Necip, git camiden kalfayı çağır, çabuk!

Beş dakika sonra kalfa geldi. Korkunç bir sahne başladı. Sopayı biri bırakıp biri alıyordu. Nöbetleşe falaka tutuyorduk. Hepimizi sıra dayağına çektiler... Bu günden sonra Hoca Efendi esneme ile hapşırma­yı en büyük kabahat sayıyordu. Hele hapşırmak... Kazara, kendiliğinden hapşıran, "Benimle eğleniyor musunuz?" diye yere yıkıyor, bayıltıncaya kadar dövüyordu. Aksi gibi, benim hiç durmadan esne­yeceğim geliyor, hapşırmak istiyordum.

Birkaç defa bunun için dayak yedim. Hoca Efendi dayağı bitirince bütün kuvvetiyle rahlesine vuruyor:

   Kim hapşırırsa şart olsun ki, öldürünceye kadar döveceğim! diye haykırıyordu.

  Şart olsun, kim hapşırırsa...

"Şart olsun!" Bu nasıl yemindi? Evde anneme sordum. Başını salladı. Gözlerini açtı:

  Çok büyük yemin! dedi.

 Yalan yere bu yemini eden çarpılır mı?

  Hayır.

 Ya ne olur?

     Daha fena.

  Nasıl?

  Karısı boş düşer.

İyice anlamadım. Ama bu yeminin dehşetini mektepte çocuklara etrafıyla söyledim. Artık hep, evli adamlar gibi, yalan doğru demeden biz de "şart olsun!" yeminine başladık. "Vallahi", "billa­hi!" unutuldu. Hoca Efendi de her sabah rahlesine çökerken hiç unutmuyor:

  Kim hapşırırsa, şart olsun, öldürürüm! diye tekrarlıyordu.

Bir gün öğle paydosundan sonra içeri girdik. Her zamanki gibi derin bir uğultu... Ben baktım, Hoca Efendi dalmış uyuyor! Hemen ayağa kalk­tım. Çocuklara şehadet parmağımı dudaklarıma götürerek:

"Susunuz!" işaretini verdim. Ses seda kesildi. Hepsi ne yapacağıma bakıyordu. Gözüme rahlenin üzerinde, kapağı açık duran, bir tabaka kadar bü­yük enfiye kutusu ilişmişti. Yürüdüm, ayaklarımın ucuna basarak yaklaştım, kutuyu aldım. İçindeki enfiyeleri cüzümün arasına boşalttım. Kutuyu yine açık olarak yerine bıraktım. Çocuklar çekmek için etrafıma toplandılar.

  Hayır, biz çekmeyeceğiz, dedim. Sonra hap­şırırız, uyanır.

  Ya sen ne yapacaksın?

  Görürsünüz...

  Ne yapacaksın, ne yapacaksın?

  Söylemem diyorum. Çok güleceğiz.

Öyle bir şeytanlık kurmuştum ki, daha yapmadan gülüyor, katılıyordum. Çocuklar da bana bakarak gülüyorlardı. Gülüşme gürültüsüne Hoca Efendi uyandı. Hemen kutuya baktı: İçinde enfiye yok... Hiddetlendi:

  Kim aldıysa söylesin, şart olsun gebertirim.

Hep bir ağızdan ahenkle:

  Şart olsun, haberimiz yok! dedik.

  Kim aldı? Söyleyiniz!

  Bilmiyoruz, bilmiyoruz!

  Pekâlâ, ben size gösteririm. Şimdi hapşırınca alan meydana çıkar. Şart olsun, onu falakaya yıka­cağım. Gebertinceye kadar döveceğim.

Kazara hapşıracağız diye hepimizin ödü kopu­yordu.

   Şart olsun... Ah bugün biriniz hapşırırsa... Şart olsun geberteceğim...

 Ah şart olsun, biriniz hapşırırsa...

Hoca Efendi'nin öfkesi bir türlü geçmiyordu. Ben rahlenin altında, cüzümden kopardığım iki yaprağı boru gibi büküyor, enfiyeleri içine doldu­ruyordum.

Akşam yaklaştı. Hoca Efendi kollarını kapadı. Çoraplarını, mestini giydi. Cübbesini omuzuna aldı. Hep bir ağızdan, çarpım tablosunun okunmasından sonra ilahiye başladık. Ben nihayete doğru yanımda­ki çocuğu dürterek kalktım. O da kalktı. Ellerimizi kaldırdık. Hoca Efendi bağırdı:

  Ne var?

 Abdurrahman Çelebiyi hazırlayalım mı?

  Haydi, pekâlâ, çabuk!

Kapıdan çıktık. Her akşam Hoca Efendi'nin izin verdiği iki çocuk önden çıkar; eşeğin yularını, semerini vururdu. Taş merdiveni koşarak indik. Abdurrahman Çelebi yiyemediği otların üstüne uzanmış yatıyordu. Tekmeleyerek kaldırdık.

Yularını, semerini vurduk. Artık ilahi sesleri kesilmişti. Ben cüzdanımdan, içi enfiye dolu kâğıt boruları çıkardım. Yavaşça eğildim. Abdurrahman Çelebi daha bir şey anlamıyordu. Bu borulardan bir tanesini bütün kuvvetimle burnuna üfledim. Genzine bir tabanca sıkılmış gibi şaha kalktı. İkinci boruyu üfleyemedim.

Yularından tuttum. Sıçrata sıçrata taş merdivenin önüne doğru götürdüm. Öteki çocuk yanımdan geliyor, gülmemek için eliyle ağzını tutuyordu. Hoca Efendi cübbesini giymiş, vakarla, yavaş ya­vaş merdivenlerden iniyordu. Çocukların hepsi bir turna dizisi gibi arkasından iniyorlardı. Eşek şaha kalkıyordu.

  Ne olmuş bu hayvana?

  Bilmem efendim, uyuyordu...

  Gemini yanlış vurmuşsunuz.

  Hayır.

     Getirin bakayım.

Bütün çocuklar da bakıyorlardı. Eşeği taş basamağa yaklaştırdım. Tam bu esnada Abdurrahman Çelebi nezleye tutulmuş bir insan gibi "pişih, pişih..." diye başını sarstı. Bütün çocuklar gülmeye başladı.

Hoca Efendi şaşırdı. Enfiyenin tesirini duymaya başlayan Abdurrahman Çelebi habire hapşırıyordu. Ben sanki hiçbir şeyden haberim yokmuş gibi:

  Sizinle, eğleniyor efendim, dedim.

  Halt etmişsin...

Daha ziyade küstahlaştım:

  Bunu da falakaya yıkmalısınız.

  O hayvan, o...

Kahkahalarla katılan çocuklar, "falaka, falaka... " diye bağırıyorlardı. Ben, onlardan cesaret aldım. Dedim ki:

   Hoca Efendi, bugün mektepte, "Kim hapşı­rırsa şartolsun falakaya yıkacağım." dediniz. Eğer Abdurrahman Çelebi'yi affederseniz karınız boş düşer.

Çocuklar ders gibi bir ağızdan ve ahenkle:

    Karınız boş düşer! Karınız boş düşer!..diye haykırışıyorlardı.

Hoca Efendi bir an şaşırdı. Bineceği zamanlar, "Oh benim Abdurrahman Çelebi, oh benim Ab­durrahman Çelebi" diye diye muhabbetle okşadığı eşeğine dehşetle baktı.

Kapının yanındaki bir çocuk içeri koşmuş, falaka değneğini çıkarmıştı. Abdurrahman Çelebicik inti­zamsız fasılalarla hapşırıyor, burnunu yere sürmek istiyordu.

Falaka, değnek, elden ele Hoca Efendinin önüne kadar geldi. Çocuklar gülmekten katılıyorlar; "Ka­rınız boş düşer! Karınız boş düşer!" diye ahenkle tekrarlıyorlardı. Çocuklara mı, eşeğe mi, neye kız­dığını bilmeyen Hoca Efendi, çaresiz:

Yıkınız! emrini verdi.

Belki yirmi çocuk, Abdurrahman Çelebi'nin başına üşüştü. Uzun bir uğraşmadan sonra yere yatırdık. Arka ayaklarını falakaya taktık. Hoca Efendi sopayı eline aldı.

Nallar gibi "tak, tak" vurmaya başladı. Eşek debeleniyor,çocuklar bağırıyor, gülüyor, naralar atıyorlardı. Müthiş bir gürültü. Ansızın arkadan bir çocuk:

  Kaymakam Bey! diye bağırdı.

Hepimiz sustuk. Yüzümüzü avlu kapısına çe­virdik; siyah setre pantolonlu, kırmızı fesli, ekşi suratlı bir adam...

Sağında solunda birer zaptiye, dimdik duru­yordu.

  Ne oluyor, Hoca Efendi? diye sordu.

Hoca Efendi fena halde şaşaladı. Önüne baktı. Değnek elinden düştü. Falakayı tutanlar bıraktılar. Kurtulan ürkmüş eşek çifte ata ata kestane ağaç­larının altına kaçıyor, hem de avazı çıktığı kadar anırıyordu. Kaymakam avluya girdi. Yavaş yavaş yürüdü. Mektebin önüne yaklaştı. Kaşları çatılmıştı. Hiddetle tekrar sordu:

  Ne yapıyordunuz?

     Şey... Efendim...

Hoca Efendi kekeliyordu.

  Ne?

  Şart etmiştim.

  Ne demek?

  Hapşıran için...

  Ne hapşıranı?

     Eşek hapşırdı.

  Eşek mi hapşırdı?

Çocuklar, hem hapşırıyor, hem gülüşüyorlardı. Kaymakam, vakarına dokunan bu arsızlığa hiddet­lendi. Isıracak gibi dişlerini göstererek:

    Defolun bakayım oradan, terbiyesizler! dedi.

Biz korktuk, hemen sustuk. Sonra şaşkın, perişan,yere bakan Hoca Efendi'ye döndü:

  Benimle beraber geliniz.

Kaymakam önde, zaptiyelerle Hoca Efendi ar­kada, çıkıp gittiler.

Bundan sonra mektepte ne falakayı gördük, ne de Hoca Efendi'yi!

Şimdi ben kimi hapşırırken görsem, pek küçükken yaptığım bu tuhaf muzipliği hatırlarım. Gülümserim. Kalbimde belirsiz bir acı sızlar. Benim sebebime hocalıktan kovulan, ihtimal aç kalan bu ak sakallı, fakir ihtiyarın zavallı hayali karşıma dikilir. Zaman geçtikçe hafifleyecek yerde, daha ziyade ağırlaşan bir vicdan azabı duyarım.

Fakat...

Fakat bunun gibi hayattaki her gülünç şeyin altında görünmez bir facia yok mudur?



Orhan Şaik Gökyay - Yas