Sanki bir tufandı. Gök delinmiş gibi aralıksız
yağmurlar yağıyor ve bütün ordu Semlin'e doğru sel, çamur, sis ve bora içinde
ilerliyordu. Belgrat-Şabaç yolu çökmüştü. Karanlık ormanlara, sarp yokuşlara,
uçurumlu dağlara alışkın olmayan nakliye develeri, yedekçileriyle beraber
kaybolmuşlardı. Subaylar bağırıyor, boru sesleri işitiliyor, atlar kişniyordu.
Hatta padişahın otağı bile meydanda yoktu. Bu kısa yol, üç gündür bitip
tükenemiyordu.
Konak yerine yalnız sadrazamın çadırı
kurulabilmişti. Padişah, saltanat
arabasının penceresinden kendi otağını görmeyince, etrafındaki ıslanmış, allı,
yeşilli, sırmalı kıyafetleriyle gözleri kamaştıran iri ve çevik muhafızlarına:
— Daha durmayacak mıyız? dedi.
Hiç kimse cevap
vermedi. Herkes önüne bakıyor ve şakır şakır yağmur yağıyordu. İhtiyar padişah
hasta idi. Fakat ayaklarındaki gut hastalığından kaynaklanan sızılarını
duymuyor, Kurban Bayramı namazının Semlin'de kılınmasını düşünüyordu. Artık
eskisi gibi ata binemiyor, hatta vezirleriyle fikir alışverişi için bile saltanat
arabasından çıkamıyordu.
Konak yerinde padişah
çadırını görmeyen bütün ordu, gökten inmiş bir gazap karşısında donakalmış
günahkâr bir cemaat gibi birdenbire sustu. Sesler, borular, uğultular, hatta atların
kişnemesi bile kesildi. Yalnız yerlere ve çalılara düşen yağmur damlalarının
şakırtısı duyuluyordu. Sadrazam ne yapmıştı? Ta İstanbul'dan beri padişahtan
bir konak ileri gidiyor, yolları düzeltiyor, padişah çadırını kurduruyordu. Bu
onun vazifesiydi.
Fakat, hani padişahın çadırı?..