19 Nisan 2024 Cuma

Fuzuli - Gazel (Bahr-i aşka düştün ey dil lezzet-i cânı unut)


Bahr-i aşka düştün ey dil lezzet-i cânı unut
Bâliğ oldun gel rahimden içtiğin kanı unut

Fuzuli - Gazel (Talsam genc için bin ism-i a’zam yâd tuttun tut)

 

Talsam genc için bin ism-i a’zam yâd tuttun tut
Talsam-i sandurup genci bozup ismi unuttun tut
Döküp mey câmini mey tutmak temennâsın çıkar baştan
bugun kanlar töküp âlemde çok hûn-âbe yuttun tut
Şarâb-i nâb zevkinden ne hâsıl Çün değil bâki
riyaz ömre binkez su verip âhir kuruttun tut
Çü ne Cemşid bulmuştur bakâ keyfiyyetin ne Cem
Bu bezm içre Cem ü Cemşid elinden câm tuttun tut
Fuzûlî kıl kıyâs-i hâlin ehl-i dehr hâlinden
Kumârı mekr ü tezvir ü hiyel ehlinden uttun tut

16 Nisan 2024 Salı

Abdurrahim Karakoç - Kısa Soruya Uzun Cevap



“Eski dostlar nasıl?” diye sorarsın

Dostluk nasıl bir şey? Nerede kaldı?

Kimi ata binip aştı dağlardan

Kimisi ahırda, harada kaldı.


Nurettin’in mumu yanmadan söndü

Baki palavrayla köşeyi döndü.

Gaffar çok kurnazdı, Sadık çok bön’dü

Fermanı şaşırdı arada kaldı.


Şeytan kaçtı, cin yetişti imdada.

Harun İnternet’te, Hayri simya’da

Tayyar gökdelende, Mahdum villada

Mülayim bir çıkmaz derede kaldı.


Serdar yukarıda madik atıyor

Hicabî pazarda marul satıyor

Alişan Lara’da kumda yatıyor

Sadullah tipide, borada kaldı.


Süleyman silahı duvara asmış

Selami herkesten selamı kesmiş

Hidayet kahrından dünyaya küsmüş

Zafer çekte, Zeki kirada kaldı.


Hayrettin haraca bağladı yurdu

Erdal eroinden voleler vurdu

Behçet İstanbul’a karargâh kurdu

İkram Muş’ta, Zülküf Zara’da kaldı.


Dost most bırakmadı çaldı seneler

Aklı, iradeyi aldı seneler

Yaprağı, çiçeği yoldu seneler

Yeşillik sadece serada kaldı.


Gazanfer gün boyu gökte uçuyor

Şarabı bıraktı, viski içiyor.

Kamber denizlere yelken açıyor

Zavallı Muharrem karada kaldı.


İsrafil emrine girdi Hasan’ın

Şifresi cebinde yüz dört kasanın.

Şaşkınlıktan aklı durdu Musa’nın

Gitmedi bir yere, burada kaldı.


Günden güne azmanlaştı büyükler

Belli değil sarhoşlarla ayıklar

Mansur “Tanrıdağı” diye sayıklar

Gökbörü’nün aklı Hira’da kaldı.


Rağbet dönmeyedir, itibar yoz’a

Gark oldu her taraf dumana, toza

Şakir’in içtiği çay, salep, boza

Kutluk gitti gitti, birada kaldı.


Cabbar Mercedes’te, Can yalınayak

İhtiras sevgiye olmuyor dayak

Mesut Uludağ’da yaparken kayak

Bekir kıl çadırda, merada kaldı.


Fikri işsiz aylak dolaşmaktadır

Figanı göklere ulaşmaktadır

Necip hep pisliğe bulaşmaktadır

Feyzullah’ın aklı parada kaldı.


Dostluk vadisinde yeller esmekte

İlhamı zirvede ahkâm kesmekte

Gürkan haram yiyip yalan kusmakta

Bedrettin yazıda, turada kaldı.


Nadir “Allah” diyor, demiyor başka

Hepimiz o yolda buluşsak keşke.

Yakup dolar sayıp geliyor aşka

Yekta’nın gözleri birada kaldı.


Vahdet Washington’da, Rüştü Roma’da

Celal size ömür... Kemal komada.

Hamit Horasan’da, Said Soma’da

Hurşit Safdiller’in orada kaldı.


Şeref şerefini sırtından atmış

İzzet izzetini gâvura satmış

Hakan Almanya’da batağa batmış

Kimliği Helga’da, Vera’da kaldı.


Edirne’den Van’a, Muğla’dan Kars’a

Bize de göstersin dost bulan varsa.

Herkes bir yol tutmuş topluyor parsa

Hicran yürekteki yarada kaldı...


ABDURRAHİM KARAKOÇ

15 Nisan 2024 Pazartesi

Ömer Seyfeddin - Büyücü

 

Büyük Selahaddin Eyyubi, kendisinden aman dileyen Kudüs'ü aldıktan sonra hiç durmamıştı. Şam'da "biraz dinlenelim!" diye isteklerini bildiren askerlerine:

— Ömür kısadır. Ecelimizin ne zaman geleceğinden emin değiliz, cevabını verdi.

Ömer Hayyam - Rubai

 

İnsan yiyeceksiz, giyeceksiz edemez: 
Bunlar için didinmene bir şey denmez. 
Ondan ötesi ha olmuş, ha olmamış: 
Bu güzelim ömrünü satmaya değmez. 

(Çeviren : Sabahattin Eyuboğlu)

Mehmed Akif Ersoy - İstiklâl Marşı

Beste: Osman Zeki Üngör

Güfte: M. Akif Ersoy


-Kahraman ordumuza

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Çatma, kurban olayım, çehrene ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül... Ne bu şiddet, bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal;
Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklal.

Ömer Seyfeddin - Yalnız Efe

Yalnız Efe

Sabahtan beri yürüyorduk. Düşe kalka geçtiğimiz sarp keçi yolları bazen sel yarıkları içinde kayboluyor, bazen sık fundalıklardan ayrılarak, dibinde sivri sivri çam tepeleri görünen karanlık çukurlara sapıyordu. Ayı avına gidiyorduk. Kılavuzum Kumdere köyünün en namlı nişancılarındandı. Beraber tırmanacağımız yüksek ormanlı dağların daha çok uzağındaydık. Vakit vakit ince bir yağmur serpeliyordu. Güneş yoktu. Nihayetsiz mor bir kubbeyi andıran dumanlı gökten sonsuzluğun geçmiş saatlerini hatırlatır gamlı guguk sesleri aksediyordu. Artık iyice yorulmuştum. Omzumdaki martin gittikçe ağırlaşıyordu.

            — Biraz dinlensek, dedim.

            Kılavuzum güldü. Onun kır çember sakallı şen çehresi pembeleşti:

            — Kesildin mi? diye sordu.

            Sırtında çiftesi ile üç günlük yiyeceğimizden başka benim kebemi de taşıyan bu dinç köylüye yorgunluğumu söylemedim.

            — Ha biraz gayret! Yarın başına bir çıkalım, oradan öte Akkovuk’a kadar yol iyidir, dedi.

             

            Yarım saat daha tırmandık. Ayaklarımızın altından küçük taşlar, kireçli topraklar dökülüyordu.

            Gayet büyük bir çam ağacının yanına gelince kılavuzum:

            — İşte yarın başı, dedi.

            Yerler çamurdu. Çiseleyen yağmurun dallara çarpan damlaları derin bir fısıltı çıkarıyordu. Ben hemen çöktüm. Çamın kalın gövdesine arkamı dayadım. Cebimden paketimi çıkardım. Sırtından yükünü indiren ihtiyar avcıya uzattım:

            — Yak bir cıgara bakalım!

            Ağır bir tavırla:

            — Burada tütün içilmez, dedi.

            Sordum:

            — Niçin? Namazgâh mı burası?

            — Hayır!

            — Ya ne?

            Başını salladı. Gizli bir şey söylüyormuş gibi yavaşça:

            — Burası Yalnız Efenin sır olduğu yerdir, dedi.

            Serin bir rüzgâr yağmurun fısıltısını çoğaltarak esiyor, üstümüzdeki siyah bir çadır gibi açılan çam dallarını titretiyordu. Anadolu’nun bu yalçın ufuklu, bu boş, bu kayalık, bu korkunç tarafı, Bozdağı’na giden bu ıssız yol eskiden beri eşkıya uğrağı idi; bunu bilmiyordum. Ben tenha bir geçidin gizli bir köşesinde uyuyan küçük bir köyde doğdum. Ger Ali’nin, Köroğlu’nun, Develi’nin, Cellav’ın menkıbeleri içinde büyüdüm. Bilmem onun için mi, eşkıya hikâyelerini dinlemeyi pek severim.

            Paketimi cebime soktum.

            — Anlat bana baba, bu Yalnız Efe kim, nasıl sır oldu? dedim.

            İhtiyar avcı torbasının yanına bağdaş kurdu, çiftesini kucağına uzattı. İri ela gözleriyle dik yarın keskin kenarına, karşıdaki yağmurla ıslanarak koyu kan rengine giren derin granit uçurumlara baktı, baktı. Sonra bana döndü:

            — Anlatayım. Ben şimdi elli yaşını geçiyorum. O vakit pek ufaktım. Onu gören kadınları dinlerim. Kendisi hiç erkeğe gözükmezdi.

            — Niye gözükmezdi?

            — Çünkü kızdı.

            — Kız mıydı?

            — Evet.

            Hayretim boşuna gitti. Geçmişi seven, bütün harikaları geçmişte sanan, geçmişi kutsayan her yaşlı köylü gibi masum bir şevkle hikâyesine devam etti:

            — Dağa çıktığı zaman daha on altı yaşındaymış. Babası gençliğinde bizim köye göçmüş, kızından başka kimsesi yokmuş.

            Bu adam, bir gün nasılsa Eseoğlu’nun çiftliğinden geçer. Oradaki yabancı korucuların birinde alacağı varmış, onu ister. Vermezler. O da galiba kötü bir laf söyler. Hemen zavallıyı öldürürler. Kızı duyunca babasının ölüsüne gider. Ağlamaz, sızlamaz. Kimin vurduğunu anlar. Sonra kazaya gelir, hükümete koşar. “Babamı vuran filandır, tutun!” der. Aldıran olmaz. Kız yine köye dönmez. O vakit, nereden geldiği, nereli olduğu belli olmayan sarhoş bir zaptiye mülazımı varmış, Eseoğlu’nun ahbabıymış. Kız her gün onu tutar, “Babamı vuranı daha tutmayacak mısın?” diye sorar. Bir gün bu sarhoş, kızcağıza öfkelenir, ağzını bozar, “Bre kahpe, bir daha buraya gelirsen senin kafanı kırarım!” der. Kız korkmaz, zaptiyelerin yanında ona: “İşte bunlar da şahit olsun. Sen bugün babamı vuranı tutmazsan ben seni öldüreceğim!” der. Zaptiye mülazımı bu lafa bütün bütün gazaplanır, fırlar. Yörük’ün kızını iyice döver, zaptiyelere sokağa attırır.

            Kız bir zamanlar görünmez olur…

            Bir gün sarhoş mülazım, Eseoğlu’nun verdiği bir ziyafete giderken kafasına bir kurşun yer; hemen orada can verir. Vuranı ararlar bulamazlar. “Yörük’ün kızı vurdu” diye bir laf olur. Ama buna kimse inanmaz. Herkes onu İzmir’e birinin yanına evlatlık gitti sanır. Fakat bir hafta geçmeden, Yörük’ü öldüren korucu da vurulur. Biraz sonra hükümete Yörük’ün davasını hasıraltı ettiren çiftlik sahibi Eseoğlu’nun boğazlanmış ölüsünü bağdaki yatağında bulurlar. Kasabalı ağaların çiftliklerine koruyucu, hergeleci, çoban gibi gelip silahsız ahali içinde tüfekle gezen ne kadar yabancı varsa yavaş yavaş hepsi vurulmaya başlar. İş o dereceğe varır ki, yabancılar yalnız kıra çıkamaz olur. Nihayet takım takım buralarını bırakırlar, kendi yurtlarına dönerler. Zalim zaptiyeleri, köylüyü soyan memurları, rençperi dolandıran madrabazları hiç görünmeden öldüren bu efenin kim olduğu bir zaman anlaşılmaz.

            Bu efe tek başına. Yanına uşak filan almaz. Müracaat edenleri ters yüzüne çevirir. İşte bunun için köylüler ona “Yalnız Efe” derler. Tam on beş sene Yalnız Efe’nin yüzünü kadınlardan başka kimse göremez. Dağda erkekle karşılaşınca, uzaktan “Gözlerini yum!” diye bağırırmış, sonra yanına gelirmiş. Kim gözünü açarsa hemen öldürürmüş. Gözünü açmayan erkeğe “Size zulüm eden kim? Rüşvet alan memurunuz var mı?” diye sorarmış. Onun korkusundan ilçede kimse kötülük yapamazmış. Zenginlere, kadınlarla haber gönderir: “Filan fakire yardım ediniz. Filan öksüzü evlendiriniz. Filan köprüyü yapınız. Filan köyde bir mektep kurunuz.” gibi emirler verirmiş. Hem çok sofuymuş. Benim teyzem bir gün odundan gelirken onu görmüş. Anlatırdı. Başında yeşil bir namaz bezi sarılıymış. Arkasında erkek elbisesi varmış, yamaçta namaz kılıyormuş. Peri gibi güzelmiş…

            Evet, bir zaman onun korkusundan kimse kimseye haksızlık edemez olmuş. Haksızlığa uğrayan düşmanını, “gider Yalnız Efe’ye söylerim!” diye korkuturmuş. On beş sene ne köyümüze, ne ilçemize yabancı, yağmacı gelmez olmuş. Mahsulün onda birini vergi olarak alanlar, sürüdeki hayvanları sayıp vergisini toplayanlar, tahsildarlar, zaptiyeler köylerde kuzu gibi namuslu dolaşırlarmış. Rüşvet değil ikram olunan yemişi bile kimse almaya cesaret edemezmiş.

            Yalnız Efe’den kimsenin şikâyeti yokmuş. Ne kimseyi dağa kaldırmış, nede fidye istemiş. İstediği hep fakirler, kimsesizler, dullar, öksüzler içinmiş. Camiine bakmayan köye haber gönderir; “Gelecek Ramazana kadar mescitlerini tamir etmezlerse samanlıklarını yakarım.” dermiş. Onun sayesinde camiler şenlenmiş, köylü zulümden kurtulmuş. Öksüzlerin, yoksulların yüzü gülmüş. Her köyün korusunda gizli bir ağaçta bir heybe asılıymış. Köy halkı bu heybe boşaldıkça içine sucuk, şeker korlarmış. Yalnız Efe’nin kaza içinde belki elli dalda heybesi varmış. Kimseye ağırlık olmaz, kimseyi sıkıştırmaz, herkesin gönlünden kopanla geçinirmiş.

            Uzatmayalım… İşte tam o sırada Söke tarafında gayet azgın bir Rum eşkıyası türer. Devlet bu haydutlara karşı bir nizamiye taburu çıkarır. Döne dolaşa bu tabur bizim tarafa da gelir. Rumların izlerini bir türlü bulamazlar. Kasabada Yalnız Efe’nin namını işitirler. Boş durmamak için onu tutmaya kalkarlar. Yerli zaptiyeler kılavuzluğu kabul etmezler. Yalnız Efe bunu haber alır. Bozdağı’na geçmek ister. Bir bölük asker ondan evvel davranır, arkadan dolaşır, Akkovuk’u tutar. Bir bölük askerde aşağıdan çıkmaya başlar. Yalnız Efe’yi tam burada sıkıştırırlar. “Teslim ol!” derler. Yalnız Efe: “Siz askersiniz, benim kardeşlerimsiniz, canınızı yakmak istemem. Savulun, yoluma gideyim!” der. Dinlemezler. Üzerine ateş ederler. Yalnız Efe birkaç askeri elinden, kolundan, kulağından hafifçe yaralar. Tekrar: “Asker kardeşler, bırakın beni. Sizin canınızı yakmak istemem!” diye haykırır. Yine dinlemezler. Akkovuk’tan gelip de geçidi saran bölük de ateşe başlar. İki ateş arasında kalınca: ”Asker kardeşler, benim yüzümden birbirinizi vuracaksınız. Ben gidiyorum, ben artık yoğum. Ateşi kesin, yürüyün, buluşun!” diye haykırır. Bir zaman daha yaylım ederler. Nihayet Yalnız Efe’nin sesi kesilince vuruldu sanırlar. Yavaş yavaş yürürler. Dik yolun önünü arkasını adım adım ararlar. İşte bu çamın dibinde Yalnız Efe’nin martini ile geyik postu seccadesinden, yeşil namaz bezinden başka bir şey bulamazlar.

            O vakitten beri Yalnız Efeye rastgelen yok. Yazın yamaçlarında hayvanlarını süren Yörükler buraya her gece nur inerken gördüklerini yemin ederek anlatırlar.”

            Akkovuk’a biraz erken yetişmek için davranmak icap ediyordu. Yağmur dinmişti. Kalktım, martinin kayışını omzuma geçirdim. İhtiyar, yemek torbasını, kebeyi sırtlıyordu. Yürüdüm. Yarın kenarına geldim. Aşağısı baş döndürecek kadar derin bir uçurumdu. Yeni geçmiş bir kâbus gecesinden kalma korkunç rüyaları andıran parça parça sisler, birbirine karışmış çamlarla kayaları örtüyordu. Yanıma yaklaşan kılavuza:

            — Yalnız Efe askerin eline düşmemek için buradan kendisini aşağıya atmış olmalı, dedim.

            — Haşa! Tövbe! O Allah’tan korkardı. Dini bütündü, diye reddetti.

            — Ee, havaya uçmadı ya!

            — Sır oldu!

            Gülerek sordum:

            — Ne biliyorsun?

            İri ela gözlerini kırptı. Delillerinden emin olan sade insanlara ait saf bir inançla:

            — Ne bilmeyeceğim? Sır olmasa buraya her gece nur iner mi? dedi.


14 Nisan 2024 Pazar

Yavuz Bülent Bakiler - Turan

 

-Sadık Kemal Tural kardeşimize-
Ben Altay dağlarından koparak geldim Yüreğimde Türkistan'dan binbir nakış var Çok şükür aslım da neslim de belli Türküm müslümanım o dağlar kadar. Dokuz tuğ taşıdım ben, dokuz davula vurdum Dokuz evliya gücüyle yürüdüm geldim Büyüdü benimle mübârek yurdum Ebed-müddet bu devleti ben kurdum. Nevruz toylarımızda ateşler tutuşturdum Orhun'dan, Seyhun'dan, Ceyhun'dan geçtim Yol gösterdi kükreyerek bana Bozkurt'um Atımla hep yan yana gözelerden su içtim Baykal'da da çimdim ben, Hazar Denizi'nde de Toprağıma bağdaş kurup oturdum. Ben ki Alper Tunga'ya gönül verenlerdenim Yurt uğruna dolu dizgin göğüs gerenlerdenim Sonra durgun sulara Bismillâhlarla Kilim seccadesini serenlerdenim Yani hem Alplerdenim, hem Alperenlerdenim. Ben Türkmen'im, Özbek'im, Kazak'ım, Kırgız'ım ben Azerbaycan Türkleriyle aynı kandanım Kıpçakları, Uygurları aşkla duyanlardanım Ben ki Tatarlardan, Gagavuzlardan Çuvaşlardan, Bozkurtlardan, Oğuzlardanım. Kalem de tuttum çok şükür, kılıç da, gül de Güvercin bakışlı sıcak türküler de söyledim Anlayan anladı kim olduğumu Aman dileyeni sevdim, öfkemi yendim Övdü büyük peygamber İstanbul Başbuğumu Kur'an'la da müjdelendim. Sevsem gözbebeğim olur ne varsa Öfkelensem öfkem dağları ezer Dilim bazan sularım çağlamasına Bazan da bülbüllerin şakımasına benzer. İşte bilge Tonyukuk, Kültikin, Bilge Kağan Hepsi birbirinden daha mübârek Süzme asaletimin nurdan kefili İşte Dede Korkut, kaftanı ipek Soyumun-sopumun bin yıllık dili. Ve Yusuf Has Hacib, Mahdum Kulu, Fuzuli Hepsi de peygamber soyunca asil Sonra Kaşgarlı Mahmut; gönlüme düşen cemre Ali Şir Nevaî, Gaspıralı İsmail Şiiri bir bakraç süt gibi Yunus Emre. Cengiz Aytmatov ki, Cengiz Dağcı ki Ayın ondördünden sağılan huzur Sabir Rüstemhanlı... ruh kadar eski Ve daha binlerce nur üstüne nur. Servetim Buhari'nin, Yusuf Hamedanî'nin Ahmet Yesevî'nin nur servetinden Güzelliğim, merhametim, şefkatim Hep Şah-ı Nakşibend hazretlerinden. Hunlardan, Göktürklerden alıp getirdim İpek ipliğimi altın tığımı Mintanıma minyatürler işledim durdum Selçuklu çinisine gönül mührümü vurdum. Osmanlı ebrusuyla süsledim yastığımı Mustafa Kemâllerle yeni baştan doğruldum Kim demiş 75 yaşıma bastığımı.


Uçraşganda

 Söz: Abdurehim Ötkür

Beste: Abdurehim Heyit

Seher körgen çeğim közüm sultanini
Didim "Sultan musen?", o didi "Yoq-yoq"
Seher körgen çeğim közüm sultanini
Didim "Sultan musen?", o didi "Yoq-yoq"
Közleri yalqunluq, qolleri xeniliq
Didim "Çolpan musen?", o didi "Yoq-yoq"
Didim "İsmin nime?", didi "Ayhandur"
Didim "Yurtun qayer?", didi "Turpandur"
Didim "Başindiki?", didi "Hicrandur"
Didim "Heyran musen?", o didi "Yoq-yoq"
Didim "Ayğa oxşar", didi "Yüzüm mu?"
Didim "Yultuz kebi", didi "Közüm mu?"
Didim "Yalqun saçar", didi "Sözüm mu?"
Didim "Volqan musen?", o didi "Yoq-yoq"
Didim "Qiyaq nedur?", didi "Qaşimdur"
Didim "Qunduz nedur?", didi "Saçumdur"
Didim "On beş nedur?", didi "Yaşimdur"
Didim "Canan musen?", o didi "Yoq-yoq"

*     *     *

Didim "Deniz nedur?", didi "Qelbimdur"
Didim "Rana nedur?", didi "Levimdur"
Didim "Deniz nedur?", didi "Qelbimdur"
Didim "Rana nedur?", didi "Levimdur"
Didim "Şekar nedur?", didi "Tilimdur"
Didim "Bir ağzima?", o didi "Yoq-yoq"
Didim "Zencir turar", didi "Boynumda"
Didim "Ölüm bardur", didi "Yolumda"
Didim "Bilazükçu?", didi "Qolumda"
Didim "Qorqar musen?", o didi "Yoq-yoq"
Didim "Niçün qorqmassan?", didi "Tanrim bar"
Didim "Yaniçu?", didi "Halqim bar"
Didim "Yanı yoq mu?", didi "Ruhim bar"
Didim "Şükran musen?", o didi "Yoq-yoq"
Didim "İstek nedur?", didi "Gülümdur"
Didim "Çеlişmaqqa?", didi "Yolumdur"
Didim "Ötkür nimen?", didi "Qulumdur"
Didim "Satar musen?", o didi "Yoq-yoq"



Ali Mümtaz Arolat - Bir Gemi Yelken Açtı

Bir gemi yelken açtı


Bir gemi yelken açtı hayal iklimlerine,
Civarından çığlıkla yorgun martılar kaçtı
Rüzgâr sürüklenirken derinlerden derine;
Hayâl iklimlerine bir gemi yelken açtı.

Beyaz yelkenlerinde ölgün bir kızıllığın
Titrek son akisleri dalgalandı belirsiz;
Toplanırken göklerde bulutlar yığın yığın
Hırçın bir fırtınayı düşünüyordu deniz.

Ufuklarda solarken altın şafak gülleri
Yabancı âlemlerden sâadetler, emeller,
İhtiraslar bekliyen kimsesiz gönülleri
Gizlice sıkıyordu kızgın demirden eller.

En katı yüreklinin bile bu sabah iki,
Üç damla yaş kurudu solgun yanaklarında;
Açılan yolcuların hepsi hissetmişti ki
Bugün de erişilmez o diyâra, yarın da...

Mâdem ki o iklime erişmeye imkân yok,
Neden böyle vakitsiz enginlere çıkışlar?
Bulutlar toplanıyor, ufukta dalgalar çok,
Kış geliyor, yelkenler emin bir yerde kışlar!

Yolcular diyorlar ki: -Erişmek ümidi az;
Biliriz dalgaların her biri bir mezarlık.
Belki de içimizden hiçbiri ayak basmaz,
Lakin yolunda ölmek, bu da bir bahtiyarlık!

Ufkun dört duvarına kanadını vurarak
Rüzgâr sürüklenirken derinlerden derine,
Gümüş yelkenlerini yüksekten savurarak
Bir gemi yelken açtı hayal iklimlerine.