14 Haziran 2024 Cuma

Mübahat S. Kütükoğlu* - Osmanlı Belgelerinin Tarihlerine Dâir


Osmanlı belgelerinin cinslerine göre hepsinin özellikleri farklı olduğu gibi tarihlerinin yazılış şekilleri de farklıdır.

Bilindiği gibi Osmanlılar, Tanzimat sonrasına kadar, sadece gökteki ay esâsına dayanan hicrî takvimi kullanmışlardır. Ancak meselâ, bütçeler gibi mâlî konularda, XVII. asır istisna edilirse, güneş yılını esas almışlardır. Nisbeten az olmakla beraber, bazı belgeler ise hiç tarih ihtiva etmezler.

Maliye ve Dîvân-ı Humâyûn’dan yazılan ferman ve beratlar ile kaza organlarınca düzenlenen îlâm gibi belgelerde tarihler tamamen Arapça olarak “yevmü’s-sânî aşer min şehr-i saferü’lmuzaffer li-sene erba‘a ve selâsin ve mie ve elf” (12 Safer 1134)[1] yahut “Hurrire fi ihda ve’l-aşer min şehr-i şa‘bani’l-muazzam sene ihda aşer[ve] mieteyn ve elf” (11 Şa‘ban 1210)[2] şeklinde yazılmışlar ve örneklerde de görüleceği gibi, ayların isimlerinin arkasından sıfatlarına[3] da yer verilmiştir.

Dîvân-ı Humâyûn’dan yazılanlarda ise günün tarihi yerine “evâil” (1-10), “evâsıt” (11-20) ve “evâhır” (21-30) gibi onar günlük devreler belirtilmiş ve tarih şöyle yazılmıştır: “Tahriren f’î evâil-i şehr-i rebi‘ülevvel sene semâne ve seb‘in ve mieteyn ve elf” (1-10 Rebi‘ülevvel sene 1278)[4] . Bu tarihleme şekli, aynı devreye giren birden fazla belge olması halinde tarihçiler için, belgelerin hangi sıraya konulacağı husûsunda, bazı hallerde, güçlük yaratabilmektedir.

Tarihler, bir belgeyle ilgili muâmelenin başlatılması emri veya muâmele sonucu hakkında sadrazamın buyruldusunun altına konulanlarla timar beratları ve bazı belgelerin özetlenerek sunulduğu belgelerde kâğıdın en üstünde kimden gelen ne tür bir belge olduğunu gösteren cümlenin sonunda konulanlar[5] dışında, daima belgelerin bitiminde yer alırlar. Muâmele görmüş belgelerdeki buyuruldularda ise, buyuruldu uzun olduğu ve sayfanın altında devam ettiği durumlar hariç, her zaman belgenin üstünde bulunduklarından tarihler de bunun altındadır.

Timar beratlarında ise tarih, belgenin arka yüzünün orta yerinde ve yazı ile “12 Muharrem sene seb‘a aşer [ve] mie ve elf” (12 Muharrem 1117) şeklinde yazılmışlardır[6] .

Hazine gelir ve giderleriyle ilgili belgeler meselâ, gümrük, maden, vs. mukataaların belli bir süreyle iltizam veya emanet ile idare edilmesinin belli bir şahsa verilmesi halinde bu devrenin başlangıç ve bitiş tarihleri “... İzmir Meyve-i ter gümrüğü bin iki yüz on üç senesi muharremi gurresinden sene-i mezbûrenin gāyetine gelince bir sene-i kâmile ...”[7] veya “ .. gurre-i şehr-i şevvali’l-mükerrem ilâ 24 şehr-i mezbûr, vâcib-i sene 1185, der zamân-ı Ahmed Ağa Emin-i Gümrük-i İzmir, sene 3.” Bu örnekte, belirtilen tarihler arasında gelen mallar ve hasılat ile emânetin kaç sene süreyle verildiği “sene 3” şeklinde belirtilmiştir[8] .

Tarihlerin maliyeden verilen emr-i şerif ve beratların müsvedde[9] veya sûretlerinde[10] ise, “16 M sene 1086” yahut “13 ZA sene 1205”[11] şeklinde gün ve yıl rakamla, ay ise bilinen kısaltmalar iledir[12]. Fakat Dîvân-ı Humâyûn’dan yazılanlarla maliyeden yazılanlar yine farklı olup maliyeden yazılanlarda ayın tarihi tam olarak verilmişken Dîvân-ı Humâyûn’dan yazılanlarda “Evâsıt-ı N sene 1209” veya “Evâil-i R sene 1187” [13] şekilleri tercih edilmiştir.

Muharrem ayı olan tarihlerde bazan “م “ harfi ile sene birleştirilerek[14] yazılmıştır.

Tarihlerde, ayın ilk günü için “1” yerine “gurre”[15], son günü için ise “29” veya “30” yerine “selh” [16] veya “gāye” tabirleri kullanılmıştır.

Belgelerin defterlerdeki sûretlerine gelince: Maliye defterlerindekilerde yine tam tarih yazılmışken Dîvân-ı Humâyûn’da tutulan Mühimme defterlerinde XVII. yüzyıl ortalarına kadar farklı bir tarz görülür. XVI. yüzyıl mühimmelerinde başlık tarihler vardır. Ayın aynı gününe âit hükümler bir başlık altında yazılmış olup tarihler haftanın günüyle “yevmü’l-ısneyn” veya “yevmü’l-cum‘a” şeklinde başlar ve “fî 6 Recebü’l-ferd sene 972” şeklinde devam eder. Nâdir olarak “yevmü’s-selâse fî ramazani’l- mübârek sene 961” dendiği halde altına hüküm yazılmayıp ertesi günün “yevmü’l-erba‘a fî ramazani’l- mübârek sene 961” tarihi atılarak hükümlere yer verilmiş de olabilir[17].

Bir başlık altındaki hükümlerden birinin altında farklı bir tarihe de rastlanır. Aynı tarih altındaki hükümlerin sayısının hayli fazla olduğu da vâki‘dir ki bu, arada tarih konulmasının ihmal edildiği veya bazı sayfa yahut cüzlerin karışmış yahut kaybolmuş olduğunu düşündürür[18].

Bazı belgelerde “22 S 194” gibi tarihlerin bin haneleri[19] bazılarında ise “17 CA 47” veya “22 B 56” gibi bin ve yüz haneleri ihmal edilmiştir[20].

Bazı belgelerde ise “24 Şa‘ban sene 6” gibi yılın sadece birler hanesi bulunmaktadır[21]. Aynı numaradaki diğer belge veya belgelerde tam tarih yazılmış olanlarda asrını tespit etmek sıkıntı yaratmazsa da böyle bir imkânın bulunmadığı hallerde diğer hususlar dikkate alınarak asrına karar vermek icab eder.

Eğer, belgenin herhangi bir yerinde, meselâ derkenarın altında yılı tam olarak bildiren 1093, 1193 veya 1293 gibi bir tarih varsa bu, belgenin tarihinin tesbitini mümkün kılar. Yalnız, derkenar edilen belgenin (sâbıkı kaydı) bir ferman sûreti olması gibi hallerde, bu kaydın sonlarına doğru da tarih bulunabilir. Bu tarih, derkenar edilen belgenin yazıldığı tarihi gösterir, incelenen belgenin tarihini değil[22]. İki tarihin karıştırılmaması gerekir.

Bazı belgelerin arkasında muâmele gördükleri tarih vardır. Bu tarih tam yazılmışsa herhangi bir şüpheye mahal kalmaz. Eğer bu da ön yüzdeki gibiyse başka bir takım ipuçları aranır. Yaşadığı devir bilinen bir şahıs için “hâlâ”, (vazife başında olduğu); “sâbık” veya “esbak” (vazifeden ayrılmış bulunduğu); “müteveffa”, “merhum”, “maktûl” (hayatta olmadığı)na işaret eden kelimeler de tarihlendirmeyi kolaylaştırır.

Belgenin ön yahut arka yüzünde bir mühür bulunabilir[23]. Arşivimizdeki devlet adamları ve devletle iş gören sarraf, tüccar, esnaf, mültezim gibi şahısların mühürlerini ihtiva eden koleksiyonlardan da faydalanılabilinir.[24]

Belgenin tarihinde binler, yüzler ve onlar hanelerinin ihmal edildiği hallerde asrın tespitinde, kâğıdın kullanılış şekli, meselâ sâbıkı kayıtlarının[25] aynı kâğıt üzerinde olup olmadığı ve yazının cinsi (nesih, rık‘a vs.), kâğıdın cinsi, Doğu veya Batı menşe’li oluşu, filigran[26] bulunup bulunmadığı da belirleyici rol oynar.

Bazı belgeler ise hiç tarih ihtiva etmezler. Bunların başında sadrazam veya sadaret kaymakamı tarafından padişaha sunılan telhisler ile padişahın hatt-ı humâyûnları gelir. Aslında, herhangi bir olayın, padişaha sunuluncaya kadar olan yazışmalarının telhise ek olarak padişaha sunulmış olması icab eder. Fakat muhtemelen tasnif sırasında bunların bir kısmı ayrılarak başka tasniflere konulmuştur. Bunun için, o belgelerin tam tarihlerini tesbit etmek her zaman kolay değildir. Hatt-ı humâyûn tasnifindeki belgelerin arkasına ilk tasnif sırasında kurşun kalemle ve parantez içinde tahminî seneleri yazılmıştır. Bu tarihlerin doğru olduğu belgeler bulunduğu gibi birkaç sene, hatta, yeni düzenlenen kataloglarda, bir asra varan yanılmalara da rastlanabildiğinden[27] tarihlendirmelerde çok dikkatli olunması gerekir.

Katalogların bilgisayara aktarılması sırasında maalesef çok büyük bir hata yapılmış, bu tahminî rakamlar hakiki gibi kabûl edilmekle yetinilmemiş önlerine birer de “29 Zilhicce” eklenmiştir. Belge orijinallerinin artık araştırıcıya çıkarılmaması, sadece bilgisayar görüntülerinin kullanılması da burada ayrı bir dezavantaj olarak ortaya çıkmaktadır. Bazı genç tarihçiler, bu tahminî tarihleri belgenin hakikî tarihi gibi kullanmaya başlamışlardır. Bu tasnifteki belgelerin altına, Muallim Cevdet, Ali Emiri, A.DVN., D.BŞM (Başmuhasebe) gibi diğer bazı tasniflerdekinden farklı olarak sadece “HAT.0209” gibi dosya numarası konulması, belgenin yazıldığı kâğıdın genelde alt tarafına, altta yer olmaması halinde üste kalemle yazılmış olan “HAT.209/11132” şeklindeki belge numaralarının ancak belge açıldıktan sonra görülebilmesi de bir eksikliktir.

Arzuhallerde de, nadiren konulanlar istisna edilirse, tarih yoktur. Lâkin, bunların, gördükleri muâmele, belgenin üzerinde olanları –ki meselâ XVII. ve XVIII. yüzyıllardakiler böyledir– diğer tarihsiz belgelere nazaran daha şanslıdır. Gerek üzerlerindeki buyuruldularda, gerekse derkenarlardaki sâbıkı kayıtlarının altında bulunan tarihler[28] muâmele gördikleri tarihleri gösterdiğinden arzuhalin de tarihi tesbit edilebilir.

Bazı belgelerde –ki bunlar içinde müsveddelere de rastlanır– altında tarih bulunmasa da metnin içinde bir olaydan bahsedilirken “67” veya “81 tarihinde” yahut “altmış beş senesinden altmış sekiz senesine” kadar biriken kira borcundan bahsedilmiş ve “işbu altmış dokuz senesine mahsûben dahi ...” gibi ifadeler kullanılmıştır. Belgenin arka yüzünde “8 Zilka‘de sene 69” yanında “mühimme” kayıtları ile “12 Zilka‘de” tarihi ve diğer bazı kayıtlar bulunmaktadır. Altına ise tasnif hey’etince “12 Zilka‘de 1269” tarihi konulmuştur. [29]

Belgede böyle aydınlatıcı kayıtlar bulunmaması durumunda ise bilinen bir olayın veya şahsın adı geçmesi halinde asrını tayin etmek kolay olabilir. Ancak, burada dikkat edilmesi gereken bir husus vardır. Şahıslar, bazan sadece lâkaplarıyla yazılmış ve aynı âileden birden fazla aynı adı taşıyan, hatta aynı vazifede bulunmuş olanlar görülebilir. Meselâ, dede ile torunun veya üç göbek sonraki birisinin isimleri aynı, fakat yaşadıkları asır farklı olabilir. O takdirde asrını tayin edebilmek için belgenin diğer özelliklerine bakmak gerekir.

Yazının cinsi ve yazı belli bir makama hitâben yazılmışsa o müessesenin ne zamandan beri var olduğunun göz önünde bulundurulması icab eder. Meselâ, mukataaların kayd-ı hayat şartıyla satıldığı mâlikâne sisteminden[30] bahsedilen belge 1695 öncesine tarihlendirilemez. Sultan III. Selim devrinde Nizâm-ı Cedid[31] veya Avrupa’da Osmanlı ikāmet elçiliklerinin kurulması[32], Sultan II. Mahmud devrinde başlayan merkez ve taşradaki idârî değişiklikler[33] vs. de dikkate alınmadan tarih belirlenmesi hatalı olur. Ayrıca, yazının cinsi de tarihlendirmelerde rol oynar Meselâ, rik‘a ile kaleme alınmış bir belge XVII. veya XVIII. asırlara tarihlendirilemez. Zîrâ, bu yazı XIX. asırda kullanılmıştır. Yazı gibi kâğıdın kullanılışı da mühimdir. Belge cinslerine göre yazının, kâğıdın neresinde yer alacağı bellidir. Meselâ, sadrazam tarafından padişaha sunulan telhisler kâğıdın üst yarısından başlarken, Sultan II. Mahmud devrinde –şu andaki bilgilerimize göre– 1832’den îtibâren tatbikine başlanan sadrazamın mâbeyn başkâtibine hitaben yazdığı arzlar ve yine mabeyn başkâtibi tarafından arzın altında kaleme alınan, padişahın emrini ihtiva eden iradeler, kâğıdın alt yarısında yer alır. Bunun gibi genellikle arzuhallerle kadı îlâmlarında da yine kâğıdın alt yarısı kullanılmıştır. Bu özellikler, sadece sayılan belgelere münhasır olmayıp diğer belge cinsleri için de kâğıdın belli kullanılış şekilleri vardır.

Sayılan hususlar dikkate alınmadığı takdirde, XIX.yüzyıla âit bir belgeyi, XVIII. yüzyıla tarihlendirmek gibi bir hataya düşülebilir. Bu da, hiç istenmeyecek bir durumdur.

Osmanlılar, sadece hicrî takvimi kullanmamışlardır. 1256 (1840)’dan îtibâren rûmî veya mâlî takvime de yer vermişlerdir. Hicrî 1256 senesinin 9 Muharremi Rûmî 1 Mart’a rastlamıştır. Rûmî takvimde de, milâdî takvim gibi, güneş senesi esas olduğundan hicrî takvimle aradaki fark, her sene açılarak devam etmiştir. Rûmî 1 Mart ise milâdî takvimde 13 Mart’a denk gelmektedir[34].

1256’dan sonra bütün belgelerde hicrî tarihle birlikte rûmî tarih de kullanılmış değildir. Tesbitlerimize göre meselâ irade belgelerinde iki tarihin bir arada kullanılışı H. 1293 (M.1878) yılından îtibârendir. 16 Safer 1293, rûmî 1292 senesinin başlangıcıdır[35].

Bir Şûrâ-yı Devlet mazbatasında çiftli tarihler “fî Selh-i Şa‘ban sene 1318 ve fî 9 Kânûn-ı evvel sene 1316”, kurban bayramı merasimine dair sunulan bir belgede ise “4 Zilhicce sene 330 / 1 Teşrin-i sânî sene 328”[36] şeklindedir[37].

Osmanlı belgelerinde XVI. asırda hicrî ve milâdî tarihin bir arada kullanlmasına da rastlanır. Avrupa hükümdarlarına gönderilen nâme ve ahidnâme-i humâyunlarda XVI. asırda, meselâ Sultan Kanûnî Süleyman’ın Fransa Kralı François’ya gönderdiği nâmede tarih kısmı “Bu hükm-i şerif bizim ulu peygamberimiz Muhammed Mustafa’nın -sallallahu aleyhi ve sellemhicreti tarihinin Muharrem ayının birinci gününde ki, İsa peygamber aleyhi ve sellem tarihinin Ulyus (Temmuz) ayının on ikinci gününde” denilerek her iki tarih birden kullanılmıştır[38].

Ahidnâme-i humâyunlarda ise bazan hicrî, bazan da milâdî tarih önce yazılmıştır. Sultan II. Bayezid’in Macarlara verdiği ahidnâmede ilk tarih “Bu ahidname İsa-yı nebi tarihinin bin beş yüz üçüncü yılında Novorisin (november=kasım) dördüncü gününde ve bizim peygamberimiz Muhammed Mustafa -sallallahu aleyhi ve sellem- tarihinin dokuz yüz dokuzuncu yılında cumadelulânın onbeşinci gününde yazıldı” şeklinde milâdî iken daha sonrakilerde milâdî tarihe hicrîden sonra yer verildiği anlaşılmaktadır[39].

Hariciye Nezâreti’nin kuruluşundan (1836) sonra zamanla sadece Avrupa devletleri ve bunların İstanbul’daki temsilcileriyle[40] değil, Batı’daki Osmanlı temsilcilikleriyle de yazışmaların Fransızca yapıldığı görülmektedir[41]. Tabiî olarak da artık yalnız milâdî tarih kullanılmıştır.

Belgelerin değerlendirilmesinde bütün bu hususların dikkate alınması araştırmanın selâmeti bakımından faydalı olacaktır.


İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü Emekli Öğretim Üyesi, İstanbul/TÜRKİYE

Kaynak: belgeler.gov.tr

Tarık Buğra - Küçük Ağa (Roman Özeti)

 


Küçük AğaTarık Buğra‘nın 1964 yılında yayınlanan romanıdır. Kurtuluş mücadelemizin  Akşehir'de yaşanan bölümünü konu edinir. Zamanla cepheye ve Ankara'ya dair hususlara da girilir.

KONUSU:

Birinci Dünya Savaşı (1914) ile birlikte Osmanlı Devleti eski gücünü, heybetini kaybetmeye başlamış, isyanlar ve işgallerle zayıf duruma düşmüştür.

Romanda, bir Anadolu kasabası olan Konya ilinin bir ilçesi olan Akşehir’den yola çıkılarak, bütün zor koşullar altında millî kurtuluş mücadesi veren Kuva-yı Milliye konu edilmiştir.

Olaylar Anadolu'nun küçük bir kasabasında başlar ve gelişir.

ÖZET:

Dünya Savaşı resmen sona ermiş olmakla birlikte, Osmanlı Devleti üzerinde yarattığı etkiler tüm gücüyle devam emektedir. Savaş sonrası birçok asker memleketlerine geri dönmüştür. Zayiatın büyüklüğü evlerine dönen erlerin çoğunun gazi oluşuyla daha da iyi anlaşılmıştır.

Ahmet Hamdi Tanpınar - Eşik


Bu yekpâre akış, durgun, derinden...
Her aynada yalnız kendi görünen
Bu yüz ve şifasız hüznü eşyanın
Kendi cevherinde mahpus bir ânın
Dağıttığı dünya hep yaprak yaprak,
Dalgın, unutulmuş sesleri uzak
Bir uykudan bana tekrar dönenler,
İçimde, dışımda hep aynı çember!
Bin elmas parıltı oyun ve halka
Küçük ve hiç değişmez dalgalarla
Bende bana meçhul akşamlar yoklar!
Gülen ve gömülen gölge ufuklar
Acayip davetlerin rüzgârında
Her lâhza yine kendi sularında!...

Uzakta, aya çok yakın bir yerde,
Çılgın ve muhteşem harabelerde,
Büyük sükûtların fırtınası var.
Mermer duvarlarda kırılmış sazlar,
Çok genç uçuşunda ve hangi haşin
Yıldıza gülerek çarptığı için
Alnında bir siyah nokta geceden
Kovulanlar ışık bahçelerinden,
Bütün ayrılıklar hepsi orada
Bu çıplak, ümitsiz  ve saf duada.
Ve bir kadın beyaz, sakin, büyülü
Göğsünde kanıyan bir zaman gülü
Mahzun bakışlarla dinler derinde
Olup olmamanın eşiklerinde.

Garip telâşını, binlerce fecrin
Ocağında nezir güvercinlerin
Hülyâm o kıvılcım ve kül yağmuru
Çırpınır bu beyaz mahşere doğru!
Ey hiç şaşmayan göz, büyük atmaca
Gölgesi güneşin üstünde uçan
Dişi kuyruğunda ebedî yılan,
Ve üstüste rüyâ!
		Bir ses yavaşça,
Bir ses, bin uykudan mahmur ve zengin
Zümrüt usaresi maviliklerin
Suların üstünde arar kendini
Yoklar, ömrün bütün sahillerini
Çizgiler silinir, ufuk bir beyaz
Çin kâsesi olur, toprak, yosun, saz
Hep birden tutuşur, nârin kemerler
Alevden sütunlar, altın, mücevher,
Ah bu çılgın yağma...Orman çatırdar
Ve çıplak aynası ufkun tekrarlar
Büyük masalını aydınlıkların.

Elele bir oyun bugün ve yarın
Bütün pınarlara koştum cevap yok
Tekrar bana döndü her attığım ok
Her çığlık önümde tutuştu, yandı
Tahtayı kurt oydu, taş yosunlandı,
Yabanî otlarla örtüldü duvar...
İlhamlı çehresi hilkatin sular
Kaç kere değişti önümde böyle,
Birbiri ardınca gün ve mevsimle...
Ve kaç kere bahar güldü derinde
Güllerin kanıyan bekâretinde
Taze gülüşüyle toprağın suyun...
Tılsımlı kadehi her susuzluğun
Ey şafaktan, sırdan, arzudan hayâl
Yıldızların bize ördüğü masal
Kaç kere yarattım tenhada seni
Beyaz kollarını, sıcak buseni...
Bakışın, gülüşün, neş'en ve hüznün
Ay altında bir gül nağmesi yüzün...

Evet çok bekledim, kaç kere hazan,
Dinç atlar koşturdu boş ufuklardan
Yeleler alevli, ağız köpüklü,
Bulutlar bir kanlı hiddetle yüklü
Geçtikçe batıya doğru önümden
Zâlim ümitlerle ürperirdim ben,
Duyardım her an uzlette bir yeni
Âlemin yıkılıp devrildiğini
Çılgın mahşerinde ses ve renklerin...
Benden sor sırrını mesafelerin
Benden sor ve benden dinle akşamı...
Rabbim bu sonsuzluk ve onun tadı...

Bir ses yavaşça der, bırak yalvarsın,
Hayat bu kapıda...ne çıkar varsın,
Nakışlar gülmesin beyaz taşında
Ölüme benzeyen bu susuzluğun
Çağlayan hayâller yeter başında...
Bir fikir, bir şekil dalında olgun
Bu ağır sallanan hazan meyvası,
Gurbet, mendillerin çırpınan yası,
Yüzler ki bir uzak müjdeye benzer,
Her türlü ışığa kapanmış gözler,
Her şey, hepsi, gülen, susan, kamaşan
Rengiyle toplanır bende ve akşam
Rüzgârla tarümar, mevsimle sarhoş
Gelir ta kalbimde düğümlenir...
			-Boş...
Boş ve ümitsizdir akşamın hüznü
Bu tenha çeşmede bir an yüzünü
Seyredenler altın sazlar içinde
Ruh muammasının ürperişinde
Kaybolmuş sanırlar kendilerini...
Bırak bu tesadüf bahçelerini...
Hakikat çok uzak, karanlık, derin
Bir dille konuşur, büyük köklerin
Toprakla ezelden karışmış dili!
Geceyle ölümdür asıl sevgili
Bu ikiz aynada toplanır yollar
Karanlık yaratır, ölüm tamamlar.
Kaçalım seninle biz de geceye
Ölümün kardeşi saf düşünceye...
Yeter büyüsüne aldandığımız
Güneşin...biraz da yalnızlığımız
Kendi aynasında gülsün, gerinsin
Güvercin topuklu sükût gezinsin.

Boborahim Mashrab - G'azal (Oldida)

 

Kori muflis sahl erurkim pod(i)shohning oldida,
Siynayi daftarni ochmang dil siyo(h)ning oldida.

Man tasadduqi o’shandoq oli himmatlar bo’lay,
Ikki olam bir qadamdur avliyoning oldida.

Rahmatanlilolamiynning ummati bo’lsang agar,
Rohi aslingdin gapurma ro’ siyo(h)ning oldida.

Kimki johildir nasihat bersang anga saxt yetar,
Ikki dunyo nur bo’lur sohib duoning oldida.

Domani davlatni tutganlar bilur bul ma’nini,
Yaxshi so’zni so’zlamang baxti qaroning oldida.

Mashrabo, har qayga borsang izlagil ganji nihon,
Ro’zi Mahshar qurb topgaysan Xudoning oldida.

G'azal (Devona qildi ishq mani.)

Man kimga aytay, do’stlarim, devona qildi ishq mani,
Sadpora qildi yurakim, devona qildi ishq mani.

Tun-kechalar dod aylasam, har dam sani yod aylasam,
Ishqingda faryod aylasam, devona qildi ishq mani.

Shomu sahar giryon bo’lay, yo’lungda sargardon bo’lay,
Oxir sanga qurbon bo’lay, devona qildi ishq mani.

Hamdam bo’lay mayxonaga, sokin bo’lay butxonaga,
Boshim qo’yay ostonaga, devona qildi ishq mani.

Ishq ahliga hamdam bo’lay, Haq yo’liga mahkam bo’lay,
Dargohiga mahram bo’lay, devona qildi ishq mani.

Devonayi shaydo bo’lay, man tolibi Mavlo bo’lay,
Xalq eliga rasvo bo’lay, devona qildi ishq mani.

Mashrabga qil lutfu karam, vahdat sharobin dambadam,
Ey sohibi Lavhu Qalam, devona qildi ishq mani.

Rauf Parfi - Qora devor

 

I

Qandayin sirdir bu, bu qanday tushdir,
Bu qanday uyqudir, uygʻongan uyqu.
Koʻzlarimdan qora quzgʻunlar uchdi
Mudhish qora devor ortida, yohu!

Qora devor qari, sotqinlar yurti,
Tilsiz, vatansizlar vatani qoldi.
Sanqigan jasad-la telbarib yurdim,
Aqlimga roʻyolar kalolat soldi.

Zaharga aylandim, yogʻochdek sindim,
Qayta oʻldim, ruhim qaytmadi tanga.
Hazrat Sultonimga singrab sigʻindim

Allohim, madad ber. Bir Soʻz ber menga,
Jonimning parvozin bergil, sogʻindim,
Ishq ber! Qaytar meni yorugʻ Vatanga.

II

Koʻrdim sozinggizni chaynadi alam,
Buzgʻunzor qoʻynida ungan sof gulim.
Majruhlar yurtida xoʻrlangan onam,
Zoʻrlangan qonsinglim, mangu sevgilim.

Tuproqqa yiqildim, koʻkka osildim,
Ming yil izladimmi? Topdimmi? Qachon?
Soʻrib toʻydilarmi sizni qonsinglim?
Ezib bezdilarmi sizdan, onajon?

Yerga choʻkkan osmonlarni kuzatdim,
Chopilgan oyogʻim bilan chopdim men,
Kesilgan qoʻlimni sizga uzatdim.

Bu dunyo gullarga toʻldi. Qotdim men,
Soʻqir koʻzlarimni nur-la bezatdim.
Mehribonim, qonim, Sizni topdim men.

III

Mehribonim, izinggizdan boramen,
Shivirlaydir sherim. Bu qaysi oyat?
Bu dunyoda qirq Majnunning biri men,
Oʻlimga chap berib keldim nihoyat.

Yuragim zindoni. Bir yalangʻoch dor,
Sollanib turadir faqat men uchun.
Bunda bir muhabbat zahri qotil bor,
Bu zindonda bir Laylo bor, bir Majnun.

Mehribonim, xunim, men Sizni topdim,
Qonim berdim bu sirli xayollarga.
Soʻydim yuragimni, koʻksimni chopdim,

Ay, sovurdim ul sovuq shamollarga,
Hukm qildim oʻzimni. Tong chogʻi otdim.
Nuqta qoʻydim javobsiz savollarga.

IV

Nadir bu? Tilim lol, vujud valangar,
Koʻrgali koʻzim yoʻq, koʻzim oʻyilgʻon.
Bir sharpa ilgʻamas, quloqlarim kar…
Bildim, Sizdan boshqa barchasi yolgʻon…

Eyvoh, qora devor sirti oqlangan,
Boʻynimga chirmashgan iblisni quvdim.
Kavsar chashmasida ming yil poklangan
Tosh bilan qadimiy tanimni yuvdim.

Bir qudrat shashasi tentir izimda,
Xilqatni anglagan zotdek xomushman,
Yetti vodiy aylanadir izmimda.

Bori yolgʻon, men sarobman, men tushman,
Yoʻq, men qushman, chala soʻyilgan qushman,
Aytilmagan Bir Soʻzim bor boʻgʻzimda.

V

Aldangan, charxlangan qalb bilan oʻtdim,
Yoru doʻstlar boshim uzra yigʻildi.
Hukm kutgan kabi men Sizni kutdim.
Unutdim oʻzimni, oʻzim tugʻildim.

Koʻzimning qarida ul Qora Devor,
U taraf qorongʻu har narsa yoʻqdir,
U taraf zahardir, xanjardir, oʻqdir,
Kecha yoʻq. Bukun yoʻq. Erta yoʻq. Siz bor.

Tiriklikdan kechdim, oʻlimdan kechdim,
Osmon deganlari mening figʻonim,
Dunyo zaharini bir oʻzim ichdim.

Yondi tun charogʻim, kuldi jahonim,
Men qanot bogʻladim, koʻklarga uchdim,
Assalom, sevgili Insonim, qonim.

VI

Tanamdan chiqdim-da men yerga indim,
Menga bari ayon, tiriklar koʻrmas.
Ey siz koʻr olomon, men ruhman, dedim,
Ular koʻrmas meni, holimni soʻrmas.

Bani odam ovchi, odamni ovlar,
Tishlab toʻymas, gʻajib toʻymas, bedavo.
Nochor mayitlarning choʻntagin kovlar,
Pinjida xiyonat, qabohat, gʻavgʻo.

Soʻzimga toʻldi sogʻinch, soʻzim-da yolgʻiz.
Koʻzimga toʻldi yolgʻiz Alloh jamoli.
Belgi berdi falak. Nomalum bir iz.

Jismimni sindirdi ajal shamoli…
Tobutimni quchib yigʻladinggiz, Siz,
Nechun, Dunyoning Eng goʻzal Ayoli?!

13 Haziran 2024 Perşembe

Fuzuli - Gazel (Ol müşg-bû gazâle ihlâsım eyle vâzıh)

 

Ol müşg-bû gazâle ihlâsım eyle vâzıh
Bellig sabâ selamen miskiyetü’r-revâih
Olgaç habîbe vâsıl bizden hem olma gâfil
Lâ takta-i’r-resâil lâ tektümü’s-sarâih
Yüzde sirişk kanı söyler gam-i nihânı
Kad tüzhiru’l me’ânî bi’l-hattı fi’l-vâih
Ben mübtelâ-yi hicran benden ırag cânân
Ve’l-ömrü keyfe mâkân misle’r-riyâhi râih
Aşkın Fuzûlî zâr terk etmek oldu düşvâr
Yâ âriften bimâ sâr lâ teksirü’n-nesaih
(Mefûlü Fâilâtün Mefûlü Fâilâtün)


12 Haziran 2024 Çarşamba

Vüqar Əhməd - İstərəm başına dolanım, Təbriz!


1950-1980-ci illərdə yazıb yaradan cənublu  şairlər  arasında  ən  ağsaqqalı,  ən qocamanı Məhəmmədəli Məzhunun yaradıcılığı bütünlüklə ağız-dil şeiri üstə köklənib. Onun hər bir şeir nümunəsindən xalq ruhu süzülür:

 

Gəlmişəm öpməyə torpağın yenə,

Bu əziz vətənimcananım Təbriz!

 qədər ömrüm varistərəm sənsiz

Olmasın bir günümbir anım Təbriz!

 

Gəzib dolansam da cümlə-mahalı,

Mən səndə tapmışam əqlü-kəmalı,

Sənsən ürəyimdən silən məlalı,

Qurbandır yolunda bu canım Təbriz!

 

Halal südündəndirbədəndə qanım,

Amalıməfkarımbiliyimcanım.

Şanlı Vətənimsən Azərbaycanım,

Behiştimqövzeyi-rizvanım Təbriz!

 

Vəfalı oğullar anasın atmaz,

Qürbət beşişt olsaVətənə çatmaz.

Körpələr heç zaman anasız yatmaz,

İstərəm başına dolanımTəbriz!

 

Bülbül tək sevmişəm qönçə çağını,

Almalıheyvalıbağça-bağını.

Gəlmişəm öpməyə gül yanağını,

Ey əziz sevgilimməkanım Təbriz!

 

Qoşma formasında yazılmış bu şeirdə qeyri-adi bir ifadə  söz yoxdur. Sadə sözlər  adi ifadələrdir. Lakin bu adi sözlər hissiyyatla doludurinci sapa düzülən kimi böyük zövqlə bir-birinə bağlanıbolduqca təsirli bir mənzərə yaradıb. Zahirən elə fikir formalaşa bilər kibelə yazmaq asandırəslində isə çox çətindir. Şairdən böyük ürəkböyük hissiyyat  sözlərlə mənzərə yaratmaq tələb edir. Lakin bu da azdırhadisəni mənalandırmağıfəlsəfi məzmunla doldurmağı da bacarmaq lazımdır.

Şeirin axı¬rıncı bəndinə, “Ey əziz sevgilimməkanım Təbriz” bəndinə diqqət edək. Bu, bizim qoşmadan aldığımız təəssüratı qat-qat artırırfikri mənasınımündəricəsini qabarıq şəkildə bizə çatdırır. Bu da Məhzunun xalq yaradıcılığı ənənələrinə çox dərindən bələd olmasını göstərir.

1950-1980-ci illərdə fəaliyyət göstərən Cənubi Azərbaycan şairləri xalq şeirinin müxəmməs formasından da istifadə ediblər. Məlum olduğu kimixalq şeirinin qoşma  gəraylıdan sonra ən çox yayılmış forması müsəddəs  müxəmməslərdir. Müxəmməsin hər bəndi beş misradanmüsəddəsin isə hər bəndi altı misradan ibarət olur, on beş, on altılıq hecada yazılır.

Haşım Tərlan müxəmməs yazmaqda xüsusi ustalıq göstərib. Şairin Məhəmməd Rza şahın dilindən “Görürəm” şeirinə nəzər yetirək:

 

Getdi izzətgecələr xabi-pərişan görürəm,

Əldə şəmşir yeriyir üstümə İran görürəm.

Bilməz idim bu qədər milləti-İran oyana,

Bişümar topu-tüfəngin qabağında dayana.

Siz deyinbaş götürüm indi çalım mən hayana?

Atamın yadigarı təxtini lərzan görürəm,

Gözümün nuri qaçıbdırfili fincan görürəm.

 

Diqqət etdikdə görünür kimüxəmməs  müsəddəslərdə qoşma  gəraylılara nisbətən həm vəzn başqadırhəm  qafiyələn¬mə qaydası. Haşım Tərlanın bu əsərində “görürəm” rədifdir kiyeddi misrada dörd dəfə işlənirlakin “pərişan”, “İran”, “lərzan”, “fincan” sözləri ilə qafiyələnirBundan başqa “oyana”, “dayana”, “hayana” sözləri  ayrıca qafiyələnir. Beləlikləşair bu şeirində xalq şeiri ənənələrinə peşəkarcasına riayət edib.

Abbas Bariz  xalq şeiri üslubunda yazan sənətkarlardandır. Onun şeirlərinin əksəriyyəti müxəmməs  müsəddəs formasındadır. “Neylim” rədifli “Olmayım neylim” şeirində Abbas Bariz müsəddəs forması ilə əsərinə gözəl bir don geyindirir:

 

Xudayamən bu qəmdən zaru giryan olmayımneylim?

Tutub od yanmayımsinəsi suzan olmayımneylim?

Məgər qəm çəkməyə canımda bir  tabu taqət var?

Məgər bu dərdi-bidərmana məndə istiqamət var?

İlahidərd əlindən gör mənə bir dəm fərağət var?

Mühiti-qəmdə mən biçarənalan olmayımneylim?

 

Abbas Bariz burda “neylim” rədifini, “giryan olmayım”, “suzan olmayım”, “nalan olmayım” ilə qafiyələndirir, “taqət”, “istiqamət, “fərağət” sözləri isə ayrıca qafiyələnirAbbas Bariz bununla müsəddəs formasının bütün tələblərinə cavab verir.

ÜmumiyyətləAbbas Bariz xalq şeiri formalarının demək olarbütün növlərindən istifadə edib. Şəhriyarın “Heydərbabaya salam” əsərinin üslubunda qələmə aldığı “Eldayağına salam” şeiri qoşma formasındadır:

 

Eldayağı, el yaylağa gələndə,

Dağ-dərələr çiçəklənib güləndə,

Yorğun maral kipriklərin siləndə

Bizdən  bir salam olsun sizlərə,

Yalqız gəzən oğlanlaraqızlara.

 

Abbas Barizin “Bəzi ağlı gözündə olan qızların dilindən” şeiri isə müxəmməs formasındadır:

 

Anacanqoy məni öz sevdiyim oğlana gedim,

Döndərən bağrımı bir laləsifət qana gedim.

Neçə ildir o, mənim bağrımı büryan eləyib,

Gecə-gündüz işimi naləvü-əfğan eləyib.

Ay inamsızgörürsən eşqi  divan eləyib?

Az qalır mən  düşüm kuhü-biyabana gedim,

Anacanqoy məni öz sevdiyim oğlana gedim.

 

Mirzə Hüseyn Kərimi  “Dilli pilo” əsərini müxəmməs formasında qələmə allb:

 

 olar su səpəsən bu dili suzanəpilo,

Edəsən bircə təvəccə məni-nalanə pilo.

Sənin üstündə əzizimnecə qanlar tökülür,

Necə başlar sınır axır qarınlar sökülür.

Səndən ötrü gedədünyada piçaqlar çökülür,

Boyadın aləmi Rüstəm kimi al qanə pilo,

Verdin insaf eyləaləmləri tufanə pilo.

 olar bir gecə lüff eyləyəsən mənzilimə,

Verəsən dəsteyi-kəfkiri mənim sağ əlimə,

İştaha ilə yeyimyağ süzülə saqqalıma,

Məst olamtövsəni təbim gələ cövlanə pilo,

Şişə qarnım yekəlib bənziyə ənbanə pilo.

Zəfəran ilə salırsan üzünə xoş rübənd,

Çeşmi-bülbül lobiyədən düzürsən gərdənbənd,

Ucalırsan vəsəti-süfrədəçün kuhi-Səhənd,

Verirsən qüllei-sərdə toyuğa lanə pilo.

 

 

Hamıya məlumdur kipilo (plovAzərbaycan mətbəxinin şah təamı sayılır  zatən çox qonaqpərvər bir xalq olan azəri türkləri evinə qonaq gələrkən hörmət  ehtiram əlaməti olaraq onu zəfəran-plova qonaq eləyir. Lakin şair burda plova obraz verərəkkasıb adamların ona möhtac qaldığınıonu cürbəcür zümrələrdən olan harınlaşmışmeşşan adamların hər günistədikləri vaxtistər evdəistər məclislərdə həzmi-rabedən keçirdiklərini göstərir. Şair burda xalqın kasıb təbəqəsinin illərlə plov üzünü görmədikləriniharam pulla varlanmış meşşan adamların isə bunun fərqinə tamamilə varmadanhər gün plov bişitdirib insanıözü  ac insanı bihuş eləyən ətrini ətrafa yaydırıb, ac adamları şişirtməkdən zövq aldıqlarını satirik lövhələrlə göz önünə gətirir.

Mirzə Hüseyn Kərimi iri həcmli əsərində həm müxəmməs formasının tələblərini yerinə yetirirhəm  hər gün plov yeməkdən qarınları şişib tuluğa dönənxalqın hesabına varlanmış müftəxor adamları satira-tənqid atəşinə tutaraq ifşa edir.

Şair Firidun Hasarlı da daim xalq şeirindən qaynaqlanıb  bir çox əsərlərini xalq şeiri formalarında qələmə alıb. Onun bir çox şeirləri kimi Aşıq Qəşəmə ithaf etdiyi “El səni atmaz” şeiri bütünlüklə qoşma formasındadır:

 

Aşıq Qəşəmbunu yaxşı bilirsən,

Ürəkdən sevdiyin el səni atmaz,

Aylar dolansa daillər keçsə 

Qədrini bildiyin el səni atmaz.

 

Aşıqlıq etdiyin əlli beş ildir,

Səni alqışlayan obadıreldir,

Özün bülbül isə sözlərin güldür,

Yurdunda açılan gül səni atmaz.

 

Göründüyü kimibirinci bənddə birinci misra ilə üçüncü misra açıqdırikinci  dördüncü misralar isə “sevdiyin”  “bildiyin” sözləri ilə qafiyələnibŞeirin sonrakı bəndlərinin, o cümlədən ikinci bəndinin birinci üç misrası bir-birilədördüncü misrası isə birinci bəndin son misrası ilə qafiyələnib. “İldir”, “eldir”, “güldür”, eyni zamanda “el səni atmaz”  “gül səni atmaz”...

 

 

Vüqar Əhməd

Professor

Xalq Cəbhəsi.- 2015.- 12 noyabr.- S.14.