İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar Şu aranıp duran korkak ellerimi tut Bu evleri atla bu evleri de bunları da Göğe bakalım
Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım İnecek var deriz otobüs durur ineriz Bu karanlık böyle iyi aferin tanrıya Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun Herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam Herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda Beni bırak göğe bakalım
Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum Bu senin eski zaman gizlerin yalnız gibi ağaçlar gibi Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor Seni aldım bu sunturlu yere getirdim Sayısız penceren vardı bir bir kapattım Bana dönesin diye bir bir kapattım Şimdi otobüs gelir biner gideriz Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç Bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat Durma kendini hatırlat Durma göğe bakalım
Zannetme ki güldür, ne de lâle
Âteş doludur, tutma yanarsın
Karşında şu gülgûn piyâle...
İçmişti Fuzuli bu alevden,
Düşmüştü bu iksir ile Mecnûn
Şi'rin sana anlattığı hâle...
Yanmakta bu sagârdan içenler,
Doldurmuş onunçün şeb-i aşkı
Baştanbaşa efgân ile nâle...
Âteş doludur, tutma yanarsın
Karşında şu gülgûn piyâle!..
Göl Saatleri şairi bir hafta evvel söz vermişti. Yalnız nerede buluşabileceğimizin tayinini bana bırakıyordu. – Mesela matbaada görüşebiliriz. Her gün İkdam’dayım, dört ile beş arasında. Bir gazetecinin gündelik hayatında bu saatlerin nasıl dakikası dakikasına taksim edilmiş olduğunu Ahmet Haşim Bey, bilmez değildi. Fakat ne yapsın ki onun da başka zamanı yoktu. Geçen akşam Ankara caddesinde karşılaştığımız zaman hatırlattım: – Haşim Bey, bugün, mutlaka sizi görmeliyim. Bermutat[1], “hay hay olur ne zaman isterseniz” deyip geçecekti. Fakat o kadar ısrar ettim ki: – Durun öyle ise… demeye mecbur oldu. Bu akşam saat yedi buçukta Lebon’da olmaz mı? Tam vaktinde Lebon’da idim. Haşim Bey beni görür görmez saatine baktı: – Tam yirmi dakika vaktim var. Cevap verdim. – O kadar sürmez bile… -O halde, bekliyorum. – Ne soracağımızı tahmin etmediniz mi? – Tahmin ettim ama, ihtiyaten[2] sormayı tercih ederim. O zamana kadar ben de cevabını hazırlarım. – Peki üstad… dedim. Mesela yazıya nasıl başladığınızı hikâye edebilirsiniz. Çorak sanat sofrasında bize ilk ateşîn Piyale’yi sunan şair, bu sualimi dudaklarında gizli bir tebessümle dinledikten sonra dedi ki: – Ben edebiyata, alayla başladım. Bakın size anlatayım. Küçükken edebiyat denilen “şey”i sevmezdim, şiirden filan âdeta iğrenirdim. Akrabadan bir süvari zabiti vardı. Muharebede öldü zavallı; o zamanlar, daha mektepte idi. Koltuğunda bir sürü kitapla hafta başlarında bizim eve gelirdi, bu kitaplar arasında Naci ve emsalinin[3] şiirleri de vardı. Ben, bunları her görüşümde: – Uğraşacak başka bir şey bulamadın mı? diye zavallıya takılırdım. Sonra o orduya gitti. Kitapları bize kaldı. Bir gün, nasılsa merak ederek içlerinden bir tanesini elime aldım. Şurasına burasına göz atarken tuhaf bir alâka ile okumaya başladım. Sonra, nasıl bir boş dakikamda bilmiyorum, onlara benzer bir şey yazmak arzusu içimde uyanıverdi. Ve bir şiir yazdım. Bu benim ilk şiirimdi. Fakat, bir anda o kadar saçma ve mânâsız buldum ki, akabinde mektepte çekmeceye attım. Bir gün, arkadaşlardan biri çekmecemi karıştırırken bu saçmayı bulmuş ve benden habersiz, o zamanlar yeni intişar etmeye başlayan Mecmua-i Edebiye ismindeki risaleye göndermiş. Birkaç gün sora idi mecmuanın bir nüshası elime geçti. A… tuhaf şey… muhaberât-ı aleniye[4] kısmında benim ismim: “Ahmet Haşim Efendi’ye” tarzında bir mukaddime[5], sonra da manzumenizi pek beğendik. Gelecek nüshamızda neşre başlayacağız! Kabilinden birkaç söz… Hayretler içinde kaldım. Şiirle meşgul olabileceğime bizzat kendim bile inanmıyordum. O zaman Galatasaray’da Ziya Bey isminde bir Fransızca hocamız vardı. Nasılsa kulağına çalınmış. Bir gün beni derse kaldırdı. – Haşim Efendi, dedi, sen şiir yazıyormuşsun! Kıpkırmızı oldum. Gûyâ, şâyân-ı hicab bir hareket yapmıştım. Derhal inkâr ettim: – Hayır efendim… Ziya Bey, buna inanmadı. Fakat inanmış görünerek: – Ben senin daha ciddi şeylerle meşgul olmanı arzu ederdim, dedi. Bu bana uzun müddet için ders oldu. Tamam üç sene şairliği bıraktım. Mekteb-i Sultanî’nin ikinci sınıfına geçtiğim zaman, hastalık tekrar nüksetti[6]. O tarihte postahane yanında, Babikyan isminde bir kitapçı vardı. Ara sıra, gider kitap filan alırdım. Bir gün yine oradan geçerken camekânda gözüme ilişti: Bu Sembolist Fransız şairlerinin müntehap eserlerinden mürekkep bir kitaptı, ismi de Bugünkü Şairler… (Les poètes d’aujourd’hui). Henri de Régnier’nin, Verhaeren’in ve diğer muasır sanatkârların eserlerinden en güzel parçaları bir araya toplayan bu kitaba derhal alâkadar oldum ve derhal parasını verip bir tane satın aldım. Bu yepyeni şiir âlemi, benim üzerimde müthiş bir tesir yaptı. O kadar ki kitabı elimden bırakmaz olmuştum. Dershanede, sokakta, evde hep bu kitap… Dedim ya, yeniden şiire başlamıştım. “Şi’r-i Kamer”i bugünlerde yazdım fakat çok geçmeden onu da beğenmez oldum. Fransız serbest nazım usulünü Türkçeye tatbik etmeye özeniyordum. Bu tarzda yazdığım birkaç şiir, o sırada bazı kimselerin nazar-ı dikkatini celbetmiş. Bu alâka beni şiire ve sanata daha ciddi surette bağladı Şiirle iştigalimden bir iki sene sonra Meşrutiyet ilan edildi. Benim neslimden gençler gülünç bir isim altında bir edebî taazzuv[7] vücuda getirmişlerdi. Ben, vâkıa o taazzuva kendimi tamamen bağlamış değildim. Fakat bütün oradakiler benim arkadaşımdı. – Üstad, dedim, Fecr-i Âti’yi kastediyorsunuz galiba. Haşim Bey, müstehziyane[8] devam etti. – Evet, Fecr-i Âti… dediğim gibi. Ben bu fecr-i kâzibe[9] kendimi kaptırmadım. Yalnız, bu zümre ile kısaca alâkadar oldum. Bu alâkadarlığımın en büyük mükâfatı da bana Yakup Kadri ile tanışmak vesilesini vermiş olmasıdır. Dedim ki: – Ya Piyale üstad?.. Hepimizi mesteden Piyale’leden bahsetmediniz. – Piyale’den evvel Göl Saatleri’ni yazmıştım. İzmir’de bulunduğum sıralarda idi. Bazı yaz akşamları, Halkapınar taraflarına giderdim. Orası birçok su birikintileri, sazlarla dolu idi. Yavru kuşlar, gelir o sazların üzerine konar ötüşürlerdi. Bu manzara üzerimde tesirini yapmaya başlamıştı. Her tenezzüh[10]te Göl Saatleri’nin mısraını hayalimde yapmak suretiyle iki ay içinde manzumemi ikmâl ettim. Piyale ise beş altı sene sonra yazılmış şiirlerim bir araya getirilerek kitap halinde neşredildi. Piyale’nin başlıca kısmı lisanın Türkçeleşmesine doğru başlayan makul hareketin tesiri altında vücuda getirilmiş şiirlerdir. – Nasıl yazarsınız, Haşim Bey? Göl Saatleri şairi, durgun ve lâkayddı. – Ben, dedi, şiiri hiçbir zaman ciddi bir iş olarak telâkki[11] etmedim. Ara sıra ve ancak kendimi yazmaya meyyal hissetiğim zamanlar yazı yazarım. Ve bunun içindir ki müşkilâta dûçâr[12] olmam. Bazen dört mısraı dört senede bitirdiğim vâkidir. Mısralar, senelere taksim edilince, görürsünüz ki yorgunluk çok değildir. Mamafih, yazının güç bir sanat olduğunu, uğraştırıcı ve müşkil bir iş olduğunu itiraf etmeliyim. – Kimleri beğenirsiniz? Haşim Bey tereddütsüz cevap verdi: – Yakup kadri ve Falih Rıfkı’nın lisanından başkalarını beğenmem. Bunlar, bana lisanımdan zevk almam için kâfi geliyor. Son zamanlarda ismi tanınmaya başlayan Kara Davud müellifi Nizamettin Bey’in de Türkçesinin hoşuma gittiğini söylemeliyim. Eskiler mi dediniz? Eskileri bilâ-istisna[13] beğenirim. Hepsinde ayrı ayrı güzellikler ve fevkaladelikler buldum. Soruyorsunuz: Gürültü arasında yazı yazabilir miyim? Azizim. Eğer bu gürültü hoşuma giden bir gürültü değilse hiç alâkadar olmam. Önümdeki yazı ile meşgul olmaktan beni ayıran gürültü, mutlaka merakımı tahrik etmiş demektir. Haşim Bey burada tekrar saatine baktı: Bunu “Vapura ancak yetişebileceğim” demek olduğunu anlamamak imkânı var mıydı? Bize az fakat öz ve temiz sanat eserleri hediye eden kuvvetli şaire veda ederek yanından ayrıldım.[14]
M. Salahaddin Güngör
Dergâh Edebiyat Sanat Dergisi, s. 23 Cilt: I Sayı: 10, Aralık 1990
[1] Alışılmış olduğu üzere, gibi. [2] İlerisini düşünerek. [3] Benzerinin. [4] İçindekiler, duyurular. [5] Önsöz. [6] Tazelendi. [7] Şekillenme, hareket. [8] Küçümsemek. [9] Yalancı, aldatıcı aydınlık. [10] Uzaklaşmak. Gezinti. Bağ ve bahçe gibi yerlere gam ve kederi dağıtmak için çıkmak. [11] Düşünmek, görmek. [12] Uğramış, yakalanmış. [13] Ayırt etmeksizin. [14] Güngör M. Salahaddin / Yeni Kitap / Sayfa: 2-5 Numara: 14 Haziran 1928
Pülümürün bir dağ köyünde gördüm onu
yaşını sordum bir giz gibi güldü
kimi seksen dedi köylülerden kimi yüz
yüzüne baktım bir giz gibi güldü
bir asa vardı elinde
bir solmuş kırallığın
kadifeden harmanisi üzerinde
bir hititliydi o bir selçukluydu
bir ermeniydi bir kürttü
bir türk
yaşını sordum bir giz gibi güldü
koluma girdi bir soylu kadınca
tozlu köy yolunda sürüyerek eteğini
beni tek gözlü sarayına götürdü
köy yapısı kulübesinin
zamanı onda yitirdim ben
yitik zamanlara onda eriştim
en soylu yoksulluğun toprak döşeli sarayında
bir taç gibi kondu başıma Türkiyeliliğim
Sevgi o’t tashlasa yuragingizga, Oydin tun bermasa tinchlik va uyqu. Olam kuylaganday ko’rinsa sizga Hamda asir etsa ajib bir tuyg’u Tasalli izlaysiz hislaringizga, G’azallar yodlaysiz varaqlab kitob. Guldek qalbingizni yashnatar shunda Sevgi satrlari bo’lib oftob. Shunday kezda, qizlar, pok ishqingizga Tarjimon bo’lolsa bironta baytim, Sirdosh bo’lib qolsam hamisha sizga, Shu mening orzuyim, shodligim, baxtim.
* * *
Yoshimni so’rama, bema’ni bu oq Oralay berarkan sochlarga har vaqt. Shu o’tgan ozgina umrimga biroq, Hech vaqt achinmayman, shuning o’zi baxt.
Xiyonat, g’ybatni bilmadim sira, Nodonlik yo’liga qo’ymadim oyoq. Ishqim bo’lsin, dedim, nurdek pokiza, Balki shuning uchun sochimdagi oq.
Tarixni so‘zlama menga, ey odam, Bitta chalib bergin «Cho‘li iroq»ni. Bitta chalib bergin, toki yana ham Yaxshiroq ajratay qorani, oqni.
Bu kuy asrlarning baridan tortib Cho‘llarda toliqqan horgin karvonday Ming xil taqdirlarni ustiga ortib, Qalbimdan jimirlab o‘tadi qonday.
Tarixning eng olis qatlamlarida Armonda uxlagan orzu-alamlar. Dunyo manglayiga ajin tushirgan, Dardni, qarilikni yaratgan g‘amlar.
Sahro chechagining ayanch kulgusi, Yomg‘irdan jon kirgan tuproqning isi, Hammasi o‘tadi qalbimni o‘yib. Tuya bo‘ynidagi qo‘ng‘iroqlarning Tashnalik eslatgan jarangi bo‘lib Hammasi o‘tadi qalbimni o‘yib.
Tarixni so‘zlama menga, ey odam, Bitta chalib bergin «Cho‘li iroq»ni. Bitta chalib bergin, toki yana ham Yaxshiroq ajratay korani, oqni.
Haddidan oshganga uni chalib ber, Do‘stlar diydorini g‘animat bilmay, Sarobga shoshganga uni chalib ber! Chalib ber, chalib ber, andisha qilmay. O’tmishni so‘zlama, o‘git kerakmas, Shu kuyni bir marta chalib bersang bas.
* * *
Anhor labida juft-juft soyalar, Jilmayib o‘taman ko‘z qirin tashlab. Goh xayol qurmagur olib ketadi, Bahona topganday yoshlikka boshlab.
Yo‘q-yo‘q, men turmadim oydin tunlarda, Suvlar yoqasida ishq o‘tida mast. Men bunday damlarni yo‘lga termulib, Intizor o‘tkazdim har on, har nafas.
Yoshligim, umrimni, halovatimni Mardona topshirib vafo qo‘liga, Oylarni, yillarni minutlab sanab, Tunu kun qaradim yorning yo‘liga.
Hali begonaydik ajralishganda, Ko‘rishdik juda ham qadrdon, inoq. Yulib olsa hamki hijron yor vaslin, Qilib ketgan ekan unga yaqinroq.
She’r o‘qigim kelar, Charchoq hislarga So‘lim va musaffo havo purkasa. Qalbdagi bo‘shliqni to‘ldirib. Olamni muattar islarga, Yana chamanlarga burkasa.
Oq dengiz, yaxshi qol! Yaxshi qol, Shimol! Ko‘nglimda ishqingni olib qaytaman. Sochimni o‘ynaydi muzdek sho‘x shamol, Men unga dardimni qanday aytaman?
Kechqurun qirg‘oqda aylanib tanho Sevdim, sevib qoldim to‘lqinlaringni. Oyni cho‘miltirgan tinch tunlaringni Tushimda ko‘rganda ne qilarman, o?
O‘ynagil so‘ng marta, chayqal, erkalan! Armonim qolmasin ketar oldimda. Bag‘ringda baliqday yuzgan oq yelkan Bir umr sayr etgay mening yodimda…
Yaxshi qol, erkin suv! Yaxshi qol, dengiz! To‘lqinlar, qo‘ynimga qizday kirdingiz…