Göl Saatleri şairi bir hafta evvel söz vermişti. Yalnız nerede buluşabileceğimizin tayinini bana bırakıyordu.
– Mesela matbaada görüşebiliriz. Her gün İkdam’dayım, dört ile beş arasında.
Bir gazetecinin gündelik hayatında bu saatlerin nasıl dakikası dakikasına taksim edilmiş olduğunu Ahmet Haşim Bey, bilmez değildi. Fakat ne yapsın ki onun da başka zamanı yoktu. Geçen akşam Ankara caddesinde karşılaştığımız zaman hatırlattım:
– Haşim Bey, bugün, mutlaka sizi görmeliyim.
Bermutat[1], “hay hay olur ne zaman isterseniz” deyip geçecekti. Fakat o kadar ısrar ettim ki:
– Durun öyle ise… demeye mecbur oldu. Bu akşam saat yedi buçukta Lebon’da olmaz mı?
Tam vaktinde Lebon’da idim. Haşim Bey beni görür görmez saatine baktı:
– Tam yirmi dakika vaktim var.
Cevap verdim.
– O kadar sürmez bile…
-O halde, bekliyorum.
– Ne soracağımızı tahmin etmediniz mi?
– Tahmin ettim ama, ihtiyaten[2] sormayı tercih ederim. O zamana kadar ben de cevabını hazırlarım.
– Peki üstad… dedim. Mesela yazıya nasıl başladığınızı hikâye edebilirsiniz.
Çorak sanat sofrasında bize ilk ateşîn Piyale’yi sunan şair, bu sualimi dudaklarında gizli bir tebessümle dinledikten sonra dedi ki:
– Ben edebiyata, alayla başladım. Bakın size anlatayım. Küçükken edebiyat denilen “şey”i sevmezdim, şiirden filan âdeta iğrenirdim. Akrabadan bir süvari zabiti vardı. Muharebede öldü zavallı; o zamanlar, daha mektepte idi. Koltuğunda bir sürü kitapla hafta başlarında bizim eve gelirdi, bu kitaplar arasında Naci ve emsalinin[3] şiirleri de vardı. Ben, bunları her görüşümde:
– Uğraşacak başka bir şey bulamadın mı? diye zavallıya takılırdım. Sonra o orduya gitti. Kitapları bize kaldı. Bir gün, nasılsa merak ederek içlerinden bir tanesini elime aldım. Şurasına burasına göz atarken tuhaf bir alâka ile okumaya başladım. Sonra, nasıl bir boş dakikamda bilmiyorum, onlara benzer bir şey yazmak arzusu içimde uyanıverdi. Ve bir şiir yazdım. Bu benim ilk şiirimdi. Fakat, bir anda o kadar saçma ve mânâsız buldum ki, akabinde mektepte çekmeceye attım. Bir gün, arkadaşlardan biri çekmecemi karıştırırken bu saçmayı bulmuş ve benden habersiz, o zamanlar yeni intişar etmeye başlayan Mecmua-i Edebiye ismindeki risaleye göndermiş. Birkaç gün sora idi mecmuanın bir nüshası elime geçti.
A… tuhaf şey… muhaberât-ı aleniye[4] kısmında benim ismim: “Ahmet Haşim Efendi’ye” tarzında bir mukaddime[5], sonra da manzumenizi pek beğendik. Gelecek nüshamızda neşre başlayacağız! Kabilinden birkaç söz… Hayretler içinde kaldım. Şiirle meşgul olabileceğime bizzat kendim bile inanmıyordum. O zaman Galatasaray’da Ziya Bey isminde bir Fransızca hocamız vardı. Nasılsa kulağına çalınmış. Bir gün beni derse kaldırdı.
– Haşim Efendi, dedi, sen şiir yazıyormuşsun!
Kıpkırmızı oldum. Gûyâ, şâyân-ı hicab bir hareket yapmıştım. Derhal inkâr ettim:
– Hayır efendim…
Ziya Bey, buna inanmadı. Fakat inanmış görünerek:
– Ben senin daha ciddi şeylerle meşgul olmanı arzu ederdim, dedi.
Bu bana uzun müddet için ders oldu. Tamam üç sene şairliği bıraktım. Mekteb-i Sultanî’nin ikinci sınıfına geçtiğim zaman, hastalık tekrar nüksetti[6]. O tarihte postahane yanında, Babikyan isminde bir kitapçı vardı. Ara sıra, gider kitap filan alırdım. Bir gün yine oradan geçerken camekânda gözüme ilişti: Bu Sembolist Fransız şairlerinin müntehap eserlerinden mürekkep bir kitaptı, ismi de Bugünkü Şairler… (Les poètes d’aujourd’hui).
Henri de Régnier’nin, Verhaeren’in ve diğer muasır sanatkârların eserlerinden en güzel parçaları bir araya toplayan bu kitaba derhal alâkadar oldum ve derhal parasını verip bir tane satın aldım. Bu yepyeni şiir âlemi, benim üzerimde müthiş bir tesir yaptı. O kadar ki kitabı elimden bırakmaz olmuştum. Dershanede, sokakta, evde hep bu kitap… Dedim ya, yeniden şiire başlamıştım. “Şi’r-i Kamer”i bugünlerde yazdım fakat çok geçmeden onu da beğenmez oldum. Fransız serbest nazım usulünü Türkçeye tatbik etmeye özeniyordum. Bu tarzda yazdığım birkaç şiir, o sırada bazı kimselerin nazar-ı dikkatini celbetmiş. Bu alâka beni şiire ve sanata daha ciddi surette bağladı
Şiirle iştigalimden bir iki sene sonra Meşrutiyet ilan edildi. Benim neslimden gençler gülünç bir isim altında bir edebî taazzuv[7] vücuda getirmişlerdi. Ben, vâkıa o taazzuva kendimi tamamen bağlamış değildim. Fakat bütün oradakiler benim arkadaşımdı.
– Üstad, dedim, Fecr-i Âti’yi kastediyorsunuz galiba.
Haşim Bey, müstehziyane[8] devam etti.
– Evet, Fecr-i Âti… dediğim gibi. Ben bu fecr-i kâzibe[9] kendimi kaptırmadım. Yalnız, bu zümre ile kısaca alâkadar oldum. Bu alâkadarlığımın en büyük mükâfatı da bana Yakup Kadri ile tanışmak vesilesini vermiş olmasıdır.
Dedim ki:
– Ya Piyale üstad?.. Hepimizi mesteden Piyale’leden bahsetmediniz.
– Piyale’den evvel Göl Saatleri’ni yazmıştım. İzmir’de bulunduğum sıralarda idi. Bazı yaz akşamları, Halkapınar taraflarına giderdim. Orası birçok su birikintileri, sazlarla dolu idi. Yavru kuşlar, gelir o sazların üzerine konar ötüşürlerdi. Bu manzara üzerimde tesirini yapmaya başlamıştı. Her tenezzüh[10]te Göl Saatleri’nin mısraını hayalimde yapmak suretiyle iki ay içinde manzumemi ikmâl ettim.
Piyale ise beş altı sene sonra yazılmış şiirlerim bir araya getirilerek kitap halinde neşredildi. Piyale’nin başlıca kısmı lisanın Türkçeleşmesine doğru başlayan makul hareketin tesiri altında vücuda getirilmiş şiirlerdir.
– Nasıl yazarsınız, Haşim Bey?
Göl Saatleri şairi, durgun ve lâkayddı.
– Ben, dedi, şiiri hiçbir zaman ciddi bir iş olarak telâkki[11] etmedim. Ara sıra ve ancak kendimi yazmaya meyyal hissetiğim zamanlar yazı yazarım. Ve bunun içindir ki müşkilâta dûçâr[12] olmam. Bazen dört mısraı dört senede bitirdiğim vâkidir. Mısralar, senelere taksim edilince, görürsünüz ki yorgunluk çok değildir. Mamafih, yazının güç bir sanat olduğunu, uğraştırıcı ve müşkil bir iş olduğunu itiraf etmeliyim.
– Kimleri beğenirsiniz?
Haşim Bey tereddütsüz cevap verdi:
– Yakup kadri ve Falih Rıfkı’nın lisanından başkalarını beğenmem. Bunlar, bana lisanımdan zevk almam için kâfi geliyor.
Son zamanlarda ismi tanınmaya başlayan Kara Davud müellifi Nizamettin Bey’in de Türkçesinin hoşuma gittiğini söylemeliyim. Eskiler mi dediniz?
Eskileri bilâ-istisna[13] beğenirim. Hepsinde ayrı ayrı güzellikler ve fevkaladelikler buldum.
Soruyorsunuz: Gürültü arasında yazı yazabilir miyim? Azizim. Eğer bu gürültü hoşuma giden bir gürültü değilse hiç alâkadar olmam. Önümdeki yazı ile meşgul olmaktan beni ayıran gürültü, mutlaka merakımı tahrik etmiş demektir.
Haşim Bey burada tekrar saatine baktı: Bunu “Vapura ancak yetişebileceğim” demek olduğunu anlamamak imkânı var mıydı? Bize az fakat öz ve temiz sanat eserleri hediye eden kuvvetli şaire veda ederek yanından ayrıldım.[14]
M. Salahaddin Güngör
Dergâh Edebiyat Sanat Dergisi, s. 23 Cilt: I Sayı: 10, Aralık 1990
[1] Alışılmış olduğu üzere, gibi.
[2] İlerisini düşünerek.
[3] Benzerinin.
[4] İçindekiler, duyurular.
[5] Önsöz.
[6] Tazelendi.
[7] Şekillenme, hareket.
[8] Küçümsemek.
[9] Yalancı, aldatıcı aydınlık.
[10] Uzaklaşmak. Gezinti. Bağ ve bahçe gibi yerlere gam ve kederi dağıtmak için çıkmak.
[11] Düşünmek, görmek.
[12] Uğramış, yakalanmış.
[13] Ayırt etmeksizin.
[14] Güngör M. Salahaddin / Yeni Kitap / Sayfa: 2-5 Numara: 14 Haziran 1928
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder