3 Temmuz 2024 Çarşamba

Mahir Ünlü - Dünden Bugüne Taşkent

 



Taşkent Özbekistan Cumhuriyetinin başşehri ve Taşkent vilayetinin merkezidir. Orta Asya'nın en büyük şehirlerinden biridir. Şehrin bir merkez ilçesi (Mirza Uluğbek) ve on bir ilçesi vardır.

El yazması kitaplarda nakledilenlere göre Taşkent'in eski adı Çaç imiş. Taşkent'i Araplar işgal ettiğinde Arap alfabesinde “ç” olmadığı için “Şaş” diye söylenmeye başlamış. Birunî’nin, “Hindistan” adlı eserinde belirttiğine göre (Taşkent'in adında geçen) “taş” sözü Türkçedeki taş  sözüdür. Zamanla “şaş” şeklini almıştır. “Taşkent, taşlı köy demektir” diye açıklamaktadır. Ayrıca "taş" sözünün eski Türkçede ve bugünkü Özbek dilinde "dış" manasında kullanıldığını biliyoruz. Türkçedeki taşra, Özbekçedeki taşkarı, taşki sözlerinde bu husus açıkça görülür. Maveraünnehir bölgesinin kuzeye çıkan bir kapısı niteliğinde olan,

Buhara veya Semerkant merkezli bir medeniyet için Taşkent'in dışarıda sayılması da muhtemeldir. 

On üçüncü asırda ve on dördüncü asrın ilk yarısında Taşkent Çiğatay (Cengiz Han sülalesinden olup Türkleşmiş Moğol kabilesi, Türkçede Çağatay olarak söylenir) idaresinde kalmıştır. On dördüncü asrın ikinci yarısından on beşinci asrın son yıllarına kadar Timurîler tarafından idare edildi. 1404 yılında Mirza Uluğbek'e verildi. Bu devirde Taşkent şehri vaha ile çöl arasında müstahkem bir kale haline getirildi. Sınırları genişledi. Üretim, ticaret ve kültürel faaliyetler arttı. Şayhantahur (Şeyh Havendi Tâhir) külliyesindeki türbeler, Cuma Mescidi ve diğer mimari eserler kuruldu. Bu külliye işgal devirlerinde yerle bir olmuşsa da bağımsızlık döneminde Özbekistan'ın ilk cumhurbaşkanı İslam Kerimov tarafından yeniden inşa ettirilerek Taşkent'in en büyük camii (Hast İmam Mescidi), Özbekistan Müslümanlar İdaresi (bizdeki Diyanet İşleri Başkanlığı) ve medrese olarak hizmete açılmıştır.

On altıncı asırda Taşkent bayındır bir şehir haline gelmişti. Şehrin etrafı yeni bir duvarla çevrilmişti. Yeni mimari eserler boy göstermişti: Şayhantahur türbesi, Kökeldaş Medresesi, Barakhan medresesi o zamandan bugüne kalan eserlerdir.

Taşkent'in halen Özbekistan'ın başşehri olması sebebiyle Cumhurbaşkanlığı sarayı, Yüksek Meclis, Bakanlıklar, siyasi parti genel merkezleri, siyasi ve sosyal kurumlarla hayır kurumlarının merkezleri, diğer ülkelerin diplomatik temsilcileri bu şehirdedir.

1991 Yılından sonra şehrin merkezi meydanına “Müstakillik Meydanı” adı verilmiştir. Şehir merkezindeki büyük parklardan birine Emir Timur adı verilmiş, büyük devlet adamının heykeli bu meydana konulmuştur. Aynı parkta Timuriler Tarihi Devlet Müzesi kurulmuştur. Şehrin, âlimlerin yaşadığı semtlerinden birine de Mirza Uluğbek'in heykeli konulmuştur.


Taşkent, Özbekistan'ın kültür merkezidir. Burada çok sayıda üniversite, enstitü, lise, spor lisesi, meslek lisesi, temel eğitim okulu, anaokulu, kreş ve halk eğitim merkezi bulunmaktadır. Özbekistan'ın en fazla sirk, sinema ve tiyatro salonu, park ve bahçeleri bu şehirdedir.

Taşkent Orta Asya'nın en büyük ticaret merkezidir. Taşkent havaalanı milletlerarası öneme sahiptir. Şehirde iki hava alanı, tren garı, otobüs terminalleri mevcuttur.

Halkın önem vererek ziyaret ettiği Şeyh Zeynüddin türbesi, Çopanata türbesi, Keffal Şaşi türbesi, Hoca Alemberdar türbeleri bu şehirdedir. Hazret-i İmam Keffal Şaşi Hazret-i İmam diye anılırken halk arasında kısaca Hast İmam şeklinde söylenir olmuştur. Zengi Ata türbesi de Taşkentlilerin mukaddes bilip ziyaret ettiği türbelerdendir.

Taşkent'te çok sayıda hastane, spor salonu, spor alanı ve stadyum vardır. Taşkent'in televizyon yayınları dağıtım merkezi olan televizyon kulesi “teleminare” Yunusabad ilçesindedir.

Taşkent metrosu üç ayrı güzergahta yolcu taşımaktadır. Metro inşaatı 1973 yılında başlamış, dokuz istasyonu olan ilk güzergâhta 1977 yılında seferler başlamış, metro ilave inşaatlarla 2001 yılında tamamlanmıştır. İlk güzergahta Sabir Rahimov, Çilanzar, Mirza Uluğbek, Hamza, Milli Park, Halklar Dostluğu, Pahtakor, Müstakillik Meydanı: Emir Timur, Hamid Alimcan, Puşkin, Büyük İpek Yolu istasyonları yer almaktadır. İkinci güzergâhta Ali Şir Nevai, Özbekistan, Kozmonotlar, Aybek, Taşkent, Maşinasazlar, Çikalov, Gafur Gulam, Çarsu, Tinçlik ve Biruni istasyonları vardır. Üçüncü güzergâhta ise Minörik, Yunus Recebi, Abdullah Kadiri, Minar, Bademzar, Habib Abdullayev istasyonları vardır. Taşkent metrosu 9 şiddetinde depreme dayanıklı olarak projelendirilmiş olup metronun geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması için yol ve istasyon yapımları devam etmektedir.

Taşkent'te neşredilen çok sayıda gazete ve dergi mevcuttur. Özbekistan'ın en önemli yayınevleri Taşkent'tedir.

Eski çağlarda bütün önemli şehirler gibi Taşkent'in etrafı da yüksek duvarlarla çevrilmişti. Duvarların yüksekliği 8 metre, uzunluğu 10 kilometre civarındaydı. Halk arasında yaygın olan “şehir kapısız değil” deyimi o devirlerden kalmış olmalıdır. Yüksek kale duvarlarının her tarafında şehre giriş çıkış için on iki kapı kurulmuş. Kapıları hangi kabile koruyorsa onun adı kapıya verilmiş. İşte o kapılar:

1.   Kıyat kapısı: Adını Kıyat kabilesinden almış. Parkent kapısı veya Kokan kapısı da denir.

2.   Türkler kapısı

3.   Özbek kapısı

4.   Tahtapul kapısı

5.   Karasaray kapısı

6.   Çiğatay kapısı: Cengiz Han soyundan Çiğatay (Çağatay) adını taşıyor.

7.   Su’baniyan (Sağban) kapısı: Sağban adının pazar yeri bekçilerini ifade ettiği çeşitli kaynaklarda yer almaktadır.

8.   Kökçe kapısı

9.   Kemanderan (Kamalon) kapısı

10.  Kanklı kapısı

11. Beşağaç kapısı

12. Katağan kapısı: Bu kapının eski adının Koymazkineges’miş.

Katağan, baskı, yasak demek. Katağan dediğinizde Özbek halkının 1930'lu yıllarda Stalin yönetiminde Türk aydınlarına uygulanan yok etme politikası akla geliyor. 1991 Yılında bağımsızlığını ilan eden Türk cumhuriyetlerinde bu yönden yaşanan bir çelişkiye şahit olursunuz. Bir tarafta Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği döneminde katledilen aydınların hatırası, diğer taraftan da İkinci Dünya Savaşı'nda Sovyet Sosyalis Cumhuriyetlerini korumak için Almanlara, İtalyanlara ve Japınlara karşı savaşan evlatlarının anıları. Tarih bazen insana bu çelişkiyi yaşatıyor. Özbekistan cumhurbaşkanı İslam Kerimov da Müstakillik Meydanı'nda Nazilere karşı savaşan vatandaşlarının hatırasına abideler dikerken diğer yandan da taşkent'in Yunusabad ilçesinde "Qatagʻon qurbonlari xotirasi muzeyi" (Baskı kurbanları müzesi) yaptırmış. Bir tarafta Sovyetler Birliği ordusunda savaşan askerlerin hatırası, diğer tarafta da Sovyetler Birliği adı verilen Rus İmparatorluğunun katlettiği vatansever aydınların hatırası...



Eskiden şehrin on mahalleden ibaret olan semtine “dehe" adı verilirmiş. Daha sonra şehir büyüdükçe “dehe” kelimesi ilçe (bugünkü Özbekçede Tümen deniyor) manasını almış.

Suyun altın değerinde olduğu Orta Asya'da Taşkent'in sularından bahsetmemek olmaz. Çimgan adı verilen dağın eteklerinden gelen sular Taşkent'in içinde dere ve kanallardan akıp gitmekte, yazları oldukça sıcak geçen Taşkent'i serinletmektedir.

Her şeyiyle bizden bir şehir olan Taşkent'te Özbekler, Kazaklar, Türkmenler, Stalin'in Kafkasya'dan sürgün ettiği Ahıska Türkleri ve bunların yanında Ruslar, UkraynalIlar, Koreliler ve Yahudiler bir arada yaşamaktadır. Nüfusun çoğunluğu nu oluşturan Özbekler, işgal yılları ve komünist dönemde asimile olmamak için olağanüstü bir direnç göstermişlerdir. Özbek halkını tanımak için Kökçe taraflarında, tek katlı, bahçeli, bahçesi duvarlarla çevrili bir aileye misafir olmak gerekir. Orada kırk yıl önceki Anadolu köylerinde kalan misafirperverlik hala yaşamakta hatta daha fazlasıyla yaşatılmaktadır.

1966 yılında yaşanan şiddetli deprem Taşkent'in birçok semtini yerle bir etmiş. Deprem sonrası inşa edilen dört katlı binalar bugün hala en güvenli binalar gibi görünüyor. Küçük bir depremde sokağa dökülen şehirlerimizi gördükten sonra dört şiddetindeki depremde pencereye bile çıkmayan Taşkentliler bu güveni yaşıyorlar.

Özbekistan'ın Fergana ağzıyla konuşan insanları Türk insanı kolayca anlar. Taşkent ağzı ise bizim için anlaşılması zor bir konuşma dili. Asırlar boyu Farsçanın tesirinde kalan bu şive Rus işgali ve Sovyetler Birliği devrinde Rusçadan çok sayıda kelime almış. Bağımsızlık öncesi ve sonrası da başşehir olması sebebiyle bu konuşma dili Özbekistan'da yazı diline de hâkim olmaya başlamış. Bu sebepledir ki Eski Türkçenin en tatlı şivelerinden biri olan Özbekçe, Ali Şir Nevai'nin emeklerini heba ediyor. Rusların dayattığı Kiril alfabesinde ve ona uygun olarak kabul edilen yeni Latin alfabesi ı-i, o-ö, u-ü seslerinin birer harfle gösterilmesi hatta "ö" harfinin dillerinde olmadığını iddia etmeleri Özbekçeyi diğer Türk lehçe ve şivelerinden ünlü uyumu yönüyle uzaklaştırıyor.

Geniş yolları, düzgün caddeleri, yemyeşil parkları ve eğlence mekanlarıyla bugünü yaşamak isteyenlere hitap ediyor. Bizim gibilere ise ya Çimgan'da dağ gezintisi veya Semerkant'ta, Buhara'da, Hive'de tarihin derinliklerinde kaybolmak en güzeli.

Fuzuli- Gazel (Germdir şâm ü seher mihrinle çerh-i lâciverd)

 

Germdir şâm ü seher mihrinle çerh-i lâciverd
Geh sirişk-i âl eder izhâr geh ruhsâr-i zerd

Nuri Şimşekler - Mesnevi Hikâyeleri Üzerine



“Hikâye değil bunlar kendi hâlimiz”

Doğu edebiyatlarında yazar ve şairlerin eserleri arasında naklettiği -özellikle hayvan-hikâyelerin temelini Beydaba’nın Sanskrit diliyle kaleme aldığı Kelile ve Dimne oluşturur. Binlerce edebi esere kaynaklık eden Kelile ve Dimne, şüphesiz İslami edebiyatla birlikte özellikle Fars ve Türk edebiyatlarındaki eserlerde de önemli bir yer edinmiştir. Bununla birlikte söz konusu eserlerde direk alıntıların yanı sıra Kelile ve Dimne’den esinlenerek yeni hikâyeler de oluşturulmuş, yazar ve şairler insanlara vermek istedikleri mesajları hayvan karakterlerini hikâyelerine malzeme edinerek vermeye çalışmışlardır.

1250’li yıllarda kaleme alınmaya başlanan Mevlâna’nın Mesnevî’si de kendinden önceki yüzlerce eserde olduğu gibi bu üslubu benimsemiş, tavşanı, aslanı, timsahı, tilkiyi, kuzgunu, bülbülü, tavusu, karıncayı… bilinen özellikleriyle insanların hâlini anlatmak için bir sebep kılmıştır.

Mesnevî, çoğunu Kelile ve Dimne’den aldığı hayvan hikâyeleriyle birlikte; Hz. İsa ve çoban, Hz. Musa ve Firavun, Hz. Süleyman ve Belkıs, Gazneli Mahmud ve sâdık hizmetçisi Ayaz, İbrahim b. Edhem ve Ebu’l Hasan-ı Harakani gibi gerçek kişilikleri hikâyelerine malzeme edinir. Ayrıca, Çinli ve Anadolulu ressamlar, sahte şeyhler, bedevi ve karısı; Türk, Rum, Arap, Hind ve Acem ırkları; sağır, kör, güzel, çirkin gibi çeşitli vasıflarıyla farklı karakterleri “Mesnevî filmi”nin içine yerleştirerek okuyucusuna öğüt vermeyi amaçlar.

Mesnevî hikâyelerindeki üslup ve karakterler

Yukarıda da belirtildiği gibi Mesnevî’deki hikâyelerin büyük bir bölümü İslâmî edebiyatlarda da gelenek olduğu üzere Kelile ve Dimne’den alınmadır. Bununla birlikte Şems-i Tebrizi’nin Makâlât’ından, üslup olarak oldukça etkilendiği Fars edebiyatının önemli simalarından Senâ’î ve Attâr’ın mesnevilerinden ve halk arasında anlatılanlardan oluşmaktadır. Mevlâna bu hikâyeleri naklederken ilgili yerlere atıfta bulunur ve “bir de benden dinle de o hikâyeler masal gibi gelmesin sana. Dış yüzünü okudun, iç yüzünü de benden dinle…” diyerek bu hikâyeleri kendi üslubuna göre yansıtır ve hikâye karakterlerindeki iyi-kötü rolleri okuyucusundaki benzer huylara benzetir.

26 bin beyite yakın Mesnevî’nin 36. beyitinde başlar Mevlâna’nın ilk hikâyesi ve devam eder son beyite kadar. Bir hikâye diğerini izler; hatta daha biri bitmeden diğer hikâyenin kahramanları girer başka bir hikâyeyle. Böylece iç içe geçmiş yüzlerce hikâye, yüzlerce kahraman, film karakterleri gibi canların gözü önünde okuyucunun.

Padişah vardır, güzel bir cariye vardır, kuyumcu yakışıklı bir genç vardır; tıp doktoru vardır, ilâhi hekim vardır. Aslında bütün bu kişilikler gerçek değildir. Bir insanın kendi içindeki iyi kötü huylardır. Nefsidir insanın, hep dünyalık mala talip olan. Gönlüdür insanın, nefse karşı aşk kılıcı ile savaşıp kişiyi ondan kurtaran. Bu arada ilahi hekim de vardır bu hikâyede. Gönül sahibi değilse insan ona yardımcı olacak, “kötü adam” nefsin bertaraf edilmesi için ona yol gösterecek. O hekim de “aşk”tır.  

Hileci Yahudi bir vezir vardır. Hıristiyanların arasına girip, kendisini onlardan gösterip, bilinçli olarak onlara yolunu saptıran. Hükümdarı da yardımcı olur onun bu “kutsal hizmet”ine. Ve sonunda bu bozgunculuğu netice verir ve Hıristiyanları düşürür birbirine. Aslında gerçek anlamda ne o vezir vezirdir, ne o hükümdar hükümdar. Bir insanın içine sızıp onu dünya nimetleriyle kandırmaya çalışan “maddiyat avcısı”dır. Bir insanın gönlüne sızıp onu yanlış yönlendiren ve hattâ hiç düşünmezken, o kişiye “liderlik, şeyhlik” mücadelesi başlatıp diğer insanlarla bir kavgaya düşüren “nefis”tir.

Ayı da vardır bu hikâyelerde insanın dost edindiği. Ancak bu “dost” olmadık yerde iyilik yapma yerine dostunun ölümüne sebep olur. Cahil arkadaştır o ayı, gerçek ayı değil.

Tavus da vardır, insanın gösterişe düşkünlüğünü temsil eden; kaz da vardır içimizdeki hırsa dikkat çeken.

Aslan da vardır o hikâyelerde “lider” sıfatıyla âdil olması gerektiği halde adaleti terk eden. Bunun karşısında “eşkıya”yı temsil eden kurt da vardır. Ama bu senaryoda “hile” yapmaya çalışan tilki de vardır ki, onun sonu da adaletsizliği “adalet” olarak gördüğünden dolayı canını kaybetmesidir. Aslan, kurt, tilki; kimdir bunlar? Bir ülkedeki âdil olmayan yöneticilerdir, hep şiddete ve yıkmaya yönelik çalışmalar yapan muhaliflerdir, âdil olmayan yöneticiye “yağdanlık” yapan menfaatçilerdir.

Sadece hayvan hikâyeleri mi vardır Mesnevî’de, tabi ki hayır…

Güzel sesli bir müezzin de vardır bu hikâyelerde. Güzel sesiyle etkilediği Hıristiyan bir kızı İslamiyet’e ısındıran. Ancak, çirkin sesli müezzin de var bu senaryoda. Çirkin sesiyle okuduğu ezan sebebiyle Müslüman olması “an” meselesi olan o kızı bu yoldan alıkoyan. Hikâyedir bunlar, ancak bir sebeptir, bir vesiledir, kendini duyup anlayana. Aslında İslamiyet’i güzel temsil edendir o güzel müezzin, diğeri de Kur’ân-ı Kerim’i ezbere bilse de  “…sevdiriniz nefret ettirmeyiniz” hadis-i şerifinden gâfil olan din adamıdır.

Bitmez Mesnevî hikâyeleri;

Bazen tencereden kaçmak isteyen bir “nohut” misaliyle pişip olgunlaşmak için dertle yanıp kavrulmayı ve sabrı öğütler;

Bazen birbirlerinden ayrılmaları sebebiyle oltaya tutulan balıklar aracılığıyla bize birlik ve beraberliğin önemini hatırlatır;

Bazen namaz için camiye giren, ancak konuşmaları neticesi birbirlerinin namazının bozulmasına sebep olan dört Hintli Müslüman’ın diliyle bizlere başkalarının kusurunu ararken kendimizin de kusur işlediğini hatırlatır;

Bazen başına kocaman bir sarık sararak kendini gerçek şeyh gibi göstermeye çalışan bir fakihin haliyle bize ilmin sarıkta değil, beyinde, gönülde olduğunun mesajını verir;

Bazen hırsından dolayı olayları âşikâr göremeyen bir kadının şehvet peşinde hayatını kaybetmesi örneğiyle bizlere hırs ve şehvetin insanı kör ettiği, nefsinin emrine giren kişinin bir gün gelip helâk olacağı ikazında bulunur;

Bazen de bir farenin deveye kılavuzluğa yeltenmesi sebebiyle yarı yolda nasıl kalakaldığı hikâyesini anlatarak kendimizi ölçüp tartarak boyumuzdan büyük işlere kalkışmamamızı, eğer böyle olursa mutlaka bir gün mahcup olacağımızı hatırlatır.

Hikâye değil bunlar kendi hâlimiz…

Hikâyedir bunlar zâhirde; ama Mevlâna’nın deyimiyle içindeki anlam “kendi hâlimiz”dir, insanoğlunun hâlidir. Terazi kefesi gibidir bu hikâyeler, manası da içindeki dane. Bunları hikâye gibi okuyan ve içindeki gerçek manasını kavrayamayan ise, ancak kefeye bakar içindeki daneden istifade edemez.

Evet; Mesnevî hikâyelerle doludur, ancak Mevlâna’nın da dediği gibi o hikâyede kendini görüp anlayan ve eksiğini gidermeye çalışan kişi de “er kişi”dir. Bunları hikâye gibi okuyan ancak masal dinlemiş olur. İçindeki gerçeğe ulaşıp bu hikâyeleri içselleştirip hayatına uygulayan kişi de manevi gıdaya kavuşmuş olur.

“Mesnevî’deki sözlerden maksadım senin sırrındır; onu şiir halinde söylemekteki muradım senin sesindir.

Mesnevî, masal diyene masaldır; fakat bu kitapta halini gören, bu kitapla kendini anlayan kişi de er kişidir.

Biz neye bu derecede söze daldık? Hikâye söyleyelim derken hikâye olduk gittik!

İş bilen, söz anlayan adama bu söz, hikâye değil. Halimi anlatıyorum ben, Sevgili’nin huzurundayım ben!

(Mesnevî, IV, 758, 32; III, 1147, 1149)

 

Dr. Nuri ŞİMŞEKLER

Selçuk Ün. Mevlâna Araştırmaları Enstitüsü Müdürü

n.simsekler@selcuk.edu.tr

Kaynak: semazen.net

 



2 Temmuz 2024 Salı

Osman Çeviksoy - Ne Oldu Bize?



Akşamla yatsı arası bir vakitte uçağımız Stuttgart havaalanına inmek üzere alçalınca şehrin ışıklarını gördük. Arkadaşlardan biri “Şu güzelliğe bakın!” dedi. “Böyle bir manzarayı Türkiye de göremeyiz. Avrupa’ya geldiğimiz belli oldu. İyi bakın; kaçırmayın şu güzelliği, ışık cümbüşünü…” 

 Üçümüz de uçağa ilk kez biniyor, karanlıkta bir şehri uçaktan ilk kez görüyorduk. Arkadaşımızın böyle konuşması, diğerinin de onu onaylaması zoruma gitmişti. Uçağın pencerelerine kapanarak ininceye kadar Stuttgart’ın ışıklarını seyretmiştik. 

O yıl izine dönerken denk geldi; İstanbul Atatürk Hava Limanına gece indik. İstanbul’un ışıklarını uçaktan seyrettim. Stuttgart kadar güzeldi. Sonra pek çok şehri hem gece hem gündüz uçaktan seyretme imkânı buldum. Ankara, Erzurum, Malatya, Kayseri, Kazan, Bakü, Almatı, Bağdat, Basra vb…

Sadece Avrupa Şehirleri değil, bulutsuz gecelerde uçaktan bakılan her şehir güzel görünüyordu. 

İki meslektaşım görev süremiz boyunca Avrupa’da her gördüğüne hayran olarak yaşadı, geriye hayran döndü.

Hiç değilse döndü onlar.

Şimdikiler dönmüyor, dönseler de geri gitmek istiyorlar. Bilmezlikten gelerek soruyorum:

Niye ki…

Ne oldu bize?



Mevlana Celaleddin - Mesnevi-i Manevi (Birinci Defter/Neynâme)

 


1  Dinle, bu ney nasıl şikâyet ediyor, ayrılıkları [nasıl] anlatıyor. 

2 [Diyor ki]: Beni kamışlıktan kestiler keseli, feryadımla erkek kadın ağlayıp inledi. 

3 Özlem derdini anlatabilmem için ayrılıktan dilim dilim olmuş bir yürek isterim. 

4 Kendi aslından uzak kalan herkes, yine kavuşma zamanını arar. 

5 Ben her toplulukta inleyip sızladım; bedbahtlara da eş oldum bahtiyarlara da. 

6 Herkes kendi zannınca yar oldu bana; [lakin hiç kimse] içimdeki sırları aramadı. 

7 Benim sırrım iniltimden uzak değil; ama gözde ve kulakta o ışık yok. 

8 Beden candan, can bedenden gizli değil; ama canı görmeye kimsenin izni yok. 

9 Ateştir bu neyin sesi, yel değil; kimde bu ateş yoksa yok olsun o. 

10 Aşkın ateşidir neye düşen; aşkın coşkusudur şaraba düşen. 

11 Ney, bir sevgiliden kopup ayrılanın arkadaşıdır; perdeleri, perdelerimizi yırttı bizim. 

12 Ney gibi bir zehri ve panzehri kim gördü? Ney gibi bir soluktaşı, özlem çekeni kim gördü? 

13 Ney kanla dolu bir yoldan söz ediyorr, Mecnun’un aşk hikâyelerini anlatıyor. 

14 Bu aklın mahremi akılsızdan başkası değil; zaten dilin de kulaktan başka müşterisi yok. 

15 Günler gamımızla akşam oldu, günler yanışlarla yoldaş oldu.

16 Günler geçip gittiyse gitsin, korkumuz yok. [Yeter ki] sen kal ey temizlikte eşi benzeri olmayan! 

17 Balıktan başka herkes suyuna kandı; rızkı olmayanınsa günü uzadı da uzadı. 

18 Pişkinin halinden anlamaz hiçbir ham, öyleyse sözü kısa kesmek gerek vesselâm. 

19 Bağı çöz, hür ol ey oğul! Daha ne kadar gümüş kaydında, altın kaydında olacaksın? 

20 Denizi bir testiye döksen ne kadar alır? Bir günlük nasip ancak. 

21 Açgözlülerin göz testisi dolmadı; sedef kanaat etmedikçe inciyle dolmadı. 

22 Kimin elbisesi bir aşk yüzünden yırtıldıysa, açgözlülükten ve ayıptan tamamen arındı o.

23 Şad ol, a bizim sevdası hoş aşkımız; a bizim bütün hastalıklarımızın tabibi! 

24 A gururumuzun, kibrimizin devası; a Eflatun’umuz, Calinus’umuz bizim. 

25 Toprak beden, aşk sayesinde göklere ağdı; dağ raksa başladı, çevikleşti. 

26 Ey âşık, aşk, Tur’a can kesildi; Tur mest oldu, Musa düşüp bayıldı. 

27 Soluktaşımın dudağına eş olsaydım, ben de ney gibi söylenecekleri söylerdim. 

28 Dildeşinden ayrı düşen kimse, yüzlerce nağmesi de olsa dilsizleşir. 

29 Gül gidip gül bahçesinin zamanı geçti mi, bir daha bülbülden maceralarını işitemezsin.

30 Her şey sevgilidir, âşıksa bir perde; diri olan sevgilidir, âşıksa bir ölü. 

31 Aşka rağbeti olmayan kanatsız bir kuşa benzer, eyvahlar olsun ona! 

32 Önümde ardımda sevgilimin ışığı olmadıkça, önü sonu aklım nasıl alır benim? 

33 Aşk bu sözün dışa vurulmasını ister, ayna gammaz olmaz da ne olur? 

34 Bilir misin aynan neden gammaz değil? Yüzünden pası silinmemiş de ondan...









Nabi - Gazel (Yâre varsın peyk-i nâlem âh ü zârım söylesin)

 


Yâre varsın peyk-i nâlem âh ü zârım söylesin
Âb-ı çeşm-i girye-i bî-ihtiyârım söylesin

Çâk-çâk-i sîne versin mevce-i gamdan haber
Zahm-ı hûn-pâş-ı derûnum inkisârım söylesin

Gonca gülsün gül açılsın cûy feryâd eylesin
Sen dur ey bülbül biraz gülşende yârim söylesin

Ârzû-yi vasl ile şeb-zindedâr olduklarım
Girye-i hasretle çeşm-i intizârım söylesin

Bende yok kudret edâya harf-i şevk-ı Nâbiyâ
Hâme-i rengin-sarîr-i bî-karârım söylesin

(Fâ i lâ tün / fâ i lâ tün / fâ i lâ tün / fâ i lün)

Fuzuli - Gazel (Nâlendedir ney kimi âvâze-i aşkım bülend)

 

Nâlendedir ney kimi âvâze-i aşkım bülend
Nâle terkin kılmazam ney tek kesilsem bend bend

1 Temmuz 2024 Pazartesi

Hüseyin Nihal Atsız - Geri Gelen Mektup

 


Ruhun mu ateş, yoksa o gözler mi alevden?
Bilmem bu yanardağ ne biçim korla tutuştu?
Pervane olan kendini gizler mi hiç alevden?
Sen istedin ondan bu gönül zorla tutuştu.

Gün, senden ışık alsa da bir renge bürünse;
Ay, secde edip çehrene, yerlerde sürünse;
Her şey silinip kayboluyorken nazarımdan,
Yalnız o yeşil gözlerinin nuru görünse...

Ey sen ki kül ettin beni onmaz yakışınla,
Ey sen ki gönüller tutuşur her bakışınla!
Hançer gibi keskin ve çiçekler gibi ince
Çehren bana uğrunda ölüm hazzı verince
Gönlümdeki azgın devi rüzgarlara attım;
Gözlerle günah işlemenin zevkini tattım.
Gözler ki birer parçasıdır sende İlahın,
Gözler ki senin en katı zulmün ve silahın,
Vur şanlı silahınla gönül mülkü düzelsin;
Sen öldürüyorken de vururken de güzelsin!

Bir başka füsun fışkırıyor sanki yüzünden,
Bir yüz ki yapılmış dişi kaplanla hüzünden...
Hasret sana ey yirmi yılın taze baharı,
Vaslınla da dinmez yine bağrımdaki ağrı.
Dinmez! Gönülün, tapmanın, aşkın sesidir bu!
Dinmez! Ebedi özleyişin bestesidir bu!
Hasret çekerek uğruna ölmek de kolaydı,
Görmek seni ukbadan eğer mümkün olaydı.

Dünyayı boğup mahşere döndürse denizler,
Tek bendeki volkanları söndürse denizler!
Hala yaşıyor gizlenerek ruhuma 'Kaabil'
İmkanı bulunsaydı bütün ömre mukabil
Sırretmeye elden seni bir perde olurdum.
Toprak gibi her çiğnediğin yerde olurdum.

Mehtaplı yüzün Tanrı'yı kıskandırıyordur.
En hisli şiirden de örülmez bu güzellik.
Yaklaşması güç, senden uzaklaşması zordur;
Kalbin işidir, gözle görülmez bu güzellik...



Hüseyin Nihal Atsız - Ağıt

 


Gönlümde yazdığım bu son ağıta Nazire yaparak coşan dalgalar! Hastası olup da geç vakit hekim Arayanlar gibi koşan dalgalar! Sizin de elbette var bir sızınız, Bundan mı geliyor korkunç hızınız? Beni de beraber alır mısınız Kederle kabarıp şişen dalgalar? Sizinle paylaşsak bu korkunç gamı; Bitmiyor bu sonsuz ecel akyamı. Bilmem ki bundan mı titriyor gemi Ey dalgakıranı aşan dalgalar! Hey Atsız! Çöküyor eski bir direk. Baksan da dünyaya titremeyerek Hepimiz beraber haykırsak gerek Ey belâ dehrinde pişen dalgalar!..


30 Haziran 2024 Pazar

Aşık Yaşar Reyhani - Gidirem*

 


Öz canımdan çok sevdiğim Erzurum
Çaresiz dişimi sıktım gidirem
Gafillerden darbe yedi gururum
Çaresiz dişimi sıktım gidirem

Selam olsun ecdat ile abaya
Abdurrahman Gazi, Habip Baba'ya
Tuz ektiler çalıştığım çabaya
Kaderime boyun büktüm gidirem

Benim canım feda idi bin cana
Bin can az derlerse iki bin cana
Kırk senelik gözyaşımı fincana
Kattım Karasu'ya aktım gidirem

Kırılmış sazımı astım tavana
Çevirdim yönümü döndüm divana
Gurbet kelepçedir yurdu sevene
Bilerek koluma taktım gidirem

Nazar ettim solu ile sağına
Sanki matem düşmüş yar otağına
Seyreyledim Palandöken dağına
Üç kez geri döndüm baktım gidirem

Yel devirsin sebeplerin kökünü
Sırtıma verdiler sitem yükünü
Kırk senedir beklediğim ekini
Harmana dökmeden yaktım gidirem

Alnımız apaçık yüzüm karasız
Buna rağmen kuyladılar yarasız
Tambura köyünden Emrah çaresiz
Ben de Erzurum'dan çektim gidirem

Reyhani'yim aşk ateşim dinmedi
İftira darbesi cana sinmedi
Zeynel Horasan'a gitti dönmedi
Bu da benim kara bahtım gidirem...

------

*gidirem: Gidiyorum (Erzurum ağzı).




Aşık Yaşar Reyhani - Bahar Gelsin Şu Dağlara Gideyim

 


Bahar gelsin şu dağlara gideyim
Belki derdimize çare bir çiçek
Toplayıp devşirip harman edeyim
Açılan yaramı sara bir çiçek

Çünkü o da bir çiçeğin delisi
Kelebektir böceklerin alisi
Yeşil yamaç tabiatın halısı
Nakış dökmüş ara ara bir çiçek

Kara taşta ala geyik sesi var
O geyiğin ıssız taşta nesi var
Kavalın bir acı inlemesi var
Çobanı düşürmüş zara bir çiçek

Ben de bir aşığım Reyhani adım
Sorun çiçeklere az mı yalvardım
Benim tabiattan bir tek muradım
Götüreyim nazlı yara bir çiçek



Aşık Yaşar Reyhani - Erzurumlu Gelin



Erzurumlu gelin düştü aklıma
Çıkıp yollarıma bakanım oy oy
Gözü sürme bilmez eller kınalı
Üstünde şimşekler çakanım oy oy

Dağı bilir bağı bilmez sevdiğim
Ağlamayı bilir gülmez sevdiğim
Esans kolanyayı sürmez sevdiğim
Üzerinde tezek kokanım oy oy

Sabah olur yarım ekmek götürür
Gün öğle olmadan yiyer bitirir
Yavrusunu taş dibine yatırır
Yalınayak bostan ekenim oy oy

Yıkık avlusuna hasır sererek
Körpe yavrusuna göğüs gererek
Gündüzleri rüzgarlardan sorarak
Gece yıldızlara bakanım oy oy



Rıza Tevfik Bölükbaşı - Uçun Kuşlar


Sevgili oğlum Mehmed Said'e


Uçun kuşlar uçun, doğduğum yere
Şimdi dağlarında mor sümbül vardır
Ormanlar koynunda bir serin dere
Dikenler içinde sarı gül vardır

Oktay Rifat Horozcu - Hürrem Sultana Gazel



Bu dünyayı seninle sevmişim, Hürrem!
Öldürür diriltirsin, Mesih'im, Zühre'm!

Karunca mal yığsam ben neylerim sensiz,
Neylenir saltanat sensiz, gözüm, gözdem!

Allar kuşan, has bahçeden güller takın,
Bir düştür seyrettiğin aynadan madern!

Gel kavuş akşamla, desinler: 'Ay doğmuş!'
'Dağılmış, müjdeler olsun, zülüf, perçem!'

Yüzgörümlük Eflak ve Buğdan, dilersen
Bu can var, esirgenmez, iste bir tanem!

Turgut Uyar - Göğe Bakma Durağı



İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım

Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi aferin tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım

Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gizlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım

Ahmet Haşim - Mukaddime

 


Karaosmanzâde Câvide Hayri Hanımefendi'ye
Zannetme ki güldür, ne de lâle Âteş doludur, tutma yanarsın Karşında şu gülgûn piyâle... İçmişti Fuzuli bu alevden, Düşmüştü bu iksir ile Mecnûn Şi'rin sana anlattığı hâle... Yanmakta bu sagârdan içenler, Doldurmuş onunçün şeb-i aşkı Baştanbaşa efgân ile nâle... Âteş doludur, tutma yanarsın Karşında şu gülgûn piyâle!..

M. Salahaddin Güngör - Ahmet Haşim Bey Hayatını Anlatıyor

 


        Göl Saatleri şairi bir hafta evvel söz vermişti. Yalnız nerede buluşabileceğimizin tayinini bana bırakıyordu.
         – Mesela matbaada görüşebiliriz. Her gün İkdam’dayım, dört ile beş arasında.
        Bir gazetecinin gündelik hayatında bu saatlerin nasıl dakikası dakikasına taksim edilmiş olduğunu Ahmet Haşim Bey, bilmez değildi. Fakat ne yapsın ki onun da başka zamanı yoktu. Geçen akşam Ankara caddesinde karşılaştığımız zaman hatırlattım:
        – Haşim Bey, bugün, mutlaka sizi görmeliyim.
        Bermutat[1], “hay hay olur ne zaman isterseniz” deyip geçecekti. Fakat o kadar ısrar ettim ki:
        – Durun öyle ise… demeye mecbur oldu. Bu akşam saat yedi buçukta Lebon’da olmaz mı?
        Tam vaktinde Lebon’da idim. Haşim Bey beni görür görmez saatine baktı:
        – Tam yirmi dakika vaktim var.
        Cevap verdim.
        – O kadar sürmez bile…
        -O halde, bekliyorum.
        – Ne soracağımızı tahmin etmediniz mi?
        – Tahmin ettim ama, ihtiyaten[2] sormayı tercih ederim. O zamana kadar ben de cevabını hazırlarım.
        – Peki üstad… dedim. Mesela yazıya nasıl başladığınızı hikâye edebilirsiniz.
        Çorak sanat sofrasında bize ilk ateşîn Piyale’yi sunan şair, bu sualimi dudaklarında gizli bir tebessümle dinledikten sonra dedi ki:
        – Ben edebiyata, alayla başladım. Bakın size anlatayım. Küçükken edebiyat denilen “şey”i sevmezdim, şiirden filan âdeta iğrenirdim. Akrabadan bir süvari zabiti vardı. Muharebede öldü zavallı; o zamanlar, daha mektepte idi. Koltuğunda bir sürü kitapla hafta başlarında bizim eve gelirdi, bu kitaplar arasında Naci ve emsalinin[3] şiirleri de vardı. Ben, bunları her görüşümde:
        – Uğraşacak başka bir şey bulamadın mı? diye zavallıya takılırdım. Sonra o orduya gitti. Kitapları bize kaldı. Bir gün, nasılsa merak ederek içlerinden bir tanesini elime aldım. Şurasına burasına göz atarken tuhaf bir alâka ile okumaya başladım. Sonra, nasıl bir boş dakikamda bilmiyorum, onlara benzer bir şey yazmak arzusu içimde uyanıverdi. Ve bir şiir yazdım. Bu benim ilk şiirimdi. Fakat, bir anda o kadar saçma ve mânâsız buldum ki, akabinde mektepte çekmeceye attım. Bir gün, arkadaşlardan biri çekmecemi karıştırırken bu saçmayı bulmuş ve benden habersiz, o zamanlar yeni intişar etmeye başlayan Mecmua-i Edebiye ismindeki risaleye göndermiş. Birkaç gün sora idi mecmuanın bir nüshası elime geçti.
        A… tuhaf şey… muhaberât-ı aleniye[4] kısmında benim ismim: “Ahmet Haşim Efendi’ye” tarzında bir mukaddime[5], sonra da manzumenizi pek beğendik. Gelecek nüshamızda neşre başlayacağız! Kabilinden birkaç söz… Hayretler içinde kaldım. Şiirle meşgul olabileceğime bizzat kendim bile inanmıyordum. O zaman Galatasaray’da Ziya Bey isminde bir Fransızca hocamız vardı. Nasılsa kulağına çalınmış. Bir gün beni derse kaldırdı.
        – Haşim Efendi, dedi, sen şiir yazıyormuşsun!
        Kıpkırmızı oldum. Gûyâ, şâyân-ı hicab bir hareket yapmıştım. Derhal inkâr ettim:
        – Hayır efendim…
        Ziya Bey, buna inanmadı. Fakat inanmış görünerek:
        – Ben senin daha ciddi şeylerle meşgul olmanı arzu ederdim, dedi.
        Bu bana uzun müddet için ders oldu. Tamam üç sene şairliği bıraktım. Mekteb-i Sultanî’nin ikinci sınıfına geçtiğim zaman, hastalık tekrar nüksetti[6]. O tarihte postahane yanında, Babikyan isminde bir kitapçı vardı. Ara sıra, gider kitap filan alırdım. Bir gün yine oradan geçerken camekânda gözüme ilişti: Bu Sembolist Fransız şairlerinin müntehap eserlerinden mürekkep bir kitaptı, ismi de Bugünkü Şairler… (Les poètes d’aujourd’hui).
        Henri de Régnier’nin, Verhaeren’in ve diğer muasır sanatkârların eserlerinden en güzel parçaları bir araya toplayan bu kitaba derhal alâkadar oldum ve derhal parasını verip bir tane satın aldım. Bu yepyeni şiir âlemi, benim üzerimde müthiş bir tesir yaptı. O kadar ki kitabı elimden bırakmaz olmuştum. Dershanede, sokakta, evde hep bu kitap… Dedim ya, yeniden şiire başlamıştım. “Şi’r-i Kamer”i bugünlerde yazdım fakat çok geçmeden onu da beğenmez oldum. Fransız serbest nazım usulünü Türkçeye tatbik etmeye özeniyordum. Bu tarzda yazdığım birkaç şiir, o sırada bazı kimselerin nazar-ı dikkatini celbetmiş. Bu alâka beni şiire ve sanata daha ciddi surette bağladı
        Şiirle iştigalimden bir iki sene sonra Meşrutiyet ilan edildi. Benim neslimden gençler gülünç bir isim altında bir edebî taazzuv[7] vücuda getirmişlerdi. Ben, vâkıa o taazzuva kendimi tamamen bağlamış değildim. Fakat bütün oradakiler benim arkadaşımdı.
        – Üstad, dedim, Fecr-i Âti’yi kastediyorsunuz galiba.
        Haşim Bey, müstehziyane[8] devam etti.
        – Evet, Fecr-i Âti… dediğim gibi. Ben bu fecr-i kâzibe[9] kendimi kaptırmadım. Yalnız, bu zümre ile kısaca alâkadar oldum. Bu alâkadarlığımın en büyük mükâfatı da bana Yakup Kadri ile tanışmak vesilesini vermiş olmasıdır.
        Dedim ki:
        – Ya Piyale üstad?.. Hepimizi mesteden Piyale’leden bahsetmediniz.
        – Piyale’den evvel Göl Saatleri’ni yazmıştım.  İzmir’de bulunduğum sıralarda idi. Bazı yaz akşamları, Halkapınar taraflarına giderdim. Orası birçok su birikintileri, sazlarla dolu idi. Yavru kuşlar, gelir o sazların üzerine konar ötüşürlerdi. Bu manzara üzerimde tesirini yapmaya başlamıştı. Her tenezzüh[10]te Göl Saatleri’nin mısraını hayalimde yapmak suretiyle iki ay içinde manzumemi ikmâl ettim.
        Piyale ise beş altı sene sonra yazılmış şiirlerim bir araya getirilerek kitap halinde neşredildi. Piyale’nin başlıca kısmı lisanın Türkçeleşmesine doğru başlayan makul hareketin tesiri altında vücuda getirilmiş şiirlerdir.
        – Nasıl yazarsınız, Haşim Bey?
        Göl Saatleri şairi, durgun ve lâkayddı.
        – Ben, dedi, şiiri hiçbir zaman ciddi bir iş olarak telâkki[11] etmedim. Ara sıra ve ancak kendimi yazmaya meyyal hissetiğim zamanlar yazı yazarım. Ve bunun içindir ki müşkilâta dûçâr[12] olmam. Bazen dört mısraı dört senede bitirdiğim vâkidir. Mısralar, senelere taksim edilince, görürsünüz ki yorgunluk çok değildir. Mamafih, yazının güç bir sanat olduğunu, uğraştırıcı ve müşkil bir iş olduğunu itiraf etmeliyim.
        – Kimleri beğenirsiniz?
        Haşim Bey tereddütsüz cevap verdi:
        – Yakup kadri ve Falih Rıfkı’nın lisanından başkalarını beğenmem. Bunlar, bana lisanımdan zevk almam için kâfi geliyor.
        Son zamanlarda ismi tanınmaya başlayan Kara Davud müellifi Nizamettin Bey’in de Türkçesinin hoşuma gittiğini söylemeliyim. Eskiler mi dediniz?
        Eskileri bilâ-istisna[13] beğenirim. Hepsinde ayrı ayrı güzellikler ve fevkaladelikler buldum.
        Soruyorsunuz: Gürültü arasında yazı yazabilir miyim? Azizim. Eğer bu gürültü hoşuma giden bir gürültü değilse hiç alâkadar olmam. Önümdeki yazı ile meşgul olmaktan beni ayıran gürültü, mutlaka merakımı tahrik etmiş demektir.
        Haşim Bey burada tekrar saatine baktı: Bunu “Vapura ancak yetişebileceğim” demek olduğunu anlamamak imkânı var mıydı? Bize az fakat öz ve temiz sanat eserleri hediye eden kuvvetli şaire veda ederek yanından ayrıldım.[14]

        M. Salahaddin Güngör

        Dergâh Edebiyat Sanat Dergisi, s. 23 Cilt: I Sayı: 10, Aralık 1990


[1] Alışılmış olduğu üzere, gibi.
[2] İlerisini düşünerek.
[3] Benzerinin.
[4] İçindekiler, duyurular.
[5] Önsöz.
[6] Tazelendi.
[7] Şekillenme, hareket.
[8] Küçümsemek.
[9] Yalancı, aldatıcı aydınlık.
[10] Uzaklaşmak. Gezinti. Bağ ve bahçe gibi yerlere gam ve kederi dağıtmak için çıkmak.
[11] Düşünmek, görmek.
[12] Uğramış, yakalanmış.
[13] Ayırt etmeksizin.
[14] Güngör M. Salahaddin / Yeni Kitap / Sayfa: 2-5 Numara: 14 Haziran 1928

Bülent Ecevit - Pülümür'ün Yaşsız Kadını

 


Pülümürün bir dağ köyünde gördüm onu
yaşını sordum bir giz gibi güldü
kimi seksen dedi köylülerden kimi yüz
yüzüne baktım bir giz gibi güldü

bir asa vardı elinde
bir solmuş kırallığın
kadifeden harmanisi üzerinde
bir hititliydi o bir selçukluydu
bir ermeniydi bir kürttü
bir türk

yaşını sordum bir giz gibi güldü
koluma girdi bir soylu kadınca
tozlu köy yolunda sürüyerek eteğini
beni tek gözlü sarayına götürdü
köy yapısı kulübesinin

zamanı onda yitirdim ben
yitik zamanlara onda eriştim
en soylu yoksulluğun toprak döşeli sarayında
bir taç gibi kondu başıma Türkiyeliliğim

Saida Zunnunova - Hay-hay

 


Yo‘qlamagan har kuning yilcha bo‘lurmi, hay-hay, 
Shunchalik shafqat bilmas dilcha bo‘lurmi, hay-hay.

Xush surating bir nafas tark etmas xayolimni, 
Ko‘z shahlo-yu, qosh esa nilcha bo‘lurmi, hay-hay.

Har so‘zda yuz andisha qilg‘um donolig‘ingdan, 
Ko‘nglingning nozikligi qilcha bo‘lurmi, hay-hay.

Goh xanjar, goh asaldek so‘zlaringdan dog‘damen, 
Jon olib, jon berguvchi tilcha bo‘lurmi, hay-hay.

Vaslingning umidida dunyodan o‘tib borgum, 
Qanoatda Saida filcha bo‘lurmi, hay-hay.

1965