18 Mart 2024 Pazartesi

Sait Faik Abasıyanık - Şehri Unutan Adam

 

Çoktan beri şehre inmemiştim. O gün insanları sevebilmek arzusuyla otelin kapısını açtığım zaman karşıma ilk çıkan insan bir küfeci çocuğu oldu.

Kirli, soluk yanaklarına, çıplak ayaklarına merhametle değil, sevgi ile baktım. Zaten otelin kapısından bu niyetle çıkmamış mıydım? Onu kucaklamak, köşedeki kunduracıdan ona bir lastik ayakkabı, biraz ilerideki Yahudi' den bir beyaz keten pantolon almak arzusuyla durdum.

- Ne bakıyorsun efendi, dedi, harnal mı lazım?

- Yok çocuğum, dedim.

"Gel sana bir pantolon, bir ayakkabı alayım," demek üzereydim.

Fakat gözlerini görünce vazgeçtim. Onlar bir acayip hastalığı benim sevgi dolu gözlerimde yakalamak istiyor gibi dikkatli, yakalamış kadar mustarip ve haindiler.

Bununla beraber yirmi beş kuruş çıkarıp verdim, yürüdüm.

Arkamdan koşup iade etti. Yüzünü görmedim, fakat elleri kararlı idi.

- Her sakallıyı baban zannetme, anladın mı?

Yirmi beşi aldım. Cevap vermeden yoluma devam etmek istedim. Birden bütün neşemin bir camın kırılışı kadar ses ve şıngırtı çıkararak düşüp kırıldığını gördüm.

Ayakucuma düşüp kırılan neşemi gözlerimle topladım. Ters yüzüne evime dönüp odama kavuştum.

Dört duvar, bir pencere, bir valiz içinde birkaç kitap ve bir demir karyola ... Hasılı mukaddes bir hapishane olan odamda düşünmeden, hatta okumadan gezindim durdum.

Düşünmeye başladığım zaman, nasıl filmlerde bazı kırılan otomobillerin aksarnı tekrar birbiriyle süratle buluşup birleşirse, benim de içimde kırılan şey öylece birleşti. Tekrar neşemi bulmuştum. İnsanları sevmek arzusuyla sokağa çıktım.

Akşam oluyordu. Köşe başındaki tütüneüye uğradım. Güneş, satılmamış edebiyat mecmualarının üstündeydi. Tütüncü dükkanındaki edebiyat mecmualarıyla aynı dükkana vuran akşam ışığı arasında bir nükte, bir hayal yakalayabilmek için bakmaktaydım.

Lirayı tütüncüye vermiştim. Bana uzun bir zaman geçmiş gibi geldiği halde ne liraının üstü, ne de tütün paketi bana verilmişti.

Dükkancıdan tarafa bakmaya mecbur oldum. Lira burnumun ucunda sallanıyordu.

- Bu sağdan sola yırtık beyim, geçmez. Yukarıdan aşağı olsa geçer ama böylesi geçmiyor.

- Nasıl geçmez yahu, pekala geçer, ben nasıl aldım?

- Kanun var efendi. Para koruma kanunu.

Kanunları bilmernek insanları cezadan kurtaramaz olduğunu biliyorum. Kanuna karşı gelemezdim. Deminki yirmi beşliği aradım bir türlü bulamadım, yürüdüm.

Cebimden bir başka lira çıkarıp cıgara almak işime gelmiyordu.

Kanunlardan kaçamak noktaları çıkarmak yalnız avukatların

değil, her vatandaşın hakkıdır. Onun için bir başka tütüncüye

aynı lira ile müracaatı zeki bir hareket buldum. Bu tütüncü

lirayı aldıktan sonra paketi vermiş, paranın üstünü iade

ederken benim acelemden ve telaşımdan şüphelenmiş olacak

ki, verdiğim liraya bir daha bakmak zekavetini gösterdi. Gülümseyerek:

- Bir başka lira lütfederseniz iyi olur, dedi.

- Niçin?

- Bu geçmez de ...

İzah ettirmeden lirayı geri aldım. Bütün fikrimi ve muhayyelemi apaçık söyleyen aptal ve acayip gözlerim tütüncülerin yüzüne dikilmeden, kızararak, tütüncü tütüncü dolaştım. Nihayet parayı geçiremeyeceğime kanaat getirmiştim. Cüzdanımda daha hiç katlanmamış yepyeni bir liracığım daha vardı. Bir on bir buçukluk cıgara için bozdurulmaya kıyılmayacak kadar yeşil, hareli, kıvrak liraını evirdim çevirdim, fakat sonunda bir cıgara, tahammül edilemeyecek bir arzu gibi vücudumu sardı.

İlk defa yaklaştığım kadına duyduğum hırsla nasıl parayı bozdurup paketi açtığıını ve dudaklarıma cıgarayı nasıl koyup ateşlediğimi hatırlayamıyorum.

Mavi duman bir bilek damarı gibi kabartılı ve sıcak dudaklarımdan çıktı. Sevdiğimin parmağını öptüğüm zamanki bulanık bir haletiruhiye içinde cıgaramı emiyor, yeniden kendimi on sekiz yaşına dönmüş sanıyordum. Kırılan neşemin son vidası, bir hayat hızıyla yerine yerleşmişti. Mesuttum. İnsanları sevmek, şehrin yanan elektriklerine karışmış sarı altın kuşlar avlamak, birine merhaba demek, öbürünün tüylü ensesini avuçlamak, biraz ileridekinin güzel parmaklarını avuçlarıma almak. ..

- A, herif deli midir nedir, gülüyor.

Şakrak kızlardı. Her taraflarında bir kenar mahalle kokusu vardı. Lehçeleri derli toplu, aksantonikli idi. İki arkadaştılar. Güneşten yanmıştılar, dirsekierinin yukarısında sıkılmış yaz kostümlerinin içinde buram buram terli aşk ve güneş fışkırtıyorlardı.

Yukarıki, "A, herif deli midir, nedir" cümlesini söyleyenin yüzüne, yine gayri şuûri aşkımla gülmüş olacağım ki, kendini tutamadı. Tatlı tatlı sırıttı. Cesaret aldım; peşlerine düştüm.

Hızlı yürüyorlardı. Yetişrnek için güçlük çekiyordum. Ara sıra dönüp bakıyorlar, gülüyorlardı. Serveti Fünun mısraları ile dolu, kurunu vustai fedakarlıklar yapacak gibiydim.

Ne söyleyebilirdim? Birkaç defa cesaretle ve kafamda hazırlanmış bir cümle ile kızlara yanaştım. Sonunda cümlemi beğenmedim, söyleyemedim. Beceriksizliğime küfrederek yine biraz arkada kalmıştım. Bu sefer onlar durmuşlardı. Çekine çekine yürüdüm. Tam yanlarına yaklaşınca gelecek bir ilhamla elbette güzel bir şey söyleyecektim. Gençken şair değil miydim? Muhakkak ilham bu bunalmış anımda yardımıma hızır gibi yetişecekti. Hemen hemen yanlarındaydım. ilham kanadını sürmüştü. Cümlem hazırlanıyordu. Dişlerim kelimeleri çiğniyor, hazırlıyor gibi idi. Birden bu sefer deminki cümleyi söyleyen değil de arkadaşı:

- Efendi, dedi, biraz daha peşimizden gelirseniz sizi polise vermeye mecbur olacağız.

Çırılçıplak Rum çocukları nerde ise etrafımızı alacak, nerde ise Fransızca konuşan tatlı su frenkleri birbirlerine yine Fransızca vaziyetimi izaha kalkacaklar, nerde ise civelek, güzel matmazeller büyümüş gözlerini pabuçlarımdan şapkama kadar gezdireceklerdi.

Geri dönmüş, kaçmak üzereydim. Kalantur, şişman, temiz giyimli, bomba yanaklı, mebus veya müteahhit kravatlı bir adam:

- Efendi, dur bakalım, dedi. Kadınlara sataşmaya utanmıyor musunuz? Vaziyetinize bakan da sizi bir efendi zanneder, terbiyesiz herif.

Kadınlardan biri:

- Aman bırakınız beyefendi, dedi, böyle adamlarla bir olmaya gelmez.

Neşem son haddini bulmuştu. Vidalarım sıkılmış, delk ve temas yerlerim yağlanmış gibiydi. Bir makine homurtusuyla ıslık çalarak uzaklaştım. Bir şoför, yanımdan geçerek:

- Aldırma be delikanlı, dedi. Ne olacakmış.

- Aldıran yok be anam, dedim. Ne olacak?

Ardımdan birkaç kişi, "sarhoş, sarhoş" dediler.

Sarhoştum. Hava, elektrikler, şehir beni sarhoş ediyordu. İnsanlar beni bir mıknatıs hızıyla kendilerine çekiyorlardı. Dünyayı ve şehri riyasız kucaklamak istiyordum.

(Varlık, 58,1 Aralık 1935)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder