7 Mayıs 2024 Salı

Osman Çeviksoy - Denizden Gelen Kız (Hikâye)

Denizden Gelen Kız

“Yeni öğretmenimiz. İzmir’den naklen geliyor.” diye tanıştırmıştı müdür. Kısa boylu, çelimsiz, zayıf, soluk yüzlü, ancak çirkin sayılmayacak kadar güzel, az konuşan bir kızdın. İkinci gün “gururlu ve cahil” diye düşündüm hakkında. Cahilliğini gururunla saklamaya çalışıyordun. Kısacık boyuna bakmadan hepimize yüksekten bakıyordun. İşte bu çıldırtıyordu beni. Alnında yazılı değildi ama, kültürsüz olduğun halinden, hareketlerinden, duruşundan, kolayca anlaşılıyordu. Fazla güzel de değildin. Bu gurur bu yükseklerden seyir de neyin nesiydi? Neyine güveniyordun? 

Açıkçası kanım kaynamadı sana. Isınamadım. Sevemedim. Bu yüzden, dersten çıkınca Ankara’ya bir sonraki arabayla döner, Ankara’da sabah senin bindiğin arabaya binmişsem en arka koltuklardan birinde otururdum. Senin saçma suskunluğunu, acayip çalımlarını, tavırlarını seyretmektense çoğunu tanıdığım araba muavinleriyle şakalaşmak daha iyiydi. Hiç değilse muavin olduklarının şuurundaydılar. Yüksekten bakış, gurur, kibir yoktu onlarda. Samimiydiler. 

Günler geçti. Günlerce Ankara Kırıkkale arasında ya ayrı arabalarda ya da aynı arabaların birbirine uzak koltuklarında gittik geldik. Hâlbuki aynı okulun Ankara’dan gelen iki öğretmeni olarak, yan yana, konuşa dertleşe yolculuk etmemiz gerekmez miydi? Aslında böyle bir arkadaşa her şeyden çok ihtiyacım vardı. Birer buçuk saatten üç saatlik yolculuk sırasında sohbeti, samimiyeti kim istemez?

Okulda ilk sıralar yaşına, tecrübesine saygı duyduğum Mahir Bey’le konuşuyordun. Nöbet arkadaşındı. Çocukların arasında yan yana samimi geziniyordunuz. Ne anlatırsa, seni kıkır kıkır güldürüyordu. İşte bu gülüşlerini gördükten sonra hakkında düşündüklerim yavaş yavaş değişmeye   başladı. Katı, kuru duyarsız birisi değildin. Katı, kuru, duyarsız olmayan bir insan diğer insanlara kibirle, gururla yüksekten bakabilir miydi? İki şeyi merak ediyordum. Sınıfında çocuklarınla, evde ailenle baş başayken nasıldın acaba?

Senden uzak seni gözlemeye devam ettim. Sınıfın yakın olduğundan çay saatlerinde öğretmenler odasına herkesten önce geliyor, bütün bardakları sıcak sudan geçiriyor, sonra dolduruyordun. Bu yetmiyormuş gibi bir de servis yapıyordun. Oysa biz kendi çayımızı kendimiz doldurmaya alışıktık. 

Özellikle bu hareketin, “Geldiğim okulda böyleydi, elim kırılmaz ya.” deyişin, arada sırada doğru bildiğini açıkça söyleyişin bir benim değil herkesin dikkatini çekti. Herkes birden ısınıverdi sana. Tabi birkaç bayan hariç… 

Giderek bütün öğretmenlerle ölçülü, samimi, kesinlikle laubali olmayan yakınlıklar kurdun. Bayanlardan çoğunun arkadaşlığını kazandın. Hemen herkes senden saygıyla söz ediyordu. “İyi kız.” diyorlardı ardından. “Bilgili kız. Temiz aile kızı…” diyorlardı. Herkese yakın, bir bana uzaktın. Yahut ben uzaktım sana. Hâlâ ayrı arabalarda, ya da aynı arabanın uzak koltuklarında gelip gidiyorduk.  

Yüksek okul öğrencisi olduğunu göreve başlayışından ancak bir ay sonra Mahir Bey’den öğrendim. Hem de benim devam ettiğim okula, benim gibi gece devam ediyormuşsun. Ayrı bir bölümdeymişsin. Fakat binalarımız karşı karşıyaymış. Kantinde bazı akşamlar geriden görürmüşsün beni. Ben konuşmadığım için yanıma gelip de konuşmazmışsın. Hepsini Mahir Bey’den öğrendim. “Nasıl bir insan?” diye sormuşsun benim için. “Sizden iyi olmasın iyi arkadaştır.” demiş Mahir Bey.  Aklınca iyi bulduğu birkaç yönümü anlatıvermiş. “Bir onu tanıyamadım.” demişsin gülerek. 

Mahir Bey’in bunları bana anlattığı gün, senden habersiz, göz göze gelmekten korkarak, dikkatle yüzünü inceledim. İnsana bir bütün olarak bakmak gerekirmiş meğer. Okula ilk geldiğin günden kat kat daha güzeldin. Ve biliyor musun ne oldu? Gözüm yüzündeyken yüreğimi incecik, tatlı, ılık bir sızı yavaşça sarsıverdi. Sonra o yavaş sarsıntı ılık bir buğu gibi bütün bedenime yayıldı. Ve çarpılmışa döndüm bir anda… Her şey olurdu da bu olamaz. Korktum. Çayımı yarım bırakıp sınıfıma çıktım. Diğer günler hep ağırdan aldığım halde okulu senden önce terk ettim. Dolmuş durağına senden önce vardım. Dolmuşa senden önce bindim. Terminale senden önce yetiştim. Hostes koltuğunda bir buçuk saat güneş yemeye razı olarak Ankara’ya senden önce gittim. Neden yaptım bunları, bilmiyorum. Belki kaçtım senden. Belki zayıf yönümü keşfettiğim için kendimden kaçtım. Ama mutlaka birilerinden, bir şeylerden kaçtım. 

İki gün, üç gün, beş gün… İnsan gerçeği kabul edinceye kadar, ya da yakalanınca kadar kaçabiliyor. Ondan öteye kaçış yok. Yakalandım ben… Ardımdan hızlı adımlarla geldiğini bilmiyordum. Aramızda az bir uzaklığın kaldığını bilmiyordum. Durakta benden başkası yoktu.  Dolmuşun kapısına uzanan elini görsem kapıyı hızla çeker miydim?.. Acıyla “Ahh!…” dedikten sonra gördüm seni. Parmakların kapının aralığındaydı. Ve kapının aralığından kan sızıyordu. Hemen açtım ama neye yarar? Olan olmuştu… Öteki elini kullanarak bindin dolmuşa. Kapıyı bir başkası uzanıp kapattı. Yerine oturduktan sonra mendil çıkarıp sağlam elinle ezilen parmaklarını avuçladın. Özür mü diledim, yoksa başka bir şey  mi söyledim, bilmiyorum. “Mühim değil.” Dedin. Şehir merkezine kadar öylece geldik.  Acıdan kıvranman gerekirken yüzün tertemizdi. Alnında tek bir kırışık, gözünde tek damla yaş yoktu. 

“Kemikleriniz sağlammış. Zedelenme deride…”

Aynen böyle demişti eczacı. 

Ya sen?... 

“Aha bu yaptı.” diye beni eczacıya şikâyet etmiştin. Sesinde en ufak bir kırgınlık yoktu. Hayatından memnun görünüyordun. 

Eczaneden çıkınca otobüs terminaline kadar yan yana yürüdük. Benim dikkatsizliğim yüzünden meydana gelen bu kaza bizi yan yana getirmişti. 

Bileti ben aldım koltuk numaralarını görünce “hayret” dedin. “Bitişik koltuklarda mı gideceğiz?” Sonra alay ettin benimle: “Arkada boş yer kalmamış mıydı?”

Meğer ne kadar ihtiyacımız varmış birbirimize. Bir buçuk saatlik yolun nasıl bittiğini anlayamadık. Sonraki günlerde Ankara’dan Kırıkkale’ye altı buçuk, Kırıkkale’den Ankara’ya on üç arabasının yedi sekiz numaralı koltukları hep bizim oldu. Önce “arkadaş” dedik birbirimize. Sonra “dost” dedik. Dilimiz daha başka bir şey demeye varmadığı için dost kaldık.  “Dostluk” ne sıcak ne içten bir kelime değil mi?... 

Sensiz yolculuğun çekilmez olacağını bildiğim için sabahları ilk servisi hiç kaçırmıyordum. Yedi numarada geliyordun benim durağa kadar. Ben binince pencere dibine kayıyor yerini bana veriyordun. Öyle koyu sohbetlere dalıyorduk ki âdeta zamanı durduruyorduk. Kırıkkale’den otobüsten inerken zaman akmaya başlıyordu. dolmuş durağına yürüyüşte, dolmuşta, ders aralarında, hep beraber oluyorduk. Sonra aynı gün içinde zaman ikinci kez duruyordu. “Aralarında konuşulacak konu kalmayan iki dostun dostlukları bitmiş demektir.” sözünü sanırım sen söylemiştin. Dostluğumuzun bitmesini istemediğimizden olacak, durmadan yeni konular buluyorduk. Eğitim, psikoloji, edebiyat kadın erkek ilişkileri ve dahası… Aramıza dakikalarla ölçülebilen suskunluklar dahi giremiyordu. Yasak olduğu halde canım sıkılırsa aramam için kaldığın pansiyonun telefon numarasını vermiştin bana. Canım sıkıldıkça arıyordum. Bazı cumartesi pazarlar buluşuyor, oturup bir yerlerde konuşuyorduk. 

Beraberliğimiz okul kapanıncaya kadar sürdü. Yaz tatilinde aldığımız karar uyarınca mektuplaşmadık. Ara sıra kartlar gönderdik birbirimize. Böylece ilişkimizi ailelerimizden saklı tuttuk. Hâlbuki iki dost insandık biz. İlişkimizin saklı tutulacak bir yanı yoktu, olamazdı, olmamalıydı. Yine de sakladık nedense? Sanki bir “ayıp gibi sır gibi” sakladık. Gerekçe olarak yanlış değerlendiren insanların çıkabileceğini ileri sürdük. Ne demekti bu?  Kendimizden emin değil miydik? Ortada gerçekten yanlış değerlendirilebilecek bir durum mu vardı? İşin bu tarafını hiç düşünmedik. Yahut düşündükçe bunu da birbirimizden sakladık. 

Ayları içine alan tatili anlatmayacağım. Yalnızlık ve özlem… Her şey bu iki kelimenin içinde… 

Okulumuzun açıldığı ilk gün… Altı buçuk servisine biner binmez gözlerim seni aradı. Gelmiştin. Yedi numaradaydın. Yanın boştu. Gözlerin sevinçle parlıyordu. Sevinçle kaydın sekize. “Hoş bulduk.” derken tuttuğun elimi Kırıkkale’ye kadar bıraktın mı, bırakmadın mı bilmiyorum. Hiç değişmemiştin. “Hiç değişmemişsin.” dedin bana. Pek az konuştuk. Hep baktık birbirimize, hep dinledik. İzmir’de sık sık denize girmiş olmalıydın. Zira yüzün hayli esmerleşmişti. “Denizden gelen kız.” dedim. Bu ne kadar hoşuna gitmişti değil mi? Sonra geçen yılı kaldığımız yerden yaşamaya başladık. 

Temiz yürekli olduğuna inandığım, her zaman takıldığım, şaka yaptığım şoför Aydın’ın bir şakası aklımı başıma getirdi. Akşamları uykuya değil muhasebeye yatmaya başladım. Aslında her insan günün muhasebesinden sonra uyumalı. Aydın’ı haklı buldum. Bırakmalıydım yakanı. Ben, Aydın’ın deyimiyle, ununu elemiş, eleğini asmış bir insandım. Evliydim. Çocuklarım vardı. Eğer amacım gönül eğlendirmekse “o biçim” kızlar, kadınlar bulmalıydım kendime. İki gün sonra ısrarlarına dayanamayıp sana anlattım bunları. “Düşündüğün şeye bak…” diye kızdın bana. El senin kâhyan değilmiş. Hem ne kötülük varmış aramızdaki ilişkide? Keşke herkes bizim kadar dürüst ilişkiler kurabilseymiş. Kimse umurunda değilmiş… 

Bir süre sustuktan sonra geçen yıl dolmuşun kapısına sıkışan parmaklarını gösterdin. Yaraların izi hâlâ belliydi. 

“Bak!” dedin. “Bu parmakları bu dostluk için bilerek ezdim. Kimseye aldırma.” 

Yani, benimle konuşup dost olabilmek için, meydana gelecek kazayı bile bile mi tutmuştun kapıdan? Yalandı. Yüzde yüz kere, milyon kere yalandı. Değil sen, böyle bir şeyi kimse yapamazdı. Bu yalana neden lüzum gördüğünü günlerce düşündüm. Yaptığım bütün yorumlar havada kaldı. Dürüst olmaya, açık kalpli olmaya söz vermiştik ya, sana sordum. 

“Doğru.” dedin. “Beni görmediğini, kapıyı çekeceğini biliyordum. Bile bile yaptım.” diye açıkladın. 

Sebebini sordum. 

“Yalnız gelip gitmek beni sıkıyordu. Sana ihtiyacım vardı.” dedin. 

“Budalasın.” dedim. 

“Belki.” diye kabullendin. 

Hâlâ itiraf etmekte sakınca var mı bilmiyorum. O an elini tutmak, dudaklarıma götürmek, parmaklarındaki yara izlerinden öpmek ve “Seni çok seviyorum.” demek geldi içimden. Denmez ki… Her gerçek, her yerde her zaman söylenmez ki… Bu kimi zaman bir saçmalığı, kimi zaman bir felaketi önler. Susmak sığınaktır çoğu zaman. Sustum… 

Ertesi gün sen suskundun. Ağzını bıçak açmıyor, yüzünden düşen bin parça oluyordu. Nelere başvurdum konuşturamadım. Bana da susmak düşmüştü.  Elmadağ’a kadar hiç konuşmadan gittik. Sanırım Aydın’ın arabasındaydık. Kırgın olduğumuzu düşünerek sevindiği muhakkaktı. Yolun ikinci yarısında her şeyi anlattın. Bu yıl tekrar girdiğin üniversite sınavlarında yüksek bir puan tutturarak İzmir’de iyi bir okula girmeye hak kazanmıştın. Babandan gelen mektup bunu müjdeliyordu. “Al, oku.” diye elime tutuşturuverdin. Her şey açıktı. En geç on gün içinde birlikte devam ettiğimiz yüksek okuldan kaydını alıp, öğretmenlikten istifa edip gidecektin. Çocuk doktoru olmak idealindeki meslekti. İşte fırsat. Bu fırsatı kaçıramazdın. Hem ailenden uzakta yaşamak hayli zor geliyordu sana. Gitmeliydin. Geç kalırsan kazanılmış hakkını kaybedebilirdin. 

O gün yüreğimin başında taşıdığım acıyla konuştum seninle. Beni güldürmek için yaptığın komiklikler, anlattığın fıkralar amacına ulaşamadı. Aslında en az benim kadar senin de teselliye ihtiyacın vardı. Beni teselliye kalkışman saçma ve anlamsızdı. 

İstifa dilekçeni ben yazdım, birlikte verdik. Okuldan kaydını, otobüs terminalinden biletini birlikte aldık. On birinci gün son kez buluşmak üzere ayrıldık. 

O gece hep uyanık yattım. Hep düşündüm. Olayların böyle gelişmesi bizim için iyi olmuştu. Dostumdun, arkadaşımdın ama asıl önemlisi söyleyememiş bile olsam sevgilimdin. Bir aile reisinin karısından başka sevgilisi olur mu? Olmuştu işte. Bir yıl önce senden habersiz seni incelerken yüreğime akıveren ve beni korkutan ılık sızı sevgiydi, aşktı… Her geçen gün daha da büyümüş, şiddetlenmiş artık yüreğimi yakmaya başlamıştı. Dayanılmaz bir yakıştı bu. Halbuki, bir ailem vardı benim, karım, çocuklarım vardı… Nihayet gidiyordun. Gönlümün isyanına, feryadına rağmen aklım böylesi bir ayrılığın ikimiz için de iyi olacağını söylüyordu. Nasıl olsa ayrılacak değil miydik? 

Terminale isteyerek geç geldim. Çevren pansiyon arkadaşlarınla dolu, sen mahzundun. Otobüsün hareketine az kalmıştı. Beni görünce mahzun yüzün biraz güldü galiba. Ayağa kalkarak elime sarıldın. 

“Geç kaldın dost.” dedin. 

“Biliyorum.” diye cevap verince, isteyerek geç kaldığımı hemen anladın. Sonra arkadaşlarınla “Hani hep bahsederdim ya…” diye toptan tanıştırdın. Harekete hazır otobüsün yanına gittik. Beraberliğimizin son dakikalarını yaşıyorduk. Önce arkadaşlarınla vedalaştın. Hepsini ağlattın. Sen de ağlıyordun. Sonra bana uzattın elini. 

“Birbirimize söyleyecek şeyimiz kalmış mıydı?” diye sordun imalı imalı. 

“Daha çok şey vardı.” dedim. 

Islak gözlerin ışıklanıverdi. 

“İşte bu güzel… Aramızda konuşulacak konu bitmediğine göre dost ayrılıyoruz demektir… Bu çok güzel…” dedin. 

Hepimize yazacağını söyleyerek atladın arabaya. Pencere dibine kurulup arada bir kuruladığın gözlerinle bizi seyretmeye başladın. İşaret parmağınla beni çağırdığında şoför yerini almış hareket emrini bekliyordu. Aceleyle yanına geldim. Söyleyeceğin son sözleri dinlemek üzere sana doğru eğildim. Fakat konuşacak halde değildin. Durmadan ağlıyor, hıçkırıyordun. Kız arkadaşların dışarıdan bize bakıyorlardı. Şoför sabırsızlanıyordu. Yolcuların, uğurlayıcıların, belki herkesin gözleri bizdeydi… 

Bir ara toparladın kendini. 

“Fatih!…” dedin. 

Belki bu, bana ismimle ilk hitabındı. 

“Fatih, en çok senden ayrıldığıma üzülüyorum…” dedin. 

Ve hareket emrini aldı şoför. Ben aşağı iner inmez otobüs yürüdü. 

O gün akşama kadar arkadaşlarınla beraber olduk. Hep seni anlattılar bana. “Seni her şeyinden çok seviyordu. Aileni düşündüğü için aşkını gizli tuttu.” dediler. “Biz, arkadaşımızın gidişinden çok sevdiği insandan ayrılışına ağladık.  Sana yakın olmak ona yetiyordu.” dediler. Kurulu düzenimi bozacağından korkmuşsun. İsteyerek değil, gitmek zorunda olduğun için gitmişsin. 

Bundan sonrasını bilmiyorum. Söz verdiğin halde ne mektup yazdın ne de kart gönderdin. Yıllar geçti. Daha doğrusu çeyrek yüzyıl geçti aradan. Kader, bu hastanede, boğulma tehlikesi geçiren torunumun doktoru olarak tekrar karşıma çıkardı seni. Artık yirmi beş yıl öncesinde olduğu gibi heyecanlı değildik. Zaman çok şeyi değiştirmişti. Yaşlanmıştık. Henüz torunun yoktu ama senin de çocukların vardı. İki eski dost olarak oturup konuştuk. “Unutmadım.” dedim, inanmadın. “Anlat.” dedin, anlattım işte… Hem de ayrıntılarıyla anlattım. Hepsi uzaklarda tabi… 

Şimdi sen söyle bakalım. Küçük oğlumla kızın Özlem birbirlerini pek beğendiler, pek sevdiler. Onları evlendirelim mi, ne dersin? “Kararı kendileri vermeli.” diyeceksin, biliyorum. Yine de, akşam yemekte bu konuyu onların yanında açmaya kararlıyım. Belki kararlarını çoktan vermişlerdir.

(Beyaz Yürüyüş, Akçağ Yayınları, Ankara, 2012, 6'ncı baskı.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder