Şoför Hasan, kısa boylu, sarı saçlı, çipil gözlü birisiydi. Uzun yıllar İstanbul’da dolmuşçuluk yaptıktan sonra, bir küçük arabaya kavuşarak kasabamıza gelip yerleşmişti.
Bizim kasaba, bildiğiniz kasabalara pek benzemezdi. Yüksek dağların arasındaki küçücük bir vadiye sıkışıp kalmıştı. Güneyindeki Beşkardeşler, ya da kuzeydeki Hasan Tepesi’ne çıksanız, aşağılarda uzanan Karadeniz’i kucaklayıvereceğinizi sanırsınız. İşte, aşağılarda, o gördüğünüz kıyıda Cide ilçesi vardır.
Üç beş yıl önce, kasabadan ilçeye gitmek bizim için en büyük dertti. Hayli yazışıp, Ankara’ya gidip gelmelerden sonra, ilçeye giden yolumuz yapıldı. Yol, bizim için, bir büyük kurtuluş demekti. Artık sebepli sebepsiz hastalanan çocuklarımız, hamile kadınlarımız ölmeyecekti. Her şeyi ateş pahasına satın almayacaktık. Soframızda her öğün, kara pancar yemeği olmayacaktı. Malımız, hasadımız para edecekti.
Yolun açılmasıyla birlikte, kasabaya bir canlılık geldi. Arabalar işlemeye, yolcular ise, diledikleri yere gidip gelmeye başladılar.
Şoför Hasan, işte bu günlerde geldi kasabaya. Küçük arabasıyla hemen her gün, herkesin derdine koşuyordu. Arabalar, birken ikilendi, üç oldu, dört oldu. İlçede kasaba için bir durak yeri ayarlandı. Fakat o durak yerine iki samut, bizim oranın deyişiyle, iki calay da postu attı. Şöyle böyle sekiz on yaşlarındaydılar. Güçlüğünü bir tarafa bırakırsanız, tatlı bir oyunları vardı. Bu oyunlarını hemen herkese oynamışlardı.
Günlerden bir gün Şoför Hasan, yolcularını ilçeye indirmiş, diğer şoförlerin bulunduğu topluluğa doğru yönelmişti. İki calay, yoluna çıktı. Bir takım işaretlerle dertlerini anlatmak istedilerse de, bizimki ne dediklerini anlamadı. Yürüdü gitti. Bu sefer iki calay, şoförler topluluğuna yaklaştı. Her şoför, ceplerinden çıkardıkları birer madenî lirayı, calayların biraz irice olanına verdiler. Şoför Hasan, bu kurala uymadı. Vardı, durak başındaki kahveye girip oturdu. Demli bir çay söyledi, yorgunluğunu gidermeyi diledi.
Havada bunaltıcı bir sıcak vardı.
Dışarısı alev alev yanıyordu.
Şoför Hasan, garsonun getirip masasına bıraktığı çayı, sanki diğer kahve müşterilerini özendirmek istercesine, gürültülü bir şekilde yudum yudum içmeye başladı. Yorgunluğu dinmedi, bir çay daha söyledi. Bir yandan oldukça kirlenmiş mendiliyle terini kurularken, bir yandan dışarıya bakıyordu. Dışarıda, caddenin tam ortasında, sıcak hava titreşip, oynaşıyor, besbelli bunaltacak adam arıyordu. Sanki caddenin ortasına keyfince yerleşen sıcak hava değil, bir buzlu ya da buğulu bir camdı. İkinci çayını yudumlarken, kendi kendine konuştu:
- Tuh Allah kahretsin! Nerdeyse bizim öğretmenin siparişlerini unutacaktım. Vay gelecekti başımıza. Yanacaktı, gülüm keten helva.
Söylenerek kahveden çıktı. Eczanenin yolunu tuttu. Kasabamızın köylüklerinden birisi, arkasından seslendi:
- Aman ha, Hasan kardaş, gözünün cücüğünü yiyeyim. Bizim iki kişilik yerimizi ayırıver. Kaç gündür otel odalarında yatmaktan, sivrisineklerle boğuşmaktan bıktık, usandık.
Şoför Hasan;
- Olur paşam! deyip, yürüdü.
Eczaneye varıp, siparişlerini bildirdi. Cebinden defterini çıkarıp, filân köyden iki kişi, diye bir işaret koydu. Belli ki, bugün yolcu çok olacaktı. Hani ne derler? Parayı veren düdüğü çalar. İşte o mesel. Kim ki gelir, Şoför Hasan’ı görür, adını yazdırır, işte o, karanlığa kalmaz, Şenpazar’ın yolunu bulur.
- Çıkmışken, arabaya bir bakmalı, dedi.
İçinde, yüreğinin tam orta yerinde, çöreklenmiş bir yılan gibi yatan sıkıntıları uyanmaya başladı. Sebepsiz sıkıntılar, gönlünü bulandırmaya başladı. Sağ gözü seğirdi. Şoför Hasan, bu durumu kötüye yordu. Tanıdıklarıyla isteksiz isteksiz selâmlaştı. Hiç böyle olduğu yoktu. Hasta masta mıyım diye düşündü. Elini alnına götürdü. Yok, öyle hasta masta değildi.
- Tuh, Allah kahretsin! Gördünüz mü başıma geleni? Şapa oturduğumuzun resmidir gayri.
Arabasının etrafında dört dönüyordu. Bütün lastikler inmişti. Lastiklerin dördünü de tekmeledi.
- Nafile! Hepsi de patlamış bunların, dedi.
Yanında ne kriko, ne pompa vardı. Handiyse yolcular gelmeye başlardı şimdi. Dövünmeyi bırakıp, elini çabuk tutmalı, bir pabucu iki ayağa giydirmeye bakmalıydı. Tam durak başındaki kahveye yöneleceği sırada, ilerideki akasya gölgeliğinde oturan calayları gördü. Yanlarına doğru yürüdü. Calaylar, o kendilerine has seslenme ve işaretlerle konuşuyor, gülüşüyorlardı. Birdenbire ciddileştiler. Ayak seslerinin geldiği yöne döndüler. Küçük olanı doğrulup kaçmak istedi. Büyüğü, küçüğünün bu davranışına engel oldu. Onu kolundan çekip, yanı başına oturttu.
Şoför Hasan;
- Bir terslik var ya, ya bende, ya bu itlerde, dedi.
Hınçla, dişlerinin arasından tükürdü. Lastikleri tamir etmek için kullanacağı araçları bulup getirdi. Krikoyu çalıştırdı. İngiliz anahtarıyla sağ ön tekerleğin vidalarını çıkarmaya başladı. Terden bunalıyor, açlık beynine vuruyordu.
Yolcular, bir iki gelmeye, gidecekleri saati sormaya başlamışlardı. Şoför Hasan, sinirli sinirli söylendi:
- İşimiz bitince, dedi.
- Olur mu? dediler yolcular. Daha bizim Şenpazar’dan öte gidecek onca yolumuz var. Desene geceyi evimizden ırakta geçireceğiz.
- Paşa gönlünüz bilir, dedi Şoför Hasan. Bizim acelemiz olunca, sizin işiniz bitmez. Şimdi ise, görüyorsunuz, benim işim başımdan aşkın. Evet sizi burada bırakamam. Lâkin bu meret, kızak değil ki kayıp gitsin. Yardım edin desem, anlamazsınız. Anlayanınız da mırın kırın eder, burun kıvırır.
Şoför Hasan bir yandan konuşuyor, bir yandan da üçüncü tekerleği söküyordu. Alnında biriken terleri kuruladı. Bir şey hatırlamış gibiydi. Akasya gölgeliğine baktı. İki calay, hâlâ orada oturuyor, kendisinin bütün hareketlerini gözlüyorlardı. Onların yardımına ihtiyacı vardı. Eliyle gel işareti yaptı. Calayların büyüğü kalkıp geldi. Ne var, ne istiyorsun gibilerden başını salladı. Şoför Hasan, cebinden çıkardığı bir lirayı gösterdi. Lastikleri taşımalarını istedi. Calay, olmaz anlamında direndi. El parmaklarıyla bir iki, bir de yarım işareti verdi.
Şoför Hasan, anlamamış gibi yaptı. Çipil gözleriyle gülümsedi. Calay, iki buçuk diye diretti. Şoför Hasan çaresiz, kabullendi.
Bu sırada dördüncü teker de sökülmüş, araba takoz üstünde, askıda kalmıştı. Levye demiri ile iç lastikleri çıkardılar. Sırtlanıp, belediye önündeki havuz başına geldiler. Küçük calay, pompayla lastiklere hava basıyor. Şoför Hasan ise şişirilen lastikleri havuzdaki suya daldırıp kontrol ediyordu. Garip, çok garipti. Lastiklerin hiçbir yerinde delik, ya da patlak matlak yoktu. Şoför Hasan kızdı, köpürdü. Belli ki bir dangalak, kendisine iş edinmiş, lastiklerin havasını boşaltmıştı. Zaten Cide’nin adamı öteden beri böyleydi. Olmayacak işler yapmaktan zevk alır, elin beş koyunuyla, üç keçisini düşünmezdi. Her halde bu yüzden olsa gerek, eskiler ne güzel söylemişler: Cide’nin ötesi deniz, berisi domuz.
Şoför Hasan, alel acele, karanlığın çökmesinden de duyduğu telâşla, yolcularını yerlerine yerleştirmiş, kontağı açıp, gaza basmaya çalışıyordu. Dikiz aynasından arabanın gerisini gözledi. Calayların yine sinsi sinsi gülümsediklerini görür gibi oldu. Pirelenmişti. Arabayı duraktan çıkardı, inip tekerleklere baktı.
- Vay anasını, dedi.
Lastikler yarı yarıya inmişti. Bu durumda yola çıkmasına imkân yoktu. Yolculara durumu nasıl anlatacağını düşünürken, Osman Hoca’nın;
- Hemşehrim, beni de al! diyen sesini duydu.
- Bir sen eksiktin. Gel gel… Gel de, curcuna tamamlansın, dedi.
Osman Hoca, verilen karşılıktan hoşlanmadı.
- Hangi tavuğuna kış… dedik diyecekti. Diyemedi.
Akşamın bu saatinde bu calayların, yeğenlerinin işi neydi acaba burada? Vaziyeti anlamakta gecikmedi. Belli ki, Ali ile Veli, bu iki calay çocuk, el ele verip bir dolap çevirmişler, kabak Şoför Hasan’ın başına patlamıştı.
Osman Hoca öfkeyle calaylara çıkıştı. Bu çıkışmadan korkan calaylar, çareyi kaçmakta buldular. Ayrı ayrı yollardan, ilçeden biraz aralı olan köylerinin yolunu tuttular.
Hani zaman sonra;
- Kusura bakma hocam, dedi Şoför Hasan. Başıma gelen, pişmiş tavuğun başına gelmemiştir. Yolcular sabırsız, talih kötü. Baksana, lastikler indi bile. Ne oldu, anlayamadım. Hepsini tek tek kontrol da ettim. Çatlağı patlağı yok. Ama lastikler iniyor işte.
- Anlamıştım zaten, dedi Osman Hoca. Sen de bizim yeğenlerin oyununa kurban gitmişsin. Hele bir bak bakalım, sibop iğneleri yerinde duruyor mu?
- Allah kahretsin, dedi Şoför Hasan. Bak bu, hiç de aklıma gelmedi.
Az sonra, sibop iğneleri bulunmuş, yolcuların gergin sinirleri düzelmiş, keyifleri yerine gelmişti. Osman Hoca uzun uzun calayların bütün şoförlere neler yaptıklarını, aynı numarayı kimlere yutturmadıklarını anlattı. Bu oyundan kurtulmanın tek çaresi, calaylara bir lira vermekten geçiyordu. Vermeyen ne mi olurdu? Sormaya ne hacet? Onu bilen bilir.
Sözün burasında Şoför Hasan gülümsedi, olanca gücüyle gaza bastı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder