13 Mayıs 2024 Pazartesi
Oyhan Hasan Bıldırki - Bir Lira İçin (Hikaye)
Fuzuli - Gazel (Ey gubâr-i kademin arş-i berin başına tâc)
Şeref-i zâtına ednâ-yi merâtib Mi’râc
Bahrsin sâ’ir-i erbâb-i risâlet emvâc
Hiç kim yok ki sana olmaya âhir muhtâc
Tâ’atin ma’siyet emrâzına tedbîr-i ilâc
Mülke tağyîr-i tarîkin eser-i sü’-i mizâc
Vermeseydin eser-i adl ile dünyâya revâc
Rağbetin dâ’ire-i hafdan etmiş ihrâc
Ahmet Haşim - Bülbül
Bir gamlı hazânın seherinde
Isrâra ne hâcet yine bülbül?
Bil, kalbimizin bahçelerinde
Cân verdi senin söylediğin gül!
Savrulmada gül şimdi havâda,
Gün doğmada bir başka ziyâda..
11 Mayıs 2024 Cumartesi
Şükrü Türkmen - Ana Yüreği
Sen gideli kaç yıl oldu saymadım
Goç yiğidim, gurban olam, gel gayrı
Yumuk gözlüm, gülüşüne doymadım
Yalnızlığa gardaş oldum bil gayrı
Goç yiğidim, gurban olam, gel gayri
Geceler çekilmez, günüm dar gelir
Duyduğum her selâ, bağrımı delir
Evlat acısını kim nasıl bilir
Göz yaşlarım damla değil sel gayri
Goç yiğidim, gurban olam, gel gayrı
Artar oldu, günden güne kederim
Perişan haldeyim, dünden beterim
Her namaz ardından niyaz ederim
Göz görmüyor, doğrulmuyor bel gayrı
Goç yiğidim, gurban olam, gel gayrı
Em ummuyor, yüreğimin yarası
Hep aklımda, gözleriyin karası
Bende idi ayrılmanın sırası
Her şeyleri, diyemiyor dil gayrı
Goç yiğidim, gurban olam, gel gayrı
Tez ayrıldın, gelen emre uyarak
Dünya nimetini hiçe sayarak
Gittin beni boynu bükük koyarak
Perde bozuk, akort tutmaz tel gayri
Goç yiğidim, gurban olam, gel gayrı...
(*) Em: İlaç
10 Mayıs 2024 Cuma
Mustafa Nejat Sefercioğlu (Seferî) - Neden?
Posta mı yetersiz, teller mi kopuk,
Haber salacaktın salmadın neden?
Sabrın mı tükendi, yollar mı bozuk,
Çıkıp gelecektin gelmedin neden?
İyiyi kötüyü, hemen seçerken,
Olura olmaza kılıf biçerken,
Kapımın önünden gelip geçerken
Bir kere kapımı çalmadın neden?
Ağyara yüz verdin ne oldu kârın?
Nerelerde kaldı eski vakarın?
Seni ifsat eden o sahtekârın
Saçını başını yolmadın neden?
Sevdanın yolunu gülle bezerdin
Demir havanlarda sabır ezerdin,
Eğri mi, doğru mu hemen sezerdin
Neler çektiğimi bilmedin neden?
Hayaller kurarak geçti her gece,
Boğmadın bir kere gönlü sevince,
Kal diye yalvardım sana gizlice
Rüyalarda bile kalmadın neden?
Kapılıp da gittin sevda seline,
Âşığı dolayıp her gün diline,
Bir mendil alıp da nazik eline
Gözümün yaşını silmedin neden?
Bütün vaatlerin hasretten yana,
Yaşadım hasreti ben kana kana,
Bilmem ki ne yaptı Seferî sana
Sabah selamını almadın neden?
(İstanbul, 21.10.2023)
9 Mayıs 2024 Perşembe
Fuzuli - Gazel (Cihân icre her fitne kim olsa hâdis)
7 Mayıs 2024 Salı
Osman Çeviksoy - Denizden Gelen Kız (Hikâye)
“Yeni öğretmenimiz. İzmir’den naklen geliyor.” diye tanıştırmıştı müdür. Kısa boylu, çelimsiz, zayıf, soluk yüzlü, ancak çirkin sayılmayacak kadar güzel, az konuşan bir kızdın. İkinci gün “gururlu ve cahil” diye düşündüm hakkında. Cahilliğini gururunla saklamaya çalışıyordun. Kısacık boyuna bakmadan hepimize yüksekten bakıyordun. İşte bu çıldırtıyordu beni. Alnında yazılı değildi ama, kültürsüz olduğun halinden, hareketlerinden, duruşundan, kolayca anlaşılıyordu. Fazla güzel de değildin. Bu gurur bu yükseklerden seyir de neyin nesiydi? Neyine güveniyordun?
Açıkçası kanım kaynamadı sana. Isınamadım. Sevemedim. Bu yüzden, dersten çıkınca Ankara’ya bir sonraki arabayla döner, Ankara’da sabah senin bindiğin arabaya binmişsem en arka koltuklardan birinde otururdum. Senin saçma suskunluğunu, acayip çalımlarını, tavırlarını seyretmektense çoğunu tanıdığım araba muavinleriyle şakalaşmak daha iyiydi. Hiç değilse muavin olduklarının şuurundaydılar. Yüksekten bakış, gurur, kibir yoktu onlarda. Samimiydiler.
Günler geçti. Günlerce Ankara Kırıkkale arasında ya ayrı arabalarda ya da aynı arabaların birbirine uzak koltuklarında gittik geldik. Hâlbuki aynı okulun Ankara’dan gelen iki öğretmeni olarak, yan yana, konuşa dertleşe yolculuk etmemiz gerekmez miydi? Aslında böyle bir arkadaşa her şeyden çok ihtiyacım vardı. Birer buçuk saatten üç saatlik yolculuk sırasında sohbeti, samimiyeti kim istemez?
Okulda ilk sıralar yaşına, tecrübesine saygı duyduğum Mahir Bey’le konuşuyordun. Nöbet arkadaşındı. Çocukların arasında yan yana samimi geziniyordunuz. Ne anlatırsa, seni kıkır kıkır güldürüyordu. İşte bu gülüşlerini gördükten sonra hakkında düşündüklerim yavaş yavaş değişmeye başladı. Katı, kuru duyarsız birisi değildin. Katı, kuru, duyarsız olmayan bir insan diğer insanlara kibirle, gururla yüksekten bakabilir miydi? İki şeyi merak ediyordum. Sınıfında çocuklarınla, evde ailenle baş başayken nasıldın acaba?
Senden uzak seni gözlemeye devam ettim. Sınıfın yakın olduğundan çay saatlerinde öğretmenler odasına herkesten önce geliyor, bütün bardakları sıcak sudan geçiriyor, sonra dolduruyordun. Bu yetmiyormuş gibi bir de servis yapıyordun. Oysa biz kendi çayımızı kendimiz doldurmaya alışıktık.
Özellikle bu hareketin, “Geldiğim okulda böyleydi, elim kırılmaz ya.” deyişin, arada sırada doğru bildiğini açıkça söyleyişin bir benim değil herkesin dikkatini çekti. Herkes birden ısınıverdi sana. Tabi birkaç bayan hariç…
Giderek bütün öğretmenlerle ölçülü, samimi, kesinlikle laubali olmayan yakınlıklar kurdun. Bayanlardan çoğunun arkadaşlığını kazandın. Hemen herkes senden saygıyla söz ediyordu. “İyi kız.” diyorlardı ardından. “Bilgili kız. Temiz aile kızı…” diyorlardı. Herkese yakın, bir bana uzaktın. Yahut ben uzaktım sana. Hâlâ ayrı arabalarda, ya da aynı arabanın uzak koltuklarında gelip gidiyorduk.
Yüksek okul öğrencisi olduğunu göreve başlayışından ancak bir ay sonra Mahir Bey’den öğrendim. Hem de benim devam ettiğim okula, benim gibi gece devam ediyormuşsun. Ayrı bir bölümdeymişsin. Fakat binalarımız karşı karşıyaymış. Kantinde bazı akşamlar geriden görürmüşsün beni. Ben konuşmadığım için yanıma gelip de konuşmazmışsın. Hepsini Mahir Bey’den öğrendim. “Nasıl bir insan?” diye sormuşsun benim için. “Sizden iyi olmasın iyi arkadaştır.” demiş Mahir Bey. Aklınca iyi bulduğu birkaç yönümü anlatıvermiş. “Bir onu tanıyamadım.” demişsin gülerek.
Mahir Bey’in bunları bana anlattığı gün, senden habersiz, göz göze gelmekten korkarak, dikkatle yüzünü inceledim. İnsana bir bütün olarak bakmak gerekirmiş meğer. Okula ilk geldiğin günden kat kat daha güzeldin. Ve biliyor musun ne oldu? Gözüm yüzündeyken yüreğimi incecik, tatlı, ılık bir sızı yavaşça sarsıverdi. Sonra o yavaş sarsıntı ılık bir buğu gibi bütün bedenime yayıldı. Ve çarpılmışa döndüm bir anda… Her şey olurdu da bu olamaz. Korktum. Çayımı yarım bırakıp sınıfıma çıktım. Diğer günler hep ağırdan aldığım halde okulu senden önce terk ettim. Dolmuş durağına senden önce vardım. Dolmuşa senden önce bindim. Terminale senden önce yetiştim. Hostes koltuğunda bir buçuk saat güneş yemeye razı olarak Ankara’ya senden önce gittim. Neden yaptım bunları, bilmiyorum. Belki kaçtım senden. Belki zayıf yönümü keşfettiğim için kendimden kaçtım. Ama mutlaka birilerinden, bir şeylerden kaçtım.
İki gün, üç gün, beş gün… İnsan gerçeği kabul edinceye kadar, ya da yakalanınca kadar kaçabiliyor. Ondan öteye kaçış yok. Yakalandım ben… Ardımdan hızlı adımlarla geldiğini bilmiyordum. Aramızda az bir uzaklığın kaldığını bilmiyordum. Durakta benden başkası yoktu. Dolmuşun kapısına uzanan elini görsem kapıyı hızla çeker miydim?.. Acıyla “Ahh!…” dedikten sonra gördüm seni. Parmakların kapının aralığındaydı. Ve kapının aralığından kan sızıyordu. Hemen açtım ama neye yarar? Olan olmuştu… Öteki elini kullanarak bindin dolmuşa. Kapıyı bir başkası uzanıp kapattı. Yerine oturduktan sonra mendil çıkarıp sağlam elinle ezilen parmaklarını avuçladın. Özür mü diledim, yoksa başka bir şey mi söyledim, bilmiyorum. “Mühim değil.” Dedin. Şehir merkezine kadar öylece geldik. Acıdan kıvranman gerekirken yüzün tertemizdi. Alnında tek bir kırışık, gözünde tek damla yaş yoktu.
“Kemikleriniz sağlammış. Zedelenme deride…”
Aynen böyle demişti eczacı.
Ya sen?...
“Aha bu yaptı.” diye beni eczacıya şikâyet etmiştin. Sesinde en ufak bir kırgınlık yoktu. Hayatından memnun görünüyordun.
Eczaneden çıkınca otobüs terminaline kadar yan yana yürüdük. Benim dikkatsizliğim yüzünden meydana gelen bu kaza bizi yan yana getirmişti.
Bileti ben aldım koltuk numaralarını görünce “hayret” dedin. “Bitişik koltuklarda mı gideceğiz?” Sonra alay ettin benimle: “Arkada boş yer kalmamış mıydı?”
Meğer ne kadar ihtiyacımız varmış birbirimize. Bir buçuk saatlik yolun nasıl bittiğini anlayamadık. Sonraki günlerde Ankara’dan Kırıkkale’ye altı buçuk, Kırıkkale’den Ankara’ya on üç arabasının yedi sekiz numaralı koltukları hep bizim oldu. Önce “arkadaş” dedik birbirimize. Sonra “dost” dedik. Dilimiz daha başka bir şey demeye varmadığı için dost kaldık. “Dostluk” ne sıcak ne içten bir kelime değil mi?...
Sensiz yolculuğun çekilmez olacağını bildiğim için sabahları ilk servisi hiç kaçırmıyordum. Yedi numarada geliyordun benim durağa kadar. Ben binince pencere dibine kayıyor yerini bana veriyordun. Öyle koyu sohbetlere dalıyorduk ki âdeta zamanı durduruyorduk. Kırıkkale’den otobüsten inerken zaman akmaya başlıyordu. dolmuş durağına yürüyüşte, dolmuşta, ders aralarında, hep beraber oluyorduk. Sonra aynı gün içinde zaman ikinci kez duruyordu. “Aralarında konuşulacak konu kalmayan iki dostun dostlukları bitmiş demektir.” sözünü sanırım sen söylemiştin. Dostluğumuzun bitmesini istemediğimizden olacak, durmadan yeni konular buluyorduk. Eğitim, psikoloji, edebiyat kadın erkek ilişkileri ve dahası… Aramıza dakikalarla ölçülebilen suskunluklar dahi giremiyordu. Yasak olduğu halde canım sıkılırsa aramam için kaldığın pansiyonun telefon numarasını vermiştin bana. Canım sıkıldıkça arıyordum. Bazı cumartesi pazarlar buluşuyor, oturup bir yerlerde konuşuyorduk.
Beraberliğimiz okul kapanıncaya kadar sürdü. Yaz tatilinde aldığımız karar uyarınca mektuplaşmadık. Ara sıra kartlar gönderdik birbirimize. Böylece ilişkimizi ailelerimizden saklı tuttuk. Hâlbuki iki dost insandık biz. İlişkimizin saklı tutulacak bir yanı yoktu, olamazdı, olmamalıydı. Yine de sakladık nedense? Sanki bir “ayıp gibi sır gibi” sakladık. Gerekçe olarak yanlış değerlendiren insanların çıkabileceğini ileri sürdük. Ne demekti bu? Kendimizden emin değil miydik? Ortada gerçekten yanlış değerlendirilebilecek bir durum mu vardı? İşin bu tarafını hiç düşünmedik. Yahut düşündükçe bunu da birbirimizden sakladık.
Ayları içine alan tatili anlatmayacağım. Yalnızlık ve özlem… Her şey bu iki kelimenin içinde…
Okulumuzun açıldığı ilk gün… Altı buçuk servisine biner binmez gözlerim seni aradı. Gelmiştin. Yedi numaradaydın. Yanın boştu. Gözlerin sevinçle parlıyordu. Sevinçle kaydın sekize. “Hoş bulduk.” derken tuttuğun elimi Kırıkkale’ye kadar bıraktın mı, bırakmadın mı bilmiyorum. Hiç değişmemiştin. “Hiç değişmemişsin.” dedin bana. Pek az konuştuk. Hep baktık birbirimize, hep dinledik. İzmir’de sık sık denize girmiş olmalıydın. Zira yüzün hayli esmerleşmişti. “Denizden gelen kız.” dedim. Bu ne kadar hoşuna gitmişti değil mi? Sonra geçen yılı kaldığımız yerden yaşamaya başladık.
Temiz yürekli olduğuna inandığım, her zaman takıldığım, şaka yaptığım şoför Aydın’ın bir şakası aklımı başıma getirdi. Akşamları uykuya değil muhasebeye yatmaya başladım. Aslında her insan günün muhasebesinden sonra uyumalı. Aydın’ı haklı buldum. Bırakmalıydım yakanı. Ben, Aydın’ın deyimiyle, ununu elemiş, eleğini asmış bir insandım. Evliydim. Çocuklarım vardı. Eğer amacım gönül eğlendirmekse “o biçim” kızlar, kadınlar bulmalıydım kendime. İki gün sonra ısrarlarına dayanamayıp sana anlattım bunları. “Düşündüğün şeye bak…” diye kızdın bana. El senin kâhyan değilmiş. Hem ne kötülük varmış aramızdaki ilişkide? Keşke herkes bizim kadar dürüst ilişkiler kurabilseymiş. Kimse umurunda değilmiş…
Bir süre sustuktan sonra geçen yıl dolmuşun kapısına sıkışan parmaklarını gösterdin. Yaraların izi hâlâ belliydi.
“Bak!” dedin. “Bu parmakları bu dostluk için bilerek ezdim. Kimseye aldırma.”
Yani, benimle konuşup dost olabilmek için, meydana gelecek kazayı bile bile mi tutmuştun kapıdan? Yalandı. Yüzde yüz kere, milyon kere yalandı. Değil sen, böyle bir şeyi kimse yapamazdı. Bu yalana neden lüzum gördüğünü günlerce düşündüm. Yaptığım bütün yorumlar havada kaldı. Dürüst olmaya, açık kalpli olmaya söz vermiştik ya, sana sordum.
“Doğru.” dedin. “Beni görmediğini, kapıyı çekeceğini biliyordum. Bile bile yaptım.” diye açıkladın.
Sebebini sordum.
“Yalnız gelip gitmek beni sıkıyordu. Sana ihtiyacım vardı.” dedin.
“Budalasın.” dedim.
“Belki.” diye kabullendin.
Hâlâ itiraf etmekte sakınca var mı bilmiyorum. O an elini tutmak, dudaklarıma götürmek, parmaklarındaki yara izlerinden öpmek ve “Seni çok seviyorum.” demek geldi içimden. Denmez ki… Her gerçek, her yerde her zaman söylenmez ki… Bu kimi zaman bir saçmalığı, kimi zaman bir felaketi önler. Susmak sığınaktır çoğu zaman. Sustum…
Ertesi gün sen suskundun. Ağzını bıçak açmıyor, yüzünden düşen bin parça oluyordu. Nelere başvurdum konuşturamadım. Bana da susmak düşmüştü. Elmadağ’a kadar hiç konuşmadan gittik. Sanırım Aydın’ın arabasındaydık. Kırgın olduğumuzu düşünerek sevindiği muhakkaktı. Yolun ikinci yarısında her şeyi anlattın. Bu yıl tekrar girdiğin üniversite sınavlarında yüksek bir puan tutturarak İzmir’de iyi bir okula girmeye hak kazanmıştın. Babandan gelen mektup bunu müjdeliyordu. “Al, oku.” diye elime tutuşturuverdin. Her şey açıktı. En geç on gün içinde birlikte devam ettiğimiz yüksek okuldan kaydını alıp, öğretmenlikten istifa edip gidecektin. Çocuk doktoru olmak idealindeki meslekti. İşte fırsat. Bu fırsatı kaçıramazdın. Hem ailenden uzakta yaşamak hayli zor geliyordu sana. Gitmeliydin. Geç kalırsan kazanılmış hakkını kaybedebilirdin.
O gün yüreğimin başında taşıdığım acıyla konuştum seninle. Beni güldürmek için yaptığın komiklikler, anlattığın fıkralar amacına ulaşamadı. Aslında en az benim kadar senin de teselliye ihtiyacın vardı. Beni teselliye kalkışman saçma ve anlamsızdı.
İstifa dilekçeni ben yazdım, birlikte verdik. Okuldan kaydını, otobüs terminalinden biletini birlikte aldık. On birinci gün son kez buluşmak üzere ayrıldık.
O gece hep uyanık yattım. Hep düşündüm. Olayların böyle gelişmesi bizim için iyi olmuştu. Dostumdun, arkadaşımdın ama asıl önemlisi söyleyememiş bile olsam sevgilimdin. Bir aile reisinin karısından başka sevgilisi olur mu? Olmuştu işte. Bir yıl önce senden habersiz seni incelerken yüreğime akıveren ve beni korkutan ılık sızı sevgiydi, aşktı… Her geçen gün daha da büyümüş, şiddetlenmiş artık yüreğimi yakmaya başlamıştı. Dayanılmaz bir yakıştı bu. Halbuki, bir ailem vardı benim, karım, çocuklarım vardı… Nihayet gidiyordun. Gönlümün isyanına, feryadına rağmen aklım böylesi bir ayrılığın ikimiz için de iyi olacağını söylüyordu. Nasıl olsa ayrılacak değil miydik?
Terminale isteyerek geç geldim. Çevren pansiyon arkadaşlarınla dolu, sen mahzundun. Otobüsün hareketine az kalmıştı. Beni görünce mahzun yüzün biraz güldü galiba. Ayağa kalkarak elime sarıldın.
“Geç kaldın dost.” dedin.
“Biliyorum.” diye cevap verince, isteyerek geç kaldığımı hemen anladın. Sonra arkadaşlarınla “Hani hep bahsederdim ya…” diye toptan tanıştırdın. Harekete hazır otobüsün yanına gittik. Beraberliğimizin son dakikalarını yaşıyorduk. Önce arkadaşlarınla vedalaştın. Hepsini ağlattın. Sen de ağlıyordun. Sonra bana uzattın elini.
“Birbirimize söyleyecek şeyimiz kalmış mıydı?” diye sordun imalı imalı.
“Daha çok şey vardı.” dedim.
Islak gözlerin ışıklanıverdi.
“İşte bu güzel… Aramızda konuşulacak konu bitmediğine göre dost ayrılıyoruz demektir… Bu çok güzel…” dedin.
Hepimize yazacağını söyleyerek atladın arabaya. Pencere dibine kurulup arada bir kuruladığın gözlerinle bizi seyretmeye başladın. İşaret parmağınla beni çağırdığında şoför yerini almış hareket emrini bekliyordu. Aceleyle yanına geldim. Söyleyeceğin son sözleri dinlemek üzere sana doğru eğildim. Fakat konuşacak halde değildin. Durmadan ağlıyor, hıçkırıyordun. Kız arkadaşların dışarıdan bize bakıyorlardı. Şoför sabırsızlanıyordu. Yolcuların, uğurlayıcıların, belki herkesin gözleri bizdeydi…
Bir ara toparladın kendini.
“Fatih!…” dedin.
Belki bu, bana ismimle ilk hitabındı.
“Fatih, en çok senden ayrıldığıma üzülüyorum…” dedin.
Ve hareket emrini aldı şoför. Ben aşağı iner inmez otobüs yürüdü.
O gün akşama kadar arkadaşlarınla beraber olduk. Hep seni anlattılar bana. “Seni her şeyinden çok seviyordu. Aileni düşündüğü için aşkını gizli tuttu.” dediler. “Biz, arkadaşımızın gidişinden çok sevdiği insandan ayrılışına ağladık. Sana yakın olmak ona yetiyordu.” dediler. Kurulu düzenimi bozacağından korkmuşsun. İsteyerek değil, gitmek zorunda olduğun için gitmişsin.
Bundan sonrasını bilmiyorum. Söz verdiğin halde ne mektup yazdın ne de kart gönderdin. Yıllar geçti. Daha doğrusu çeyrek yüzyıl geçti aradan. Kader, bu hastanede, boğulma tehlikesi geçiren torunumun doktoru olarak tekrar karşıma çıkardı seni. Artık yirmi beş yıl öncesinde olduğu gibi heyecanlı değildik. Zaman çok şeyi değiştirmişti. Yaşlanmıştık. Henüz torunun yoktu ama senin de çocukların vardı. İki eski dost olarak oturup konuştuk. “Unutmadım.” dedim, inanmadın. “Anlat.” dedin, anlattım işte… Hem de ayrıntılarıyla anlattım. Hepsi uzaklarda tabi…
Şimdi sen söyle bakalım. Küçük oğlumla kızın Özlem birbirlerini pek beğendiler, pek sevdiler. Onları evlendirelim mi, ne dersin? “Kararı kendileri vermeli.” diyeceksin, biliyorum. Yine de, akşam yemekte bu konuyu onların yanında açmaya kararlıyım. Belki kararlarını çoktan vermişlerdir.
(Beyaz Yürüyüş, Akçağ Yayınları, Ankara, 2012, 6'ncı baskı.)
Cemal Safi - Tek Hece Aşk
6 Mayıs 2024 Pazartesi
Fuzuli - Gazel (Hat-i ruhsârın eder lûtfda reyhân ile bahs)
Hüsn-i sûrette cemâlin gül-i handân ile bahs
20 Nisan 2024 Cumartesi
Osman Çeviksoy - Keçi (Hikaye)
“Yıllar önce şeytana uyup bir keçinizi çaldım. Kendi keçimmiş gibi kestim, kızarttım, arkadaşlarımla yedim. Sonra unuttum. Arada bir hatırladığım oldu, önemsemedim. Kırk yaşımdan sonra hemen her gün aklıma düştü. Bir süre sonra aklımdan çıkmaz oldu. Pişmandım. Huzursuzdum. Tövbeler ettim olmadı. Fakir fukaraya sadaka dağıttım, olmadı. Bir türlü aklımdan atıp rahatlayamadım. Uykularım kaçtı. Gittim, müftüye danıştım. “Dünyada helalleş. Öbür tarafa bırakırsan, kendine yazık edersin. Çık karşısına, açıkça anlat! ‘Ödeyeceğim!’ de. Öde, kurtul!” dedi. Keçinizin karşılığını ödeyip helalleşmeye geldim. Öte yana borçlu gitmek istemiyorum.”
“Güzel! Keçimin karşılığını ödersen helalleşmiş oluruz.”
“Ödeyeceğim, miktarı söyleyin.”
“Önce bir hesap yapmam gerek!”
“Elbette… Bir, iki, üç, beş keçi deyin vermeye hazırım.”
“Keçimi kaç yıl önce çaldınız?”
“Tam yirmi dört yıl oluyor.”
“Dördünü silelim yirmi yıl olsun. Keçimiz, yirmi yılın on yılında on yavru yapmış olsa… bunlardan beşi dişi, beşi erkek olsa… dişiler üçer yaşına girince yavrulamaya başlasa… onların dişi yavruları da üçer yıl sonra yavrulamaya başlasa… erkek olanlar satılıp paralarıyla dişi keçiler alınsa… onlar ve onlardan doğacak yavrular da vakti geldikçe yavrulamaya başlasa… bu böyle devam edip gitse… Kurdun kuşun kaptığını, hırsızın çaldığını, kayadan düşüp öleni, sele kapılıp gideni, sadakayı, zekâtı, fitreyi çıktıktan sonra iki yüz seksen altı kalır. Vicdan ehli olmak gerekir. Bunu da aşağı doğru yuvarlayalım; iki yüz elli diyelim. Evet sevgili kardeşim, iki yüz elli keçiyi ya da bedelini verirseniz borç ödenmiş, biz helalleşmiş oluruz. Bir eksik olursa kabul etmem, hesap ahirete kalır.”
19 Nisan 2024 Cuma
Fuzuli - Gazel (Bahr-i aşka düştün ey dil lezzet-i cânı unut)
Bâliğ oldun gel rahimden içtiğin kanı unut
Fuzuli - Gazel (Talsam genc için bin ism-i a’zam yâd tuttun tut)
Talsam-i sandurup genci bozup ismi unuttun tut
bugun kanlar töküp âlemde çok hûn-âbe yuttun tut
riyaz ömre binkez su verip âhir kuruttun tut
Bu bezm içre Cem ü Cemşid elinden câm tuttun tut
Kumârı mekr ü tezvir ü hiyel ehlinden uttun tut
16 Nisan 2024 Salı
Abdurrahim Karakoç - Kısa Soruya Uzun Cevap
“Eski dostlar nasıl?” diye sorarsın
Dostluk nasıl bir şey? Nerede kaldı?
Kimi ata binip aştı dağlardan
Kimisi ahırda, harada kaldı.
Nurettin’in mumu yanmadan söndü
Baki palavrayla köşeyi döndü.
Gaffar çok kurnazdı, Sadık çok bön’dü
Fermanı şaşırdı arada kaldı.
Şeytan kaçtı, cin yetişti imdada.
Harun İnternet’te, Hayri simya’da
Tayyar gökdelende, Mahdum villada
Mülayim bir çıkmaz derede kaldı.
Serdar yukarıda madik atıyor
Hicabî pazarda marul satıyor
Alişan Lara’da kumda yatıyor
Sadullah tipide, borada kaldı.
Süleyman silahı duvara asmış
Selami herkesten selamı kesmiş
Hidayet kahrından dünyaya küsmüş
Zafer çekte, Zeki kirada kaldı.
Hayrettin haraca bağladı yurdu
Erdal eroinden voleler vurdu
Behçet İstanbul’a karargâh kurdu
İkram Muş’ta, Zülküf Zara’da kaldı.
Dost most bırakmadı çaldı seneler
Aklı, iradeyi aldı seneler
Yaprağı, çiçeği yoldu seneler
Yeşillik sadece serada kaldı.
Gazanfer gün boyu gökte uçuyor
Şarabı bıraktı, viski içiyor.
Kamber denizlere yelken açıyor
Zavallı Muharrem karada kaldı.
İsrafil emrine girdi Hasan’ın
Şifresi cebinde yüz dört kasanın.
Şaşkınlıktan aklı durdu Musa’nın
Gitmedi bir yere, burada kaldı.
Günden güne azmanlaştı büyükler
Belli değil sarhoşlarla ayıklar
Mansur “Tanrıdağı” diye sayıklar
Gökbörü’nün aklı Hira’da kaldı.
Rağbet dönmeyedir, itibar yoz’a
Gark oldu her taraf dumana, toza
Şakir’in içtiği çay, salep, boza
Kutluk gitti gitti, birada kaldı.
Cabbar Mercedes’te, Can yalınayak
İhtiras sevgiye olmuyor dayak
Mesut Uludağ’da yaparken kayak
Bekir kıl çadırda, merada kaldı.
Fikri işsiz aylak dolaşmaktadır
Figanı göklere ulaşmaktadır
Necip hep pisliğe bulaşmaktadır
Feyzullah’ın aklı parada kaldı.
Dostluk vadisinde yeller esmekte
İlhamı zirvede ahkâm kesmekte
Gürkan haram yiyip yalan kusmakta
Bedrettin yazıda, turada kaldı.
Nadir “Allah” diyor, demiyor başka
Hepimiz o yolda buluşsak keşke.
Yakup dolar sayıp geliyor aşka
Yekta’nın gözleri birada kaldı.
Vahdet Washington’da, Rüştü Roma’da
Celal size ömür... Kemal komada.
Hamit Horasan’da, Said Soma’da
Hurşit Safdiller’in orada kaldı.
Şeref şerefini sırtından atmış
İzzet izzetini gâvura satmış
Hakan Almanya’da batağa batmış
Kimliği Helga’da, Vera’da kaldı.
Edirne’den Van’a, Muğla’dan Kars’a
Bize de göstersin dost bulan varsa.
Herkes bir yol tutmuş topluyor parsa
Hicran yürekteki yarada kaldı...
ABDURRAHİM KARAKOÇ
15 Nisan 2024 Pazartesi
Ömer Seyfeddin - Büyücü
Büyük Selahaddin Eyyubi, kendisinden aman dileyen
Kudüs'ü aldıktan sonra hiç durmamıştı. Şam'da "biraz dinlenelim!" diye
isteklerini bildiren askerlerine:
— Ömür kısadır. Ecelimizin ne zaman geleceğinden emin değiliz, cevabını verdi.
Ömer Hayyam - Rubai
İnsan yiyeceksiz, giyeceksiz edemez:
Bunlar için didinmene bir şey denmez.
Ondan ötesi ha olmuş, ha olmamış:
Bu güzelim ömrünü satmaya değmez.
(Çeviren : Sabahattin Eyuboğlu)
Mehmed Akif Ersoy - İstiklâl Marşı
Beste: Osman Zeki Üngör
Güfte: M. Akif Ersoy
-Kahraman ordumuza-
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Çatma, kurban olayım, çehrene ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül... Ne bu şiddet, bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal;
Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklal.
Ömer Seyfeddin - Yalnız Efe
Sabahtan beri yürüyorduk. Düşe kalka geçtiğimiz sarp
keçi yolları bazen sel yarıkları içinde kayboluyor, bazen sık fundalıklardan
ayrılarak, dibinde sivri sivri çam tepeleri görünen karanlık çukurlara
sapıyordu. Ayı avına gidiyorduk. Kılavuzum Kumdere köyünün en namlı
nişancılarındandı. Beraber tırmanacağımız yüksek ormanlı dağların daha çok
uzağındaydık. Vakit vakit ince bir yağmur serpeliyordu. Güneş yoktu. Nihayetsiz
mor bir kubbeyi andıran dumanlı gökten sonsuzluğun geçmiş saatlerini hatırlatır
gamlı guguk sesleri aksediyordu. Artık iyice yorulmuştum. Omzumdaki martin
gittikçe ağırlaşıyordu.
— Biraz dinlensek, dedim.
Kılavuzum güldü. Onun kır çember
sakallı şen çehresi pembeleşti:
— Kesildin mi? diye sordu.
Sırtında çiftesi ile üç günlük
yiyeceğimizden başka benim kebemi de taşıyan bu dinç köylüye yorgunluğumu
söylemedim.
— Ha biraz gayret! Yarın başına bir
çıkalım, oradan öte Akkovuk’a kadar yol iyidir, dedi.
— …
Yarım saat daha tırmandık.
Ayaklarımızın altından küçük taşlar, kireçli topraklar dökülüyordu.
Gayet büyük bir çam ağacının yanına
gelince kılavuzum:
— İşte yarın başı, dedi.
Yerler çamurdu. Çiseleyen yağmurun
dallara çarpan damlaları derin bir fısıltı çıkarıyordu. Ben hemen çöktüm. Çamın
kalın gövdesine arkamı dayadım. Cebimden paketimi çıkardım. Sırtından yükünü
indiren ihtiyar avcıya uzattım:
— Yak bir cıgara bakalım!
Ağır bir tavırla:
— Burada tütün içilmez, dedi.
Sordum:
— Niçin? Namazgâh mı burası?
— Hayır!
— Ya ne?
Başını salladı. Gizli bir şey
söylüyormuş gibi yavaşça:
— Burası Yalnız Efenin sır olduğu
yerdir, dedi.
Serin bir rüzgâr yağmurun
fısıltısını çoğaltarak esiyor, üstümüzdeki siyah bir çadır gibi açılan çam
dallarını titretiyordu. Anadolu’nun bu yalçın ufuklu, bu boş, bu kayalık, bu
korkunç tarafı, Bozdağı’na giden bu ıssız yol eskiden beri eşkıya uğrağı idi;
bunu bilmiyordum. Ben tenha bir geçidin gizli bir köşesinde uyuyan küçük bir
köyde doğdum. Ger Ali’nin, Köroğlu’nun, Develi’nin, Cellav’ın menkıbeleri
içinde büyüdüm. Bilmem onun için mi, eşkıya hikâyelerini dinlemeyi pek severim.
Paketimi cebime soktum.
— Anlat bana baba, bu Yalnız Efe kim,
nasıl sır oldu? dedim.
İhtiyar avcı torbasının yanına
bağdaş kurdu, çiftesini kucağına uzattı. İri ela gözleriyle dik yarın keskin
kenarına, karşıdaki yağmurla ıslanarak koyu kan rengine giren derin granit
uçurumlara baktı, baktı. Sonra bana döndü:
— Anlatayım. Ben şimdi elli yaşını
geçiyorum. O vakit pek ufaktım. Onu gören kadınları dinlerim. Kendisi hiç
erkeğe gözükmezdi.
— Niye gözükmezdi?
— Çünkü kızdı.
— Kız mıydı?
— Evet.
Hayretim boşuna gitti. Geçmişi
seven, bütün harikaları geçmişte sanan, geçmişi kutsayan her yaşlı köylü gibi
masum bir şevkle hikâyesine devam etti:
— Dağa çıktığı zaman daha on altı
yaşındaymış. Babası gençliğinde bizim köye göçmüş, kızından başka kimsesi
yokmuş.
Bu adam, bir gün nasılsa Eseoğlu’nun
çiftliğinden geçer. Oradaki yabancı korucuların birinde alacağı varmış, onu
ister. Vermezler. O da galiba kötü bir laf söyler. Hemen zavallıyı öldürürler.
Kızı duyunca babasının ölüsüne gider. Ağlamaz, sızlamaz. Kimin vurduğunu anlar.
Sonra kazaya gelir, hükümete koşar. “Babamı vuran filandır, tutun!” der.
Aldıran olmaz. Kız yine köye dönmez. O vakit, nereden geldiği, nereli olduğu
belli olmayan sarhoş bir zaptiye mülazımı varmış, Eseoğlu’nun ahbabıymış. Kız
her gün onu tutar, “Babamı vuranı daha tutmayacak mısın?” diye sorar. Bir gün
bu sarhoş, kızcağıza öfkelenir, ağzını bozar, “Bre kahpe, bir daha buraya
gelirsen senin kafanı kırarım!” der. Kız korkmaz, zaptiyelerin yanında ona:
“İşte bunlar da şahit olsun. Sen bugün babamı vuranı tutmazsan ben seni
öldüreceğim!” der. Zaptiye mülazımı bu lafa bütün bütün gazaplanır, fırlar.
Yörük’ün kızını iyice döver, zaptiyelere sokağa attırır.
Kız bir zamanlar görünmez olur…
Bir gün sarhoş mülazım, Eseoğlu’nun
verdiği bir ziyafete giderken kafasına bir kurşun yer; hemen orada can verir.
Vuranı ararlar bulamazlar. “Yörük’ün kızı vurdu” diye bir laf olur. Ama buna
kimse inanmaz. Herkes onu İzmir’e birinin yanına evlatlık gitti sanır. Fakat
bir hafta geçmeden, Yörük’ü öldüren korucu da vurulur. Biraz sonra hükümete
Yörük’ün davasını hasıraltı ettiren çiftlik sahibi Eseoğlu’nun boğazlanmış
ölüsünü bağdaki yatağında bulurlar. Kasabalı ağaların çiftliklerine koruyucu,
hergeleci, çoban gibi gelip silahsız ahali içinde tüfekle gezen ne kadar
yabancı varsa yavaş yavaş hepsi vurulmaya başlar. İş o dereceğe varır ki,
yabancılar yalnız kıra çıkamaz olur. Nihayet takım takım buralarını bırakırlar,
kendi yurtlarına dönerler. Zalim zaptiyeleri, köylüyü soyan memurları, rençperi
dolandıran madrabazları hiç görünmeden öldüren bu efenin kim olduğu bir zaman
anlaşılmaz.
Bu efe tek başına. Yanına uşak filan
almaz. Müracaat edenleri ters yüzüne çevirir. İşte bunun için köylüler ona “Yalnız
Efe” derler. Tam on beş sene Yalnız Efe’nin yüzünü kadınlardan başka kimse göremez.
Dağda erkekle karşılaşınca, uzaktan “Gözlerini yum!” diye bağırırmış, sonra
yanına gelirmiş. Kim gözünü açarsa hemen öldürürmüş. Gözünü açmayan erkeğe “Size
zulüm eden kim? Rüşvet alan memurunuz var mı?” diye sorarmış. Onun korkusundan
ilçede kimse kötülük yapamazmış. Zenginlere, kadınlarla haber gönderir: “Filan
fakire yardım ediniz. Filan öksüzü evlendiriniz. Filan köprüyü yapınız. Filan
köyde bir mektep kurunuz.” gibi emirler verirmiş. Hem çok sofuymuş. Benim
teyzem bir gün odundan gelirken onu görmüş. Anlatırdı. Başında yeşil bir namaz
bezi sarılıymış. Arkasında erkek elbisesi varmış, yamaçta namaz kılıyormuş. Peri
gibi güzelmiş…
Evet, bir zaman onun korkusundan
kimse kimseye haksızlık edemez olmuş. Haksızlığa uğrayan düşmanını, “gider
Yalnız Efe’ye söylerim!” diye korkuturmuş. On beş sene ne köyümüze, ne ilçemize
yabancı, yağmacı gelmez olmuş. Mahsulün onda birini vergi olarak alanlar, sürüdeki
hayvanları sayıp vergisini toplayanlar, tahsildarlar, zaptiyeler köylerde kuzu
gibi namuslu dolaşırlarmış. Rüşvet değil ikram olunan yemişi bile kimse almaya
cesaret edemezmiş.
Yalnız Efe’den kimsenin şikâyeti
yokmuş. Ne kimseyi dağa kaldırmış, nede fidye istemiş. İstediği hep fakirler,
kimsesizler, dullar, öksüzler içinmiş. Camiine bakmayan köye haber gönderir;
“Gelecek Ramazana kadar mescitlerini tamir etmezlerse samanlıklarını yakarım.”
dermiş. Onun sayesinde camiler şenlenmiş, köylü zulümden kurtulmuş. Öksüzlerin,
yoksulların yüzü gülmüş. Her köyün korusunda gizli bir ağaçta bir heybe asılıymış.
Köy halkı bu heybe boşaldıkça içine sucuk, şeker korlarmış. Yalnız Efe’nin kaza
içinde belki elli dalda heybesi varmış. Kimseye ağırlık olmaz, kimseyi
sıkıştırmaz, herkesin gönlünden kopanla geçinirmiş.
Uzatmayalım… İşte tam o sırada Söke
tarafında gayet azgın bir Rum eşkıyası türer. Devlet bu haydutlara karşı bir
nizamiye taburu çıkarır. Döne dolaşa bu tabur bizim tarafa da gelir. Rumların
izlerini bir türlü bulamazlar. Kasabada Yalnız Efe’nin namını işitirler. Boş
durmamak için onu tutmaya kalkarlar. Yerli zaptiyeler kılavuzluğu kabul
etmezler. Yalnız Efe bunu haber alır. Bozdağı’na geçmek ister. Bir bölük asker
ondan evvel davranır, arkadan dolaşır, Akkovuk’u tutar. Bir bölük askerde
aşağıdan çıkmaya başlar. Yalnız Efe’yi tam burada sıkıştırırlar. “Teslim ol!” derler.
Yalnız Efe: “Siz askersiniz, benim kardeşlerimsiniz, canınızı yakmak istemem.
Savulun, yoluma gideyim!” der. Dinlemezler. Üzerine ateş ederler. Yalnız Efe
birkaç askeri elinden, kolundan, kulağından hafifçe yaralar. Tekrar: “Asker
kardeşler, bırakın beni. Sizin canınızı yakmak istemem!” diye haykırır. Yine
dinlemezler. Akkovuk’tan gelip de geçidi saran bölük de ateşe başlar. İki ateş
arasında kalınca: ”Asker kardeşler, benim yüzümden birbirinizi vuracaksınız. Ben
gidiyorum, ben artık yoğum. Ateşi kesin, yürüyün, buluşun!” diye haykırır. Bir
zaman daha yaylım ederler. Nihayet Yalnız Efe’nin sesi kesilince vuruldu
sanırlar. Yavaş yavaş yürürler. Dik yolun önünü arkasını adım adım ararlar.
İşte bu çamın dibinde Yalnız Efe’nin martini ile geyik postu seccadesinden,
yeşil namaz bezinden başka bir şey bulamazlar.
O vakitten beri Yalnız Efeye rastgelen
yok. Yazın yamaçlarında hayvanlarını süren Yörükler buraya her gece nur inerken
gördüklerini yemin ederek anlatırlar.”
Akkovuk’a biraz erken yetişmek için
davranmak icap ediyordu. Yağmur dinmişti. Kalktım, martinin kayışını omzuma
geçirdim. İhtiyar, yemek torbasını, kebeyi sırtlıyordu. Yürüdüm. Yarın kenarına
geldim. Aşağısı baş döndürecek kadar derin bir uçurumdu. Yeni geçmiş bir kâbus
gecesinden kalma korkunç rüyaları andıran parça parça sisler, birbirine
karışmış çamlarla kayaları örtüyordu. Yanıma yaklaşan kılavuza:
— Yalnız Efe askerin eline düşmemek
için buradan kendisini aşağıya atmış olmalı, dedim.
— Haşa! Tövbe! O Allah’tan korkardı.
Dini bütündü, diye reddetti.
— Ee, havaya uçmadı ya!
— Sır oldu!
Gülerek sordum:
— Ne biliyorsun?
İri ela gözlerini kırptı.
Delillerinden emin olan sade insanlara ait saf bir inançla:
— Ne bilmeyeceğim? Sır olmasa buraya
her gece nur iner mi? dedi.
14 Nisan 2024 Pazar
Yavuz Bülent Bakiler - Turan
-Sadık Kemal Tural kardeşimize-Ben Altay dağlarından koparak geldim Yüreğimde Türkistan'dan binbir nakış var Çok şükür aslım da neslim de belli Türküm müslümanım o dağlar kadar. Dokuz tuğ taşıdım ben, dokuz davula vurdum Dokuz evliya gücüyle yürüdüm geldim Büyüdü benimle mübârek yurdum Ebed-müddet bu devleti ben kurdum. Nevruz toylarımızda ateşler tutuşturdum Orhun'dan, Seyhun'dan, Ceyhun'dan geçtim Yol gösterdi kükreyerek bana Bozkurt'um Atımla hep yan yana gözelerden su içtim Baykal'da da çimdim ben, Hazar Denizi'nde de Toprağıma bağdaş kurup oturdum. Ben ki Alper Tunga'ya gönül verenlerdenim Yurt uğruna dolu dizgin göğüs gerenlerdenim Sonra durgun sulara Bismillâhlarla Kilim seccadesini serenlerdenim Yani hem Alplerdenim, hem Alperenlerdenim. Ben Türkmen'im, Özbek'im, Kazak'ım, Kırgız'ım ben Azerbaycan Türkleriyle aynı kandanım Kıpçakları, Uygurları aşkla duyanlardanım Ben ki Tatarlardan, Gagavuzlardan Çuvaşlardan, Bozkurtlardan, Oğuzlardanım. Kalem de tuttum çok şükür, kılıç da, gül de Güvercin bakışlı sıcak türküler de söyledim Anlayan anladı kim olduğumu Aman dileyeni sevdim, öfkemi yendim Övdü büyük peygamber İstanbul Başbuğumu Kur'an'la da müjdelendim. Sevsem gözbebeğim olur ne varsa Öfkelensem öfkem dağları ezer Dilim bazan sularım çağlamasına Bazan da bülbüllerin şakımasına benzer. İşte bilge Tonyukuk, Kültikin, Bilge Kağan Hepsi birbirinden daha mübârek Süzme asaletimin nurdan kefili İşte Dede Korkut, kaftanı ipek Soyumun-sopumun bin yıllık dili. Ve Yusuf Has Hacib, Mahdum Kulu, Fuzuli Hepsi de peygamber soyunca asil Sonra Kaşgarlı Mahmut; gönlüme düşen cemre Ali Şir Nevaî, Gaspıralı İsmail Şiiri bir bakraç süt gibi Yunus Emre. Cengiz Aytmatov ki, Cengiz Dağcı ki Ayın ondördünden sağılan huzur Sabir Rüstemhanlı... ruh kadar eski Ve daha binlerce nur üstüne nur. Servetim Buhari'nin, Yusuf Hamedanî'nin Ahmet Yesevî'nin nur servetinden Güzelliğim, merhametim, şefkatim Hep Şah-ı Nakşibend hazretlerinden. Hunlardan, Göktürklerden alıp getirdim İpek ipliğimi altın tığımı Mintanıma minyatürler işledim durdum Selçuklu çinisine gönül mührümü vurdum. Osmanlı ebrusuyla süsledim yastığımı Mustafa Kemâllerle yeni baştan doğruldum Kim demiş 75 yaşıma bastığımı.
Uçraşganda
Söz: Abdurehim Ötkür
Beste: Abdurehim Heyit
Seher körgen çeğim közüm sultanini
Didim "Sultan musen?", o didi "Yoq-yoq"
Seher körgen çeğim közüm sultanini
Didim "Sultan musen?", o didi "Yoq-yoq"
Közleri yalqunluq, qolleri xeniliq
Didim "Çolpan musen?", o didi "Yoq-yoq"
Didim "İsmin nime?", didi "Ayhandur"
Didim "Yurtun qayer?", didi "Turpandur"
Didim "Başindiki?", didi "Hicrandur"
Didim "Heyran musen?", o didi "Yoq-yoq"
Didim "Ayğa oxşar", didi "Yüzüm mu?"
Didim "Yultuz kebi", didi "Közüm mu?"
Didim "Yalqun saçar", didi "Sözüm mu?"
Didim "Volqan musen?", o didi "Yoq-yoq"
Didim "Qiyaq nedur?", didi "Qaşimdur"
Didim "Qunduz nedur?", didi "Saçumdur"
Didim "On beş nedur?", didi "Yaşimdur"
Didim "Canan musen?", o didi "Yoq-yoq"
* * *
Didim "Deniz nedur?", didi "Qelbimdur"
Didim "Rana nedur?", didi "Levimdur"
Didim "Deniz nedur?", didi "Qelbimdur"
Didim "Rana nedur?", didi "Levimdur"
Didim "Şekar nedur?", didi "Tilimdur"
Didim "Bir ağzima?", o didi "Yoq-yoq"
Didim "Zencir turar", didi "Boynumda"
Didim "Ölüm bardur", didi "Yolumda"
Didim "Bilazükçu?", didi "Qolumda"
Didim "Qorqar musen?", o didi "Yoq-yoq"
Didim "Niçün qorqmassan?", didi "Tanrim bar"
Didim "Yaniçu?", didi "Halqim bar"
Didim "Yanı yoq mu?", didi "Ruhim bar"
Didim "Şükran musen?", o didi "Yoq-yoq"
Didim "İstek nedur?", didi "Gülümdur"
Didim "Çеlişmaqqa?", didi "Yolumdur"
Didim "Ötkür nimen?", didi "Qulumdur"
Didim "Satar musen?", o didi "Yoq-yoq"
Ali Mümtaz Arolat - Bir Gemi Yelken Açtı
Bir gemi yelken açtı hayal iklimlerine,
Civarından çığlıkla yorgun martılar kaçtı
Rüzgâr sürüklenirken derinlerden derine;
Hayâl iklimlerine bir gemi yelken açtı.
Beyaz yelkenlerinde ölgün bir kızıllığın
Titrek son akisleri dalgalandı belirsiz;
Toplanırken göklerde bulutlar yığın yığın
Hırçın bir fırtınayı düşünüyordu deniz.
Ufuklarda solarken altın şafak gülleri
Yabancı âlemlerden sâadetler, emeller,
İhtiraslar bekliyen kimsesiz gönülleri
Gizlice sıkıyordu kızgın demirden eller.
En katı yüreklinin bile bu sabah iki,
Üç damla yaş kurudu solgun yanaklarında;
Açılan yolcuların hepsi hissetmişti ki
Bugün de erişilmez o diyâra, yarın da...
Mâdem ki o iklime erişmeye imkân yok,
Neden böyle vakitsiz enginlere çıkışlar?
Bulutlar toplanıyor, ufukta dalgalar çok,
Kış geliyor, yelkenler emin bir yerde kışlar!
Yolcular diyorlar ki: -Erişmek ümidi az;
Biliriz dalgaların her biri bir mezarlık.
Belki de içimizden hiçbiri ayak basmaz,
Lakin yolunda ölmek, bu da bir bahtiyarlık!
Ufkun dört duvarına kanadını vurarak
Rüzgâr sürüklenirken derinlerden derine,
Gümüş yelkenlerini yüksekten savurarak
Bir gemi yelken açtı hayal iklimlerine.