Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın,
Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın,
Öylesine yıktın ki bütün inançlarımı;
Beni bensiz bıraktın; beni sensiz bıraktın.
Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın,
Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın,
Öylesine yıktın ki bütün inançlarımı;
Beni bensiz bıraktın; beni sensiz bıraktın.
Bugün Türkiye’nin gündemine giren “Özbekistan Türkçe kullanma kararı aldı” manşetleri tam bir kara cehalet örneği. Niçin böyle derseniz, Özbek edebiyatının en sevdiğim yazarlarından birini size tanıtarak cevap vermek isterim. Tabi bu tanışma, Özbekistan’ın dilinin asırlardır Türkçe olduğu, Çağatay Türkçesi olarak bildiğimiz Doğu Türkçesinin Uygur Türkçesi ile beraber temsilcisi olduğunu, dil çalışmalarında da Karluk grubu Türkçesi sınıfında yer aldığını söylememize engel değil.
“Klasik Türk Edebiyatı” olarak da tanımlanan Divan edebiyatı, Türklerin İslam kültüründen etkilenmeleri sonucu oluşturdukları bir edebiyattır. Bu edebiyat, bazı kaynaklarda “Havas Edebiyatı“, “Yüksek Zümre Edebiyatı“, “Saray Edebiyatı” “Eski Türk Edebiyatı” gibi adlarla da anılmaktadır. Ancak belli ilkeler çevresinde gelişen bu edebiyat, şairlerin şiirlerini “Divan” denilen yazma kitaplarda toplamalarından dolayı daha çok “Divan edebiyatı” adıyla ifade edilmektedir.
Terketmedi sevdan beni, Aç kaldım, susuz kaldım, Hayın, karanlıktı gece, Can garip, can suskun, Can paramparça... Ve ellerim, kelepçede, Tütünsüz uykusuz kaldım, Terketmedi sevdan beni...
İki senedir Goça taraflarını alan, talan eden on altı bin kişilik Türk ordusundan şimdi, bu kalede yadigâr gibi yüz elli asker kalmıştı. Onlar da işte iki yazdır padişahın gelmesini bekliyorlardı. Mutlaka alınacak olan "Kızılelma"nın yolu buradandı. Sonbahar başında bir gece Hamza Bey'in ulaklarından bir genç gelmişti. Ondan padişahın Acemistan hududunda olduğunu öğrendiler. Gerçi cephaneleri çoktu. Silahları mükemmeldi. Lakin ancak daha üç dört aylık erzakları vardı. Ne yapacaklardı? "Tata"ya giden geçitler kapalıydı. Etrafta her çeşit kuşlar uçuşuyor... Ama hiçbir kervan geçmiyordu.
Eyvah!. Ne yer, ne yar kaldı, Gönlüm dolu âh-u zâr kaldı. Şimdi buradaydı gitti elden, Gitti ebede gelip ezelden.
En görkemli saatinde yıldız alacasının
Gizli bir yılan gibi yuvarlanmış içimde kader
Uzak bir telefonda ağlayan yağmurlu genç kadın
Rüzgar uzak karanlıklara sürmüş yıldızları
Mor kıvılcımlar geçiyor dağınık yalnızlığımdan
Onu çok arıyorum onu çok arıyorum
KİTABIN ADI: ÇALIKUŞU
YAZARI: REŞAT NURİ GÜNTEKİN
BASIMEVİ: İNKILAP KİTABEVİ
BASIM YILI: 1999
1. KİTABIN KONUSU:
Bir subay kızı olan Feride ile teyzesinin oğlu Kamuran arasında yaşanan ve araya birçok engel girmesine rağmen birbirlerine karşı bitmeyen aşklarını anlatıyor.
Karaman'ın
koyunu,
Sonra
çıkar oyunu...
(Atasözü)
Küçük başkentin karışık sokakları bugün çok kalabalıktı. Tıpkı ilkbaharda bir bayram gibi... Bütün kadınlar, bol beyaz yenli sırma yelekli pazar kıyafetlerini giymişler, beyaz poturlu dinç erkeklerin dolu testilerle sundukları şarapları içerek coşuyorlardı. Genç, ihtiyar, kadın, çocuk... Nihayetsiz bir "hurra" zinciri, bağırarak, sallanarak kalabalığın içinden geçiyor, canlı bir girdap dalgası hâlinde döne döne sarayın meydanında birikiyordu. Kilisenin çanları uğulduyordu. Saray kapısının önünde cesur Boyar[1] atlıları saf saf olmuş, bekliyorlardı. Sabahtan beri çektiği şaraplarla epeyce başı dönen meşhur kumandan tolgasının siperini geri itti. Atının ağır üzengileri üstünde biraz kalktı, ileriye baktı. Yanındaki kıdemli subayına:
— Daha görünmüyorlar... dedi.
Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum;
Her lâhza bir alev gibi hasretti duyduğum.
Kalbimde vardı "Byron"u bedbaht eden melâl
Gezdim o yaşta dağları, hulyâm içinde lâl...
Aldım Rakofça kırlarının hür havâsını,
Duydum, akıncı cedlerimin ihtirâsını,
Her yaz, şimâle doğru asırlarca bir koşu...
Bağrımda bir akis gibi kalmış uğultulu...
– Halk Edebiyatından –
Durmuş'un bir anasından başka kimsesi yoktu. Fakirdi. Ama gençti, kuvvetliydi. Öküzünün biri ölünce tarlasını süremedi. Para kazanmak, tekrar çiftini düzebilmek için gurbete gitmeye karar verdi. Gurbet, İstanbul demektir. Köyde kim çaresiz kalırsa, kimin işi bozulursa, İstanbul yolunu tutar. Durmuş da torbasını omuzladı. Çarıklarını sıktı, eline bir değnek aldı, gurbetçilerin arasına katıldı. Dere tepe aştı. Nihayet İstanbul'a geldi. İki gün hemşerilerinin kahvesinde pinekledi. Ne iş tutacağını bilmiyordu. Bir sanatı yoktu. “Bari uşak olayım”, dedi. Kapı aramaya başladı. Bir hafta geçti. Münasip bir yer bulamadı. Bir gün kahvede Müstakim Efendi isminde birini salık verdiler. Evi Edirnekapı'sında idi. Durmuş gitti. Bu efendiyi buldu. Ak sakallı, nur yüzlü bir ihtiyar... Eteğini öptü:
—Uşak arıyormuşsunuz, beni alın efendim, dedi.
Müstakim Efendi, onu tepeden tırnağa süzdü. Nereli olduğunu sordu. Durmuş:
— Kastanbolluyum, dedi.
Eserin Adı :Sefiller
Orijinal Adı: | Les Miserables |
Yazarı :Victor Hugo
Çeviri: Volkan Yalçıntoklu
Yayınevi : İş Bankası Kültür Yayınları
Basıldığı Yer ve Yıl:İstanbul - 2020
Eserin Konusu :
Romanda bir kürek mahkumunun on dokuz yılını harcadığı eski günlerine geri dönmemek için sürekli kaçışını ve kaçarken de çektiği sefalet, yaşadığı acılar ile 1800’lü yıllarda Fransız halkının içinde bulunduğu yoksulluk ve yaşadığı ızdıraplar anlatılıyor.