Pederimni yutib kitgen cerde cânım kaldı menim
Kalbim târın tartıb çirtgen yerde cânım kaldı menim
Kalem birlen şemşîr ötgen yerde cânım kaldı menim
Şebbâblikde şebgîr etgen anda cânım kaldı meniñ
Anda cânım alıb kalğan Andicân'ım kaldı meniñ.
***
Pederimni yutib kitgen cerde cânım kaldı menim
Kalbim târın tartıb çirtgen yerde cânım kaldı menim
Kalem birlen şemşîr ötgen yerde cânım kaldı menim
Şebbâblikde şebgîr etgen anda cânım kaldı meniñ
Anda cânım alıb kalğan Andicân'ım kaldı meniñ.
***
İki jandarma: biri siyah sakallı, sağlam yapılı bir adam; bacakları pek kısa, öyle ki, arkadan bakılınca bacaklarının, bütün insanlarda olduğundan daha aşağıda olduğu, daha aşağıda başladığı görülür; öbürü ise uzun boylu, zayıf, dimdik bir sopa gibidir, koyu kızıl renkli seyrek bir sakalı vardır. İkisi de, il merkezine, soyunu sopunu hatırlamayan bir serseriyi götürürler. Birinci jandarma, sallana sallana yürür, her yanına bakınır, kâh bir şeyi, kâh kolunu, kâh bir samanı çeker, uyluklarına vurur, bir şeyler mırıldanır. Umumiyetle kayıtsız, rahat bir hali vardır; öbürü ise zayıf yüzü, dar omuzlarına rağmen çok sağlam, ciddî, önemli görünür. Yüzünün çizgileri ve bütün ifadesiyle eski din kitaplarını kabul eden tarikat papazlarına yahut da eski tasvirlerdeki savaşçılara benzer; "zekâsından dolayı Tanrı ona biraz alın ilâve etmiştir" yani keldir, bu da söylediğim benzerliği daha da çok artırıyor. Birincisinin adı Andrey Ptaha, ikincisinin adı Nikandr Sapojinikov'dur.
Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın,
Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın,
Öylesine yıktın ki bütün inançlarımı;
Beni bensiz bıraktın; beni sensiz bıraktın.
Bugün Türkiye’nin gündemine giren “Özbekistan Türkçe kullanma kararı aldı” manşetleri tam bir kara cehalet örneği. Niçin böyle derseniz, Özbek edebiyatının en sevdiğim yazarlarından birini size tanıtarak cevap vermek isterim. Tabi bu tanışma, Özbekistan’ın dilinin asırlardır Türkçe olduğu, Çağatay Türkçesi olarak bildiğimiz Doğu Türkçesinin Uygur Türkçesi ile beraber temsilcisi olduğunu, dil çalışmalarında da Karluk grubu Türkçesi sınıfında yer aldığını söylememize engel değil.
“Klasik Türk Edebiyatı” olarak da tanımlanan Divan edebiyatı, Türklerin İslam kültüründen etkilenmeleri sonucu oluşturdukları bir edebiyattır. Bu edebiyat, bazı kaynaklarda “Havas Edebiyatı“, “Yüksek Zümre Edebiyatı“, “Saray Edebiyatı” “Eski Türk Edebiyatı” gibi adlarla da anılmaktadır. Ancak belli ilkeler çevresinde gelişen bu edebiyat, şairlerin şiirlerini “Divan” denilen yazma kitaplarda toplamalarından dolayı daha çok “Divan edebiyatı” adıyla ifade edilmektedir.
Terketmedi sevdan beni, Aç kaldım, susuz kaldım, Hayın, karanlıktı gece, Can garip, can suskun, Can paramparça... Ve ellerim, kelepçede, Tütünsüz uykusuz kaldım, Terketmedi sevdan beni...
İki senedir Goça taraflarını alan, talan eden on altı bin kişilik Türk ordusundan şimdi, bu kalede yadigâr gibi yüz elli asker kalmıştı. Onlar da işte iki yazdır padişahın gelmesini bekliyorlardı. Mutlaka alınacak olan "Kızılelma"nın yolu buradandı. Sonbahar başında bir gece Hamza Bey'in ulaklarından bir genç gelmişti. Ondan padişahın Acemistan hududunda olduğunu öğrendiler. Gerçi cephaneleri çoktu. Silahları mükemmeldi. Lakin ancak daha üç dört aylık erzakları vardı. Ne yapacaklardı? "Tata"ya giden geçitler kapalıydı. Etrafta her çeşit kuşlar uçuşuyor... Ama hiçbir kervan geçmiyordu.
Eyvah!. Ne yer, ne yar kaldı, Gönlüm dolu âh-u zâr kaldı. Şimdi buradaydı gitti elden, Gitti ebede gelip ezelden.
En görkemli saatinde yıldız alacasının
Gizli bir yılan gibi yuvarlanmış içimde kader
Uzak bir telefonda ağlayan yağmurlu genç kadın
Rüzgar uzak karanlıklara sürmüş yıldızları
Mor kıvılcımlar geçiyor dağınık yalnızlığımdan
Onu çok arıyorum onu çok arıyorum
KİTABIN ADI: ÇALIKUŞU
YAZARI: REŞAT NURİ GÜNTEKİN
BASIMEVİ: İNKILAP KİTABEVİ
BASIM YILI: 1999
1. KİTABIN KONUSU:
Bir subay kızı olan Feride ile teyzesinin oğlu Kamuran arasında yaşanan ve araya birçok engel girmesine rağmen birbirlerine karşı bitmeyen aşklarını anlatıyor.
Karaman'ın
koyunu,
Sonra
çıkar oyunu...
(Atasözü)
Küçük başkentin karışık sokakları bugün çok kalabalıktı. Tıpkı ilkbaharda bir bayram gibi... Bütün kadınlar, bol beyaz yenli sırma yelekli pazar kıyafetlerini giymişler, beyaz poturlu dinç erkeklerin dolu testilerle sundukları şarapları içerek coşuyorlardı. Genç, ihtiyar, kadın, çocuk... Nihayetsiz bir "hurra" zinciri, bağırarak, sallanarak kalabalığın içinden geçiyor, canlı bir girdap dalgası hâlinde döne döne sarayın meydanında birikiyordu. Kilisenin çanları uğulduyordu. Saray kapısının önünde cesur Boyar[1] atlıları saf saf olmuş, bekliyorlardı. Sabahtan beri çektiği şaraplarla epeyce başı dönen meşhur kumandan tolgasının siperini geri itti. Atının ağır üzengileri üstünde biraz kalktı, ileriye baktı. Yanındaki kıdemli subayına:
— Daha görünmüyorlar... dedi.
Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum;
Her lâhza bir alev gibi hasretti duyduğum.
Kalbimde vardı "Byron"u bedbaht eden melâl
Gezdim o yaşta dağları, hulyâm içinde lâl...
Aldım Rakofça kırlarının hür havâsını,
Duydum, akıncı cedlerimin ihtirâsını,
Her yaz, şimâle doğru asırlarca bir koşu...
Bağrımda bir akis gibi kalmış uğultulu...