22 Mart 2024 Cuma

Osman Çeviksoy - Ucu Sivri Keskin Bıçak

 


 Ağaç saplı, büyükçe bir bıçaktı. Ağzı jilet gibi keskin, ucu sivri mi sivriydi. Küçük bir darbeyle insanın yüreğine ya da ciğerine kadar işleyebilirdi. Yıllardır yanından geçtiğim köşedeki bıçakçıdan almıştım. Taşırken zarar görmeyeyim diye metal kısmı kat kat gazete kâğıdıyla sarılmış, ince paket ipliğiyle bağlanmıştı. Bıçak ceketimin iç cebinde, kalbimin üzerindeydi. Kullanma zamanı gelince gazeteden kılıfı çekip atacak, işime bakacaktım. Bu bıçak bugün bir kalbi durduracak, bir hayata son verecekti. 

Hoca Rıza’nın sesiyle kendime geldiğimde ayakkabıcılar arastasında olduğumu anladım. Tam da Hoca Rıza’nın kapısı önündeydim. Bütün arasta bu ayakkabı tamircisine niçin “Hoca” diyor, niçin diğerlerinden biraz daha fazla saygıya layık görüyorlardı, anlayamamıştım.   

 Daracık dükkânın açık kapısı önünde put gibi hareketsizdim. 

 İlkinden daha düşük ses tonuyla biri benim soyadım olan iki kelimeyi tekrarladı:     

 “Akdağlı nereye?” 

 Söyleyemezdim. 

“Cezasını vermek üzere bir iftiracıya gidiyorum!” diyemezdim.  

 “Çoktandır uğramıyorsun, bir çayımı içmeden gidersen hatırım kalır.” dedi. 

 Keşke ortaya hatırını koymasaydı. 

Dükkâna isteksiz girdim. 

İçeride kendisinden başka kimse yoktu.  

 Oturmak üzere eğilip tabure çekerken cebimdeki bıçak pat diye ortalığa düşüverdi. 

Bir anda suçüstü yakalanmış gibi oldum. Kulaklarıma kadar kızardığımı hissettim. Ne yapacağımı ne diyeceğimi bilemedim. Hoca Rıza’ya boş boş baktım. “Bu ne?” diye soracağından korktum, sormadı.   

Aceleyle bıçağı alıp ceketimin iç cebine, önceki yerine koydum. Bir daha düşmesin diye de kolumla bastırarak oturdum.  

  Bu sırada arastanın çaycısı girdi içeriye. Tuttuğu tepsideki dolu çay bardaklarından birini benim elime tutuşturdu, birini Hoca Rıza’nın tezgahına bıraktı, gitti. 

Bir an önce çayımı içip oradan uzaklaşmak istiyordum. Hiç konuşmadan ayrılırsam daha iyi olacaktı. Çayımı çabucak bitirip kalktım. “Çay için teşekkür ederim!” deyip kapıya doğru bir adım atmıştım ki Hoca Rıza sesini yükselterek; 

“İstemiyorsan anlatma!” dedi. 

“Neyi?” diye sordum. 

“Bıçağı…” dedi. 

Bakışlarımı yere düşürüp sustum. 

Bu defa şefkat yüklü bir sesle;

  “Akdağlı evlat, bana bak!” dedi. 

Ona baktım. 

Elinde, başı hizasına kadar kaldırdığı çekiç vardı. 

“Bu çekiç!” dedi, tezgâha bıraktı. 

Sonra sırayla ve ciddiyetle penseyi, kerpeteni, falçatayı, keskiyi, örsü, makası, şişi, bizi adlarını söyleyerek bana gösterdi, tezgâha bıraktı. Ellerini iki yana açıp bütün dikkatimim üzerinde yoğunlaşmasını bekledi. Yürekten, inandırıcı, etkileyici bir sesle konuştu:   

“Evlat, bu aletlerle ben elli beş yıldır karnımı doyurdum, evimi geçindirdim. Çocuklarımı okuttum. Söylemeyi ayıp saydığım, muhtaca yardım kabilinden başka güzel işler de yaptım.”

Sustu, fakat bakışlarını üzerimden çekmedi.

 “Niçin anlatıyorsun? Bunlardan bana ne!” diyemedim. 

Herkes gibi ben de ona karşı saygılıydım. Boşa konuşmayacağını biliyordum.   

“Ben bu aletlerle hep güzel işler yaptım.” dedi, devam etti. “Kötü işler de yapabilirdim. Falçatayla gırtlak kesebilir, çekiçle kafa kırabilir, adam öldürebilirdim. Çok şükür, aletlerimden hiçbirine asıl görevleri dışında bir görev yüklemedim. Ben bu kadar söylüyorum Akdağlı evlat, gerisini sen anlayacaksın. Düşünürsen anlarsın!”  

Sustu. Bakışlarını üzerimden çekti, işine döndü. 

“Allahaısmarladık!” deyip çıktığımı fark etti mi, bilmiyorum.  

Bu defa Ulucami’nin şadırvanında suyu seyrederken buldum kendimi. 

Bu adam bazılarının dediği gibi insanın içini görerek konuşuyordu.

Hoca hitabı, duyulan saygı, sevgi bu sebepten olmalıydı.

Düşündüm, anladım.

Madem ki ince hesap tutan birisi vardı… 

Madem ki zerre kadar iyilik de kötülük de karşılıksız kalmayacaktı…  

Bıçağı asıl görevi dışında kullanmaktan vazgeçtim. 

Kalktım, bıçakçıya gittim, 

Az önce aldığım bıçağı bırakıp çıkarken “Bekle, parasını iade edeyim?” dedi.

“Bir fakire ver gitsin!” dedim.

Hafiflemiştim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder