30 Haziran 2024 Pazar

Aşık Yaşar Reyhani - Gidirem*

 


Öz canımdan çok sevdiğim Erzurum
Çaresiz dişimi sıktım gidirem
Gafillerden darbe yedi gururum
Çaresiz dişimi sıktım gidirem

Selam olsun ecdat ile abaya
Abdurrahman Gazi, Habip Baba'ya
Tuz ektiler çalıştığım çabaya
Kaderime boyun büktüm gidirem

Benim canım feda idi bin cana
Bin can az derlerse iki bin cana
Kırk senelik gözyaşımı fincana
Kattım Karasu'ya aktım gidirem

Kırılmış sazımı astım tavana
Çevirdim yönümü döndüm divana
Gurbet kelepçedir yurdu sevene
Bilerek koluma taktım gidirem

Nazar ettim solu ile sağına
Sanki matem düşmüş yar otağına
Seyreyledim Palandöken dağına
Üç kez geri döndüm baktım gidirem

Yel devirsin sebeplerin kökünü
Sırtıma verdiler sitem yükünü
Kırk senedir beklediğim ekini
Harmana dökmeden yaktım gidirem

Alnımız apaçık yüzüm karasız
Buna rağmen kuyladılar yarasız
Tambura köyünden Emrah çaresiz
Ben de Erzurum'dan çektim gidirem

Reyhani'yim aşk ateşim dinmedi
İftira darbesi cana sinmedi
Zeynel Horasan'a gitti dönmedi
Bu da benim kara bahtım gidirem...

------

*gidirem: Gidiyorum (Erzurum ağzı).




Aşık Yaşar Reyhani - Bahar Gelsin Şu Dağlara Gideyim

 


Bahar gelsin şu dağlara gideyim
Belki derdimize çare bir çiçek
Toplayıp devşirip harman edeyim
Açılan yaramı sara bir çiçek

Çünkü o da bir çiçeğin delisi
Kelebektir böceklerin alisi
Yeşil yamaç tabiatın halısı
Nakış dökmüş ara ara bir çiçek

Kara taşta ala geyik sesi var
O geyiğin ıssız taşta nesi var
Kavalın bir acı inlemesi var
Çobanı düşürmüş zara bir çiçek

Ben de bir aşığım Reyhani adım
Sorun çiçeklere az mı yalvardım
Benim tabiattan bir tek muradım
Götüreyim nazlı yara bir çiçek



Aşık Yaşar Reyhani - Erzurumlu Gelin



Erzurumlu gelin düştü aklıma
Çıkıp yollarıma bakanım oy oy
Gözü sürme bilmez eller kınalı
Üstünde şimşekler çakanım oy oy

Dağı bilir bağı bilmez sevdiğim
Ağlamayı bilir gülmez sevdiğim
Esans kolanyayı sürmez sevdiğim
Üzerinde tezek kokanım oy oy

Sabah olur yarım ekmek götürür
Gün öğle olmadan yiyer bitirir
Yavrusunu taş dibine yatırır
Yalınayak bostan ekenim oy oy

Yıkık avlusuna hasır sererek
Körpe yavrusuna göğüs gererek
Gündüzleri rüzgarlardan sorarak
Gece yıldızlara bakanım oy oy



Rıza Tevfik Bölükbaşı - Uçun Kuşlar


Sevgili oğlum Mehmed Said'e


Uçun kuşlar uçun, doğduğum yere
Şimdi dağlarında mor sümbül vardır
Ormanlar koynunda bir serin dere
Dikenler içinde sarı gül vardır

Oktay Rifat Horozcu - Hürrem Sultana Gazel



Bu dünyayı seninle sevmişim, Hürrem!
Öldürür diriltirsin, Mesih'im, Zühre'm!

Karunca mal yığsam ben neylerim sensiz,
Neylenir saltanat sensiz, gözüm, gözdem!

Allar kuşan, has bahçeden güller takın,
Bir düştür seyrettiğin aynadan madern!

Gel kavuş akşamla, desinler: 'Ay doğmuş!'
'Dağılmış, müjdeler olsun, zülüf, perçem!'

Yüzgörümlük Eflak ve Buğdan, dilersen
Bu can var, esirgenmez, iste bir tanem!

Turgut Uyar - Göğe Bakma Durağı



İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım

Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi aferin tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım

Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gizlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım

Ahmet Haşim - Mukaddime

 


Karaosmanzâde Câvide Hayri Hanımefendi'ye
Zannetme ki güldür, ne de lâle Âteş doludur, tutma yanarsın Karşında şu gülgûn piyâle... İçmişti Fuzuli bu alevden, Düşmüştü bu iksir ile Mecnûn Şi'rin sana anlattığı hâle... Yanmakta bu sagârdan içenler, Doldurmuş onunçün şeb-i aşkı Baştanbaşa efgân ile nâle... Âteş doludur, tutma yanarsın Karşında şu gülgûn piyâle!..

M. Salahaddin Güngör - Ahmet Haşim Bey Hayatını Anlatıyor

 


        Göl Saatleri şairi bir hafta evvel söz vermişti. Yalnız nerede buluşabileceğimizin tayinini bana bırakıyordu.
         – Mesela matbaada görüşebiliriz. Her gün İkdam’dayım, dört ile beş arasında.
        Bir gazetecinin gündelik hayatında bu saatlerin nasıl dakikası dakikasına taksim edilmiş olduğunu Ahmet Haşim Bey, bilmez değildi. Fakat ne yapsın ki onun da başka zamanı yoktu. Geçen akşam Ankara caddesinde karşılaştığımız zaman hatırlattım:
        – Haşim Bey, bugün, mutlaka sizi görmeliyim.
        Bermutat[1], “hay hay olur ne zaman isterseniz” deyip geçecekti. Fakat o kadar ısrar ettim ki:
        – Durun öyle ise… demeye mecbur oldu. Bu akşam saat yedi buçukta Lebon’da olmaz mı?
        Tam vaktinde Lebon’da idim. Haşim Bey beni görür görmez saatine baktı:
        – Tam yirmi dakika vaktim var.
        Cevap verdim.
        – O kadar sürmez bile…
        -O halde, bekliyorum.
        – Ne soracağımızı tahmin etmediniz mi?
        – Tahmin ettim ama, ihtiyaten[2] sormayı tercih ederim. O zamana kadar ben de cevabını hazırlarım.
        – Peki üstad… dedim. Mesela yazıya nasıl başladığınızı hikâye edebilirsiniz.
        Çorak sanat sofrasında bize ilk ateşîn Piyale’yi sunan şair, bu sualimi dudaklarında gizli bir tebessümle dinledikten sonra dedi ki:
        – Ben edebiyata, alayla başladım. Bakın size anlatayım. Küçükken edebiyat denilen “şey”i sevmezdim, şiirden filan âdeta iğrenirdim. Akrabadan bir süvari zabiti vardı. Muharebede öldü zavallı; o zamanlar, daha mektepte idi. Koltuğunda bir sürü kitapla hafta başlarında bizim eve gelirdi, bu kitaplar arasında Naci ve emsalinin[3] şiirleri de vardı. Ben, bunları her görüşümde:
        – Uğraşacak başka bir şey bulamadın mı? diye zavallıya takılırdım. Sonra o orduya gitti. Kitapları bize kaldı. Bir gün, nasılsa merak ederek içlerinden bir tanesini elime aldım. Şurasına burasına göz atarken tuhaf bir alâka ile okumaya başladım. Sonra, nasıl bir boş dakikamda bilmiyorum, onlara benzer bir şey yazmak arzusu içimde uyanıverdi. Ve bir şiir yazdım. Bu benim ilk şiirimdi. Fakat, bir anda o kadar saçma ve mânâsız buldum ki, akabinde mektepte çekmeceye attım. Bir gün, arkadaşlardan biri çekmecemi karıştırırken bu saçmayı bulmuş ve benden habersiz, o zamanlar yeni intişar etmeye başlayan Mecmua-i Edebiye ismindeki risaleye göndermiş. Birkaç gün sora idi mecmuanın bir nüshası elime geçti.
        A… tuhaf şey… muhaberât-ı aleniye[4] kısmında benim ismim: “Ahmet Haşim Efendi’ye” tarzında bir mukaddime[5], sonra da manzumenizi pek beğendik. Gelecek nüshamızda neşre başlayacağız! Kabilinden birkaç söz… Hayretler içinde kaldım. Şiirle meşgul olabileceğime bizzat kendim bile inanmıyordum. O zaman Galatasaray’da Ziya Bey isminde bir Fransızca hocamız vardı. Nasılsa kulağına çalınmış. Bir gün beni derse kaldırdı.
        – Haşim Efendi, dedi, sen şiir yazıyormuşsun!
        Kıpkırmızı oldum. Gûyâ, şâyân-ı hicab bir hareket yapmıştım. Derhal inkâr ettim:
        – Hayır efendim…
        Ziya Bey, buna inanmadı. Fakat inanmış görünerek:
        – Ben senin daha ciddi şeylerle meşgul olmanı arzu ederdim, dedi.
        Bu bana uzun müddet için ders oldu. Tamam üç sene şairliği bıraktım. Mekteb-i Sultanî’nin ikinci sınıfına geçtiğim zaman, hastalık tekrar nüksetti[6]. O tarihte postahane yanında, Babikyan isminde bir kitapçı vardı. Ara sıra, gider kitap filan alırdım. Bir gün yine oradan geçerken camekânda gözüme ilişti: Bu Sembolist Fransız şairlerinin müntehap eserlerinden mürekkep bir kitaptı, ismi de Bugünkü Şairler… (Les poètes d’aujourd’hui).
        Henri de Régnier’nin, Verhaeren’in ve diğer muasır sanatkârların eserlerinden en güzel parçaları bir araya toplayan bu kitaba derhal alâkadar oldum ve derhal parasını verip bir tane satın aldım. Bu yepyeni şiir âlemi, benim üzerimde müthiş bir tesir yaptı. O kadar ki kitabı elimden bırakmaz olmuştum. Dershanede, sokakta, evde hep bu kitap… Dedim ya, yeniden şiire başlamıştım. “Şi’r-i Kamer”i bugünlerde yazdım fakat çok geçmeden onu da beğenmez oldum. Fransız serbest nazım usulünü Türkçeye tatbik etmeye özeniyordum. Bu tarzda yazdığım birkaç şiir, o sırada bazı kimselerin nazar-ı dikkatini celbetmiş. Bu alâka beni şiire ve sanata daha ciddi surette bağladı
        Şiirle iştigalimden bir iki sene sonra Meşrutiyet ilan edildi. Benim neslimden gençler gülünç bir isim altında bir edebî taazzuv[7] vücuda getirmişlerdi. Ben, vâkıa o taazzuva kendimi tamamen bağlamış değildim. Fakat bütün oradakiler benim arkadaşımdı.
        – Üstad, dedim, Fecr-i Âti’yi kastediyorsunuz galiba.
        Haşim Bey, müstehziyane[8] devam etti.
        – Evet, Fecr-i Âti… dediğim gibi. Ben bu fecr-i kâzibe[9] kendimi kaptırmadım. Yalnız, bu zümre ile kısaca alâkadar oldum. Bu alâkadarlığımın en büyük mükâfatı da bana Yakup Kadri ile tanışmak vesilesini vermiş olmasıdır.
        Dedim ki:
        – Ya Piyale üstad?.. Hepimizi mesteden Piyale’leden bahsetmediniz.
        – Piyale’den evvel Göl Saatleri’ni yazmıştım.  İzmir’de bulunduğum sıralarda idi. Bazı yaz akşamları, Halkapınar taraflarına giderdim. Orası birçok su birikintileri, sazlarla dolu idi. Yavru kuşlar, gelir o sazların üzerine konar ötüşürlerdi. Bu manzara üzerimde tesirini yapmaya başlamıştı. Her tenezzüh[10]te Göl Saatleri’nin mısraını hayalimde yapmak suretiyle iki ay içinde manzumemi ikmâl ettim.
        Piyale ise beş altı sene sonra yazılmış şiirlerim bir araya getirilerek kitap halinde neşredildi. Piyale’nin başlıca kısmı lisanın Türkçeleşmesine doğru başlayan makul hareketin tesiri altında vücuda getirilmiş şiirlerdir.
        – Nasıl yazarsınız, Haşim Bey?
        Göl Saatleri şairi, durgun ve lâkayddı.
        – Ben, dedi, şiiri hiçbir zaman ciddi bir iş olarak telâkki[11] etmedim. Ara sıra ve ancak kendimi yazmaya meyyal hissetiğim zamanlar yazı yazarım. Ve bunun içindir ki müşkilâta dûçâr[12] olmam. Bazen dört mısraı dört senede bitirdiğim vâkidir. Mısralar, senelere taksim edilince, görürsünüz ki yorgunluk çok değildir. Mamafih, yazının güç bir sanat olduğunu, uğraştırıcı ve müşkil bir iş olduğunu itiraf etmeliyim.
        – Kimleri beğenirsiniz?
        Haşim Bey tereddütsüz cevap verdi:
        – Yakup kadri ve Falih Rıfkı’nın lisanından başkalarını beğenmem. Bunlar, bana lisanımdan zevk almam için kâfi geliyor.
        Son zamanlarda ismi tanınmaya başlayan Kara Davud müellifi Nizamettin Bey’in de Türkçesinin hoşuma gittiğini söylemeliyim. Eskiler mi dediniz?
        Eskileri bilâ-istisna[13] beğenirim. Hepsinde ayrı ayrı güzellikler ve fevkaladelikler buldum.
        Soruyorsunuz: Gürültü arasında yazı yazabilir miyim? Azizim. Eğer bu gürültü hoşuma giden bir gürültü değilse hiç alâkadar olmam. Önümdeki yazı ile meşgul olmaktan beni ayıran gürültü, mutlaka merakımı tahrik etmiş demektir.
        Haşim Bey burada tekrar saatine baktı: Bunu “Vapura ancak yetişebileceğim” demek olduğunu anlamamak imkânı var mıydı? Bize az fakat öz ve temiz sanat eserleri hediye eden kuvvetli şaire veda ederek yanından ayrıldım.[14]

        M. Salahaddin Güngör

        Dergâh Edebiyat Sanat Dergisi, s. 23 Cilt: I Sayı: 10, Aralık 1990


[1] Alışılmış olduğu üzere, gibi.
[2] İlerisini düşünerek.
[3] Benzerinin.
[4] İçindekiler, duyurular.
[5] Önsöz.
[6] Tazelendi.
[7] Şekillenme, hareket.
[8] Küçümsemek.
[9] Yalancı, aldatıcı aydınlık.
[10] Uzaklaşmak. Gezinti. Bağ ve bahçe gibi yerlere gam ve kederi dağıtmak için çıkmak.
[11] Düşünmek, görmek.
[12] Uğramış, yakalanmış.
[13] Ayırt etmeksizin.
[14] Güngör M. Salahaddin / Yeni Kitap / Sayfa: 2-5 Numara: 14 Haziran 1928

Bülent Ecevit - Pülümür'ün Yaşsız Kadını

 


Pülümürün bir dağ köyünde gördüm onu
yaşını sordum bir giz gibi güldü
kimi seksen dedi köylülerden kimi yüz
yüzüne baktım bir giz gibi güldü

bir asa vardı elinde
bir solmuş kırallığın
kadifeden harmanisi üzerinde
bir hititliydi o bir selçukluydu
bir ermeniydi bir kürttü
bir türk

yaşını sordum bir giz gibi güldü
koluma girdi bir soylu kadınca
tozlu köy yolunda sürüyerek eteğini
beni tek gözlü sarayına götürdü
köy yapısı kulübesinin

zamanı onda yitirdim ben
yitik zamanlara onda eriştim
en soylu yoksulluğun toprak döşeli sarayında
bir taç gibi kondu başıma Türkiyeliliğim

Saida Zunnunova - Hay-hay

 


Yo‘qlamagan har kuning yilcha bo‘lurmi, hay-hay, 
Shunchalik shafqat bilmas dilcha bo‘lurmi, hay-hay.

Xush surating bir nafas tark etmas xayolimni, 
Ko‘z shahlo-yu, qosh esa nilcha bo‘lurmi, hay-hay.

Har so‘zda yuz andisha qilg‘um donolig‘ingdan, 
Ko‘nglingning nozikligi qilcha bo‘lurmi, hay-hay.

Goh xanjar, goh asaldek so‘zlaringdan dog‘damen, 
Jon olib, jon berguvchi tilcha bo‘lurmi, hay-hay.

Vaslingning umidida dunyodan o‘tib borgum, 
Qanoatda Saida filcha bo‘lurmi, hay-hay.

1965