9 Kasım 2024 Cumartesi

Oyhan Hasan Bıldırki - Kaçak


     Gün, daha henüz ışımamıştı. Buğulu camın gerisinden Polatlı’nın karanlığı delen ışıkları, kıpış kıpış, fakat belirsizce görünüyordu. Sabahın güzelim sessizliğini doya doya koklamak, tanyerinde sürüp giden renk dövüşünü kana kana görebilmek… Korkusuz olmak. Ne kadar güzelmiş değil mi?


      Ya, korku dolu günler?


      Orta yaşlı adam, alnında biriken terleri, elinin ayasıyla kuruladı. Telâşla ceplerini yokladı. İç cebindeki yarı ıslanmış sigara paketini buldu. Tuttu, bir sigara yaktı. Yanındaki inzibat erine baktı. Yarı uykudaydı.


      - Hışt, hemşerim! dedi. Yakar mısın?


      İnzibat eri, elleriyle gözlerini ovuşturdu. Kendisine uzatılan sigarayı aldı, yaktı. Duman kokusu, ortalığı sardı. Esneyip uyananlar oldu. Aksırıklar, öksürükler, çoğalan seslere karıştı.


      Orta yaşlı adam, sigarasını söndürdü. Uyuyormuş gibi yaptı. Gözlerini hafifçe yumdu. Düşündü.


      Daha dün, kurşun gibi ağır bir korku, yüreğini eziyordu. Dolaşık çilesi, yollarını düğümlemişti. Bütün kapıları acabalarla çalıyor, erim erim eriyordu.


      Çiçeği burnunda bir delikanlıydı. Henüz yeni evlenmiş, karısı ilk çocuğuna hamileyken, asker ocağının yolunu tutmuştu. Görenlerin gözünde, bir içim suydu karısı. Köyde, bütün delikanlıların gözü ondaydı. Veli, çok güzel kaval çalardı. Fadime, kavalın bu yakıcı sesine mi vurgundu, ne? Kaç görücüyü geri çevirmiş, babasının güzel hatırı için bile, hiçbirisine olur dememişti. Sonunda Veli’nin dünürcülerine açıldı kapıları. Düğün dernek derken, birbirlerinin oldular. Koyunları ağıla birlikte sürdüler, sütü sağdılar, maya tuttular.


      Bir ilkbahar gününde, şeftalilerin domur domur çiçeğe durduğu bir günün gecesinde, Veli’yi de odaya çağırdılar. Muhtar, şubeden gelen kağıtları imzalattı.


      - Yarın yolcusun, aslanım! dedi. 


      - Yarın mı? diyebildi Veli.


      - He, ya!


      - Yarın ha?


      Gece; bir perde gibi indi, açıldı. Veli, Fadime’sini anasına ısmarladı, helâlleşti. Diyarbakır yolunu tuttu. Acemilik derken, usta asker oldu.


      - Askerlik gibisi yok, diye düşündü. Kısa zamanda okuma yazma bile öğrendim. Ne kaldı şurada? Ah, bir de doğacak çocuğum oğlan olsa! Bizdeki beyliğe diyecek mi olur?


      Talimden döndükleri bir günde, akasyaların gölgesine, birbirlerine sırt vermiş bir şekilde, üç beş asker oturmuştu. Aralarında Veli de vardı. İleriden, onbaşının; “Posta!” diye seslendiğini duydular. Herkes, sese doğru koştu. Veli, ürkek, umutsuz, onbaşıya yaklaştı. Onunla göz göze geldi. Onbaşı bir baktı, durakladı. Bir mektubu, küçük parmağının arasına aldı, sakladı. Veli, böylesine bir davranışa hiçbir anlam veremedi. Omuzlarını çekti. Geriye döndü. Akasya gölgesine gitti. Kendilerine mektup gelenleri kıskandı.


      Karavana borusu çaldı. Askerler, yemekhaneye doluştu. Veli’de bir durgunluk var. İsteksiz, arkadaşlarına yemeklerini dağıttı. Birlikte yapılan yemek duasından sonra, lokâle indi. Tam giriş kapısında, omzuna dokunan eli, silkip attı. Baktı, posta onbaşısıydı. Toparlandı.


      Onbaşı:


      - Ne o, hemşerim? dedi. Görüyorum, canın bir şeye sıkılıyor. Öfke, burnundan akıyor.


      Veli, sorulana karşılık vermedi.


      Lokalin seyrek, ayak altı olmayan bir köşesine çekildiler.


      - Çayları söyle, bakalım! dedi onbaşı.


      Çaylar ısmarlandı. İçtiler. Onbaşının kıpış gözlerinde, oynadığı oyunun zevkini çıkaran bir gülümseyiş vardı. Veli, televizyondaki sese kulak kesildi. O ses, sanki Veli’nin yüreğini okuyor, onun anlatamadıklarını dile getiriyordu: “Bugün posta günüdür, canım sıkılır.”


      - Üzülme be, Veli!


      - Üzüldüğüm yok, onbaşım.


      - Hadi, hadi! Gözün aydın! Bak, mektubun var.


      Veli, onbaşının uzattığı mektubu alınca, yerinde duramaz oldu. Kalktı, izin istedi.


      - Anlamıştım, dedi. Fakat…


      Sözün gerisini getirmeden çıktı. Heyecandan, kalbi küt küt atıyordu. Zarfın üzerindeki yazı, tanıdık, o her zamanki yazı değildi. Değişmişti. Kör kör yanan bir ışığın altında, elleri titreye titreye, zarfı açtı. Okumaya başladı. Okudukça, yandı yandı.


      Tel örgülerin dışından, vızır vızır arabalar geçiyordu. Veli, ayın halesine baktı. Ne kadar saf, temizdi. Turuncu hale, mavimsi ışıklar saçıyor, oynayışlar, kımıldanışlarla gecenin sonsuzluğuna karışıyordu. Arabalar kâh gurbet taşıyor, kâh gurbete doğru yol alıyordu. Nöbet yerinde Veli’nin ayak sesleri: “Rap, rap!”


      Veli yürüdükçe, düşündü. Düşündükçe, duygularının seline kaptırdı kendisini. Karar verecek gibi oluyor, hemen vazgeçiyordu. Ölçtü, biçti, gördü.


      - Yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal! dedi kendi kendine.


      Dilinin ucundan, ansızın dökülüveren bu sözlerinden utandı. Ötesine, berisine baktı. Bir duyan, işiten var mı diye.


      Az sonra, yeniden kurmaya başladı. Duygularının çağıl çağıl çağladığını gördü. Boşa koydu, dolmadı. Doluya koydu, almadı. Ağır geçen zamandan bıkıp usandı. Saatine baktı. Nöbet zamanı doluyordu. Beynindeki bütün kurtlar uyandı. Beyninin en ucunda bir yerde, bir ışık çakıp söndü. Kararını vermişti. Tüfeğini, nöbetçi kulübesine bıraktı. Tel örgüye doğru yürüdü.


      Yürüdükçe düşündü:


      - Demek, bir tanemi, karımı kirletmişler, ha? dedi. Çocuğum da düşmüş. Ne kötü?


      Omuzlarında bir ağırlık, alnında vıcık vıcık terler… Ay, sanki yere doğru eğilmiş, birilerini yakalamak ister gibiydi. Hafif rüzgâr çıkmış, yüreği köz köz yanan Veli’yi, biraz olsun rahatlatmıştı. Fakat bu geçici rahatlık, nice zorluklara gebeydi. Veli, duygularının selinin akınınca gidiyordu. Tel örgüden atladı. İlk gelen arabayı, durdurdu. Soluk soluğa bindi. Geçti, gitti. Bir uzun yolun keskin dönemeçleri arasında kayboldu.


      Güm güm dövülen kapının arkasındaki yaşlıca bir kadın sesi:


      - Gecenin bu saatinde, acaba kim ola, bu deli? diyor, telâşla kısık lâmba ışığını açmaya uğraşıyordu.


      Veli, gıcırdayarak açılan kapıdan içeri daldı. Az kaldı, ihtiyar ana, elindeki lâmbayı düşürecekti. Karşısında, vakitsiz gelen oğlunu görüverince, besbelli şaşırmış, pirelenmişti.


      - Veli’m, aslanım, hayrola? dedi.


      - Hayır, be ana. Yalnız korkmuş, ürkmüş gibisin. Beni gördüğüne sevinmedin mi?


      - Sevinmez olur muyum? Fakat böyle apansız gelişin, nice yıllık hasret? Şaşırdım oğul! Bak, hâlâ seni ayakta bekletiyorum. Geç hele, şöyle buyur! İhtiyarlık mı desem, kocalık mı desem… Ne desem, bilmem! Ara sıra elim ayağıma dolaşıveriyor.


      Veli, çöktüğü yer minderinden, konuşan, fakat bir türlü asıl konuya giremeyen anasını dinliyordu. Dışarda köpek ulumaları, gecenin koyu sessizliğini yırtar gibiydi. Oda sessiz, ıssızlaşmıştı. Fadime, ortalıkta görünmüyordu. Bu odada, onunla az mı konuşmuşlar, pembe hayâller kurmuşlardı? Çocukları, kendileri gibi kara yazılı olmayacaktı. Onları okutacaklar, her zorluğa katlanacak, gerekirse ayaklarının altına yol olup serileceklerdi. Ama şimdi?


      Ya şimdi?


      Şimdi, odada derin bir sessizlik var. Köpek ulumaları da duyulmaz oldu. Besbelli sabaha oluyor. İşte uzaklardan, çok uzaklardan, şöyle böyle duyulan bir horoz sesi. Konu-komşu pencerelerinde netleşiveren ışıklar. Ortalığa düşen insan, hayvan sesleri.


      İhtiyar ana, derin bir “oh” çektikten sonra;


      - Ya, işte böyle oğul! dedi. Artık, gerisini sen bilirsin. El içine çıkamaz oldum ben. Seninkileri en son, İzmir yanında görmüşler.


      Veli, kalktı, sivillerini giyindi. Sandık odasına geçti. Bir zaman orada eğlendi. Güneş, kızıl ışıklarını ufka yeni yeni salarken, anasından helâllik diledi, varıp çıktı.


      İhtiyar ana, gözlerinde iki damla yaş, açık kapıyı kapattı, içeriye, günlük dertleriyle uğraşmaya çekildi.


      Köyodası’nın önünde, bir tesbih ağacının yer yer gün ışığıyla delinen gölgesinin altında oturan ihtiyarlardan biri:


      - Baksana, dedi muhtara. Kasım Ağa fena vurulmuş. Yatıyormuş.


      Bir başkası:


      - Veli yapmıştır, diyorlar. Sözüm ona, görenler varmış.


      - Günahını almayalım garibin, dedi muhtar.


      İçenlere, birer sigara dağıttı. Sustular.


      İleriden, köy girişinde, tozu dumana katarak gelen jandarma jeepini gördüler. Muhtar doğruldu, odayı açtı. Döndü. Gelenleri karşıladı. Kasaba doktorunu görünce, sitem etmeden yapamadı.


      - Başka türlü geleceğiniz yoktu, değil mi beyim? dedi.


      Kasaba doktoru öksürüp, aksırdı. Muhtarı duymazdan geldi. Başçavuş:


      - Dur hele, muhtar! dedi. Vukuata bakalım. Sonra doktor beye çıkışırsın.


      Muhtar, köy bekçisi ve kasabadan gelenler, birkaç yaşlı, Kasım Ağa’nın evine gittiler. Sorup dinlediler. Yazıp çizdiler.


      Kasım Ağa:


      - Kendisini göremedim. Lâkin sesi, Fadime’nin Veli’sinin sesine benziyordu. O olabilir, dedi.


      Başçavuş, muhtardan Veli’nin künyesini aldı. Kasabaya dönerken sıkı sıkı tembihledi.


      - Çevreye göz kulak ol, muhtar!


      Öğleye yakın Kasım Ağa, ağırlaştı. Gelip gideni tanıyamaz oldu. Akşama doğru köy camisinin minaresine yeni takılan hoparlörden, bir selâ sesi duyuldu. İş çabuk anlaşılmış, Veli’nin asker ocağından kaçışı, Kasım Ağa’yı vuruşu, bütün çevrede dal budak salmıştı.

     ...


      Aradan hayli zaman geçti. Veli, bir daha köye dönmedi. Ama Fadime, arkasında iki yavrusu ile köye geri çıkageldi. Çökmüş, bitmiş, saçlarına aklar düşmüş, dillere destan olan güzelliğinden eser kalmamıştı.


      Önceleri, “dikkat, tehlikelidir” diye bütün yurtta aranan Veli, şimdilerde aranmaz, kendisinden söz edilmez olmuştu. Köyü ile olan her türlü bağını kesip atmış, boğaz tokluğuna, o kapı senin, bu kapı benim diye, tozup koşar olmuştu.


      Başkaları onun sırtından küplerini doldurdular. Doymak bilmeyen bir açıkgöz, yanaşmalarından birini, Veli’nin koynuna soktu. Bu yasak evlilikten, iki oğlu doğdu. Onlar da babalarının yanında, açıkgöz ağanın kapısında karakullukçu oldular. Veli, boş yere, faydasız yere, yandıkça yandı.


      Oğullarının kaderini değiştirmesi imkânsızdı. Onlara kimlik kartı bile çıkaramamış, büyüğünün okul çağının geçmesine göz yummuştu. Avluda, civcivlerini korumaya çalışan tavuğu seyretti.


      - Sende erkekliğin zerresi kalmamış, be Veli! diye söylendi. Sen, bu hâllere düşecek adam mıydın? Hani okumuş çocukların olacaktı? Hani, başın yukarda, alnın açık dolaşacaktın? El içine karışıp, adam sırasına girecektin? Şimdi niye, böyle köşebucak insanlardan kaçışın? Haberleri bile dinlemez oldun. Arananlar listesinde adın çıkacak diye, ödün kopuyor, ödün! Şu anaç tavuktaki cesarete bile sahip değilsin.


      Veli, kendi kendisiyle kuşluk vaktine kadar konuştu. Ölçtü, biçti. Karar verdi. Oğullarını öpüp kokladı. Balıkesir’e indi. Şehrin kalabalığına çıkmak, onu, bir tuhaf hâle soktu. Her duyduğu ses, yüreğini hoplatır oldu. Sıkıntılarını, çektiklerini unutmak için, uzun uzun vitrinleri seyretti.


      - Dünya varmış be, diye düşündü. Yaşamak, ne kadar güzelmiş!


      Akşam güneşi, vitrin camlarına vuruyor, alev alev yanan camlar, arkalarındaki eşyaları daha da güzelleştiriyordu. Yavaş yavaş, el ayak çekiliyor, caddeler tenhalaşıyordu. Askerle dolu bir cemse, caddenin başına yanaştı, durdu. Birer ikişer askerler inerek, nöbet yerlerini almaya başladılar. Veli, gözlerini vitrinden ayırmaksızın, onların her hareketini kolladı. İlktir askerden kaçtığına yandı, hayıflandı. Askerî cemse hareket etti.


      Veli’nin yüreciğinde bin bir soru, düğümlendikçe düğümlendi. Köşe başına yeni gelen nöbetçi er, sağa sola baktı. Veli’yi gördü. Ona doğru yöneldi. Veli, yaklaşan tehlikeyi sezdi. Oradan hızla uzaklaşmayı düşündü. Fakat, adım atacak gücü, nedense kendisinde göremedi. Sanki ayakları, olduğu yere, mıh gibi çakılıp kalmıştı. Soğuk soğuk terlediğini anladı, bunaldı. Talimli adım sesleri kendisine yaklaştı. Buyuran bir ses:


      - Hışt, hemşerim! dedi.   


      Veli, sese döndü. Zor anlaşılır bir şekilde:


      - Ne var? diyebildi.


      Beriki:


      - Kimliğin yanında mı? diye sordu.


      - Ne kimliği?


      - Anlayacağın, kafa kağıdı…


      - Yok!


      - Yok mu? Be hemşerim, hangi çağdasın?


      Veli’de çağını bilecek hâl mi kaldı. Geçende ağasının bir konuşmasına kulak kabartmıştı. Oğlunu şehre gönderirken, sıkı sıkı, kimliğini soruyor; “Sakın ha, yanına alamamazlık etme!” diyordu. “Alt tarafı, gömlek cebine sığacak bir kâğıt. Lâkin yoklamada üstünde çıkmayıverir. Doksan gün, anadan babadan, çordan çocuktan olursun. Kendini delikte bulursun.”


      Veli, yok demişti ya, yine de sağını solunu karıştırmadan yapamadı. Etraflarını birkaç meraklı sardı. Yalvarıp yakarmanın da faydasız olacağını biliyordu. İnine duman verilmiş ayı gibiydi. Çırpındıkça, kimliği ortaya çıkacak, kim olduğu artık anlaşılacaktı.


      İkinci bir asker, meraklıları yardı. Vardı, yanlarına geldi. Tam bu sırada, köşe başından kendilerine doğru gelen bir askerî cip belirdi.


      - Ne var orada?


      Soruyu ilk asker karşıladı:


      - Kimliği yok bunun, komutanım!


      - Ya, demek öyle. Gönderin buraya.


      Veli, cipin arka tentesini kaldırdı, bindi. Askerî cip hareket etti.


      Meraklılardan bazıları:


      - Yazık oldu adama, dedi.


      Bu arada kimliksiz olup da sıvışanlar az değildi. Fakat nedense gökten yağan kasnaklardan ilki, Veli’nin boynuna dolanmıştı.


      Merkezde yapılan sorgulama çabuk bitti. Bu sorgulama sırasında Veli’nin asker kaçağı olduğu ortaya çıktı. Derhal kâğıtları hazırlandı. Yanına bir inzibat eri katıldı. Kışlasına, kalan askerliğini tamamlaya, geri gönderildi.


      Veli, hafiflemişti. Yüreğindeki korkuların çoğu dağılmış, yerini ılık umutlara bırakmıştı. Meşhur 1974 affıyla da Kasım Ağa dosyası kapanmış, Veli, o zamandan beri boşuna yanmıştı.


      İnzibat eriyle Veli, Ankara garında ikinci bir arabaya bindiler. En gerideki beşli koltuğa oturdular. Otobüs, az sonra hareket etti.


      Artık, korku dolu günler geride kalmıştı.


      Veli, ilktir korkusuz olmanın güveni içindeydi.


      Hele yaşamak?


      Korkusuz olmak? Ne kadar güzelmiş!..

*     *     *


      Bağarası, 1981 Ağustos

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Dilaver Cebeci - Sitare