2 Ağustos 2024 Cuma

Necip Fazıl Kısakürek - Onu Nasıl Tanıdım?

 


O…

Dinmek bilmez bir ağrı çeken diş... Ne kibrit çöpünden imdat, ne berber kerpeteni, ne karanfil yağı, ne de eczacı güllacından...

İşte böyle; bir zamanlar beynim "mutlak hakikat" acılarına yataklık etti. Ağrıyan akıl dişimdi. Masallardaki benzetişle, denizler mürekkep, ağaçlar kalem olsa bu acıları sayıp dökmeye yetmez.

Hayatımda öyle bir gün doğdu ki, kundaktan patiğe, emzikten kısa pantolona, oyuncak­tan boyunbağına, karalama defterinden polis hafiyesi romanına, beştaştan iskambil kâğıdına ve ayva tüyünden kır saça kadar, anne, baba, dadı, mektep, arkadaş, kitap, hoca, tabiat, şehir, cemiyet, kimden ne aldımsa hepsini geriye verdim. Ruhuma istifledikleri hazırlop dünya bir sarsılışta yıkıldı gitti.

Bilmem ki, hiçbir fâni, dünyaya gelmiş olmak adına bu kadar ağır bir borç senedi imzalamış mıdır? Bir tohumu, cevherini bulmak için merkezine doğru, tabaka tabaka soyup hiçbir şey bulamamak, üstelik tohumun ezbere inanılmış hakikatini de kaybetmek gibi, her şeyin iç yüzünü ararken her şeyi elden çıkarıverdim.

İmam-ı Gazali'nin midesine aylarca tek damla suyu bile kabul ettirmiyen ve (Paskal)ın beyninde urların en müthişini kabartan kanlı fikir çilesinden payıma düşenleri anlatmıya kalkmıyacağım. Dünyaya gelmiş olmak adına benimki kadar ağır borç taahhüdüne girişmiş olanlar bilir ki, çoğu yeryüzüne alacak senetleriyle gelen insanlara bu bahiste anlatabilecek şeyler pek az...

Ben yalnız, doğrudan daha gerçek bir yalan, vâkı‘adan daha ölçülü bir masal, maddeden daha katı bir hayal anlatacağım: Tanrıkulu, Tanrıkulu. Onu nasıl tanıdım? Ve işte ruhumun büyük zelzelesini, bir yıkıntı âlemi içinde Tanrıkulu'na açılan gizli kapıyı meydana çıkarmış bir sâik diye haber veriyorum!

Evet "niçin" ve "nasıl"ı benim, hikâyesi sizin olsun; şu kadar yıllık kâinat, gözüme, bütün yaftalanmış, raflara dizilmiş, istenmeden herkese dağıtılmış ve sorulmadan midelere indirilmiş hakikatleriyle, yeni baştan ve teker teker gerçekleştirilmeğe muhtaç göründü.

Eşya ve hâdiselerin aslını, özünü, cevherini araştırırken galiba öyle bir sırrı tırmıkladım ki, bu sır şahlandı, beni çarptı, rahat ve mesut insanî körlüğümün nezaret ufkunu kararttı ve artık hiçbir şey görmemek yerine, ensemden bastırıp bana dipsiz bir kuyuda yokluğu göster­meğe kalktı. Bu kuyuda, "öz ağzımdan kafatasımı kusarcasına" Allah'ın gölgesini gördüm.

Maddenin mahbus olduğu kaba bir dört köşe içinde birtakım eşya ve hâdiseleri düzenleyip Allah'a yok diyenlere nisbet, ruhumda beşerî kanunların tezgâhı o türlü devrildi ki, bu devrilişin altından yalnız Allah doğrulabilirdi. Her şeyi o türlü kaybettim ki, Allah'ı kazandım...

Aman efendim! Boğaziçi'nin bir kıyısından öbürüne geçmek için on paralık bilet yeterken, bu geçidi, kendinden evvelki hiçbir âlet ve vasıtaya başvurmaksızın geçmeye zorlanan adamın felâketini düşünsenize!

İşte bütün imân ve inkârı uçuk bir anne dudağından, soluk bir "ilm-i hâl" kitabına kadar, orta malı ve demirbaş âletlere dayanan adamcağıza karşılık, Allah, bana kendisini, kendi elimle buldurmak için taş kırıcı bir balyoz gibi enseme nasıl indi, bilseniz!.

Bir geceydi... Pencerelerimde sabah, koyu siyahın üstüne her ân biraz daha açık mavi bir renk püskürtülürcesine yavaş yavaş maya tutuyordu. Masamda, uçları kütleşmiş birkaç kalem ve bir yığın kâğıt, dişleri birbirine kenetli birkaç kitap ve sigara ölüsü-dolu kocaman bir tabla; saçlarım yüzümde ve çenem göğsümde, enseme inen balyozu maddî bir tesir hâlinde duydum.

Duvarlara, kapı tokmaklarına, merdiven trabzanlarına tutunup kendimi yatağa zor attığımı hatırlıyorum. Bütün gücümü tek saniyenin içine teksif edip, kendi kendime verdiğim "uyu" emrinden sonra, ertesi gün, ağır bir ameliyat baygınlığından uyanmış bir hastaydım ben: Her şey yepyeni ve bambaşka.

O güne kadar gururların ve nefis istinatlarının en küstahlarıyla müdafaa ettiğim ahmak emniyetler bir tarafa; merkezinde Allah bulunmak üzere, ruhumda ve nâmütenahî bir daire şeklinde inşasına mecbur olduğum bütün bir kâinat bir tarafa...

Sokakta, arkamdan kaldırıp önümden yere bıraktığım ayağımın iki hareketi arasındaki zaman atomlarını birbirine bağlıyamıyacak kadar yaman bir (metafizik) teri dökerken, ayağımın değdiği her noktada arz çökecekmiş gibi korkunç bir istinatsızlık vehmi çekiyordum: Vehim ve şüphe!. Beni ısıran vehim ve şüphe akrebini hiçbir insan gözü görmedi.

Bakınız:

- Sakın bu dünya, göze görünür ve görünmez her şeyiyle, doğacak bir çocuğu kandırmak için bütün insanların birlik olup uydurduğu müthiş bir yalan olmasın? Ve sakın o çocuk ben olmıyayım?

Bana öyle geliyordu ki, herhangi bir coğrafya mevkiinden, herhangi bir hâdisenin sebep ve neticesine kadar bütün yeryüzü, bu müthiş yalanın korkunç nizamından ibaret... Meselâ Şimal kutbu diye bir yer yoktur; annem beni doğurmamıştır; iki kere iki dört etmez; tarih baştan başa uydurmadır; şu dakikada filân devletle falan hükümet, aralarında sadece politika taklidi yapmaktadır; tabut içinde gidenler de mahsus kaskatı kesiliyor ve mahsus dudaklarını kıpırdatmıyor.

Ve kapıları, pencereleri, sükûtları, soğukkanlılıkları tekmeleyip avaz avaz haykırmak istiyordum:

- Doğrusunu söyleyin bana, doğrusunu söyleyin! Hepiniz birden, bütün kanunlarınız ve bütün müesseselerinizle elbirliği edip bir insandan, meçhul bir insandan bütün hakikati gizli­yebilmek tecrübesindesiniz! O insan benim işte! Söyleyin bana her şeyin doğrusunu. Eşya ve hâdiselerin peçesini kaldırın ve içyüzlerini gösterin! Ve belki de tımarhanedeki deliler, kursaklarındaki sırrı artık ağızlarından kaçıracak kadar ruhları zayıfladığı içindir ki, böyle demir parmaklıklı kümeslere kapatılmışlardı.

Daha ne istiyorsunuz? Bir daire, bir çizgi, bir nokta, bir hareket, bir fiil, bir mefhum, zaman, mekân, ölüm, hayat etrafında, kuyruğundaki makaranın arkasından dönen bir kedi yavrusu gibi kıvrılıp duruyordum. Bir iğneli fıçı ki bu, üstünden hayal uçsa kanatları kana boyanır. Her şey, amma her şey, içimde dumana, rüzgâra, gölgeye, sıfıra karışırken, yalnız bir şey, kendisinden başka her şeyin yokluğu pahasına mutlak bir varlık şartına bürünüyordu:

- Yalnız Allah var... Var olan yalnız Allah... Her şey o kadar yok ki, yalnız Allah var... Allah öyle var ki, kendisinden başka hiçbir şey yok...

Tam otuz yaşındaydım... Yedi yaşından beri, çok defa yatağıma yüzükoyun uzanıp bir mum ışığında okuduğum kitaplar, içimde uçsuz bucaksız bir sahife... Bu uçsuz bucaksız sahife, kıvrım kıvrım yanmış, kül olmuştu. Yalnız bir tarafında, ateşin çepçevre sardığı yanmamış bir parça vardı. İslâm tasavvufuna ait bir kitaptan şu satırları yeni bir şekle sokmuştum:

"Bir irşad ediciye varmadan olmaz! Yollara düş, bucak bucak ara ve irşad edicini bul!"

Genç adam, dere, tepe düz, o şehir senin, bu köy benim, yıllarca araştırdı, durdu: Kırdığı her cevizin içi bomboş...

Nihayet bir gün, bir dağ başında, koyunlarını otlatan bir çoban gördü. Kuzgunî siyah bir zenci... Zenciye:

- Beni irşad edecek birini arıyorum, dedi. Arıyor ve bulamıyorum. Bana yol göster!

Zenci, ufukların etrafında gövdesi ve gözleriyle çepeçevre bir daire çizdikten sonra genç adama dondu, mırıldandı:

- Dört bir istikameti kokladım! Seni benden başka irşad edebilecek kimse yok! İrşad edicin benim!

Ve genç adam zenci çobana kapılandı,... Ve erdi..."

İçimde, her biri bine bölünen yankılar:

- Bir irşad ediciye varmadan olmaz! Yollara düş, bucak bucak ara ve irşad edici bul! Seni kim irşad edecek? Mucize iklimlerinin irşad edicilerini bu asırda bulmak...

Zifiri karanlıkta bir akşam, iki sıra ağaç arasından evime doğru, yerden kalkmaz bir çuval gibi vücudumu sürüklerken, yol ortasında bir gölge gördüm. Gölge, sanki kafamın dört duvar arasındaki yankılarını duymuştu. Bir ağaca yaslandı ve içinde karanlığın yiv yiv hele­zonlaştığı gözlerle beni tarttı.

Her ân bir mucize bekliyordum; şaşırmadım, her şeyi olağan buldum, haykırdım:

- Kimsin sen? Söyle!

Gramofon plâğı cızırtısına benzer müthiş bir fısıltı:

- İrşad edicinin habercisi!

- Ne istiyorsun? Masal dünyasında mıyız? Bu zamanda bir irşad edici?

- Her zamanda bir irşad edici var!

Gökte bir yıldız düşerken muradını kestirebilen bir kavrayış acelesiyle atıldım:

- Çabuk, yerini, yurdunu, adını sanını bildir!

- İlle bir tarif mi istiyorsun?

- İlle bir tarif istiyorum!

Sigara kâğıdından daha ince bir kamış gibi içi ses ve nefes dolu gölge, büküldü, sıçradı; biraz ileride, karanlığın dipsiz kuyusunu çemberliyen sokak ağzına daldı ve yine müthiş fısıltısını koyuverdi:

- "Sır vermez"e git! "Tesbihçiler"den geç! Sağa sap! "Kapalı Cami" sokağına gir! Yürü, yürü! "Yıkık Çeşme"nin karşısında "9" numara!...

Göğe baktım; bir yıldız düşüyordu.

(Tanrı Kulundan Dinlediklerim, 1943)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Orhan Şaik Gökyay - Beyan-ı Aşk