O…
Dinmek
bilmez bir ağrı çeken diş... Ne kibrit çöpünden imdat, ne berber kerpeteni, ne
karanfil yağı, ne de eczacı güllacından...
İşte böyle; bir zamanlar beynim "mutlak hakikat" acılarına yataklık etti. Ağrıyan akıl dişimdi. Masallardaki benzetişle, denizler mürekkep, ağaçlar kalem olsa bu acıları sayıp dökmeye yetmez.
Hayatımda
öyle bir gün doğdu ki, kundaktan patiğe, emzikten kısa pantolona, oyuncaktan
boyunbağına, karalama defterinden polis hafiyesi romanına, beştaştan iskambil
kâğıdına ve ayva tüyünden kır saça kadar, anne, baba, dadı, mektep, arkadaş,
kitap, hoca, tabiat, şehir, cemiyet, kimden ne aldımsa hepsini geriye verdim.
Ruhuma istifledikleri hazırlop dünya bir sarsılışta yıkıldı gitti.
Bilmem
ki, hiçbir fâni, dünyaya gelmiş olmak adına bu kadar ağır bir borç senedi
imzalamış mıdır? Bir tohumu, cevherini bulmak için merkezine doğru, tabaka
tabaka soyup hiçbir şey bulamamak, üstelik tohumun ezbere inanılmış hakikatini
de kaybetmek gibi, her şeyin iç yüzünü ararken her şeyi elden çıkarıverdim.
İmam-ı
Gazali'nin midesine aylarca tek damla suyu bile kabul ettirmiyen ve (Paskal)ın
beyninde urların en müthişini kabartan kanlı fikir çilesinden payıma düşenleri
anlatmıya kalkmıyacağım. Dünyaya gelmiş olmak adına benimki kadar ağır borç
taahhüdüne girişmiş olanlar bilir ki, çoğu yeryüzüne alacak senetleriyle gelen
insanlara bu bahiste anlatabilecek şeyler pek az...
Ben
yalnız, doğrudan daha gerçek bir yalan, vâkı‘adan daha ölçülü bir masal,
maddeden daha katı bir hayal anlatacağım: Tanrıkulu, Tanrıkulu. Onu nasıl
tanıdım? Ve işte ruhumun büyük zelzelesini, bir yıkıntı âlemi içinde
Tanrıkulu'na açılan gizli kapıyı meydana çıkarmış bir sâik diye haber
veriyorum!
Evet
"niçin" ve "nasıl"ı benim, hikâyesi sizin olsun; şu kadar
yıllık kâinat, gözüme, bütün yaftalanmış, raflara dizilmiş, istenmeden herkese
dağıtılmış ve sorulmadan midelere indirilmiş hakikatleriyle, yeni baştan ve
teker teker gerçekleştirilmeğe muhtaç göründü.
Eşya
ve hâdiselerin aslını, özünü, cevherini araştırırken galiba öyle bir sırrı
tırmıkladım ki, bu sır şahlandı, beni çarptı, rahat ve mesut insanî körlüğümün
nezaret ufkunu kararttı ve artık hiçbir şey görmemek yerine, ensemden bastırıp
bana dipsiz bir kuyuda yokluğu göstermeğe kalktı. Bu kuyuda, "öz ağzımdan
kafatasımı kusarcasına" Allah'ın gölgesini gördüm.
Maddenin
mahbus olduğu kaba bir dört köşe içinde birtakım eşya ve hâdiseleri düzenleyip Allah'a
yok diyenlere nisbet, ruhumda beşerî kanunların tezgâhı o türlü devrildi ki, bu
devrilişin altından yalnız Allah doğrulabilirdi. Her şeyi o türlü kaybettim ki,
Allah'ı kazandım...
Aman
efendim! Boğaziçi'nin bir kıyısından öbürüne geçmek için on paralık bilet
yeterken, bu geçidi, kendinden evvelki hiçbir âlet ve vasıtaya başvurmaksızın
geçmeye zorlanan adamın felâketini düşünsenize!
İşte
bütün imân ve inkârı uçuk bir anne dudağından, soluk bir "ilm-i hâl"
kitabına kadar, orta malı ve demirbaş âletlere dayanan adamcağıza karşılık,
Allah, bana kendisini, kendi elimle buldurmak için taş kırıcı bir balyoz gibi
enseme nasıl indi, bilseniz!.
Bir
geceydi... Pencerelerimde sabah, koyu siyahın üstüne her ân biraz daha açık
mavi bir renk püskürtülürcesine yavaş yavaş maya tutuyordu. Masamda, uçları
kütleşmiş birkaç kalem ve bir yığın kâğıt, dişleri birbirine kenetli birkaç
kitap ve sigara ölüsü-dolu kocaman bir tabla; saçlarım yüzümde ve çenem
göğsümde, enseme inen balyozu maddî bir tesir hâlinde duydum.
Duvarlara,
kapı tokmaklarına, merdiven trabzanlarına tutunup kendimi yatağa zor attığımı
hatırlıyorum. Bütün gücümü tek saniyenin içine teksif edip, kendi kendime
verdiğim "uyu" emrinden sonra, ertesi gün, ağır bir ameliyat
baygınlığından uyanmış bir hastaydım ben: Her şey yepyeni ve bambaşka.
O
güne kadar gururların ve nefis istinatlarının en küstahlarıyla müdafaa ettiğim
ahmak emniyetler bir tarafa; merkezinde Allah bulunmak üzere, ruhumda ve nâmütenahî
bir daire şeklinde inşasına mecbur olduğum bütün bir kâinat bir tarafa...
Sokakta,
arkamdan kaldırıp önümden yere bıraktığım ayağımın iki hareketi arasındaki
zaman atomlarını birbirine bağlıyamıyacak kadar yaman bir (metafizik) teri
dökerken, ayağımın değdiği her noktada arz çökecekmiş gibi korkunç bir istinatsızlık
vehmi çekiyordum: Vehim ve şüphe!. Beni ısıran vehim ve şüphe akrebini hiçbir
insan gözü görmedi.
Bakınız:
-
Sakın bu dünya, göze görünür ve görünmez her şeyiyle, doğacak bir çocuğu
kandırmak için bütün insanların birlik olup uydurduğu müthiş bir yalan olmasın?
Ve sakın o çocuk ben olmıyayım?
Bana
öyle geliyordu ki, herhangi bir coğrafya mevkiinden, herhangi bir hâdisenin
sebep ve neticesine kadar bütün yeryüzü, bu müthiş yalanın korkunç nizamından
ibaret... Meselâ Şimal kutbu diye bir yer yoktur; annem beni doğurmamıştır; iki
kere iki dört etmez; tarih baştan başa uydurmadır; şu dakikada filân devletle
falan hükümet, aralarında sadece politika taklidi yapmaktadır; tabut içinde
gidenler de mahsus kaskatı kesiliyor ve mahsus dudaklarını kıpırdatmıyor.
Ve
kapıları, pencereleri, sükûtları, soğukkanlılıkları tekmeleyip avaz avaz
haykırmak istiyordum:
-
Doğrusunu söyleyin bana, doğrusunu söyleyin! Hepiniz birden, bütün kanunlarınız
ve bütün müesseselerinizle elbirliği edip bir insandan, meçhul bir insandan
bütün hakikati gizliyebilmek tecrübesindesiniz! O insan benim işte! Söyleyin
bana her şeyin doğrusunu. Eşya ve hâdiselerin peçesini kaldırın ve içyüzlerini
gösterin! Ve belki de tımarhanedeki deliler, kursaklarındaki sırrı artık
ağızlarından kaçıracak kadar ruhları zayıfladığı içindir ki, böyle demir
parmaklıklı kümeslere kapatılmışlardı.
Daha
ne istiyorsunuz? Bir daire, bir çizgi, bir nokta, bir hareket, bir fiil, bir
mefhum, zaman, mekân, ölüm, hayat etrafında, kuyruğundaki makaranın arkasından
dönen bir kedi yavrusu gibi kıvrılıp duruyordum. Bir iğneli fıçı ki bu,
üstünden hayal uçsa kanatları kana boyanır. Her şey, amma her şey, içimde
dumana, rüzgâra, gölgeye, sıfıra karışırken, yalnız bir şey, kendisinden başka her
şeyin yokluğu pahasına mutlak bir varlık şartına bürünüyordu:
-
Yalnız Allah var... Var olan yalnız Allah... Her şey o kadar yok ki, yalnız
Allah var... Allah öyle var ki, kendisinden başka hiçbir şey yok...
Tam
otuz yaşındaydım... Yedi yaşından beri, çok defa yatağıma yüzükoyun uzanıp bir
mum ışığında okuduğum kitaplar, içimde uçsuz bucaksız bir sahife... Bu uçsuz
bucaksız sahife, kıvrım kıvrım yanmış, kül olmuştu. Yalnız bir tarafında,
ateşin çepçevre sardığı yanmamış bir parça vardı. İslâm tasavvufuna ait bir
kitaptan şu satırları yeni bir şekle sokmuştum:
"Bir
irşad ediciye varmadan olmaz! Yollara düş, bucak bucak ara ve irşad edicini
bul!"
Genç
adam, dere, tepe düz, o şehir senin, bu köy benim, yıllarca araştırdı, durdu: Kırdığı
her cevizin içi bomboş...
Nihayet
bir gün, bir dağ başında, koyunlarını otlatan bir çoban gördü. Kuzgunî siyah
bir zenci... Zenciye:
-
Beni irşad edecek birini arıyorum, dedi. Arıyor ve bulamıyorum. Bana yol
göster!
Zenci,
ufukların etrafında gövdesi ve gözleriyle çepeçevre bir daire çizdikten sonra
genç adama dondu, mırıldandı:
-
Dört bir istikameti kokladım! Seni benden başka irşad edebilecek kimse yok!
İrşad edicin benim!
Ve
genç adam zenci çobana kapılandı,... Ve erdi..."
İçimde,
her biri bine bölünen yankılar:
-
Bir irşad ediciye varmadan olmaz! Yollara düş, bucak bucak ara ve irşad edici
bul! Seni kim irşad edecek? Mucize iklimlerinin irşad edicilerini bu asırda
bulmak...
Zifiri
karanlıkta bir akşam, iki sıra ağaç arasından evime doğru, yerden kalkmaz bir
çuval gibi vücudumu sürüklerken, yol ortasında bir gölge gördüm. Gölge, sanki
kafamın dört duvar arasındaki yankılarını duymuştu. Bir ağaca yaslandı ve
içinde karanlığın yiv yiv helezonlaştığı gözlerle beni tarttı.
Her
ân bir mucize bekliyordum; şaşırmadım, her şeyi olağan buldum, haykırdım:
-
Kimsin sen? Söyle!
Gramofon
plâğı cızırtısına benzer müthiş bir fısıltı:
-
İrşad edicinin habercisi!
-
Ne istiyorsun? Masal dünyasında mıyız? Bu zamanda bir irşad edici?
-
Her zamanda bir irşad edici var!
Gökte
bir yıldız düşerken muradını kestirebilen bir kavrayış acelesiyle atıldım:
-
Çabuk, yerini, yurdunu, adını sanını bildir!
-
İlle bir tarif mi istiyorsun?
-
İlle bir tarif istiyorum!
Sigara
kâğıdından daha ince bir kamış gibi içi ses ve nefes dolu gölge, büküldü,
sıçradı; biraz ileride, karanlığın dipsiz kuyusunu çemberliyen sokak ağzına
daldı ve yine müthiş fısıltısını koyuverdi:
-
"Sır vermez"e git! "Tesbihçiler"den geç! Sağa sap!
"Kapalı Cami" sokağına gir! Yürü, yürü! "Yıkık Çeşme"nin
karşısında "9" numara!...
Göğe
baktım; bir yıldız düşüyordu.
(Tanrı Kulundan Dinlediklerim, 1943)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder