Cuma, Mayıs 31, 2024

Sefil Selîmî - Mirasyedi Destanı



Gurbet elden geldim malım sormağa
Bunca eşya çanak çömlek nic'oldu
Ey komşular gelin şer'a durmağa
Köy kadısı Kambur Felek nic'oldu

Bulamadım ciğergahım eridi
Benim babam bu yerlerde bir idi
O hassadan mintanının şeridi
Eğnine giydiği yelek nic'oldu

Günde beş on kere yıkar sererdi
Gece anam gündüz babam giyerdi
Satayıdım üç beş para ederdi
Yakası yeni yok gömlek nic'oldu

Bunlar ev eşyası size dediğim
İki sahan bir tencere gediğim
Akşam sabah çorba koyup yediğim
Ağzı burnu kırık çanak nic'oldu

Arzum kaldı evde kalan somağa
Her yedikçe tat verirdi damağa
Karnı tok misafir ağırlamağa
Su verdiğim telli bardak nic'oldu

Mutfağa fareler ayak basmazdı
Kilere kediler kulak asmazdı
Yaş söğüt dalına vursan kesmezdi
Soğan doğradığım bıçak nic'oldu

Ağaç çelengine sepet astığım
Çürük yulaf ile ipin kastığım
Akan yarasına toprak bastığım
Dam üstünde uyuz oğlak nic'oldu

Komşular bilirler cümle bu işi
Arpa yemez kırılmıştı her dişi
Kuyruğundan kaldırırdı beş kişi
Odun taşıdığım eşek nic'oldu

Tarlada ekin yok otlar biterdi
Ocaklığa odun koysam tüterdi
Çıkıp tepesinde baykuş öterdi
Ev önünde koca kavak nic'oldu

Fuzuli - Gazel (Can çıkar tenden gönül zikr-i leb-i yâr eylegeç)


Can çıkar tenden gönül zikr-i leb-i yâr eylegeç
Ten bulur can yeniden ol lâfzı tekrar eylegeç
Kılma ey efgan gözün bîdâr mest-i hâb iken
Olmaya bir fitne peydâ ola bidâr eylegeç
Sohbetimden âr edip ey gül beni terk etme kim
Gül olur efsürde terk-i sohbet-i hâr eylegeç
Varımı fikr-i dehâniyla yok ettim kim kazâ
Böyle emr etmiş bana yoktan beni var eylegeç
Arz-ı ruhsâr et bu gün ey meh kim ölsün gökte gün
Öyle kim encüm ölür gün arz-i ruhsâr eylegeç
Her zebân bir tîgdir gûyâ Züleyhâ katline
Yûsuf’ı almakta ehl-i aşk bâzâr eylegeç
Nâle vü zârım Fuzûlî hoş gelir ol gül-rehe
Açılır gül gönlü bülbül nâle vü zâr eylegeç
(Fâ i lâ tün fâ i lâ tün fâ i lâ tün fâ i lün)


Perşembe, Mayıs 30, 2024

Yunus Emre - Tehî görmen siz beni dost yüzin görüp geldüm


          Tehî görmen siz beni dost yüzin görüp geldüm
          Bâkî devrân-rûzigâr dostıla sürüp geldüm


               Ne var söylenen dilde varlık Hakk'undur kulda
          Varlıgum hep ol ilde ben bunda garîb geldüm


                Bezirgânam meta‘m çok dest-gîrüm üstâdum Hak
         Ben ziyânum assıya anda degişüp geldüm


               Yir ü gök yaradıldı ‘ışkıla bünyâd oldı
         Topraga nazar kıldı aksurdı durup geldüm


               Gördüm yidi Tamu'sın sekiz Uçmak kamusın
         Korkıdan günâhumı andan sızurup geldüm


               Âdem olup turmadın nefsüm boynın burmadın
         Yanıldum bugday yidüm Uçmak'dan sürlüp geldüm


               Nûh oldum Tûfân içün çok dürişdim dîn içün
         Dînüme dönmeyeni suya gark idüp geldüm


               Yalan degüldür sözüm bak yüzüme aç gözün
         Dah'örtülmedi izüm uş yoldan urup geldüm


               Eyyûb oldum tenüme cefâ kıldum cânuma
         Çagurdum Sübhân'uma kurtlar toyurup geldüm


               Zekeryâ oldum kaçdum irdüm agaca geçdüm
         Kanum dört yana saçdum depem deldürüp geldüm


               Mûsâ'yla Tûr'a çıkdum bin bir kelime kıldum
         Bu halâyık bilsünler anda bulınup geldüm


              ‘Îsâ oldum kudretden bahâne bir avretden
         İnâyet oldı Hak'dan ölü dirgürüp geldüm


               Cercîs olup basıldum Mansûr oldum asıldum
         Hallâc panbugı gibi bunda atılup geldüm


                Muhammed'i bir gice Hak okıdı Mi‘râc'a
         Ser-te-ser uçdan uca bile yüz sürüp geldüm


              Yalunuz Sübhân'ıdı peygamberler cânıdı
         Yûnus hod pinhânıdı sûret degşürüp geldüm


Ötkir Haşimov - Altın Küpeler (Hikâye)

 


İnsanda, hiçbir zaman değişmeyen alışkanlıklar var. Benim de tuhaf bir âdetim var: Birini haklı olarak bile incitsem o kişiden çok ben üzülüyorum. Anlaşılan bu adet annemden bana sirayet etmiş.

Annem, bize asla sert konuşmaz, mecburen üzmek zorunda kalsa bile bir müddet sonra gönlümüzü alırdı. Yalnız, bir keresinde bana çok kötü beddua etti… Çok kötü beddua etti ya o zaman kim hatalıydı bugün dahi bilmiyorum.

Bahar gelmişti. Güneşin ılık ışınlarının insanın sırtını ısıttığı günlerdi. Badem ağacının altında oturmuş, uçurtma yapmaya çalışıyordum. Kayısının sakızı kâğıda yapışsa çıtaya yapışmıyor, çıtaya yapışsa kâğıda… Burnumu çeke çeke uğraşıp didiniyordum. Annem ötede altına post sermiş çamaşır yıkıyordu. Babam, “fakir giysisi” diyerek ağabeylerimle bize kadife pantolon almıştı. Kadife aslında iyi şey ama çelik çomak oynarken, paçavradan top yapıp peşinde koşarken bir düşüp yuvarlanırsan aralarına çamur girmesi kötü. Üç günde bir yıkayan annemin aklı başından gidiverirdi. Sanıyorum ki kadifenin zaman geçtikçe bütün Avrupa’da moda olacağını babam hayal bile etmemiştir. Onun gözünde kadife “fakir giysisi” idi elbette. Kısacası, her çamaşır yıkamada annem birini alıp birini asar, pantolonlarımızı yıkar, her çitileyip silkelediğinde çamaşırlardan köpükler saçılır, etrafı sabun kokusu sarardı. O çamaşır yıkarken Çilli teyze de karşısında ters çevrilmiş bir bakracın üstünde otururdu.

Çilli teyzeyi sevmiyorum. Kendisini değil, kızını. “Saide’yi sana vereceğim. İster al, ister alma. Almazsan bohçası, çeyiziyle birlikte evinize bırakıp gideceğim. Küçükken kulağını ısırmışsın” derdi. Saide’nin kulağını ısıracağıma köpeğimin kulağını ısırırım. Saide çok kötü. Erkeklerden beter. Bezden, paçavradan top yapıp oynadığımızda bir vurmuştu da Tay’ın burnunu kanatmıştı.

Çilli teyze, ters çevrilmiş bakracın üstünde oturmuş, her zamanki gibi dert yanıyordu:

— Akşam kahrolası dişim öyle ağrıdı, öyle ağrıdı ki canıma yetti.

Anlatırken çilli yüzünü sildi.

Annem, bir yandan çamaşır sıkarken bir yandan da akıl veriyordu:

— Isırık otu kaynatıp çiğnemedin mi?

Çilli teyze burnundan soluyordu:

— Ah, ah… Hepsini denedim. Şapla gargara da yaptım. Ağrısı durmak bilmedi.

İkisi de bir an sessiz kaldılar. Annem, elindeki köpükleri sıyırıp yakası boğazını sıkan hırkayı çıkarıp kenara attı.

— Öf!  Sıcak bastı, dedi.

Çilli teyze derin bir iç çekti:

— Ölmeyen kullar bahara da çıktık. Bu yıl sonbaharda Hakîm’i baş göz etsek diyoruz. Düğün yapmak kolay mı? Ya o eksik kalıyor, ya bu… Babasının durumu belli…

Çilli teyze, hep kocasından şikâyet ederdi. Gerçekten de Palabıyık İsrail çok içerdi. İşinin düzeni de yoktu. Bunun üstüne bir de içti mi tamam… Evdekileri kızıp kovardı. Çilli teyze, çok zaman Saide’yi kandırıp bize kaçardı. Gece yarısı, kocası uyuduktan sonra çıkıp evine giderdi.

Annem düşünceli bir halde:

— Hakîm oğlumuz daha küçük ya. Düğün bu yıl olmasa gelecek yıl olur.

Çilli teyze yine homurdandı:

— Öyle diyorsunuz ama hısımlar acele ediyor. Şu kahrolası dişimi çektirip kurtulacağım herhalde. Akşam adama diş taktırsam mı diye sordum. Babanın kuma gömdüğü altınları alıp gel de taktırırsın dedi. Şaşırdım. Çeyizimdeki bir tek bileziğimi bozduracağım anlaşılan. Ağzımın içi kuyu gibi. Açmaya utanıyorum.

Uçurtmamı yapıştırdım, çıtasını bağlıyordum. “Kırt” edip kırıldı. Yalnız çıta kırılsa neyse, kâğıdı da yırtıldı. Büyük ağabeyime yalvarıp yakarıp almıştım. Bitti. Her şey buraya kadarmış. Üzüntümden ağlamaya başladım. Uçurtmaya bir tekme attım, yere yapışıp kaldı. Çilli teyze:

— Hayrola. Ne oldu damat?

— Kırıldı.

— Ağabeyine söyle, başka bir tane yapıversin.

Yapardı ha. Amma yapardı. Benden başka işi mi yoktu? Okuldan geldiği yoktu zaten. Üzüntümden uçurtmaya yine bir tekme attım ve sokağa çıktım. Bir gittim, gün batınca geri döndüm. Avludaki ipe dizilip asılmış pantolonlar, gömlekler… Bir kenarda bizim “kuşum başı” oynarken çamur içinde kalan doppı da yamulmuş duruyordu. Annem, akşamın alaca karanlığında badem ağacının altında düzeltmeye çalışıyordu. Beni görünce:

— Kahrolası keçi de daha sağılmadı. Yürü, şunu tut.

Keçimiz yumuşak başlı olmakla birlikte bazen delirir, sağıncaya kadar yerinde durmaz, insanı bıktırırdı. Öyle zamanlarda küçük ağabeyim veya ben, birimiz yere çöküp arka bacaklarından sıkıca tutmak zorunda kalırdık. Hiç hoşuma gitmeyen bu işin bugün de bana kalacağını anlamış, kaçıp gitmenin yolunu arıyordum ki annem kızdı:

— Sen ne zaman insan olacaksın kerata? Dokuz yaşına geldin ya, hala sokakta koşturmaktan eve geldiğin yok. Hiç faydan dokunmayacak senin, öyle mi?

Kuş gibi cıvıldayarak:

— Dokuz değil, sekiz yaşındayım, dedim.

— Kes sesini!

Annem, bir bağırdı ki ister istemez keçinin bacaklarını tuttum. Keçi de keçi ha. Sadece kıpır kıpır olmakla kalsa iyi de annem sağarken kendinden geçmek gibi pis bir âdeti var. Sonra, yarım saat gömleğin önünü temizlemekle uğraş… Annem işini bitirdikten sonra:

— Salıver şu zavallıları!

Oğlakları bağlayan urganı çözmemle birlikte ikisi doğruca annelerinin göğsüne yapıştılar. Annem sütü tencereye koymuş, badem ağacının altında bir şeyler arıyordu. Yanına yaklaşıp sordum:

— Ne arıyorsunuz?

Biraz önceki tartışmadan dolayı hala sinirli olmalı ki omzuma vurdu:

— Hiçbir şey. Git yemeğini ye. Karnın acıkmıştır.

Sonra birden doğrulup seslendi:

— Vay, güneş nerden doğmuş. Selamün aleyküm!

Dönüp baktım ve üç dört adım ötede dikilen halamı gördüm. Annem, misafirin gelişini görmediği için mahcup vaziyette kollarını açıp karşıladı. Halam çok güzel bir kadın. Yüzünde beni var. Kaşları yay, gözleri çakmak gibi. Lakin çok acımasız. Her sözünü sanki çivi çakar gibi yüksek sesle söylerdi. Annem ondan korkardı. Geldiği zaman saygıda kusur etsin bakalım, kendini nerde bulurdu…

Halam sert bir sesle:

— Ey! Torbasını kaybetmiş köle gibi şaşırıp kalmışsın gelin hanım!

— Hayır, abla, ben…

Annem şaşırıp kaldı.

— Kahrolası küpemin biri düştü. Biraz önce kulağımdaydı.

Baktım, annemin sağ kulağında küpesi yok. Annem, kocaman hilal şeklindeki altın küpesine çok itina eder, “kaynanamdan kalan hatıra” diye övünürdü. Sakin bir sesle:

— Mutlaka bulunur. Buralarda düştüyse nereye gidecek.

— Hımm!

Halam öyle tehditkâr bir ifadeyle başını salladı ki kaşlarının çatıldığını açık seçik gördüm.

— Giderse zenginden gider demişler. Beliniz bükülüp kazanmadığınız için canınız acımıyor gelin hanım!

Halam elindeki bohçayı bana verip kendisi de terlikleriyle yeri eşelemeye başladı. Annem onun omzuna elini koyup:

— Bırakın ablacığım. Haydi, eve girin. Biraz sonra kardeşiniz de gelir.

Halam başını kaldırmadan:

— Bu işler böyledir. At kazanır, eşek yer.

Sonra birdenbire doğruldu:

— Yanınıza kim gelmişti?

— Hiç kimse…

Annem bir an şaşırıp kaldı ve yavaşça ekledi:

— Öğle sıraları Çilli Şerafet abla gelmişti. O…

Halam, alaycı bir ifadeyle dudaklarını büzdü.

— Anlaşıldı. Âmin, Allahü ekber…

 O an gözümün önüne bakracı ters çevirip üzerine oturan Çilli teyze geldi. Annem, yalvaran bir sesle:

— Bırakın. Zavallıya öyle demeyin. Küpenin tek tarafını ne yapacak?

Halam öfkeyle elini salladı:

— Pişirip yiyecek! Elinin uzun olduğunu biliyorsunuz. Biraz dikkatli olsanız ölür müsünüz?

Annem yine mırıldanarak:

— Yok canım. Küpenin tek tarafını ne yapacak?

Halamın tehditkâr sesi yükseldi. Annemin sol kulağındaki hilal şeklindeki küpeyi parmağı ile göstererek.

— Hala konuşuyor ya! Şu tek taraf küpenin ne kadar ettiğini biliyor musun? İşte o değil mi, düğüne gitse eline geçirdiği her şeyi bohçasına tıkıştıran, dedi.

Annem, ne yapacağını bilemedi, gözleri donup kaldı. Babamla ikisinin Çilli teyzenin değişik hallerini konuştuklarını işitmiştim. Düğünlerde tabak, fincan kaybolsa Çilli teyzenin evinde bulunurdu. O da farkında olmadan eve getirmiş olurdu. O an bunları hatırladım ve gâh anneme, gâh halama bakakaldım. Çilli teyzeyi iyice sevmez oldum.

Annem, yine yalvardı:

— Kardeşinizin kulağına gitmesin, bulunur elbet…

— Mezarını bulursun.

Halam, muzaffer bir eda ile eve doğru yürüdü. Arkasından şaşkın bir halde annem koşturdu.

Ertesi günü sabahleyin kalktığımda annem yine badem ağacının altını karıştırıp gözden geçiriyordu. Gece uyumamıştı anlaşılan. Gözleri dalgındı… Ben de yardım ettim. Ancak küpe ertesi günü de,öbür gün de bulunmadı. Annem, babam anlamasın diye küpenin ikincisini kim bilir nerde saklıyordu.

Muhtemelen aradan iki ay geçmişti. Çilli teyze altın diş taktırmasa, halam tekrar bize gelmese küpe de konuşulanlar da unutulmuş gibiydi.

Aynı yaz aylarının en sıcak günlerinde halam tekrar bize geldi. Yazın en sıcak günleri olduğunu şundan hatırlıyorum; halam bize iki salkım “çilleki” üzüm getirdi. Şehirde otursalar da onlarda asma vardı. Ağabeylerimle birlikte toplanıp kapış kapış yedik. Köy hayatını bilirsiniz. Birine misafir gelse mutlaka komşular da gelirdi. O akşam ilk olarak Çilli teyze geldi. Halamla hal hatır sorup sohbet etti. Sonra anneme dönüp:

— Nasıl, yakışmış mı? Diye sordu.

Üst dudağını parmağıyla kaldırdı. İki tane altın dişi parlıyordu. Dişler, onun çilli yüzüne çok yakışmıştı. Hatta Çilli teyze, bambaşka biri olmuştu. Annem, sakin bir ses tonuyla:

— Yakışmış. Bileziğini mi bozdurdun, dedi.

Çilli teyze, nedense kızardı. Gömleğinin yenini sıyırırken:

— Yok, yok. İşte burda. Kocam dedi ki “bozdurma, gelinine görümlük verirsin”. Adam anca insafa geldi elti. Allah nasip ederse sonbaharda eş dost bir meclis kurarız.

Halam, laf çarptırıp:

— Gerçek altınmış. Güle güle kullansın.

Çilli teyze memnun, annemse rahatsız olmuştu. Halamsa kaşlarını çatmış, oturuyordu. Çilli teyze ertesi sabah için herkesi evine davet etti:

— Yarın sabah çayı bizde içelim, dedi.

Halam yüzünü buruşturdu:

— Yok canım. Benim erkenden gitmem gerek.

Nedense o erkenden gitmemişti. Halamın sert konuşmalarını işiterek uyandım:

— Başkasının malını almaktan çekinmeyen insafsız! Hiç olmazsa komşuluğunuzu da düşünmez misin? Diş yaptırmak bir yana, binlerce koyunun içine karışsa anacığımdan kalan malı tanırım ben.

— Eee, böylelerinde insaf ne arasın, dedi bir kadın sesi. Bu annemin sesi değildi. Yorganın köşesinden bakındım ki şişmanca bir kadın olan, mahalle kadınlarının da başı olan teyzeydi. Dert yanmaya devam ederek:

— Hangi gündü, Topal İnay’ın aşında iki tane çay demliği kaybolmuştu. Şundan başka köpek almamıştır dedim. Evlerindeki ocak başına vardığımda orada duruyordu. Emziklerindeki tırnaktan tanıdım. Bunlar ne dedim, “yanlışlıkla gelmiş” dedi. Kara toprağa giresi, demliğin ayağı mı var da kendisi yolu şaşırıp gelmiş.

Halam sinirle elini salladı:

— Sonra o kocasını övmeleri. İnsafa gelmişmiş. Ancak öldükten sonra insafa gelir o sarhoş palabıyığa.

Annem, çay alıp geldi. Mülayim bir sesle:

— Çay koyun lütfen. Aldıysa almıştır. Adamın elinde yakalamadıktan sonra ne diyebiliriz? Allah biliyor, ben bin kere memnunum komşumdan.

Halam öfkeyle:

— Siz öyle mirasyedilik yapmayın gelin hanım! Çocuğunuzu giyindirin. Siz de hazırlanıp hemen önüme düşün bakalım.

Annem, demliği sehpaya koyarken bir halama, bir mahallenin baş kadını teyzeye şaşkın şaşkın baktı:

— Nereye?

Halam, bütün suç annemdeymiş gibi cevap verdi:

— Açık mezara! Bizim mahallede falcı var. “Su” dese, arkın suyu tersine akar. Ona gideceğiz. İşte baş kadın da şahit olacak. Yakasına yapışırız. Hadi, kabul etmesin de görsün bakalım.

Annem başını eğdi. Tahminimce tereddüt ediyordu. Ezilip büzülerek:

— Şunun şurasında iki göz kadar yakın komşuyuz…

Halam yerinden kalktı:

— Haa! Beli ağrımayanın ekmek yiyişine bakın hele. Anacığımdan kalmış biricik hatıra kaybolup giderken siz komşunuza mı üzülüyorsunuz? Anlaşılan, benim sabunumla çamaşır yıkamamışsınız. Hak yerini bulmadan bu işin peşini bırakmam.

Sonra bana döndü de sesi yumuşadı:

— İşte. Çocukla fala bakıyor. Buluğ çağına girmemiş çocuk doğruyu söyler. Gelir misin?

Fırlayıp yerimden kalktım. Yüksek sesle:

— Gelirim! Gelirim, dedim.

Olmaz mı hiç. Halamlara gitsek tramvaya bineceğiz. Keyifle üzüm yiyeceğim.

Çayımızı içtikten sonra halam, annem, mahalle kadınlarının başı olan teyze ve ben dördümüz yola çıktık. Beşağaç’a varsak tamam. Yolun geri kalanında tramvaya bineriz, “ciyk ciyk” edip gideriz. Çok keyifli… Keyifli olmasına keyifli de Beşağaç’a nasıl varacağız? İşte asıl mesele bu. Dombirabad’a çıkarken ayakkabım ayağımı sıkmaya başladı. Çıkarıp elime aldım. Yaz sabahında yalınayak, toprağa basıp yürümenin zevki bambaşka oluyordu. Toprak öyle yumuşak ve serindi ki ayak parmaklarınızın arasından vıcık vıcık çıkıyordu. Yürüyorsunuz, yürüyorsunuz ama hiç yorulmuyorsunuz.

Leylektepe’den geçip Kazirabad’a vardığımızda pınardan buz gibi, duru su içtik. Sonra Çilanzar’a geldik. Yol boyunca yapraklarını toz basmış, dikenleri intikam almaya hazır çalılıklar, çilan denen yuvarlak meyveli iğdeler -buraya onun için Çilanzar derler-  vardı. Yolun iki tarafında armut ağaçları da çoktu. Gülabi armutlar, neşveti armutlar… Armutlar henüz olmamıştı. Yalnız, altından geçtiğinizde dökülen yaprakları ayağınızın altına yapışıp canınızı sıkıyordu.  Siman Köprüsü’nden geçerken manzarayı seyretmek gerçekten zevkliydi. Kavak boyu kadar derinlikte su akıp gidiyordu. Biraz bakınsanız başınız dönerdi. Annem, köprünün kenarına varmama izin vermiyordu. Çünkü su insanı çağırırmış, insan kendi kendine atlayıp gidermiş suyun bu davetine… Köprünün ortasından at arabaları, eşek arabaları peş peşe geçiyordu. Arabacılar sövüyor, eşekler anırıyor; ağzından köpükleri sarkmış, sırtına çuval çuval saman yüklenmiş develer de geçiyordu. Bu köprüyü geçince tramvayın “ciyk ciyk” sesleri işitiliyordu. Biraz ötesi Beşağaç.

Halamın bahsettiği falcı sanki Eçe teyzeye benzeyen bir çingenedir diye düşünüyordum. Hayır, öyle değilmiş. Tramvaydan indikten sonra iki taraftaki duvarlardan olmuş eriklerin göründüğü dar sokaklardan geçtik. Sonra menekşelerin kapladığı çamurlu avluya girdik. Benim köpeğime benzeyen küçük, yalnız kara değil bembeyaz köpeği görünce durup kaldım. Nedense havlamadı da.

Dördümüz birlikte balkona çıktık. Beyaz başörtülü, geniş yenli gömlek giymiş, mülayim bir kadın bizi güler yüzle karşıladı. Bu kadının falcı olduğuna inanasım gelmemişti. Yüzümden öptü.

— Vay anam vay! Ne kadar tatlı çocuk.

Balkonun tavanına bir kafes asılmıştı. Kafesteki bıldırcın ötmüyor ama sıçrayıp duruyordu. Her sıçradığında yerdeki örtüye yem dökülüyordu. Ben bıldırcını seyre dalmış otururken halam olup bitenleri anlattı.

Yaşlı kadın yerinden kalktı:

— Haydi, gelin bakalım.

Omzuma vurdu ve bana:

Sen de gel tatlı çocuk.

Hepimiz birlikte duvarı kaba sıva yapılmış, alçak raflarında tabaklar, çeşit çeşit Arapça kitaplar istiflenip konulmuş loş bir odaya girdik. Kadın sessizce dışarı çıktı. Halam, annem, bizim mahalle kadınlarının başı olan teyze ve ben incecik mindere dizilip oturduk. Biraz sonra yaşlı kadın, bir elinde büyük bir porselen kâse, bir elinde de çarşafa benzeyen beyaz bir örtü alıp geldi. Beni gösterip:

— Sen böyle otur tatlı çocuk, diyerek beni odanın ortasına oturttu.

— Ayağını uzatıp otur. Hayır, öyle değil. Bacaklarını açarak otur.

Kadının söylediği şekilde oturdum. Bacaklarımın arasına kâseyi koydu. Baktım ki kâse su dolu. Kadın mülayim bir sesle:

— Suya bakarak otur. Ben dua okuyacağım. Sen gözlerine kim görünürse onu söyleyeceksin, dedi ve çarşafı üstüme örttü. Bir an her tarafı karanlık kapladı. Kadın, benim anlamadığım bir şeyler söylemeye başladı. Birden rahatsız oldum. Yüreğimi sıkıntı bastı. Ağlamaklı bir sesle:

— Anne, dedim.

Birisi omzumu dürttü:

— Sessiz otur, annen kaçmıyor.

Halamın öfke dolu sesini işitince sesimi çıkaramadım. Gözüm artık hayal meyal görmeye başladı. Yalnız, kâsede parlayan sudan başka bir şey görünmüyordu. Kadın hala kıraat ile bir şeyler söylüyor, gözümün önünde ışıldayan sudan başka bir şey görünmüyordu. Aradan biraz zaman geçti. Kımıldamadan oturduğumdan boynum, bacaklarım ağrımaya başladı. Beni bu kadar sıkıntıya sokan halama da, Çilli teyzeye de içimden kötü sözler söylemeye başladım. Çilli teyze, annemin küpesini çalmasaydı şimdi keyifle oyun oynuyor olacaktım. Bunları düşünerek oturdum da oturdum… Bir ara kâseye baktım ki suyun içinde Çilli teyze, etrafa bakınıyordu. Sürekli gülüyordu. Hatta üst dudağının altındaki iki tane altın dişe kadar açık seçik gördüm. Can havliyle bağırdım:

— Çilli teyze! İşte, Çilli teyze!

Hemen üstümdeki çarşafı aldılar. Korkudan mı, nefes almakta zorlandığım için mi ter içinde kalmıştım.

Falcı kadın, anneme değil, halama bakarak:

Şüphelenmekte haklıymışsınız. Allah nasip ederse malınızı geri getirip verir, hanımefendi.

Halam, mağruru bir tavırla etraftakilere birer birer baktı.

— İşte, ben size demedim mi? Varıp o köpek yavrusuna yapacağımı yapmazsam bir adım atmayayım.

O gün halamlarda yattık. O, ertesi gün Çilli teyzeye yapacağını yaptı. Üç kadın beni de yanlarına alarak komşumuza gittik. Çilli teyze, yere naylon örtü yaymış, pamuk dövüyordu. Kapıdan giren misafirleri görünce çubuğu eliyle tutup yerinden kalktı. Onlara hoş geldiniz demek için kollarını açıyordu ki halam, çığlık çığlığa  bağırıp çağırmaya başladı:

— Başkasının malıyla diş taktıran haramzedeyle görüşmek istemiyorum.

Çilli teyze elindeki çubuğu salıverdi, şaşırıp kaldı.

— Bu ne demek oluyor Seyyide hanımanne, dedi rengi solmuş vaziyette.

— Şunu demek istiyorum ki çaldığınız şeyi yerine koyun!

Çilli teyzenin rengi iyice soldu. Sesi titreyerek:

— Neyi çalmışım? Söyleyin, neyi almışım ben?

Halam sinirli sinirli elini salladı:

— Eh, bırak şimdi. Gelinimin küpesini satıp diş yaptırmış, şimdi kendini saflığa vuruyor.

Halam, mahalle kadınlarının reisine dönerek devam etti:

— İşte şahit. Buluğa ermemiş çocukla fala baktırdım. Açık seçik seni söyledi.

Çilli teyzenin elinden dayak düşüp gitti. Ağlamayla karışık söylendi:

— Vay, ölsem de bunları görmeseydim. Bu nasıl iftira?

Sonra anneme döndü:

— Utanmıyor musunuz güzel eltim. İşte, ne niyetle oturdum… Eğer bir şeyinize dokundumsa muradıma ermeyeyim.

Sonraki sözleri boğazından ağlama ile karışık çıktı:

— Dört yavrumun ölüsünü öpeyim, tamam mı?

Annem, sesi titreyerek:

— Vay, elticiğim! Şu sözleri söylememiş ol. Geri al sözünü. Geri alırsanız ben de binlerce kere razıyım, hakkımı helal ediyorum.

— Eh! Hala konuşuyor ya! Mirasyedi, ne olacak; sen kazan eller yesin.

Halam hışımla döndü ve uzaklaştı. Dış kapının önüne vardığında geri döndü:

— En iyi siz bunu kabul edin. Yoksa kıyamet günü bunun azabını çekersiniz.

Çok geçmeden halamla mahalle kadınlarının reisi çıkıp gittiler. Çilli teyze hala ağlıyor, annem avludaki sofra yerinde başını eğmiş, üzgün duruyordu.

— İlahi, iftira eden belasını bulsun, dedi Çilli teyze. Devam etti:

— İlahi, muradına ermesin.

Annem de ağlamaklı bir halde duruyordu:

— Boş ver eltim. Allah’ım, o bir tek küpe olmaz olsun. Sen gönlünü üzme, canım eltim benim…

— İftira eden belasını bulmazsa hakkımı helal etmem!

Çilli teyze böyle dedi ve ağlayarak evine girdi. Annem bir müddet avluda durdu ve birden bire bana bağırmaya başladı:

— Niye şaşkın şaşkın duruyorsun? Defol gözümün önünden, şeytan!

Kötü oldu. O günden sonra Çilli teyze annemle görüşmedi. Ama daha da kötüsü iki ay kadar geçtikten sonra, havanın serinlediği günlerde oldu. O gün okuldan döndüğümde annem, sandığın üstünde bağdaş kurup oturmuştu. Kışlık yünlü giyeceklerini sandıktan almış olmalı ki evin içini güve ilacının kokusu sarmış. Pazen gömlekler, çopanlar, kulakçığının ipi kopmuş kalpaklar yerle bir olmuş yatıyorlardı. Ağlamaktan annemin gözleri şişmiş. Babamla kavga etmiştir diye korktum. Yavaşça yanına vardım. Dönüp bakmadı bile. Elinden tuttum. Annem, yılan sokmuş gibi elini çekip aldı. Öfkeden gözleri ateş saçarak:

— Senin gibi evladım olacağına yer yutsun, alsın daha iyi! Şu günü göreceğime ölsen daha iyiydi, yerin dibine giresi!

Annem hiç böyle beddua etmediği için olsa gerek ağlamaklı oldum. Ama böyle kötü sözleri birden bire işitince şaşırıp kalmıştım. O yine feryad ü figanla:

— O gün neden öyle dedin, boyu tabutlara gelesi…

— Ne zaman? Ne dedim?

Annem bütün gücüyle bağırdı:

— Falcıda, mezarlık kaçkını! Niye “Çilli teyzemi gördüm” dedin?

Üzüntüden sesim iyice incelerek:

— Ne yapayım? Gözüme görüneni söyledim işte!

— Gör işte, gözü kör olasıca, işte!

Annem, avucunda ne varsa yere fırlattı. Altın küpe yere düştü, “dınk” diye sıçrayıp gitti.

— Hırkama takılıp kalmış işte. Kaybet onu, gözüme görünmesin. Günahsız birine iftira etmektense ölsem daha iyiydi.

Annem, birdenbire beni kucaklayıp yüzümü yüzüne bastırarak ağlamaya başladı.

— Şimdi ne yapacağız canım oğlum…

Annemin gözyaşları bir anda yüzümü ıslatıvermişti.

— Ne yapacağız oğlum? Bu rezilliğe nasıl dayanayım canım oğlum benim?

Annem, takati kesilmiş gibi sandığın üstüne sessizce oturup kalıvermişti.

Aradan çok zaman geçmemişti, düğün oldu. Çilli teyze annemi düğüne davet etmedi. Ama annem kocaman bir karavana “kuşdili” dediğimiz hamur işlerinden kızartıp hazırladı. Hiçbir şey olmamış gibi düğün evine götürdü. Durmadı, oturmadı. Koşturdu, ev sahibi gibi misafirlere hizmet etti. Akşamleyin avlunun ortasına teneke koyup içinde ateş yaktılar. Çilli teyzeye benzeyen Hakîm ağabeye damatlıklarını giydirip sarık sardılar. Ateşin etrafında üç kez dolaştırdılar. Davul, zurna çalındı… Kadınlar evin içindeydi. Zebi teyze onlara dutar çaldı. Kadınlar iki gruba bölünüp çekişme oynadılar… Hoca, Tay, Veli ve ben dördümüz, çekişme oynamakla meşgul olan kadınların arasına dalıp ceplerimizi tatlılarla, şekerlerle doldurup çıktık. Sonra da düğün evinin karanlık köşelerinde bol bol saklambaç oynadık.

O gece geç uyumuş olsam da çok erken uyandım. Daha tan yeni ağarıyordu. Baktım ki evde hiç kimse yok. Demek ki düğün evine gitmişlerdi. Ben de yüzümü “kedi yalaması” yıkadım ve oraya koştum. Biraz sonra “gelin selâmı” olacaktı.

Hayret, gelin selâmına geç kalmamıştım. Avlu tarafında Çilli teyzenin hısım akrabası, düğünde hizmet edenler toplanmışlardı. Erkekler az, kadınlar çoktu. Yalnız, annem görünmüyordu. Avlunun alt tarafında ters çevrilmiş tencerenin arkasında kesik ağacın üstüne oturan Veli’yi gördüm, işaret edip yanıma çağırdım. Bir ara Çilli teyzenin “eli uzun” oluşundan şikâyet eden, bizimle falcıya gelen dolgunca kadın, beyaz başörtü takmış, atlas gömleğinin üstüne önüne dantel işlenmiş yelek giymiş,  mahalle kadınlarının reisi; yeni gelini önüne alıp kapının eşiğine gelmişti. Perdenin arkasında gelinin yüzü iyi görünmüyordu. Biraz daha yakında duran tanımadığımız bir kadının gözleri daha keskinmiş. Kendi kendine alçak sesle:

— Vay, ne kadar da güzelmiş. Bir kaşık suyla yutulacak gibi…

Bir başkası ona cevaben:

— Bahtı varmış sarı oğlanın…

Mahalle kadınlarının reisi teyze boğazını bir kere temizledi ve olabildiği kadar yüksek sesle bağırdı:

— Esselamü Aleyküm, gelin selam!

Gelin yavaşça başını eğdi. Avludakiler kenardan, köşeden gelini beğendiklerini gösteren cevabı verdiler:

— Maşallah!

— Teşekkür ederiz!

— Bir yastıkta kocasınlar.

Reis teyze bir kez daha boğazını temizledi, sesini kontrol etti ve öncekinden daha yüksek sesle haykırdı:

“Esselamü Aleyküm, gelin selam!

Cebi iyice boşalan,

Esirgemeyip parasını saçan,

Karınları çuval gibi,

Bıyıkları sarkmış gibi,

Kaynatasına selam!”

Etraftakiler kenarda köşede gülüştüler. Palabıyık İsrail, aşağıdaki odadan davul şeklinde rulo yapılmış bir halıyı koltuğuna alıp çıktı. Avludan derin derin nefes alarak hızla geçti ve halıyı gelinin ayaklarının altına bıraktı. Bıyığını mağrur bir eda ile buruyordu. Kadınlar yaygarayı bastılar. Palabıyık İsrail, “Allah hayırlı evlatlar versin” diye dua etti. Reis teyze yine sözü aldı:

“Esselamü Aleyküm, gelin selam!

Dilinin döndüğü kadar konuşan,

Hizmete her zaman hazır olan,

Düğünde herkesi yedirip içiren,

Sözleri yağ gibi, yüzleri ay gibi,

Kaynanasına selam!”

Yine kahkahalar yükseldi. Çilli teyze kızarıp bozararak insanların arasından geçti de gelinden tarafa yürüdü. Elindeki bir düzine çini kâseyi gelinin baş tarafına koydu.

Reis teyze devam etti:

“Esselamü Aleyküm, gelin selam!

Dutarını hoplatan,

Gönlümüzü ferahlatan,

Zebi ablaya selam!”

Zebi teyze, erkekler gibi yürüyüp yaklaştı. İçeriden bir bohça alıp çıktılar. Zebi teyze bohçayı alırken gelinin omzuna vurdu:

— Bahtınız açık olsun kızım, dedi.

Reis teyze, bir o yana, bir bu yana baktı da devam etti:

“Esselamü Aleyküm, gelin selam!

Biri birinden tatlı,

Biri birinden ballı,

Kayınlarına, görümcelerine selam!”

Hakîm ağabeyin küçük erkek kardeşi yoktu. Üç kız kardeşi vardı. Üçü, ikişer porselen piyale alıp sıraya girdiler. Birine parfüm, birine havlu, en küçükleri Saide’ye de başörtüsü hediye edildi.

Reis teyze başörtüsünü düzeltip tekrar yeni bir güçle haykırdı:

“Esselamü aleyküm, gelin selam!

Ayağı altı, kolu yedi olup hizmet eden,

Gelinin elinden işini alan,

Geline yemeğini yediren,

Yan komşularına, can komşularına selam!”

Annemin oralarda olduğunu anladım. O, kalabalığın arasından rengi iyice solmuş bir halde geçti. Öylesine, gideceği yere varacağından emin olmayan adımlarla geline doğru yürüdü. Hatta kapının eşiğine geldiğinde vaz geçip dönecek gibi oldu. Elinde hiçbir şey yoktu. Sonra yavaş yavaş merdivenden çıktı. Gelinin yüzündeki tülü biraz araladı. Avludaki kadınlar homurdanmaya başladılar:

— Ne yapıyor bu?

— Vay, öldürecek bizi.

Reis teyze de sinirlenmişti anlaşılan, seslendi:

— Namahremler var ey güzelim!

Annem, sesi titreyerek:

— Durun, dedi ve gelinin kulağındaki küpeleri çıkarmaya başladı.

— Alın bunları, dedi. Küpelerini gelinin avucuna tutuşturdu. Sonra kendi yeleğinin cebine elini soktu, kocaman altın küpeleri çıkardı. Elleri titreyerek ikisini gelinin iki kulağına taktı. Reis teyzeye döndü:

— Niyet etmiştim. Şu işe çoktan niyet etmiştim, dedi ve yavaşça eğilip gelinin alnından öptü.

— İnşallah, birlikte bir yastıkta kocayın.

Ay parçası küpeler başörtüsünün altından bile parlıyor, adeta gelinin güzelliğine güzellik katıyordu. Etraftaki kadınların şaşkın konuşmaları işitiliyordu:

— Vayyy!

— Gerçek altın mı acaba?

— Demek dünyada böyle komşular da varmış.

Bir an şaşırıp kalan reis teyze bütün gücüyle bağırdı:

Kılıç gibi oğullar yetiştiren,

Düğünde oturmayıp koşturan,

Ay deseniz ay gibi,

Cömertlikte Hatem Tay* gibi

Güzel ablasına selam!”

Annem, kalabalığın arasından ite kaka geçerek kenara çekildi. Sonra gelinden tarafa dönüp mutlulukla gülümsedi… Onun gözlerinde yaş vardı.

* Hatem Tayi: Tarihte cömertliğiyle meşhur bir kişi.



(Türkiye Türkçesine çeviren: Mahir Ünlü)


The Golden Earring

People have strange quirks that can’t be changed, no matter how they try. I have one myself: when I hurt someone, even if it’s deserved, I feel it worse than the person I’ve offended. I probably inherited this trait from my mother. She never spoke harshly to us children, and if she ever offended us she would apologize right after. Just once she told me off, and her words were harsh indeed. I still don’t know who was to blame.

It was springtime and the sun’s rays warmed our shoulders. I sat beneath an almond tree making a kite. When the apricot sap stuck to the paper, it wouldn’t bind to the reed, and when it stuck to the reed, it wouldn’t bind to the paper. I huffed and puffed, trying to get them together. My mother was sitting nearby on a goatskin, doing laundry. Our dad had bought us all corduroy pants, considering them durable clothes for the poor. Corduroy is a fine material, but when you fall on the ground, whether you’re playing chillak or kicking a ball, dirt wedges into its ridges. That’s why every three days my mother went out of her mind washing those pants. (Of course, none of us could have guessed that a few decades later corduroy would become the trendiest fabric in all of Europe. To us it was “poor people’s clothing.”) It seemed like all my mother did was wash our trousers. Every time she shook them, the foam splashed everywhere and the smell of soap filled the yard.

Across from Mother, freckled Sharopat opa, our neighbor, was sitting on an overturned bucket. I didn’t like her at all. Though really it was her daughter I disliked. “I’ll give Saida in marriage only to you,” she often said. “You’ll marry her, like it or not. When you were very little, you bit her ear. And that means you’ve got to marry her.” I’d rather bite my dog’s ear. Saida was mean, worse than any of the boys. Once, she kicked Toi in the nose and it bled.

Our neighbor complained: “My damn tooth was throbbing all night. I was tossing and turning.” And she stroked her freckled cheek.

“Did you try rinsing your mouth with wild rue tea?” my mother asked, still crouched over the laundry.

“I’ve tried everything,” our neighbor whimpered. “Even rinsed my mouth with alum. Didn’t help.”

Both were silent for a moment.

“Phew, I’m hot!” My mother shook the foam off her hands, then took off her knitted top and tossed it aside.

“So we’ve made it to spring,” our neighbor said, sighing. “We were hoping to marry off our Hakim this fall . . . But it’s no easy feat putting on a wedding. Not enough of this, not enough of that . . . And you know how my husband is . . . ”

Our neighbor often complained about her husband. And everyone knew that Isroil “Whiskers” drank his share and couldn’t keep a job. To make things worse, he drove everyone out of the house when he drank. Our neighbor would take Saida and hide at our place. Then at midnight, when her husband calmed down and fell asleep, she tiptoed home.

“Your Hakimdzhan is still young,” Mother said, reasonably. “You’ll marry him off next year, if not this one.”

“That’s true, but the girl’s family is on our case . . .” Our neighbor moaned again. “Oh, I need to have these damn teeth pulled. Yesterday I mentioned it to my husband. He said, ‘Sure, just dig up that urn full of gold your father buried for you, and go right ahead . . .’ I don’t know what I’ll do. Maybe sell my gold bracelet. Though it’s the one piece of jewelry I have. I’d be ashamed to go around with missing teeth.”

Having finally glued my kite together, I began to tie the reed, but it went and broke. After that, just my luck, the paper tore—paper I’d had to beg my older brother for. It was all over. I cried out in frustration. I stomped on the kite and it stuck to the ground.

“What’s the matter, little one?” our neighbor asked.

“It broke.”

“Ask your big brother. He’ll make you another.”

Yeah right! Like he had nothing better to do. He was always at school. Angrily, I stomped on the kite again and ran out to the street.

I didn’t return until evening. Our pants and shirts hung from a line across the yard. In one corner, I saw my cap, which had been reduced to a rag by our games of “Bird’s Head.” My mother was doing something in the shadows beneath the almond tree.

“Darn it! The goat still hasn’t been milked!” she said when she saw me. “Come and hold her.”

Although our goat was usually docile, a djinn sometimes got into her and she kicked while she was being milked. My younger brother or I would have to kneel down and hold her hind legs. I didn’t like this much, and understanding that it was my turn, I tried to get out of it. But my mother grew upset: “When will you grow up, you good-for-nothing! You’re already nine and all you know how to do is mess around outside! You’re useless!”

“I’m not nine, I’m eight,” I mumbled.

“Enough!” my mother yelled, and I trudged after her to hold the goat’s legs. On top of kicking, the goat would sometimes piss while she was being milked. Then you’d have to spend half an hour washing your shirt.

“Now untie those scamps.”

As soon as I untied the kids they hurried over to their mother. After pouring the milk she’d collected into a large earthenware dish, my mother returned to the almond tree. She went on searching for something.

“What are you looking for?” I asked, following her.

She patted my shoulder, already sorry for scolding me.

“Nothing. Go eat. You must be hungry.”

Then suddenly she started and exclaimed: “Would you look what the wind blew in! Assalamu alaykum!”

I turned and saw my dad’s sister standing nearby. My mother was flustered because she’d failed to notice our guest, and she went over to meet her with open arms. My aunt was a beautiful woman with sharp eyes and a mole on her face. And she was very domineering. Every word she uttered was like a nail being pounded into a wall. My mother feared her. She knew she had to pay her due respect. 

“Well, kelinposhsha?” my aunt asked loudly. “Have you lost your head, like a beggar who’s lost his bundle?”

“No . . .” my mother mumbled. “But one of my earrings fell out. I was just wearing it.”

I looked at my mother and, sure enough, one earring was missing. My mother was very careful with those gold crescent-shaped earrings, boasting that they were a gift from her mother-in-law.

“Oh well, it’ll turn up,” my mother said quietly. “It couldn’t have gone far.”

“Hmm,” said my aunt, shaking her head ominously. Even in the dark, I could see her frown. “Well aren’t you the rich one? Of course you don’t care, kelinposhsha, since you didn’t lift a finger for those earrings!”

My aunt handed me the bundle she was holding and started to poke around in the dirt with the tip of her overshoe.

“Leave it, sister,” my mother said, meekly touching her shoulder. “Come inside. Your brother will be home soon.”

“As always,” my aunt said, not looking up, “the horse works and the mule eats.” Then she lifted her head sharply and looked straight into my mother’s eyes: “Was anyone over here today?”

“No one.” For a minute, Mother was at a loss, but then she added quietly: “Well, Sharopat opa was here at lunchtime . . . ”

“Sharopat opa?” My aunt twisted her lips sarcastically to show that she understood it all now. “Right. Amin oblohu akbar!”

“Stop that,” Mother pleaded. “Don’t speak ill of her. What would she want with a single earring?”

“I have no doubts whatsoever!” My aunt waved furiously. “You know she has light fingers. Why’d you let her into your home?”

“Come now,” my mother mumbled again. “What would she do with one earring?”

“Oh, go on,” my aunt said, raising her voice. “Don’t you know how much an earring like that is worth?” she asked. She pointed at the earring in my mother’s left ear. “Every time that Sharopat goes to a wedding she pinches something.”

Mama, not knowing how to respond, looked at my aunt in dismay. Often enough, I’d overheard my mother and father talk about this quirk of freckled Sharopat opa. It seemed that at weddings a plov dish or some piyolas would disappear and then show up mysteriously in her home. She took them out of “absent-mindedness.” I remembered all of this now and hated that freckled Sharopat opa.

“Just don’t tell your brother,” my mother pleaded with my aunt. “It’ll turn up.”

“It’ll turn up in the grave!”

My aunt headed home, resolutely. Mama hurried to see her out.

In the morning, my mother was out under the almond tree again looking for the earring. Her eyes were red and swollen as though she hadn’t slept. I started helping her. But we didn’t find it that day or the next. My mother hid the other earring so my father wouldn’t find out what had happened.

If Sharopat opa hadn’t come over with new gold teeth about two months later, and if my aunt hadn’t visited us again on that very day, the whole thing would probably have been forgotten.

It was the middle of summer when my aunt came over again. I remember this because she brought two bunches of Chillaki grapes. Her family lived in town, but they had vines. My brothers and I devoured the grapes. And you know how it is in the village: a guest shows up and immediately all the neighbors hurry over. That evening, Sharopat opa was the first to arrive. She cheerfully greeted my aunt, then turned to my mother.

“How do they look?” She raised her upper lip slightly to show two sparkling gold teeth. They suited her pale face perfectly and even her freckles seemed to fade.

“Very nice,” my mother said quietly. “Did you sell your bracelet for them?”

For some reason, Sharopat opa blushed.

“Oh, no,” she said and lifted the sleeve of her dress. “Still have my bracelet. My husband said, ‘Keep it. You’ll give it to your daughter-in-law when we marry our son.’” She smiled broadly again, probably to offer us another look at her gold teeth. “My husband has been behaving himself lately. Soon we’ll marry Hakimdzhan. We’ll have a splendid wedding for him this fall, God willing.”

“So your teeth are pure gold?” my aunt said, her voice dripping with sarcasm. “May they serve you well!”

Sharopat opa was happy, but my mother seemed uneasy, and my aunt knitted her brows.

“Come over for breakfast tomorrow morning,” Sharopat opa said.

“No, I’m leaving at the crack of dawn,” my aunt said, turning away.

But she didn’t leave at the crack of dawn. I was woken up by her loud voice.

“I’m telling you, she fears no sin! Cares nothing for the neighborhood! I’d recognize my mother’s inheritance no matter what it was turned into, even some teeth!”

“People like her have no shame!” This wasn’t my mother’s voice, so I peered out from under the covers and saw fat Otin khola.“That time at Inoy the Lame’s funeral, two teapots went missing,” she continued in a plaintive voice. “So I went over to her house and right there in the kitchen I saw the teapots. I recognized them right away. So I ask her, ‘How’d they end up here?’ And she doesn’t even blink. ‘I don’t know myself,’ she says. ‘Damn you, thief,’ I say. ‘Not like the teapots grew legs and ran over here on their own!’”

“And the way she praised her husband, that good-for-nothing. He’s ‘behaving’!” My aunt pounded her fist on the khontakhta, making her knuckles crack. “Only the grave will cure that hash-smoker.”

My mother came in with the teapot.

“Enough,” she pleaded. “I didn’t catch her in the act, so what can be done?”

“You’re too generous, sister-in-law!” my aunt said angrily. “You’re not some khan’s daughter! Get your son dressed. And you get dressed, too. We’re going out.”

My mother put the teapot on the khontakhta and looked at my aunt with surprise, then at Otin khola.

“Where are we going?”

“To hell! Does that suit you?” My aunt looked at my mother as though she was to blame for everything. “There’s a fortune-teller in our mahalla. They say she can make the water in the ditches flow backward! We’re going to see her. Otin khola will be our witness. Let’s see what the fortune-teller says. And then let that Sharopat try and deny it!”

“I don’t know,” my mother said, drawing out the words. “We’re neighbors. Like two eyes on a face.”

“Ho-o!” my aunt said, getting up from her seat. “Of course, you got those earrings as a gift, but they were the one thing left from my mother! You’re not sorry for the loss, but you are sorry for the thief? Did I get it right? Well, it seems you don’t know me very well. I won’t leave until you do what’s right.” Then my aunt turned to me, softening. “We’ll use this child as a medium. A young child will tell the truth. Will you come with us?”

“I will, I will!”

Right away it occurred to me that if I went with my aunt I’d get to ride on a tram. And eat as many grapes as I wanted.

After drinking tea, my aunt, Otin khola, my mother, and I set out. I knew that we’d go on foot as far as Beshagach. And then we’d get on the tram! Wheee, what fun!

But how far it was to Beshagach! My boots were rubbing before we even got to Domrabad. I took them off and walked barefoot. It’s so nice—in summer, in the morning—to walk barefoot. Fine as flour, the cool dust slips beneath your toes. You walk and walk and don’t get the least bit tired.

We passed Laylaktep and entered Kazirabad. There, we drank ice-cold water from a bubbling spring. Soon we approached Chilanzar. Along the road grew dense bushes with dusty off-white leaves and thorns. These were the chilon jida that Chilanzar is named after. The road was also planted with all kinds of pear trees: nashvati pears, stone pears, pink pears. The fruit wasn’t ripe yet and when you passed under the trees, the fallen leaves stuck to your heels––an unpleasant sensation.

But how incredible it was to cross the Siymonkprik Bridge! With the water flowing darkly below. It made your head spin. My mother wouldn’t let me walk to the edge of the bridge: she said the water could pull a person toward it and he’d fall . . . Down the very center of the bridge was a line of carts drawn by horses and donkeys. The bridge was so narrow that the traffic was one-way: it would come from one side only, while the other waited its turn. The cart drivers swore and the donkeys screeched. There were even camels crossing the bridge, with great sacks of straw on their backs and foam around their mouths. As soon as we’d crossed the bridge, we heard the rumble of tram wheels. This was Beshagach.

I’d thought that the fortune-teller would be something like Acha khola—a gypsy. But no, she was different. The tram let us out on a narrow street with houses hidden by apricot trees, which were heavy with ripe fruit. Then we entered a small courtyard where white irises grew. I noticed the little dog lying in the shade of the root cellar and stopped. It looked just like my dog—the same size, only it wasn’t black, but white. For some reason, it didn’t bark at me.

The four of us went up to the iwan. A gentle old woman in a white shawl and a dress with wide sleeves greeted us with a smile. I couldn’t believe that this was the fortune-teller.

“What a sweet boy,” she said, kissing my cheek.

A birdcage was hanging from the ceiling with a quail inside. The bird wasn’t singing, just hopping around in the cage, making grains fall onto the patterned rug. As I sat watching the quail, my aunt explained our situation to the fortune-teller.

“This way,” said the old lady, rising from her seat. “You too, my sweet,” she said, patting me on the shoulder.

We entered a dimly lit room with rough plastered walls, bookshelves, and various Arabic books on the low shelves. The old lady went out silently. My mother, Otin khola, my aunt, and I sat in a row on a thick rug. After a while, the old lady came back holding a big ceramic cup in one hand, and a sheet in the other. “Sit like this,” she said, and sat me down in the middle of the room. “Stretch your legs out. With your legs a little open.”

I did as she said, and the old lady put the cup between my legs. I saw that it was full of water.

“Sit and stare into the water,” she said gently. “I’m going to read a prayer, and you just tell us what you see.” Then she covered me with the sheet.

It was suddenly dark. The old lady started reading something I didn’t understand. I felt like I was suffocating. I got scared.

“Mamaaa!” I cried out.

“Sit still! Your mama is right here.”

Someone tapped my shoulder. When I heard my aunt’s peevish voice, I was in a stupor. I was starting to see something. But, besides a gleam in the water, I couldn’t make it out. Minutes passed. My neck and legs got stiff from sitting. I hated my aunt and Sharopat opa for making me suffer like this. If she hadn’t stolen my mother’s earring, I wouldn’t be sitting there, I’d be playing to my heart’s content. I thought only of that. And suddenly I saw Sharopat opa staring at me from the water. She was laughing. I even saw her two gold teeth beneath her lip. And I shouted as loud as I could:

“Sharopat opa! I see her!”

At that moment the sheet was whipped off me. From fear or because it had been stuffy under there, I was covered in sweat.

“Your suspicions are correct,” said the fortune-teller, looking not at my mother, but at my aunt. “God willing, she’ll return what she took from you, my dear!”

“What did I tell you?” my aunt said, looking at each of us triumphantly. “Now I’ll make her suffer like a dog!”

We spent that night at my aunt’s.

Just as she’d threatened, the next day she set out to punish Sharopat opa. My mother, Otin khola, and my aunt headed to our neighbor’s, bringing me with them. Sharopat opa was sitting on a mat spread out on the supa, combing cotton wool. With each stroke of the slender sticks against the cotton, dust billowed up from it. Seeing that she had guests, Sharopat opa leaped up, still holding the sticks. She was ready to welcome us with open arms, but my aunt cried out:

“I won’t exchange greetings with a thief who makes herself teeth from other people’s property!”

Sharopat opa froze with the sticks still in her hands.

“What . . . what are you saying, my dear?” she asked, growing pale.

“I’m saying return what you stole!”

Sharopat opa blanched even more.

“What did I steal?” she asked, her voice trembling. “Tell me, what?”

“Drop the act!” My aunt waved her off. “Went and made herself teeth from my sister-in-law’s earring, and now she’s acting all innocent.” She looked at Otin khola. “We have a witness! We consulted a fortune-teller with the help of this innocent boy. He said you stole it!”

“May I drop dead this moment!” The sticks fell from our neighbor’s hands. “What slander,” she cried out. Then she turned to my mother: “Aren’t you ashamed? I have enough on my mind already. We’re planning our son’s wedding. If I stole so much as a needle from you, may I die on this spot!” Her last words were choked by tears. “May I bury all four of my children if I’m to blame!”

Now my mother grew pale.

“Oh, sister, don’t say such things!” she said in a trembling voice. “Take it back! Even if you took the earring, I forgive you!”

“You just keep talking! Like some kind of bai’s daughter, goddamn you!” My aunt turned sharply and walked away. When she reached the gate, she looked back. “You’d better own up to it. Or you’ll suffer on the day of judgment.”

Otin khola followed my aunt. Sharopat opa was still sobbing and my mother stayed by the supa, looking down sorrowfully.

“May Allah cause that slanderer to suffer!” said Sharopat opa through tears. “May she get what’s coming to her!”

“Stop that, sister.” My mother was herself on the verge of tears. “Oh, Allah, I hate that earring! Forget this, my dear!”

“I won’t, until the slanderer suffers!” Sharopat opa said and went into the house crying.

My mother stood for a moment in front of the supa, then shouted at me: “What are you looking at? Get out of my sight, you little devil!”

It all turned out very badly. From that day on, our neighbor refused to greet my mother.

And the worst came two months later, when the weather was getting colder. Arriving home from school, I saw my mother sitting on a chest. Apparently she’d been getting our warm clothes out, and the room smelled of mothballs. There were fustian dresses, chapans, and warm hats scattered all over the floor. My mother’s eyes were puffy from crying. I thought my father might have hit her. I went up to her slowly, but she didn’t seem to notice me. I took her hand and she pulled it away, like she’d been bitten by a snake.

“I wish God had taken you,” she yelled, her eyes flashing with anger. “That you hadn’t lived to see this day!”

Hearing these frightening words, I froze. Never before had she said such things to me.

“Why couldn’t you hold your tongue? May you rot in the grave,” she said, beginning to yell again.

“When? What did I say?”

“At the fortune-teller’s, the fortune-teller’s!” she yelled at the top of her lungs. “Why did you say that you saw Sharopat opa?”

“I only said what I saw!” I squealed in anger.

“Then may your eyes be gouged out!” My mother threw something that she’d been squeezing in her fist. Hitting the floor, the golden earring tinkled and bounced. “It was caught on my sweater! Get out of my sight! I’d rather die than slander an innocent person!” Then she pulled me close to her, pressed her face to mine, and wailed: “What are we going to do, son!” My face became wet from my mother’s tears. “What’ll we do? How will I endure this shame, son, my dear one!” My mother’s strength left her and she collapsed face-down on the trunk.

Soon after that, the wedding took place. Sharopat opa did not invite my mother. But my mother fried up a large platter of “bird’s tongue” pastries. As though nothing had happened, she went to the wedding hall to help with the preparations.

That evening, a bonfire was lit in the middle of the yard. Sharopat opa’s son, who had the same coloring as his mother, was all dressed up in a striped robe and turban and made to run three circles around the fire. The sounds of the karnay and surnay rang out . . . Kho’ja, Toi, Vali, and I darted among the women who were occupied with the tortishmachoq––a wrestling contest between women on the bride’s and groom’s sides––and filled our pockets with sweets. Then we played hide-and-seek in the wedding hall’s dark corners. 

Though I went to bed late that night, I woke up at the crack of dawn. No one was home. That meant they were all at the wedding hall. Quick as a cat, I washed up and ran over there. The kelin salom would be happening soon. 

Luckily, I wasn’t too late. In the yard by the entrance to the hall, Sharopat opa’s relatives, all those who were assisting with the wedding, were crowded round. They were mostly women. Only my mother was nowhere to be seen. Seeing Vali, who was sitting on a log by an overturned pot at the very end of the yard, I waved.

And there was Otin khola (the very same fat Otin khola who’d complained about Sharopat opa’s sticky fingers and gone with us to the fortune-teller) leading the bride, who wore a white woolen shawl over a silk atlas dress, to the threshold. The bride’s face was obscured by her shawl, but a woman standing nearby had sharp eyes.

“Voy, what a beautiful girl!” she whispered loudly. “How slender! You could drink her with a spoon!”

“Lucky for that redhead fiancé of hers,” another woman responded.

Otin khola cleared her throat and shouted at the top of her lungs:

“Assalomu alaykum, kelin, salo-o-om!”

The bride nodded her head primly. All those gathered in the yard responded with approval.

“May you be blessed!”

“Thanks be to God!”

“May your union be long!”

Otin khola coughed again and said, even more loudly:

“Assalomu alaykum, kelin salo-o-om!

With pockets opened wide,

no money does he hide.

Like a sack his belly’s hefty,

and like a sword his mustache’s lengthy.

Father-in-law, salo-o-m!”

There was chuckling from the crowd. Mustached Isroil aka came out of a far room with a large felt rug under his arm. He walked solemnly through the middle of the yard and rolled it out at the bride’s feet. Then he twirled his mustache jauntily, and the women squealed with laughter. Isroil wished the newlyweds a large family and read a prayer.

Then Otin khola cleared her throat once more:

“Assalomu alaykum, kelin salo-o-om!

Like her tongue, her steps are hasty,

and the food she serves is tasty––

she won’t leave the wedding hungry.

Like oil her speech is smooth,

and her face fair as the moon

Mother-in-law, salo-o–om!”

There was more laughter from the crowd. Sharopat opa blushed, passed through the rows of women, and approached the bride. She put a stack of porcelain bowls before her.

Otin khola continued:

“Assalomu alaykum, kelin sal-o-o-om!

She who makes the dutar sing,

she who makes our hearts take wing,

Zebi opa, salo-o–om!”

Zebi opa approached with her manly gait. A bundle was brought from the house and she gave it to the bride, patting her on the shoulder.

“May you be happy, my daughter!”

Otin khola surveyed the crowd and continued:

“Assalomu alaykum, kelin salo-o-om!

Each one is honey-sweet,

each one is sure to please,

sisters-in-law salo-o-om!”

Hakim aka had no male siblings, just three younger sisters. Each of them presented the bride with two piyolas. The bride gave perfume to one, a towel to another, and to the youngest—Saida—she gave a handkerchief.

Otin khola adjusted the bride’s shawl and continued with renewed vigor:

“Assalomu alaykum, kelin salo-o-om!

With six arms and seven legs the bride they spoil,

so her mouth tastes plov that’s rich with oil,

and her hands today will bear no toil.

Neighbors, salo-o-om!”

Just then, I noticed my mother. She was pale and walked haltingly through the crowd in the direction of the bride, stumbling slightly as she reached the threshold. Her hands were empty. She climbed the stairs slowly and lifted the shawl from the bride’s face. The women in the yard whispered:

“What’s she doing?”

“Can she do that?”

“Oh God!”

Otin khola didn’t like it either:

“There are men here, Poshsha!” she said.

“Just a minute,” my mother responded in a trembling voice.

Quickly, she removed the earrings from the bride’s ears.

“Here,” she said, holding them out to the bride. Then she reached into the pocket of her long vest and took out her own large golden earrings shaped like half-moons. With trembling hands, she put them in the bride’s ears.

“I’ve been waiting for this day,” my mother said, looking at Otin khola. “Oh, how I’ve waited.” With these words, she leaned down and kissed the bride’s forehead:

“May God grant you a long life together.”

The earrings were visible even beneath the shawl, adding to the bride’s beauty. The women shouted with surprise:

“Vo-o-o-oy!”

“Are they really pure gold?”

“You think they’re fake?”

“So there are such neighbors in the world!” 

Otin khola was at first dumbstruck, but then shouted at the top of her lungs:

“Straight as swords, two sons she’s raised,

at the wedding, she toils away.

Like the moon, her beauty ravishes,

like Hatim-al-Tai, gifts she lavishes.

Poshsha opa, salo-o-om!”

My mother pushed back through the crowd and stood to the side. She turned toward the bride and smiled contentedly. There were tears in her eyes. 

(Translated from Uzbek by Sabrina Jaszi)

OLTIN BALDOQ

Odamda, harchand uringani bilan o‘zgartirolmaydigan g‘alati fe’l-atvorlar bo‘ladi. Mening ham qiziq odatim bor: birovni ranjitib qo‘ysam (adolatli xafa qilgan bo‘lsam ham) o‘sha odamdan ko‘proq o‘zimning dilim vayron bo‘lib yuradi. Bu odat onamdan yuqqan shekilli.

Oyim bizlarga hech qattiq gapirmas, mabodo xafa qilib qo‘ysa birpasdan keyin o‘zi yalinar edi. Faqat bir marta meni qarg‘agan, yomon qarg‘agan. O‘shanda ayb kimda bo‘lganini hali ham bilmayman.

Bahor kirib, oftobning iliq nurlari yelkani qizitadigan bo‘lib qolgan kunlar edi. Bodom tagida o‘tirib varrak yasashga tushdim. O‘rikning yelimi qog‘ozga yopishsa qamishga yopishmaydi, qamishga yopishsa qog‘ozga... Burnimni tortib-tortib urinib yotibman. Oyim nariroqda, tagiga po‘stak tashlab, kir yuvyapti. Dadam «kambag‘albop kiyim» deb aka-ukalarga chiyduxoba shim olib bergan. Chiyduxoba asli yaxshi narsa-yu, chillak o‘ynagandami, koptok tepgandami, bir dumalasang, ora-orasiga loy kirib ketishi yomon. Uch kunda bir yuvaverib, onamning esi ketadi. (Xuddi shu chiybaxmal zamonlar o‘tishi bilan butun Yevropaga moda bo‘lishini dadam xayoliga ham keltirmagan bo‘lsa kerak. Uning uchun chiyduxoba «kambag‘albop kiyim» edi, xolos.) Xullas, oyim unisini olib bunisini qo‘yib, shimlarni yuvar, har siltab ishqaganda jomashovdan ko‘pik sachrar, atrofni sovun hidi tutib ketgan edi. Uning ro‘parasida Sepkilli xola to‘nkarilgan paqir ustida o‘tirardi.

Sepkilli xolani yomon ko‘raman. O‘zinimas, qizini. «Saini senga beraman, olsang ham olasan, olmasang ham, — deydi, — olmasang tugun-tersagi bilan uyingga opchiqib tashlayman, kichkinaligingda qulog‘ini tishlagansan», deydi. Saini qulog‘ini tishlagandan ko‘ra kuchugimning qulog‘ini tishlayman. Saida yomon: o‘g‘il boladan battar. Lanka tepayotganda bir urib Toyning burnini qonatgan.

Sepkilli xola to‘nkarilgan paqir ustida o‘tirib nuqul hasrat qilar edi:

— Kechasi bilan tishim o‘lgur shundoq og‘ridi, shundoq og‘ridi, jonimni qo‘yishga joy topolmadim.— U sepkil bosgan lunjini silab qo‘ydi.

— Isiriq damlab chayqamadingizmi? — deb maslahat berdi oyim hamon engashib kirni g‘ijimlar ekan.

— E, hammasini qildim! — Sepkilli xola yana inqilladi. — Achchiqtoshgayam g‘arg‘ara qildim. Qani bosilsa.

Ikkovlari bir zum jimib qolishdi.

— Uff! Isib ketdim! — Oyim ko‘pikli qo‘lini sidirib, yoqasi bo‘g‘iq to‘rko‘ylagini yechdi-da, chekkaga tashladi.

— O‘lmagan qul, bahorgayam chiqdik, — Sepkilli xola xo‘rsindi. — Shu yil kuzda Hakimimning boshini ikkita qilib qo‘ysak degandik. To‘y qilish osonmi? Hali unisi yetmaydi, hali bunisi... Otasining ahvoli bu bo‘lsa...

Sepkilli xola eridan ko‘p shikoyat qilardi. Chindan ham Isroil mo‘ylov ko‘p ichadi. Ishining tayini yo‘q. Buning ustiga ichib oldimi, tamom, uy ichini tiriqtirib quvadi. Sepkilli xola ko‘pincha Saidani dikonglatib biznikiga qochib chiqadi. Yarim kechada, eri uxlaganidan keyin sekin uyiga chiqib ketadi.

— Hakimjon hali yosh-ku, — dedi oyim o‘ychanlik bilan. — Bu yil bo‘lmasa, yanagi yilga bo‘lar to‘yi...

— Shundoq deysizu quda tomon shoshiryapti. — Sepkilli xola yana inqilladi. — Shu o‘lgurni oldirib tashlab qutulaman shekilli. Kecha dadasiga tish qo‘ydirsammikan, desam, otangni xumga ko‘mib qo‘ygan tillalarini olib kelib qo‘ydiraver, deydi... Hayronman, bisotimdagi bitta bilaguzugimni beraman shekilli. Og‘zimni o‘radek ochib yursam uyat bo‘lar.

...Varragimni yelimlab bo‘lib, endi qamishini tortib bog‘lagan edim, qars etib sindi. Qamish sinsa mayli-ya, qog‘ozniyam yirtib yubordi. O‘zim katta akamga yalinib-yalinib arang olgan edim. Tamom, Hammasi tamom bo‘ldi. Alamimdan yig‘lab yuboray dedim. Varrakni bir tepgan edim, yerga yopishib qoldi.

— Ha? — dedi Sepkilli xola. — Nima qildi, kuyov bola?

— Sindi.

— Akangga ayt, boshqasini yasab bera qolsin.

Yasaydi-ya, yasaydi! Mendan boshqa ishi yo‘qmi? Maktabdan beri kelmaydi-ku. Alam bilan varrakni yana bir tepdim-da, ko‘chaga chiqib ketdim. Shu ketgancha, kun botganda qaytib keldim. Hovlidagi arqonda qator qilib ilingan shimlar, ko‘ylaklar... Bir chekkada bizning «qushim boshi» o‘ynaganda loyga qorishaverib, unniqib ketgan do‘ppi ham qiyshayib turibdi. Oyim nimqorong‘ida bodom tagida timirskilanib yuribdi.

— O‘lsin, echkiyam sog‘ilmadi, — dedi meni ko‘rib. — Yur, ushlab tur.

Echkimiz yuvosh bo‘lgani bilan ba’zan «jini» tutib qolar, sog‘ib bo‘lguncha tipirchilab, odamni bezor qilardi. Shunda kichik akammi, menmi birontamiz cho‘nqayib uning orqa oyoqlaridan mahkam ushlab turishga majbur bo‘lardik. Hech ham yoqmaydigan bu mashg‘ulot bugun mening zimmamga tushishini bilib, qochib qolishni mo‘ljallab turgan edim, oyimning jahli chiqib ketdi:

— Sen qachon odam bo‘lasan, zumrasha! Yoshing to‘qqizga chiqibdi-yu, ko‘chada shataloq otishdan beri kelmaysan! Hech foydang tegmasin, xo‘pmi!

— To‘qqizdamas, sakkizda, — dedim chiyillab.

— O‘chir ovozingni! — Oyim bir dag‘dag‘a qilgan edi, istar-istamas borib echkining oyog‘idan ushladim. Echki  bari  bir  echki-da!  Pitir-pitir qilgani ham may-li-yu, oyim sog‘ayotganida, iyib ketsa qiladigan xunuk «qilig‘i» bor. Keyin yarim soat ko‘ylakning oldini tozalashga to‘g‘ri keladi...

Oyim naridan-beri ishini tugatdi-da, buyurdi:

— Yechib yubor anovi savillarni!

Uloqchalarni arqondan bo‘shatishim bilan ikkalasi dikonglab onasining yeliniga yopishdi. Oyim bo‘lsa sutni tovoqlarga soldi-da, yana bodom tagida timirskilanib bir nimani qidira boshladi.

— Nimani qidiryapsiz? — dedim yaqin borib.

Boya urishgani uchun o‘zi achinib turgan ekan shekilli, yelkamga qoqdi.

— Hech nima. Bor, ovqatingni ye, qorning ochib qolgandir. — Keyin birdan qaddini rostladiyu xitob qildi. — Voy, qayoqdan kun chiqdi?! Assalomu alaykum!»

O‘girilib qaradimu uch-to‘rt qadam narida turgan ammamga ko‘zim tushdi. Oyim mehmonni ko‘rmay qolganidan xijolat chekib quchoq ochib ko‘rishdi. Ammam juda chiroyli, yuzida xoli bor, qosh-ko‘zi chaqmoqdek xotin. Ammo juda shaddod. Har gapini xuddi mix qoqqandek tarsillatib gapiradi. Oyim undan qo‘rqadi. Kelganda hurmatini joyiga qo‘ymasin-chi, o‘zini qayerda ko‘rarkan.

— Ha? — dedi ammam yo‘g‘on tovushda. — To‘rvasini yo‘qotgan gadoydek talmovsirab qopsiz, kelinposhsha?!

— Yo‘q, opa, o‘zim... — Oyim chaynalib qoldi. — Ziragim o‘lgurning bir poyi tushib qopti. Haligina qulog‘imda turuvdi.

Qarasam, oyimning o‘ng qulog‘idagi ziragi yo‘q. Oyim kattakon oltin oybaldog‘ini juda avaylar, qaynonamdan qolgan yodgorlik, deb maqtanib yurardi.

— Mayli, topilib qolar, — dedi u sekingina. — Shu yerga tushgan bo‘lsa qayoqqa ketardi.

— Hmm! — Ammam shunday tahdidli bosh chayqadiki, qorong‘i bo‘lsa ham qoshi chimirilib ketganini aniq ko‘rdim. — Ketsa, boydan ketibdi, deng! Belingiz qayishib topmaganingizdan keyin joningiz achimaydi-da, kelinposhsha!

Ammam qo‘lidagi tugunni menga tutqazib, o‘zi ham maxsili kalishining uchi bilan yerni titkilay boshladi.

— Qo‘ying, opajon, — oyim uning yelkasiga ohista kaftini qo‘ydi. — Yuring uyga, hali-zamon ukangiz kelib qoladilar.

— O‘zi shunaqa bo‘ladi, — dedi ammam yerdan bosh ko‘tarmay. — Ot topadi, eshak yeydi! — Keyin birdan qaddini rostladi-da, oyimning ko‘ziga tikilib so‘radi. — Kim kirgan edi oldingizga?

— Hech kim. — Oyim bir zum talmovsirab turdi-da, sekin qo‘shib qo‘ydi. — Hali peshinda Sharopat opa keluvdi. Shu...

— Sharapatmi? — Ammam «tushunarli» degandek istehzo bilan labini burdi. — Bo‘pti, omin oblohu akbar!

Hali oyimning oldida paqir to‘nkarib o‘tirgan Sepkilli xola ko‘z o‘ngimga keldi.

— Qo‘ying, — dedi oyim yalingudek bo‘lib. — Bechorani unaqa demang. Bir poy zirakni nima qiladi?

— Pishirib yeydi! — Ammam jahl bilan qo‘l siltadi.— Qo‘li egriligini bilasiz, o‘lasizmi ehtiyot bo‘lsangiz?

— Yo‘g‘-e, — dedi oyim yana ming‘illab. — Bir poy zirakni nima qiladi?

— Yana gapiradi-ya! — Ammamning ovozi tahdidli ohangda balandladi. — Mana shu bir poy zirak qancha turishini bilasizmi? — dedi oyimning chap qulog‘idagi oybaldoqni barmog‘i bilan nuqib. — O‘zi-ku to‘yga borsa, qo‘liga ilingan narsani tuguniga tiqadi.

Oyim nima qilarini bilmay, javdirab qoldi. Dadam ikkalasi Sepkilli xolaning g‘alati qiliqlarini gaplashishganini eshitganman. To‘ylarda laganmi, piyolami yo‘qolsa Sepkilli xolaning uyidan topishar, xola «esidan chiqib» uyga olib ketgan bo‘lardi. Hozir shuni esladimu goh oyimga, goh ammamga qarab qoldim. Sepkilli xolani juda yomon ko‘rib ketdim.

— Ukangiz eshitmay qo‘ya qolsinlar, — oyim yana yalindi. — Topilib qolar.

— Go‘rni topiladi! — Ammam qandaydir g‘olibona qiyofada uy tomon yurdi. Ketidan kuymangancha oyim ham ergashdi.

Ertasiga ertalab tursam, oyim yana bodom tagini sinchiklab ko‘zdan kechiryapti. Kechasi bilan uxlamagan shekilli, ko‘zlari qovjiragan... Men ham yordamlashdim. Biroq oybaldoq ertasiga ham, indiniga ham topilmadi. Oyim dadam bilmasligi uchun zirakning ikkinchi poyini ham imi-jimida allaqayerga yashirib qo‘ya qoldi.

... Ehtimol, oradan ikki oycha o‘tib Sepkilli xola tilla tish qo‘ydirmaganida, buning ustiga xuddi o‘sha kuni ammam yana kelib qolmaganida, zirak ham, bu gaplar ham unutilib ketgan bo‘lardi.

Ayni yoz chillasida ammam tag‘in keldi. Yoz chillasi ekani shuning uchun yodimda qolganki, o‘sha kuni ammam ikki bosh chillaki uzum olib keldi. Shaharda turishsa ham ularnikida tok bor edi. Akalarim bilan bir g‘ujum-bir g‘ujumdan talashib yedik. Qishloqni bilasiz, birovnikiga mehmon kelsa, albatta qo‘shnilar chiqadi. O‘sha oqshom birinchi bo‘lib Sepkilli xola chiqdi. Ammam bilan aylanib-o‘rgilib ko‘rishdi. Keyin oyimga yuzlandi.

— Yarashibdimi? — U ustki labini barmog‘i bilan sal ko‘targan edi, ikkita oltin tish yaraqlab ketdi. Tishlar uning sarg‘ish yuziga juda yarashgan, hatto sepkili ham bilinmay ketgan edi.

— Yarashibdi, — dedi oyim sekingina. — Bilaguzugingizni berdingizmi?

Sepkilli xola negadir qizardi.

— Voy, yo‘q, — dedi ko‘ylagining yengini shimarib. — Mana! Dadasi aytdilar. «Bermagin, keliningga ko‘rmana qilasan», — dedilar. — U tilla tishini ko‘rsatish uchun bo‘lsa kerak labini buribroq jilmaydi.— Ancha insof kirib qoldi dadasiga. Hakimjonning to‘yini tezlatib yubordik, ovsinjon! Xudo xohlasa, kuzda qarsbadabang bazm qilamiz.

— Asil tilla ekan! — dedi ammam achitib. — Buyursin ishqilib!

Sepkilli xola xursand, oyim nimadandir bezovta, ammam bo‘lsa chimirilib o‘tirardi.

— Ertalab choyni biznikida icha qoling, — deb taklif qildi Sepkilli xola.

— Yo‘g‘-a, men saharlab ketishim kerak! — ammam yuzini o‘girdi.

Biroq u ertalab ketmagan ekan. Ammamning qattiq-qattiq gapirishidan uyg‘onib ketdim.

— Birovning molidan hazar qilmagan noinsof! Hech bo‘lmasa qo‘shniligingni o‘ylamaysanmi! Tish yasatish uyoqda tursin, ming ko‘yga solsayam, onaginamdan qolgan molni taniyman.

— E, bunaqalarda insof nima qiladi! — Bu onamning ovozi emasdi. Ko‘rpaning bir chetidan mo‘ralasam, mahallaning otin xolasi — semiz xotin. — Qaysi kuni Inoy cho‘loqning yil oshisida ikkita choynak yo‘qoldi, — dedi u hasrat qilib. — Shundan boshqa it ham olmaydi, deb o‘choqboshisiga kirsam, turibdi. Tumshug‘idagi chegasidan tanidim. «Ha?» desam, «Adashib kirib qolgandir-da», deydi. Ha, yer yutgur, choynakning oyog‘i bor ekanmi, senikiga o‘zidan-o‘zi adashib kiradigan!

— Tag‘in erini maqtaganiga o‘laymi? Insof kirib qolgan emish! — Ammam jahl bilan qo‘lini musht qilib, xontaxtaga botirgan edi, barmoqlari shiqirlab ketdi. — O‘lganda insof kiradi, o‘sha bangi mo‘ylovga.

Oyim choy ko‘tarib kirdi.

— Qo‘yinglar endi, — dedi iltijoli ohangda. — Olgan bo‘lsa olgandir. Birovning qo‘lidan tutmagandan keyin nima deysiz? Mayli, mingdan-ming roziman.

— Siz unaqa boyvachchalik qilmang, kelinposhsha!— dedi ammam shaxt bilan. — Bolangizni kiyintiring. O‘zingiz ham otlanib darrov oldimga tushing!

Oyim choynakni xontaxtaga qo‘yarkan, goh ammamga, goh otin xolaga hayron bo‘lib qaradi.

— Qayoqqa?

— Ochiq mozorga! — Ammam hammasiga oyim aybdordek piching qildi. — Mahallamizda folbin bor. Suf desa, ariqdagi suv teskari oqadi. O‘shanga oboraman. Mana, otin ham guvoh bo‘ladilar, qaytarma qildiramiz. Qani, bo‘yniga olmay ko‘rsin-chi.

Oyim boshini quyi solgancha turib qoldi. Chamasi ikkilanar edi.

— Endi, — dedi chaynalib, — ko‘zdek qo‘shni bo‘lsak...

— Ho-o! — ammam o‘rnidan turib ketdi. — Beli og‘rimaganning non yeyishini tomosha qilinglar! Onaginamdan qolgan bittayu bitta yodgorlik yo‘q bo‘lib ketaverarkanu qo‘shningizga joningiz achib qoldimi? Mening sovunimga kir yuvmabsiz hali. Haq joyida qaror topmaguncha, qo‘ymayman. — U menga o‘girildi-da, ovozini muloyimlatdi. — Mana, bola bilan fol ochadi. Norasta bola rostini aytadi. Borasanmi?

O‘rnimdan irg‘ishlab turib ketdim.

— Boraman! Boraman! — dedim baqirib.

Bo‘lmasa-chi, ammamnikiga borsak, tramvayga tushamiz! Maza qilib uzum yeyman!

Choy ichib bo‘lgandan keyin, ammam, oyim, otin xola, men — to‘rtovlashib yo‘lga chiqdik. Beshyog‘ochga yetib borsak, bo‘ldi. U yog‘iga tramvayga o‘tiramizu jiring-jiring qilib ketaveramiz. Maza!

Mazalikka mazaku-ya, biroq Beshyog‘ochga yetib olguncha ancha gap bor-da! Do‘mbrobodga chiqishimiz bilanoq botinkam oyog‘imni siqa boshladi. Yechib, qo‘limga olvoldim. Yozning tong pallasida yalangoyoq tuproq kechib yurishning zavqi boshqacha bo‘ladi. Undek mayin, salqin tuproq barmoqlaringiz orasidan bilq-bilq otilib chiqadi. Ketaverasiz, ketaverasiz, hecham charchamaysiz.

Laylaktepadan o‘tib Qozirobodga borganda qaynama buloqdan muzday tiniq suv ichdik. Keyin Chilonzor keldi. Yo‘lning shundoqqina bo‘yida oqish yaprog‘ini chang bosgan, tikanlari «tish qayrab» turgan chakalakzor — chilon jiydalar (shuning uchun bu yerni Chilonzor deyiladi). Yo‘lning ikki chetida nok ko‘p — nashvati nok, tosh nok, gulobi nok. Nok hali pishmagan. Faqat tagidan o‘tayotganingizda tuproqqa to‘kilgan bargi tovoningizga yopishib, g‘ashni keltiradi.

«Siymonko‘prik»dan o‘tishning o‘zi bir tomosha. Terak bo‘yi chuqurlikda suv qorayib oqadi. Mo‘ralasangiz boshingiz aylanadi. Oyim ko‘prik chetiga borishga qo‘ymaydi: suv chaqirarmish, odam o‘zidan-o‘zi tushib ketarmish... Ko‘prik o‘rtasidan ot aravalar, eshak aravalar qatorlashib o‘tadi. Bir tomondagisi o‘tguncha ikkinchi tomondagisi poylab turadi. Aravakashlar so‘kingan, eshaklar hangragan, og‘zidan tupugi osilgan, ustiga qop-qop somon tog‘dek uyulgan tuyalar ham o‘tib qoladi. Shu ko‘prikdan o‘tilsa, tramvayning g‘iyqillagani eshitilib turadi — uyog‘i Beshyog‘och.

... Ammam aytgan folbinni xuddi Acha xolamga o‘xshagan lo‘li bo‘lsa kerak, deb o‘ylagandim. Yo‘q, boshqacha ekan. Tramvaydan tushgandan keyin ikki tomonidagi devorlardan pishgan o‘riklar mo‘ralab turgan jinko‘chalardan o‘tdik. Keyin gulsafsarlar o‘sib yotgan allaqanday zahkash, katalakdek hovliga kirib qoldik. Yerto‘la soyasida yotgan kuchukni ko‘rib, to‘xtab qoldim. Xuddi o‘zimning gurji kuchugimga o‘xshash kichkina, faqat qora emas, oppoq ekan. Negadir akillamadi ham.

To‘rttovlashib ayvonga chiqdik. Oppoq ro‘mol o‘ragan, keng yengli ko‘ylak kiygan yumshoqqina kampir kulimsirab qarshi oldi. Shu xotinning folbin ekaniga ishongim kelmasdi.

— Aynovniy, — dedi u yuzimdan o‘pib. — Muncha shirin bu bola!

Ayvon vassajuftiga to‘rqovoq ilingan, to‘rqovoqdagi  bedana sayramas, ammo hadeb sakrar, har sakraganda sholcha ustiga allaqanday don to‘kilar edi. Bedanani tomosha qilib o‘tirarkanman, ammam bo‘lgan voqeani tushuntirib berdi.

— Yuringlar, — dedi kampir o‘rnidan turib. Keyin mening yelkamga qoqdi.

— Sen ham yur, shirin bola.

Hammamiz birgalashib devori xomsuvoq qilingan, pastak tokchalariga barkashlar, allaqanday arabcha kitoblar taxlab qo‘yilgan nimqorong‘i xonaga kirdik. Kampir indamay chiqib ketdi. Ammam, oyim, otin xola, men — hammamiz shaparak ko‘rpachaga tizilishib o‘tirdik. Bir mahal kampir bir qo‘lida kattakon chinni kosa, bir qo‘lida choyshabga o‘xshash oq mato ko‘tarib kirdi.

— Sen bunday o‘tir, shirin bola, — dedi menga imo qilib. Xonaning o‘rtasiga meni o‘tqazib qo‘ydi. — Oyog‘ingni uzatib o‘tir. Yo‘q, oyog‘ingni ochibroq o‘tir.

Kampir aytgandek qilib o‘tirgan edim, u oyog‘imning orasiga kosani qo‘ydi. Qarasam, kosa to‘la suv.

— Suvga qarab o‘tir, — dedi u muloyimlik bilan.— Men duo o‘qiyman, sen ko‘zingga kim ko‘rinsa o‘shani aytasan. — Shunday dediyu ustimga choyshabni yopdi. Bir zumda hammayoqni zulmat qopladi. Kampir men tushunmaydigan allanimalarni gapira boshladi. Birpasda damim qaytib ketdi. Yuragimni vahima bosdi.

— Oyi-i-! — dedim yig‘lamsirab.

Kimdir yelkamga turtdi:

— Jim o‘tir, oying qochib ketgani yo‘q.

Ammamning zardali ovozini eshitib, damim ichimga tushib ketdi. Ko‘zim endi g‘ira-shira ko‘ra boshladi. Biroq, kosada xira yaltirab turgan suvdan boshqa narsa ko‘rinmas edi. Kampir hamon bir ohangda allanimalar der, ko‘z o‘ngimda xira yiltirayotgan suvdan bo‘lak narsa ko‘rinmas edi. Oradan ancha o‘tdi. Qimirlamay o‘tirganim uchun bo‘ynim, oyog‘im og‘riy boshladi. Meni shuncha azobga qoldirgan ammamni ham, Sepkilli xolani ham yomon ko‘rib ketdim. Sepkilli xola oyimning ziragini o‘g‘irlamaganida hozir maza qilib o‘ynab yurgan bo‘lardim. Shularni o‘ylab o‘tiraverdim, o‘tiraverdim... Bir mahal qarasam, suv ichida Sepkilli xola mo‘ralab turibdi. Nuqul kuladi. Hatto yuqori labi ostidagi ikkita tilla tishigacha aniq ko‘rdim. Jonholatda baqirib yubordim:

— Sepkilli xola! Ana, Sepkilli xola!

Birpasda ustimdagi choyshabni olishdi. Qo‘rqqanimdanmi, nafasim qaytgani uchunmi, terlab ketgandim.

— Gumoningiz to‘g‘ri ekan, — dedi folbin kampir oyimga emas, ammamga qarab. — Xudo xohlasa, olgan molini qaytarib beradi, eshonoyi!

— Ana, aytmadimmi! — ammam g‘olibona qiyofada atrofidagilarga birma-bir qarab chiqdi. — Borib itning kunini boshiga solmasam yurgan ekanman!

O‘sha kuni ammamnikida yotib qoldik. U o‘zi aytganidek, ertasiga Sepkilli xolaning boshiga «itning kunini soldi». Uch xotin meniyam yetaklab qo‘shninikiga chiqishdi. Sepkilli xola supaga bo‘yra yozib paxta savab o‘tirgan ekan. Savag‘ichni har urganda gup-gup etgan tovush chiqadi, chang ko‘tariladi. Eshikdan kirib kelayotgan mehmonlarni ko‘rib, savag‘ichni ushlagancha dik etib o‘rnidan turdi. Endi ko‘rishmoqchi bo‘lib quchog‘ini yozgan edi, ammam bobillab berdi:

— Birovning moliga tish qo‘ydiradigan haromxo‘r bilan ko‘rishmayman!

Sepkilli xola qo‘lidagi savag‘ichni osiltirgancha talmovsirab qoldi.

— Bu... bu nima deganingiz, eshonoyi? — dedi rangi o‘chib.

— Bu deganim shuki, o‘g‘irlagan narsangizni joyiga qo‘ying!

Sepkilli xolaning rangi battar o‘chib ketdi.

— Nimani o‘g‘irlabman? — dedi ovozi qaltirab. — Ayting, nimani olibman?

— E qo‘ying-e! — ammam jahl bilan qo‘l siltadi.— Kelinimning ziragidan tish yasatib olib, tag‘in o‘zini go‘llikka solib o‘tiribdi. — U otin xolaga yuzlandi. — Mana, guvoh! Norasida bola bilan fol ochirdim. Aniq-taniq sizni aytdi.

— Voy o‘lmasam! — Sepkilli xolaning qo‘lidan tayog‘i tushib ketdi. — Bu qanaqa tuhmat! — dedi yig‘i aralash. Keyin oyimga yuzlandi.

— Uyalmaysizmi, ovsin poshsha! Mana, ne niyatda o‘tiribman. Agar ninangizga tekkan bo‘lsam, niyatimga yetmay! — Keyingi so‘zlar uning bo‘g‘izidan yig‘i aralash otilib chiqdi. — To‘rtta bolamning o‘ligini ustida o‘tiray, xo‘pmi!

— Voy, ovsinjon, voy gapingiz qursin! — dedi oyim ovozi titrab. — Qaytib oling gapingizni! Olgan bo‘lsangiz ham mingdan-ming roziman!

— E, yana, gapiradi-ya! Boyvuchcha bo‘lmay tusingni yel yesin! — Ammam shahd bilan burildi-da, nari ketdi. Darvoza oldiga borganida orqasiga qayrilib qaradi. — Yaxshisi bo‘yningizga oling, bo‘lmasa, qiyomatda azobini tortasiz!

Zum o‘tmay ammam bilan otin xola chiqib ketishdi. Sepkilli xola hamon piqillab yig‘lar, oyim supa oldida boshini xam qilgancha mung‘ayib turar edi.

— Iloyo tuhmat qilgan tuhmat balosiga uchrasin!— dedi Sepkilli xola yig‘lab. — Iloyo niyatiga yetmasin!

— Qo‘ying, ovsinjon. — Oyimning o‘zi ham yig‘lab yuboray deb turardi. — Xudoyo o‘sha bir poy zirak o‘lsin! Ko‘nglingizga olmang, jon ovsinjon!

— Tuhmat balosiga uchramasa, rozimasman! — Sepkilli xola shunday dediyu yig‘lagancha uyiga kirib ketdi.

Oyim bir zum supa oldida turdi-turdi-da, birdan menga o‘shqirdi:

— Nimaga serrayib turibsan? Yo‘qol ko‘zimdan, juvonmarg!

Yomon bo‘ldi. O‘sha kundan boshlab Sepkilli xola oyim bilan yuzko‘rmas bo‘lib ketdi. Ammo eng yomoni yana ikki oycha o‘tgach, salqin tushgan kunlardan birida bo‘ldi.

O‘sha kuni maktabdan qaytsam, oyim sandiq ustiga muk tushib o‘tiribdi. Issiq kiyimlarni sandiqdan olgan shekilli, uy ichini kuya dorining hidi tutib ketgan, bumazi ko‘ylaklar, choponlar, quloqchinining ipi uzilgan telpaklar yer bilan bitta bo‘lib yotibdi. Yig‘layverib, oyimning ko‘zlari shishib ketgan. Dadam urgan bo‘lsa kerak, deb qo‘rqib ketdim. Sekin oldiga keldim. U bo‘lsa qayrilib qaramadi. Qo‘lidan ushlagan edim, oyim ilon chaqqandek qo‘lini tortib oldi.

— Sen bolani yer yutsa bo‘lmasmidi! — dedi g‘azabdan ko‘zi yonib. — Shu kuningdan ko‘ra o‘lib qo‘ya qolsang bo‘lmasmidi, yer yutkur!

Oyim hech qachon bunaqa qarg‘amagani uchunmi, yig‘lab yuboray dedim.

Ammo shuncha yomon gapni to‘satdan eshitganimga karaxt bo‘lib qolgan edim.

— O‘shanda nega unaqa deding, bo‘yginang lahatda chirigur! — dedi u yana dag‘dag‘a bilan.

— Qachon? Nima dedim?

— Folbinnikida, go‘rso‘xta, folbinnikida! — Oyim ovozi boricha chinqirdi. — Nega Sepkilli xolamni ko‘rdim, deding?

— Nima qilay? — dedim alamdan chiyillab. — Ko‘zimga ko‘ringanini aytdim-da!

— Mana-ku, ko‘zginang teshilgur, mana-ku! — Oyim kaftidagi allanimani yerga uloqtirdi. Oltin baldoq yerga tushib jiringlab sakrab ketdi.

— To‘rko‘ylagimga ilinib qolgan ekan-ku! Yo‘qot, ko‘zimdan yo‘qot! Bir begunohga tuhmat qilgandan ko‘ra o‘lganim yaxshimasmi! — U birdan meni quchoqlab, yuzimni yuziga bosgancha hiqillab qoldi. — Endi nima qilamiz, jon bolam!

Oyimning ko‘z yoshi birpasda yuzimni jiqqa suv qilib yubordi.

— Nima qilamiz, o‘g‘lim! Bu sharmandalikka qandoq chidayman, o‘g‘iljonim! — Oyim madori qurigandek, sandiq ustiga muk tushib qoldi.

Oradan ko‘p o‘tmay to‘y bo‘ldi. Sepkilli xola oyimni to‘yga aytmadi. Biroq oyim bir tog‘ora qushtili pishirdi. Hech nima bo‘lmagandek, to‘yxonaga chiqdiyu yelib-yugurib xizmat qilib ketaverdi.

Kechqurun hovlining o‘rtasida to‘nka qo‘yib gulxan yoqishdi. Sepkilli xolaning o‘ziga o‘xshab ketadigan sarg‘ish yuzli Hakim akaga to‘n kiygizib, salla o‘ratishdi, gulxan atrofini uch marta aylantirishdi, karnay-surnay chalindi... Uy ichida ayollar, Zebi xola dutor chertgan, xotinlar tortishmachoq qilgan... Xo‘ja, Toy, Vali, men — to‘rtovlashib tortishmachoq bilan ovora bo‘lib turgan xotinlar orasiga sho‘ng‘iymizu cho‘ntakni shirinlikka to‘ldirib chiqamiz... Keyin to‘yxonaning qorong‘i burchaklarida rosa bekinmachoq o‘ynadik.

O‘sha kuni kech yotgan bo‘lsam ham juda erta uyg‘ondim. Endi tong otgan ekan. Qarasam, uyda hech kim yo‘q. Demak, to‘yxonaga chiqishgan.

Men ham yuzimni «mushuk yuvish» qildimu o‘sha yoqqa chopdim. Bo‘lmasa-chi, hozir «kelin salom» bo‘ladi-da.

Xayriyat, «kelin salom»ga kech qolmabman. Hovli betkayida Sepkilli xolaning qarindosh-urug‘lari, to‘yda xizmat qilganlar to‘planib turishibdi. Erkaklar kam, xotinlar ko‘p. Faqat oyim ko‘rinmaydi. Hovli etagidagi to‘nkarib qo‘yilgan qozon orqasida g‘o‘laga minib o‘tirgan Valini ko‘rib, imlab chaqirdim.

Bir mahal otin xola (Sepkilli xolaning qo‘li egriligidan shikoyat qilgan, biz bilan folbinnikiga borgan xuddi o‘sha semiz otin xola) oq sholro‘mol yopingan, atlas ko‘ylagi ustidan oldiga uqa tutilgan nimcha kiygan kelinchakni yetaklab ostonaga olib chiqdi. Parda orqasidan kelinning yuzi yaxshi ko‘rinmas edi. Biroq yaqinroqda turgan notanish xotinning ko‘zi o‘tkir ekan.

— Vuy, muncha chiroyli! — dedi qattiq shivirlab. — Bir qoshiq suv bilan yutgudek-a!

— Baxti bor ekan sariq mashakni! — dedi boshqasi unga javoban.

Otin xola bir tomoq qirib oldi-da, ovozi boricha baqirdi:

— Assalomu alaykum, kelin salo-o-om!

Kelinchak ohista bosh egdi. Hovlidagilar chekka-chekkadan ma’qullab javob qilishdi:

— Baraka topsin!

— Rahmat.

— Qo‘shgani bilan qo‘sha qarisin.

Otin xola yana bir marta tomoq qirib, ovozini sozlab oldi-da, boyagidan ham balandroq hayqirdi:

— Assalomu alaykum, kelin salo-o-o-m!

Karmonni katta ochgan

Ayamay pulni sochgan,

Qorinlari qopday,

Mo‘ylovlari shopday

Qaynotasiga salo-o-m!

Odamlar chekka-chekkadan kulib yuborishdi. Isroil mo‘ylov hovli etagidagi xonadan karnayga o‘xshatib o‘ralgan kattakon namatni qo‘ltiqlab chiqdi. Hovli o‘rtasidan pishillab o‘tdi-da, namatni oborib kelinning oyog‘i tagiga qo‘ydi. Mo‘ylovini g‘olibona qiyofada bir buragan edi, xotinlar qiy-chuv solib kulib yuborishdi. Isroil mo‘ylov uvali-juvali bo‘linglar, deb fotiha o‘qidi. Otin xola yana bir tomoq qirib oldi:

— Assalomu alaykum, kelin salo-o-o-om!

Tili bilan teng aylanadigan,

Xizmatiga shaylanadigan,

To‘ydan quruq qaytmaydigan

So‘zlari moyday, yuzlari oyday,

Qaynonasiga salo-o-m!

Yana qahqaha ko‘tarildi. Sepkilli xola qizarib-bo‘zarib, odamlar orasidan o‘tdi-da, kelin tomonga talpindi. Qo‘lidagi bir dasta chinni kosani kelinning boshiga qo‘ydi.

Otin xola tag‘in davom etdi.

— Assalomu alaykum, kelin salo-o-o-m!

Dutorini sayratgan,

Dilimizni yayratgan,

Zebi opaga salo-o-m!

Zebi xola erkakcha yurish qilib yaqin borgan edi, ichkaridan tugun olib chiqishdi. Zebi xola tugunni olarkan, kelinning yelkasiga qoqdi.

— Baxtli bo‘lgin, qizim!

Otin xola u yoq-bu yoqqa qarab oldi-da, davom etdi.

— Assalomu alaykum, kelin salo-o-om! Biri biridan shirin, biri-biridan asal qaynsingillariga salo-o-om!

Hakim akaning ukasi yo‘q, uchta singlisi bor edi. Uchovlari ikkita-ikkitadan piyola ko‘tarib qatorlashib borishdi. Biriga atir, biriga sochiq, eng kichkina Saidaga ro‘molcha tegdi...

Otin xola kelinning ro‘molini o‘nglab qo‘ydi-da, tag‘in yangi kuch bilan hayqirdi:

— Assalomu alaykum, kelin salo-o-om! Oyog‘i olti, qo‘li yetti bo‘lib xizmat qilgan, kelinning qo‘lidan ishini oladigan, og‘ziga oshini soladigan yon qo‘shni-jon qo‘shnilarga salo-o-o-om!

Oyim shu yerda ekanini endi payqadim. U odamlar orasidan rangi o‘chibroq o‘tdi-da, qandaydir, ishonchsiz qadamlar bilan kelin tomonga yura boshladi. Hatto ostona oldiga borganda bir qalqib ketgandek bo‘ldi. Qo‘lida hech nima yo‘q edi. Biroq sekin-sekin zinadan ko‘tarildi-yu, kelinning yuzidagi pardani qiya ochdi. Hovlidagi xotinlar pichir-pichirga tushib qolishdi.

— Nima qilyaptilar?

— Voy, o‘lmasam!

Otin xolaning ham g‘ashi keldi shekilli, dashnom berdi:

— Nomahramlar bor-a, poshsha!

— To‘xtang, — dedi oyim negadir ovozi titrab. Shosha-pisha kelinning qulog‘idagi ziraklarni yecha boshladi.

— Ushlang buni! — dedi sirg‘alarni kelinning qo‘liga tutqazib. Keyin o‘zining nimchasiga qo‘l soldiyu kattakon oltin oybaldog‘ini chiqardi. Qo‘llari titragancha ikkalasini kelinning ikki qulog‘iga taqdi.

— Niyat qilgandim, — dedi oyim otin xolaga qarab.— Shuni niyat qilib qo‘yuvdim. — Shunday dediyu sekin egilib, kelinning peshonasidan o‘pdi.

— Iloyo qo‘sha qaringlar!

Oybaldoq shol ro‘mol tagidan ham yaraqlab ko‘rinib turar, kelinning husniga husn qo‘shib yuborgandek edi. Chekka-chekkadagi xotinlarning hayratli xitobi eshitildi:

— Vuy-y-y-y!

— Asl tillamikan?

— Nima, qalbakisini qilib esini yebdimi?

— Mana bundoq qo‘shnilar bo‘ladi jahonda!

Bir zum gangib qolgan otin xola ovozi boricha hayqirdi:

— Qilichdek o‘g‘illarni o‘stirgan, to‘yda yelib-yugurgan, oy desa, oydek, Xotam Toydek poshsha opasiga salo-o-m!

Oyim odamlar orasidan turtinib o‘tdi-da, chekkaga chiqdi. Shundagina kelin tomonga o‘girilib, mamnun jilmaydi... Uning ko‘zida yosh bor edi.