Bir, iki, üç,
dört... Beş; beş... Altı! Yedi, sekiz, dokuz,
on...
Küçücük, kırmızı
iplerle süslü bezden top yolunu şaşırıp kaçtı, gidip aşağıdaki ağılın duvarına
yaslanıp büyüyen şekerpare kayısı fidanına çarptı ve zıplayıp “şap” diye havuza
düştü…
Kızlar hep
birden:
— Vay! Canın çıkmasın. Havuza düştü işte, diye bağırıştılar. Topu tutmak için peşinden koşan Şerafet de havuzun yanında taş kesilip kalıverdi.
Top, suya
batıp sonra havuzun ortasından çıktı ve kızların hevesli, fıldır fıldır
gözlerinin önünde ağır ağır, kasıla
kasıla yüzmeye başladı.
Kızlar,
suyun üstünde hiçbir şeye aldırış etmeden yüzen topa bakakaldılar ve bu sırada
birbirlerine bakıp gülümsediler.
Kasap
Taci’nin küçük kızı Turgunbuş koşarak gidip ağılın damına çıktı. Bir kenara
yığılmış dut odunlarının arasından uzun bir dalı kırıp havuz kenarına geldi ve
o dal ile suyu kendine doğru çekmeye başladı. Kızlar onun etrafına toplanarak
topun sudan kurtarılmasını beklemeye başladılar.
Su, suni
akıntıyla kızlara doğru akmaya başladıktan sonra yarıya kadar suya gömülen top
bazen batıp bazen çıkarak, yavaş yavaş kenara geldi. Kızlar çığlıklar atarak
topu yakaladılar.
Suda iyice
ıslanan topu Şerafet aldı ve “Hey, kaçamazsın. Yakalandın işte!” diyerek yere
vurdu. Onun bu yaptığına tacir Abdullah’ın kızı Tuti üzüldü. Hemen gidip yerden
topu aldı ve:
—Hey!
Bunun ne suçu var? Canı mı var bunun? Siz düşürdünüz. Şimdi zavallıya beddua mı
ediyorsunuz? diyerek topu suya daldırıp silkeledikten sonra dudağını ısırarak
bütün gücüyle sıkmaya başladı.
Şerafet
kızlara bakarak:
—Ne kadar
sıksak da ıslak top zıplamaz. Şimdi başka kimde top var?
…
—Vay! Canım
çıkmasın. Kimsede yok mu? Saltanat! Sende vardı ya…
—Bende
vardı ya, dün canı çıkmayası Gülnare kaybetti.
—Yoksa
oyun bitti.
—Olmaz.
Başka oyun oynarız.
—Hey, Canı
çıkmayasıca! Top oyunundan iyisi var mı?
—Hey,
Şerafet! Eve gidip Rus topunu alsan olmaz mı?
—Rus malı
topum yarıldı.
—Vay
akılsız! Ne zaman?
O sırada
bağın küçük kapısından hızla koşarak küçük bir kız geliyordu. Turgunbuş
birdenbire:
—Hah işte
kızkardeşim geldi. Eve top almaya göndereyim, dedi.
Bütün
kızlar:
—Evet!
Evet! Fazilet’i gönderelim, dediler.
Küçük kız
Fazilet, koşarak gelip ablasının boynuna asıldı.
—Biraz kenara
gel abla. Sana çok mühim bir şey söyleyeceğim.
Bütün
kızlar birden:
—Heyecanlı
olsun, heyecanlı. Hepimize söyleyiver!
—Yok,
ablama söyleyeceğim.
—O zaman
ablan bize söylesin.
Abla-kardeş,
havuz kenarına gittiler. Bekçi İşmet’in çokbilmiş, her şeyden haberi olan kızı
Tillahan dikildi:
—Mühim
meselenin ne olduğunu söylemese de biliyorum.
—Biliyorsan
söyle bakalım…
—Ne
olacak, Turgunbuş’a güvey gelmiştir.
Hepsi
birden gülüştüler. Kızların yanına dönen Turgunbuş:
—Olmaz
olsun. Bana güvey değil, Şerafet’e görücü gelmiş, dedi.
Kızlar
birbirlerine baktı. Şerafet kızarmış, olduğu yerde donup kalmıştı.
II
Şerafet’in
babası Semender Ağa eskiden meşhur bir tüccardı. Onca sıkıntılı yıllarda, kâr
zarar zamanlarında işini yürütmüştü. Sonunda geçen yıl bahar başlarında
batmıştı. Varını yoğunu satıp borçlarını ödedikten sonra iyice sofu olup şeyhin
dergâhına kapılanmıştı.
Sabahları
erkenden şeyhin dergâhına gider, zikir yoksa da şeyhin işlerini yapar, akşam
geç vakitte evine gelirdi. Eve geldikten sonra da bir kaşık katı kuru ne varsa
yer, sarık bezinden yapılmış seccadesinin üstüne oturup kehribar tesbihini
defalarca çekerek “vazife”lerini yerine getirir, sonra ta seher vaktine kadar
hüngür hüngür ağlardı.
Bir
gün şeyhin dergâhında heyecanlı bir zikir oldu. Zikir merasimine başka
şehirlerden de ateşli ilahiler okuyan hafızlar gelmişti. Dergâhın içerisi hınca
hınç doldu. Sabah namazından sonra başlayan zikir yatsıya kadar ancak sona
erdi. Birçok insan kendinden geçip yerlerde yuvarlandı. Cezbesi yüksek olup
yanan sofulardan bir iki tanesi kendilerini havuza attılar. Kısacası o gün
kıyamet günü oldu.
Ertesi
gün erkenden mihrabın önünde şeyh hazretleri oturuyordu. İki yanında üçer olmak
üzere altı tane hafızvardı. On beş kadar da mürit içerdeydi…
Şeyh,
mübarek başını eğmiş, sessizliğe dalmıştı.
Dışarıda
kalabalık, bağırış çağırış… Biri koyun getirmiş, biri ekmek yüklenmiş, biri
giyim kuşam…
Semender
Ağa dergâhtan çıktı. Gelen adakların hepsini gördü, gözden geçirdi.
—
Hey maşallah… Sultan Arif’in güzel yüzünü görün, diye gülümseyerek dergâhtan
şeyh hazretlerinin kucak dolusu dualarını getiren sofu gülerek Semender Ağa’ya
baktı ve kapıdan çıkmakta olan Semender Ağa’ya:
—
Ey ağam, adaklardan ne haber? diye sordu.
—Bir
şeyler oluyor sofu, dedi.
Semender
Ağa eve gelene kadar gönlündeki duygularla boğuştu. Kendisinin piri ve üstadı
olan adama büyük, imkânı olsa başka müritlerin veremeyeceği bir şey vermek
istiyordu. Yalnız, evde ona layık bir şey yoktu. Ona layık bir şeyler vardı ya
hepsi borçlarının ödenmesine gitmişti. Çok düşündü lakin gönlü hiçbir şeyde
karar kılmadı. “Eğer eski zamanlarım olsa ala sakar atımı verirdim…”
İçi
sıkıldı. Bir zamanlar var olan zenginliği, serveti aklına geldi. Ala sakar atı,
rahvan doru atı, deve gibi boy bosuyla Rus yük atı… Üç faytonu, sulak
arazileri…
Neyi
vereceğine karar veremedi. Başkalarının verdiği adakların, hediyelerin üstünde
bir şey vermeyi düşünüyordu.
Aklına
birden bire zengin çocuğu Yoldaş geldi. “Yoldaş, on batman pirinç, bir tane iyi
cins oğlak kapma yarışı kazanmış at, baştan ayağa giyim kuşam verdi…”
Böyle
hayallerle evine varıp içeri giriyordu ki hanımı durdurdu.
—İçerde
kadınlar var. Siz diğer odaya girin. Misafirlere pilav ve içecek hazırladım.
Şimdi size de pilav alıp geliyorum.
Semender
Ağa, küçük tabaktaki pilavı tek başına oturup yemeye başladı. Pilavı
yarılamıştı ki hanımı gelip karşısına oturdu:
—İyi
geldiniz babası. Kızınıza görücüler geldi. Ben ne diyeceğimi bilemedim.
—Gelenler
kimmiş? Nereden gelmişler?
—Hani
şu Azize kadınla Rüstem ağanın hanımı… Sizin şeyhiniz adına görücü gelmişler.
Şimdi “yaşlanıp durulmayan, acıyıp sevilmeyen” şeyh, iki karısının üstüne bu…
Bu
sözleri işiten Semender Ağa’nın gözleri parladı:
—Doğru
mu? Şeyhin görücüleri mi? Şeyh neden bana hiç belli etmemiş ki?
—Kocaman
adam. Ben görücülere kızım daha küçük, on yedi yaşına girdi dedim. Böyle cevap
vereyim mi?
O
sırada dışarıdan bir kadın sesi işitildi:
—Kumrubaş!
Misafirler kalktılar!
Kumrubaş
yerinden kalktı. Kocasına bir şeyler söylemek ister gibi baktı. Semender Ağa
bir gencecik kızını, bir şeyhi, aklındaki hediye meselesini ve en sonunda da
koskoca şeyh hazretlerinin güveyi olacağını düşünerek:
—Biricik
kızımızı şeyhimiz hazretlerine verdik. Başımızın gözümüzün sadakası olsun
deyiver, dedi.
Kumrubaş,
beklemediği bu sözü işitince kızarıp bozardı. Resim gibi kaskatı kesilerek
duvara dayanıp kaldı.
III
Şerafet,
Semender Ağa’nın biricik kızıydı. Bu kız, bu çevrenin güzellikte, hamaratlıkta,
işve ve nazda, el çabukluğunda bir tanesiydi. Mahallenin delikanlılarından iki
üç tanesi bir yerde toplansalar konuştukları en önemli konu Şerafet olurdu. “Bu
kız Allah’ın hangi bahtlı kulunun olur acaba? Kimin evini abad eder?” diye kafa
yorarlardı.
Şerafet’in
şeyhe verildiğinin haberi duyulduktan sonra bütün mahalle halkı günlerce bunun
dedikodusunu yaptılar.
…
Sokakta
sıra sıra arabalar sürülüp geçmeye çalışıyordu. On-onbeş arabaya doluşan
kadınların düzensizce söylediği “Yâr yâr” türküleri ortalığı yıkıyor, göklere
yükseliyordu. Sandık, yorgan, halı, bohça ve başka şeyler yüklemiş; yüklerin
üstüne de bir iki koca karı oturtmuş olan arabacılar öndekiler gibi
birbirlerini geçmek için yarışıyordu.
Bu
gürültü patırtıyla gitmekte olan göç en sonunda şeyhin kapısına yaklaştı.
Sokağın ortasında gürül gürül yanan, alevleri göklere yükselen ateşin etrafında
toplanmış bir grup erkek sesleri çıktığı kadar “Yâr yâr” türküleri söylüyordu.
Onların berisinde başına çarşaf örtmüş, çapan giymiş, başörtüsü takmış
kadınlar, gelinler, küçük kızlar… Önlerinde kocaman kumaş topları almışlar;
onlar da “Yâr yâr” türküleri tutturtmuşlardı:
“Tahta
tahta köprüler tahtın olsun yâr yâr
Fatmana
gibi senin bahtın olsun yâr yâr
Uzun
uzun sicimlerden salıncaklar yâr yâr
Kısa
entari giyerler gelincikler yâr yâr…”
Ateşin
etrafında toplanan kadın erkek hep birden “gelin geldi, gelin geldi!” diye
bağrıştılar. Birkaç delikanlı kucak kucak kurumuş pamuk sapı alıp ateşin
ortasına attılar. Ateş güçlendi, alevleri yine yükseldi.
Herkes
sabırsızlanmaya, kımıldanmaya başlamıştı. Çocuklar kızın geleceği tarafa doğru
koştular. Gürültü patırtı arasında arabalar geldi. Halk arasında:
— İşte
gelin. İşte kızın ineceği araba, diye konuşmalar başladı.
Arabacı,
gelini getiren arabayı gösterişli bir tarzda ateşin üzerine sürüp atı
kamçıladı. Araba ateşi geçip kapıya yakın bir yerde durdu.
“Güvey!”, “Enişte!”, “Efendimiz nerde?”, “Çekilin!
Çekilin!” diye sesler işitildi.
Biraz
sonra apak sakallı, gücü kuvveti bitmiş bir ihtiyar olan güvey beyefendi
üzerinde altın işlemeli elbisesi; kocaman bel kuşağı bağlamı halde birkaç
aksakallı müridinin arasında yavaş yavaş ilerleyerek arabaya yaklaştı. Yine
halk arasında sesler yükseldi:
—Gelini
elinden tutup indir enişte! Haydi kaldır!
—Haydi
efendim! Elinden tutun!
Yaşlı adam
titreyen ellerini arabaya uzatıp kızı oturduğu yerden kaldırdı ve bir iki adım
attıktan sonra yere bıraktı.
Kalabalıktan
yine sesler yükseldi:
—Maşallah
efendim! Maşallah!
—Efendimiz
boş adam değilmiş.
—Hala
belinde kuvvet varmış efendimin!
Bu gürültü
patırtı, hır gür gece yarısı sona erdi. Eğlenceye sahne olan sokaktan insanlar
çekildi, ortalık kapkaranlık ve sessiz bir mezarlığa döndü.
IV
O sırada
şeyhin evinden iki delikanlı çıktı.
—Eh, sokak
çok karanlıkmış yahu!
—Şuna bak
ey! Gökte bir tek yıldız yok.
—Yürü
hadi! Bu gece sanki şeyh dedenin gönlü gibi olmuş.
—Doğru ya.
Ben kıza acıyorum. Zavallı bula bula kimi buldu ya…
—Ne
demezsin. Babasının ocağına ateş düşsün. Adam değilmiş.
—Sakalı
pamuk gibi ağarmış, torunu yaşta kızı arabadan alışına bak. İnsanın yüreği
dayanmıyor. Bunu bir şeye benzeteceğim ya benzetecek bir şey bulamadım.
O
sırada bir köşede sokağı gözetleyen Bekçi Memet ağlamaklı bir halde düdüğünü
çaldı ve:
—Ne
diyorsunuz gençler! Dünya böyle ters bir dünya işte… Lalenin üstüne kar yağdı,
dedi.
Gençler
cevap vermediler, karanlığın kucağına girip kayboldular.
(Türkiye Türkçesine çeviren: Mahir Ünlü)
20. Ve 21. Asır Özbek Hikaye Ve Kıssaları / Bengü Yayınları
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder