6 Ağustos 2024 Salı

Necmettin Turinay - Mustafa Miyasoğlu’nun Muhteşem Finali

Sevgili Miyasoğlu hakkında saatlerce konuşmak mümkün. Aynı şekilde uzun uzun yazmak da! Fakat böyle bir vefatın ardından (1 Ağustos 2013), insan neyi söyleyeceği hususunda şaşırıp kalıyor. Geride bıraktığı güzel romanlar, geceler boyu sürüp giden sohbetler ve ileriye dönük onca tasavvur!.. Şimdi bunların çoğu uçup gitmiş gibi bir intiba uyandırıyor insanın şuurunda. Bir nevi Kaybolmuş Günler gibi bir duygu belki de. Kuşkusuz Miyasoğlu ilgili romanını yazarken, bu tür duygular arasında nice tereddütler geçirmiş olmalıdır. Kaybolmuş veya kaybolacak günler üzerine hassasiyetle eğilmek, onları yeni baştan hatırlamak, ya da bir nevi unutulmazlık kazandırmak gibi bir arayış. İşte şimdi biz de bir yanımız sevgili Miyasoğlu’na dönük, öbür yanımız fani zamanlarımızın kaybı karşısında duyduğumuz bir acı ile dopdoluyuz.

Fakat Kaybolmuş Günler bir yana, beni asıl düşündüren gene de onu Güzel Ölüm’ü oluyor. Ölümü munisleştirmek, güzelleştirmek, onu müsterih bir ruh haliyle karşılamak gibi bir şuur. Mustafa ilgili romanını kaleme alırken, şüphesiz kendi ölümünü düşünmüş olamazdı. Çünkü biz ne kadar ölümden bahsedersek edelim, onu kendimizden biraz daha uzakta hisseder, hemen daima başkalarının üzerinden konuşmayı tercih ederiz. Dolayısıyla Mustafa ölüm hadisesini “güzel”lik duygusuyla sıfatlandırırken, tam olarak neler hissetmiş olabileceğini bilmiyorum. Velev ki bir roman kahramanının vefatı üzerinden bile olsa, onun ölüm vakasını ciddi ciddi düşündüğü ortaya çıkmıyor mu buradan?

Ancak güzel bir ölüm arayışı, ölümü güzel olan birini anlatmak ihtiyacı, beni de derin derin düşündürüyor. Acaba diyorum, Mustafa o roman kahramanı üzerinden konuşurken, kendi ölümü üzerine bir takım mülâhazalar geliştirmiş olamaz mı?

Nitekim Mustafa kendi romanında anlattığı gibi, “güzel bir ölümle” dünyamıza veda etti gitti. Nice dostlarına, sevenlerine ve sevmeyenlerine!.. Özellikle de muhterem eşi Nilüfer Hanıma, değerli evlâtlarına! Ondan hiç şüphe etmiyorum ki Nilüfer Hanım ve evlatları, sevgili Miyasoğlu için her türlü ihtimamı elden bırakmadılar. Hastanede olsun, evde olsun! Dolayısıyla onların gösterdiği ihtimamın, Mustafa’yı ne kadar memnun etmiş olabileceğini tahmin zor olmamalıdır. Mustafa memnun, onun yüz ifadelerinde bu memnuniyeti görmekle eşi, çocukları ve çevresi de memnun. Böylesi zamanlarda çoğalan bir güzelliğe şahit olmak, uzaktan uzağa böyle duruma vakıf olmak, o da o kadar güzel!..


Mustafa kanserdi, kuşkusuz bu illetten acı da çekti. Fakat etrafında pervane gibi dönen aile efradının içten gayretinin, çektiği acıyı biraz olsun bastırdığını, hafiflettiğini tahmin etmek zor olmamalıdır. İşte onu söylemek istiyorum ki acılı bir hastalık, böyle bir atmosfer içinde şevkli bir dayanışmaya dönüşerek, Mustafa’nın ölümünü bir Güzel Ölüm seviyesine yükseltmiş oldu. Ailesi, Mustafa ve doktorlar arasında biraz da kapalı cereyan eden bu hoş hâl, daha fazla gizli tutulamadı. Fısıltı halinde çevreye yayıldı da yayıldı. Telefonlar vasıtası ile, Türkiye’nin orasına burasına ulaştı. Herhalde bunun da bir hikmeti olmalı ki neredeyse ülke çapında, Mustafa’ya yönelik bir muhabbet patlamasına şahit olduk. Mustafa’yı sevenler kadar sevmeyenler de bu muhabbet halkasına iştirakten geri durmadılar. Yani Cenabı Hak neredeyse bütün Türkiye’nin dikkat ve muhabbetini, Miyasoğlu’na müteveccih kıldı desek yeridir. Sayın cumhurbaşkanının onu ziyaretini de ancak böyle düşünmek mümkündür.

Dolayısıyla Mustafa daha gençliğinde, içten gelen bir aşkınlık hissiyle ölümü güzelleştirirken, Cenabı Allah da ona aynen kendi romanında olduğu gibi, bir Güzel Ölüm nasip ederek onu adeta taçlandırdı. Öyleyse biz de buradan son bir kere olsun tekrar edelim:

Güle Güle Miyasoğlu!.. Vazifeni yerine getirmiş bir kul olarak uğrluyoruz seni. Ekmeğini yedik suyunu içtik, helâl eyle!.. Yazdığın bunca şiir, roman ve hikâye, ayrıca son derece değerli biyografiler, senin en güzel şahitlerindir. Şundan emin ol ki o güzel eserler, senin zamanlarına nisbetle daha bir itibar kazanacak, okunacak, tercüme olunacak ve umumi bir kabule mazhar olacaklardır.

Çünkü sen son kırk yılın edebiyatında, biraz farklı bir yerde duruyordun. Necip Fazıl’ı o kadar sevmene rağmen, kendi sanat ve edebiyatını ondan farklı kurmayı ilk düşünenlerden biri oldun. Çünkü Necip Fazıl’a takılıp kalanlar, üstada olan hayranlıklarından kurtulamıyor, adeta kendilerini helâk ediyorlardı. Sen bu tehlikeyi ilk sezenlerden birisisin dolayısıyla. Fakat üstat hakkındaki en güzel eserlerden birini gene de sen kaleme almadın mı?

Senin diğer bir hususiyetin de Nuri Pakdil, Sezai Karakoç ve Mavera çizgisinin içinde kaybolmamandır. Şiir, deneme ve hikâye üçgeninde dönüp duran o havaya sığınmadın. Daha ilk gençliğinde, bu alandaki zafiyeti gene ilk sen farkettin ve romansız bir edebiyat olamayacağını ilân ettin.

Son yarım yüzyılın İslâmi edebiyat çevreleri romana nedense prim vermiyor, İslami edebiyat geleneğinin hikâyeye açık, romana kapalı olduğunu turfa mal gibi pazarlıyorlardı.


Sanata ve edebiyata istidatlı gençler bu yüzden romana karşı mesafeli davranmayı, ideolojik bir tutuma dönüştürüyorlardı. Yerine göre Tanpınar’dan, yerine göre Cemil Meriç’ten iktibaslara dayanan bu yersiz iddianın hiçbir ciddi temeli bulunmuyordu. Nitekim edebiyatın küçük formları arasına sıkışıp kalmış bu tür spekülasyonlara, daha işin başında sen isyan ettin. Şiirin yanı sıra hikâyeyi, aynı zamanda romanı yan yana sürdürerek, içine girdiğimiz alacakaranlığın sonunu getirmek sana nasip oldu.

Mustafa için buna benzer, daha neler neler söylemek mümkündür. Fakat şimdilik bu kadarı ile iktifa ederek, rahmetli Miyasoğlu’nun güzel bir şiiriyle baş başa bırakmak istiyorum sizi. Romanları karşısında biraz da gölgede kaldığına inandığım şiirlerine dikkati çekmek için!.. “Şiir” adını taşıyan bu parçası, eğer yanılmıyorsam, değerli eşi Nilüfer Hanım için söylenmiş olmalıdır. İçinde bir ithaf barındırmasa bile, gönül gönüle ayna teşkil ettiği için, kendi aralarındaki şifreli dile şehadette bir mahsur bulunmaz sanırım. Bu arada Mustafa’yı sırf bir şuur, mantık ve muhakemeden ibaret görenlerin onun bu yanını, yani derin yanlarını tanıması bakımından bu “Şiir”, önemli bir anahtar mesabesindedir. Öyleyse bu Güzel Ölüm’ün ardından, o şifreli şiiri hep birlikte bizde tekrar edebiliriz:

Ellerin neye uzansa

Tuttuğun ben olurum

Uzaklarda bir ateş yansa

Işığında seni bulurum

Bütün şarkılar sana adanmış

Yazılmış ve yazılacak şiirler senin için

Seni anmak için çalar saatler

Bu ölümlü dünya senin için ayakta

Suların su oluşu, toprağın toprak

Günler seni görmek için yollarda

Sen kararsız ve kırgın küheylanım

Sahipsiz günlerimizin karanfili

Şarkılar bir hayatı bütünler

Sen gelmiş ve gelecek sevgileri

Seni anlatamaz ölümlü sözler

Anla dilimdekini ey sevgili

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder