Osmanlı ülkelerinde, garptan feyz alarak, kuvvet kazanmak ve terakki arzuları uyanalı, belli başlı üç siyasî yol tasavvur ve takip (eba-ucher) edildi sanıyorum : Birincisi, Osmanlı Hükümetine tâbi muhtelif milletleri temsil ederek ve birleştirerek bir Osmanlı milleti vücuda getirmek. İkincisi, hilâfet hakkının Osmanlı Devleti hükümdarlarında olmasından faydalanarak, bütün İslâmları söz konusu hükümetin idaresinde siyaseten birleştirmek (Frenklerin “Panislâmisme” dedikleri). Üçüncüsü, ırka dayanan siyasî bir Türk milleti teşkil etmek.
Bu yollardan ilk ikisinin, bir zamanların Osmanlı Devleti
umumî siyasetine mühim tesiri oldu. Sonraki ise, ancak bazı muharrirlerin
yazılarında görüldü.
Osmanlı milleti vücuda getirmek arzusu, pek yüksek bir
hayali gayeye, pek yüksek bir ümide doğru yücelmiyordu, Asıl maksat, Osmanlı
memleketindeki müslim ve gayrimüslim ahaliye ayni siyasî haklan tanımak ve
vazifeleri yüklemek-, böylece aralarında tam müsavat husule getirmek;
fikirlerce ve dince tam serbesti vermek; bu müsavat ve serbestîden
faydalanarak, söz konusu ahaliyi aralarındaki din ve soy ihtilaflarına rağmen
yekdiğerine karıştırarak ve temsil ederek, Amerika Birleşik Hükümetlerindeki
Amerikan milleti gibi müşterek vatanla birleşmiş yeni bir milliyet, Osmanlı
milleti meydana çıkarmak ve bütün bu zor ameliyatın neticesi olarak da,
“Devlet-i Aliyye-i Osmaniye'mi aslî şekliyle yani eski hudutlarıyla muhafaza
eylemekti. Ekseriyeti İslâm ve mühim bir kısmı Türk olan bir devletin bekasında
ve kuvvetinin çoğalmasında, bilcümle Müslümanlar ve Türkler için fayda olmakla
beraber, bu siyasî yol onlara doğrudan doğruya taallûk etmiyordu. Bu cihetle,
Osmanlı hududu haricindeki Müslümanlar ve 7urk- ler bununla o kadar meşgul
olamazlardı. Mesele mahalli ve dahili bir mesele idi.
Osmanlı milleti yaratmak siyaseti, ciddî olarak ikinci
Mahmut zamanında doğdu . Bu padişahın : “Ben tebaamdaki din farkım ancak cami,
havra ve kiliselerine girdikleri zaman görmek isterim.. ."dediği
meşhurdur. Milâdî on dokuzuncu asır başlangıç ve ortalarında bu siyasetin
Osmanlı ülkelerinde itibar kazanması, kabili tatbik zan olunması tabiî idi. O
zamanlar Avrupa’da milliyet düşünceleri, Fransız Büyük İhtilâliyle, soy ve
ırktan çok vicdanî isteğe dayanan Fransız kaidesini milliyet esası kabul
ediyordu. Sultan Mahmut ve onu takip edenler, iyice anlayamadıkları bu kaideye
aldanarak, devletin ırk ve dini farklı tebaasını serbestlik ve müsavat ile,
emniyet ve karşılıklı dostluk ile meze ve terkip edip tek bir millet haline
sokmanın imkânına inanıyorlardı.
Avrupa’da milliyetler teşekkülü tarihinde görülen bazı
misaller de itimatlarını arttırdı. Filhakika, Fransız milliyeti Cermen, Selt,
Lâtin Grek ve daha bazı soyların birleşmesinden husule gelmemiş midir? Alman
milliyetinde birçok Slav unsuru yutulmamış mıdır? İsviçre, ırk ve din
farklarına rağmen bir millet değil midir? Adı geçen yüksek kişilerin, bu
sıralarda bir siyasî birlik vücuda getirmeye çalışan Alman ve İtalyanların
hareketlerini de, yanlış bir nazarla, doktrinlerinin doğruluğunu ispata hizmet
eden vakalardan addetmiş olmaları dahi, gayri muhtemel değildir.
Osmanlı milleti fikri, en ziyade Âlî ve Fuat Paşalar zamanında
geçerli idi. Fransız kaidesinin; plebisit ile milletler teşkil etmenin resulü
Üçüncü Napolyon, bu garplılaşmış paşalara kuvvetli destek oluyordu. Sultan
Abdülaziz devrindeki Fransızvari ıslahat ve bu ıslahatın timsali Mekteb-i
Sultanî, hep bu sistemin “Alamod” olduğu zamanların meyvalarıdır.
Vakta ki milliyet kaidesi, Almanlar tarafından hakikî
vakalara daha yakın bir surette, milliyetlerin esası ırk olmak üzere tefsir
olundu ve bu tefsirin galebesi demek, evvelâ 1870-71 seferiyle Napolyon ve
Fransa İmparatorluğu tekerlendi, işte o zamandan itibaren Osmanlı milleti
denilen siyasi görüş, biricik dayanağım kaybetmiş oldu.
Vakıa Mithat Paşa, isimleri yukarda geçen iki ünlü vezirin
bir dereceye kadar takipçisi idiyse de, Mithat’ın siyasî programı onlarınkine
nispetle daha karışık ve pek gelip geçici olduğundan ve Mithat'ı izleyen
şimdiki Genç Osmanlıların programları ise hayli müphem bulunduğundan Osmanlı
milleti teşkili hayalinin Fransa İmparatorluğu ile beraber ve onun gibi tekrar
dirilmek üzere, öldüğüne hükmolunsa hata edilmemiş olur sanırım.
Osmanlı milliyeti siyasetinin başarısızlığı üzerine
İslâmiyet politikası meydan aldı . Avrupalıların Panislâmizm dedikleri bu fikir
son zamanlarda Genç Osmanlılıktan yani Osmanlı milleti teşkili siyasetine
kısmen iştirak eden fırkadan doğdu. Evvelleri en ziyade “Vatan” ve “Osmanlılık”
yani vatanda meskûn bilcümle halktan mürekkep bir Osmanlılık nidalarıyla işe
başlayan Genç Osmanlı şairlerinin ve siyasetçilerinin bir çoğunun duruş noktası
“İslâmiyet” oldu. Avrupa içinde bulunmak, garp fikirlerini yakından görmek,
onların bu değişimine en kuvvetli sebepler idi. Adı geçenler şarkta
bulundukları zaman, başlarını on sekizinci asır siyasî ve İçtimaî felsefesiyle
pek çok doldurmuşlar (içlerinden birisi Rousseau mütercimi idi) ve fakat soy ve
dinlerin ehemmiyet derecesini tamamen idrak eylememişler ve özellikle yeni bir
milliyet teşkili için zamanın pek geciktiğini, Osmanlı Devletinin hâkimiyeti
altında bulunan muhtelif unsurların, menfaatleri değilse bile, arzularının
böyle bir ittihat ve imtizaçta olmadığını ve binaenaleyh Fransız milliyet
kaidesinin şarkta tatbiki imkânsızlığını, tamamen anlayamamışlardı. Ecnebi
diyarda iken, ekserisi memleketlerini uzaktan daha kavrayışlı bir nazarla
görmeye, din ve ırkın şark için gittikçe artan siyasî ehemmiyetini ve bu
cihetle Osmanlı milleti ihdası arzusunun beyhudeliğini anlamaya muvaffak
oldular.
Artık, var kuvveti pazıya verip İslâm unsurlarını -evvela Osmanlı
ülkelerindekileri, sonra bütün küre-i arzdakileri- soy farklarına bakmaksızın
dindeki ortaklıktan istifade ile tamamen birleştirmeye, her müslimin en küçük
yaşında ezberlediği “din ve millet birdir” kaidesine uyarak bütün Müslümanları,
son zamanların millet kelimesine verdiği manâ ile bir tek millet haline koymaya
çalışmak lüzumuna kani oldular. Bu, bir
cihetten Osmanlı ülkeleri sakinleri arasında ayrışmaları ve farklılaşmaları
davet edecekti, müslim Osmanlı tebaası ile gayrimüslimler artık ayrılacaktı.
Lâkin diğer cihetten, büyük bir imtizaç ve ittihada sebep olacaktı. Bütün
Müslümanlar birleşecekti. Bu yol, geçen yola nazaran, daha geniş, yeni bir
deyim ile alemşümul (mondiale) idi. İlkin sırf nazarî olup yalnız matbuat
sahifelerinde görülmekte olan bu fikir, gitgide tatbik olunmak istenildi.
Abdülaziz’in son devirlerinde, “Panislâmizm” sözü diplomatik konuşmalarda işitilir
oldu, bazı Asya İslâm hükümdarlarıyla münasebet istihsaline uğraşıldı. Mithat
Paşa’nın düşmesinden, yani Osmanlı milleti ihdası fikrinin hükümetçe büsbütün
terk olunmasından sonra, Sultan İkinci Abdülhamid de bu siyaseti tatbike
çalıştı. Bu padişah Genç Osmanlıların amansızca karşısında olmakla beraber, bir
dereceye kadar onların siyasetlerinin talebesidir. Hukuk müsavatı ve tam
serbestlik temin olunsa bile gayrimüslim tebaanın Osmanlı siyaset topluluğunda
bulunmayacağım anladıktan sonra, Genç Osmanhlar adı geçen tebaaya ve onların
koruyucusu olan Hıristiyan Avrupa’ya düşmanlık göstermeye başlamışlardı.
Padişahın günümüzdeki siyaseti şu
değişmeden sonraki Genç OsmanlIların fikirleriyle pek büyük bir benzerlik
gösterir.
Günümüzdeki hükümdar, sultan, padişah lakapları yerine
halife dinî sıfatını koymaya çalıştı; genel siyasetinde din, İslâm dinî mühim
bir mevki tuttu. Nizamî mekteplerin tedrisatında dinî maddelere ayrılan zaman
arttırıldı. Tedrisatın esası dinileştirilmek istendi. Dindarlık, müttekîlik
-velev zâhirî ve riyakârane olsun- hilafet- penahinin teveccühünü celbetmeye en
kavi vesileler haline geçti. Yıldız saray-ı hümayunu; hocalar, imamlar, seyitler,
şeyhler, şerifler ile doldu. Bazı mülkî memurluklara sarıklılar tayin edilir
oldu. Dinde sağlamlık belki de hilâfet makamına, hilâfet makamından ziyade o
makamı işgal eden zata şiddetli merbutiyet ve kulluk, gayrimüslim kavimlere
karşı nefret telkin etmek üzere halk arasına vaizler gönderildi. Her tarafta
tekkeler, zaviyeler, camiler yapım ve tamirine çalışıldı. Hacılar ehemmiyet
kazandı. Hac mevsiminde hilâfet evine uğrayan hacılar, Müslümanların önderinin
lütuflarına ve inayetine mazhar edilerek gerek kendilerinin ve gerekse
memleketlerindeki diğer Müslümanların hilâfet makamına celp ve kalplerinin
raptına çalışıldı. Yakın zamanlarda Müslüman ahalisi kalabalık olan Afrika
içlerine ve Çin diyarına elçiler gönderildi. Bu siyasetin en sağlam icra
vasıtası olmak üzere Hamidiye Hicaz Demiryolunun inşasına başlanıldı. Lâkin,
işbu siyasî doktrin ile, Osmanlı Devleti, Tanzimat devrinde terk etmek isteğini
dinî devlet (Etat theocratique) şeklini tekrar alıyordu. Artık vicdan ve fikir
serbestliğini, siyasî serbestliği, keza müsavatı, din ve ırk müsaviliğini,
siyasî müsaviliği, medenî müsaviliği terk etmeye mecbur kalıyordu. Binaenaleyh
Avrupavarî meşrutî hükümete veda etmek, devletin tebaası arasında cins ve din
ihtilâfından, İçtimaî va-ziyet ihtilâfından çıkarak ötedenberi mevcut olan
sevişmezlik ve zıddiyetin artmasına ve bunun neticesi olmak üzere de ayaklanma
ve isyanların çoğalmasına, Avrupa’da Türklüğe düşmanlığın şiddetlenmesine katlanmak
iktiza ediyordu ... Filhakika öyle de oldu.
Irk üzerine müstenit bir Türk siyasî milliyeti husule
getirmek fikri pek yenidir. Gerek şimdiye kadar Osmanlı devletinde, gerekse
gelip geçen diğer Türk devletlerinin hiç birisinde bu fikrin mevcut olduğunu zannetmiyorum.
Cengiz ve Moğolların tarafını tutan müverrih Leon Kahon, o büyük Türk hanının
bütün Türkleri birleştirmek gibi yüce bir maksatla Asya’yı baştan başa
fethettiğini yazıyorsa da, bu iddiasının tarihçe tamamen tevsik edildiği
hakkında bir şey diyemem.
Tanzimat ve Genç Osmanlılık hareketlerinde de, Türkleri birleştirmek
fikrinin varlığına dair hiçbir belirtiye rastgelmedim. Bilmem, merhum Vefik
Paşa, lehçesiyle saf Türkçe yazmak arzusiyle bu yüksek hayal arkasında biraz
olsun dolaşmış mıdır? Şu muhakkak ki. son zamanlarda İstanbul’da Türk milliyeti
arzu eden bir mahfel, siyasî olmaktan ziyade ilmi bir mahfel teşekkül etti.
Bu mahfelin teşekkülünde, Osmanlılarla Almanların münasebetinin
artmasının, Alman lisanını ve bahusus Almanların tarih ve lisan ilimleri
hakkındaki tetkikatını Türk gençlerinin bilir olmasının hayli tesiri olmuştur
sanıyorum. Çünkü bu genç mahfelde, Fransız izleyicilerinde olduğu gibi bazı
hafif ve “declamatoire” edebiyattan ve siyasiyattan ziyade, sessiz, sabırlı ve
inceleyici şekilde elde edilmiş sağlam bir ilim mevcuttur.
Şemsettin Sami, Türkçe Şiirler’in muhterem müellifi Mehmet
Emin, Necip Asım, Veled Çelebi ve Hasan Tahsin bu mahfelin göze görünen azası
olup, İkdam bir dereceye kadar düşüncelerinin benimseyicileridir. Günümüzdeki
hükümetin, bu doktrine iyi bakmamasından olacak ki hareketleri pek yavaş oluyor
.
Osmanlı ülkelerinin, İstanbul’dan başka yerlerinde bu fikrin
taraftarları olup olmadığım bilmiyorum. Lâkin, Türklük siyaseti de, tıpkı İslâm
siyaseti gibi umumîdir; Osmanlı hudutları ile mahdut değildir. Binaenaleyh,
kürenin Türkler ile meskûn diğer noktalarına da göz atmak iktiza eder
En çok Türklerle meskûn Rusya’da Türklerin birleşmesi
fikrinin pek müphem bir surette varlığını tahmin ediyorum. Henüz doğmuş “İdil
Edebiyatı” Müslüman olmaktan ziyade Türktür. Dış tazyikler olmasa, bu fikrin
kolaylıkla gelişmesine Osmanlı ülkelerinden fazla müsait muhit, Türklerin en
kalabalık bulunduktan Türkistan ile Yayık ve İdil havzaları olurdu.
Kafkasya Türklerinde de bu fikir mevcut olsa gerek.
Azerbaycan’a Kafkas’ın fikrî tesiri olmakla beraber, şimalî İran Türklerinin ne
derecelere kadar Türklerin birleşmesi taraftan olduklarım bilmiyorum.
Ne olursa olsun, ırka müstenit siyasî bir millet türetmek
fikri henüz pek turfandadır, pek az yaygındır
İmdi, bu üç siyasetten hangisinin yararü ve kabil-i tatbik
olunduğunu araştıralım.
Yararlı dedik; lâkin kime ve neye yararlı?
önce bütün insaniyete denilebilir. Bu halde, insaniyetin menfaatına
hizmet eden siyasî yol veya yolları tarif, ve sonra o yol veya yolların muayyen
ve mahdut bir kısım insaniyete tatbikinde de bütün insaniyetin faydalanacağını
ispat eylemek, ve daha sonra, zikrolunan üç yoldan bir veya birkaçının gelecek
şartlara sahip olan yol veya yollarla ayniyetini göstermek gereklidir. Bu ise,
sanmam ki şimdi mümkün olsun. Zira, bahsedilen şartları ihtiva eden siyasî yol
veya yollan, henüz insanlık bilgisi bulamamıştır.
Yukarıdaki usulü takip etmeyip de, üç yoldan bir veya
birkaçının Osmanlı, Müslüman veya Türklere tatbikiyle tüm insanlığa menfaat
ispatına kalkışılsa usulün noksanlığından dolayı netice pek çok hatalı olur.
Ekseri içtimai ve siyasî işlerde bu hatalı usulün kullanılması itiyad edilmiş
ise de, hakikatta bir nevi safsata olduğundan vazgeçiyorum.
Meseleyi biraz tahdit edelim, teşekkül etmiş beşerî bir
heyete diyelim.
Yine de pek umumî bir meseleye çatıyoruz : Muayyen bir cemiyetin
menfaatleri neden ibarettir? Buna cevap vermeden, falan veya falan siyasî yolun
falan cemiyete faydalı olduğu hallolunamaz.
Malûm bir cemiyetin menfaatlerinin neden ibaret olduğunu
tayin etmek siyasî bir meseledir. Yani “Siyaset” denilen ve henüz mevzu vc
usulü katî olarak kararlaştırılamamış natamam bir ilmin mühim meselelerinden
biridir. Siyaset ilminin meseleleri hakkında, tâlil (tümden- gelim-deduction.)
ve istikra (tüme-varım - induction) taraftarları arasında münakaşa ve çekişme
devam etmektedir. “Birinciler derler ki, siyasî kaideler sırf fikrîdir (ideal),
söz konusu kaideler tıpkı riyaziyenin nütearifeleri (belit - axiome) peşinçe (âpriori)
vazolunur. Hükümet ricali bu kaideleri, mimarın hendese kaidelerini tatbiki
gibi, cemiyete tatbikle mükelleftir. İkinciler ise, cemiyetler itaat ettikleri
kai-deleri zâtında ihtiva edip yetişme ve gelişmeleri ile ortaya kovarlar: bu
cihetle siyaset ilmi, beşerî faaliyete hayalî bir gaye tayininden surf-ı nazar
eylemeksizin, vakalardan tarihî ve İçtimaî kaideler çıkarmaya, muhit, ahval, kuruntular
ve ihtirasları gözden kaçırmamaya çalışmalıdır, derier ”.
Siyaset ilminin usulünde olan bu ihtilâf, ona müteallik
meselelerin de ekserisinde katî bir hal sureti bulmaya mani oluyor. Beşerî cemiyetlerin
hakikî menfaatlan, İçtimaî ilimler mensuplarınca pek çok tartışmayı davet
ettiği halde, henüz karara varılmamış meselelerdendir.
Bu kararsızlık ile beraber, her cemiyet kendi menfaatini
clılc etmek ümidiyle bilfiil daimî değişme halindedir. Yani yukarda zikredilen
İçtimaî mesele, amelî olarak her zaman, her mahalde hallolunmaktadır. Bu
devamlı değişme esnasında menfaat diye fiile getirilen şey hayattır. Hayat ise
kuvvetle devam ettiğinden, hayatın varlığı kuvvetin varlığım gerektirir. Demek
oluyor ki, her cemiyet menfaatini hayatta, yani kuvvet kazanmakta ve kuvvetini
arttırmada buluyor. Bu cihetle, cemiyetler arasında, kâinatın varlık peşinde
dolaşan bütün unsurları arasında olduğu gibi, daimî bir savaşma görülüyor. Biz
de bu hal suretini kabul etmek mecburiyetindeyiz. Her cemiyetin menfaati; valığında,
binaenaleyh kuvvetli olmaktadır.
Lâkin, hangi cemiyetin menfaatma çalışmalıyız? Bu sualin mantıkî
bir cevabı verilemez. Filhakika neden Türkler veya Müslümanlar menfaatına
hizmet edelim de, meselâ Slavlar veya Ortodoksların faydası için uğraşmayalım?
Bahusus, bir cemiyetin menfaati, ekseri hallerde, diğer birisinin zararı ile
kaim olduğundan, hangi makul sebebe istinat ederek, beşeriyetin bir kısmına
zarar vermekte haklı olduğumuzu gösterebiliriz?
Bu suali ancak tabiî meylimiz, diğer tabirle aklımızın henüz
tahlil edemediği, hak veremediği hissimiz cevaplandırabilir. Ben Osmanlı ve
Müslüman bir Türküm. Binaenaleyh Osmanlı Devleti, İslâmiyet ve bütün Türkler
menfaatma hizmet etmek istiyorum. Lâkin siyasî, dinî ve soya dayalı olan bu üç
cemiyetin menfaatları müşterek midir ? Yani birisinin kuvvetlenmesi,
diğerlerinin de kuvvetlenmesini mucip olur mu?
Osmanlı Devletinin menfaati, bütün Müslümanların ve
Türklerin menfaatlarına aykırı değildir. Zira, tebaası olan Müslümanlar ve Türkler
onun kuvvetlenmesiyle kuvvetlenmiş demek olduğu gibi, diğer Müslüman ve Türkler
de, kuvvetli bir destek bulmuş olurlar.
Fakat îslâmm menfaati, Osmanlı Devletinin ve Türklüğün men-
faatlanna tamamen uymaz. Zira, Islâmın kuvvet kazanması, Osmanlı tebaasından
bir kısmının (gayrimüslim olanların) sonunda kaybım ve bu cihetle Osmanlı
Devletinin günümüzdeki topluluğundaki bir parçasının yok olmasım mucip olacağı
gibi, Türklüğün müslim ve gayrimüslim dinî anlaşmazlığıyle bölünmesine ve
binaenaleyh kuv- vetsizlenmesine sebep olur .
Türklüğün menfaatma gelince o da, ne Osmanlı Devletinin ve
ne de İslâmın menfaatma büsbütün uygun gelemez. Zira, İslâm toplumunu Türk ve
Türk olmayan kısımlarına bölerek zayıflatır, ve bunun neticesi olarak Osmanlı
tebaamn Müslümanları araşma da nifak salıp Osmanlı Devletinin
kuvvetsizlenmesini mucip olur.
Bunun içindir ki, her üç cemiyete munsup bir şahıs, Osmanlı
Devleti menfaatma çalışmalıdır. Lâkin, Osmanlı Devletinin menfaati, yani kuvvet
kazanması, şimdiye kadar mevcut olup bahsimizin mevzuunu teşkil eden Üç Tarz-ı
SiyasVdea. hangisini takiptedir? Ve bunlardan hangisi Osmanlı ülkelerine
kabil-i tatbikdir?
— 3 —
Osmanlı milleti teşkili, Osmanlı ülkelerini şimdiki
hudutlarıyle muhafaza için yegâne çaredir. Fakat, Osmanlı Devletinin hakikî
kuvveti, günümüzdeki coğrafî şeklini korumakta mıdır ?
Osmanlı milletinin ortaya çıkmak halinde, devletin farklı
din ve cinslere mensup tebaasından, serbestlik ve hukukî müsavat üzerine
kurulmuş karma bir millet hasıl olacak, bunlar sırf vatan (Osmanlı ülkesi) ve
millet (Osmanlı milleti) fikriyle birleşerek, din ve kavim- lerin hayatlarından
doğma ihtilâflar ve kavgalar kalmayacak, ve bu esnada Rumlar, Ermeniler gibi
Türkler, Araplar da eriyecek...
Osmanlı Devletinin kurucuları olan Osmanlı Türkleri, ancak
ilk önderleri Osman Bey’in namım vatana ve millete vermenin ve bilhassa
analarının, babalarının himmetiyle vücuda gelen imparatorluğun daha ziyade
parçalanmadığını görmenin manevî faydalan ile yetinecekler. Belki Osmanlı
namından da uzak kalacaklar : Ekseriyeti hâkimiyet altındaki eski milletlerden
(müslim ve gayrimüslim) meydana gelmiş bu serbest devlette, ekseriyetin
arzusuyle, eski mahkûmiyeti gösteren Osmanlı namı bile ortadan kaldırılacak....
Mamafih Osmanlı Türkleri uzun bir maziden beri icra
ettikleri hâkimiyetin tesiri ile, belki mahdut bir istikbalde de maddî nüfuzlarım
devam ettirebilirler. Lâkin, atalet hassasının İçtimaî işlerdeki bu tecellisi,
diğer tabiî durumlarda olduğu gibi pek az sürer.
Osmanlı milletinde bulunacak bilûmum Müslümanlara gelincc:
Ekseriyeti teşkil edecekleri cihetle, memleketin idaresinde bütün hâkini
kuvvetin onlar eline geçmesi ve binaenaleyh manen ve maddeten İslâm unsurunun
bu karma toplulukta en çok faydalanır olması gerekir gibi görünürse de, bu
istifadeyi tasavvur ile beraber Osmanlı milletinde dinî ihtilâfın kalkmamış,
hakikî bir müsavatın ortaya çıkmamış, farklı unsurların cidden erimemiş
olduğunu düşünmüş oluyoruz...
Osmanlı milletinin ortaya çıkmasında, ona dahil olacak Türk
ve Müslümanlann nüfuz ve kuvvetleri artmayacak demek, Osmanlı
Devletinin kuvveti eksilecek demek değildir. Halbuki asıl
meselemiz devletin kuvvetinde idi. Bu kuvvet elbet artacaktır. Muntazam, sıkı,
hulâsa modadaki bir tâbir ile “Bloc” teşkil eden bir millet ahalisi, daimî
ihtilaf ve kavga halinde bulunup, ayrışmakta olan anarşik bir devletten
şüphesiz daha kuvvetlidir.
Lâkin, asıl mühim mesele, muhtelif cins ve dine mensup olup
şimdiye kadar birbirleriyle kavga ve savaştan halî kalmayan unsurların,
şimdiden sonra kaynaşmalarının mümkün olup olmadığıdır.
Yukarda görüldü ki bu babdaki tecrübe muvaffakıyetsizlikle
sonuçlanmıştır. Bundan böyle muvaffakiyet kabil olup olmadığını anlamak için,
geçmiş tecrübenin muvaffakıyetsizlik sebeplerini, tafsilatlı olarak gözden
geçirelim :
1. Bu
karışma ve uyuşmayı Müslümanlar ve bilhassa Osmanlı Türkleri istemiyordu. Zira,
altı yüz yıllık hâkimiyetleri hukuken bitecek ve bunca yıllar hükümleri altında
görmeye alıştıkları reaya ile müsavat derecesine ineceklerdi. Bunun en yakın ve
maddî bir neticesi olarak, o zamana kadar âdeta inhisara aldıkları memurluğa ve
askerliğe reayayı da iştirak ettirmek, diğer bir tabirle, nispeten az müşkül,
aristokratlarca şerefli zan olunan bir çalışma yerine alışık olmadıkları ve
hakir gördükleri sanayi ve ticarete girmek lâzım gelecekti.
2. İslâm
istemiyordu. Zira, katılanlarm hakikî menfaatlerini pek maddî ve beşerî bir
nokta-i nazardan gözeten bu kuvvetli din, müslim ve gayrimüslimin hukuken tam
müsavatını kabul etmiyor, gayrimüslimleri daima ikinci kademede bırakıyordu.
Serbestliğe gelince: İslâm her cihetten dinlerin en hürriyetperveri olmakla
beraber, din bulun ması itibariyle menşei fevkelbeşer olduğundan, mutlak
hakikatlardan ibaret esas ve kaidelerinden hariç her kaideyi doğru yola aykırı
görecek ve binaenaleyh insanlığın saadet kazanması maksadiyle tam bir fikir ve
vicdan serbestliğini kabul etmeyecekti.
3. Gayrimüslim
tebaa da istemiyordu. Zira cümlesinin son za-manlardaki terakkileriyle
şaşaalandırılan mazileri, istiklâlleri, hükümetleri vardı. Müslümanlar ve
bilhassa Türkler o istiklâli bitirmiş, o hükümetleri mahvetmişti. Osmanlı
hâkimiyeti altında ise, iddialarına nazaran, ekseriya adalet değil zulüm,
müsavat değil hakaret, rahat değil azap görmüşlerdi. Hatta haysiyet ve
namusları bile bazen ayaklar altına alınmıştı.
Miladî ondokuzuncu asır, bir taraftan bunlara mazilerini,
hallerini, haklarını, milliyetlerini öğretti; diğer taraftan da, hâkimlerini,
Osmanlı Devletini zayıflattı. Bir derecede ki, hüküm
altındaki arka-daşlarından bazıları istiklâl bile kazanabildi.
Bu aralık, zayıflamış hâkimleri mecburen ve fakat daima mütereddit
şekilde dostluk elini uzattılar, hâkimiyeti arada taksim etmek, hukuku
birleştirmek istediler. Görme basiretleri ekseriyetle hâkimle- rinkinden açık
bulunan bu kuvvetlenmiş mahkûmlar, uzatılan ellerden bazılarının pek samimî ve
sadık olduğunu güzelce bilmekle beraber, bu yeni siyasette garbın tesirini,
Osmanlı Devletinin varlığında kendi kazançlarını gören bazı garp devletlerinin
zorlamalarını da gözden kaçırmadılar.
Belki bazılarının menfaatleri, Osmanlı milletinin
teşekkülünde idi. Lâkin, onlar da soğuk akıllarından ziyade heyecana gelen
hislerine tâbi oluyorlardı. Hiçbirisi, ama hiçbirisi geçmiş istiklâlleriyle
harbeden bir kavim ile beraber, onunla karışarak, eriyerek yeni bir millet
husule getirmeye razı değildi.
4. Osmanlılann
büyük düşmanı Rusya ile onun köle ve pişdarları olan küçük Balkan hükümetleri
istemiyordu. Zira; Rusya, Boğazlara, Anadolu ve Irak’a, İstanbul ve Balkanlara,
mukaddes topraklara malik olmak, böylece siyasî, İktisadî, millî ve dinî
maksadına erişmek peşinde idi. Boğazları elde etmekle, donanmasına Karadeniz
gibi mahfuz re büyük bir liman temin edecek, beynelmilel en mühim ticaret yollarından
sayılan Akdeniz’e serbestçe çıkacak, ve sonra o muhkem pusuda ıı istediği zaman
atılarak zamanımızın Hint kervanlarıyle onların muhafızları olan İngiliz
ticaret ve harp gemilerine taarruz ile Birleşik Krallığın en zengin
sömürgesinin yolunu kesebilecek, kısacası ötedenberi göz diktiği Hind’i,
garbından bir derece daha kuşatmış olacak, Anadolu’ya sahip olmakla dünyanın en
münbit ve mahsuldar kıtasını hükmü altına alacak, Irak’a kadar sarkarak bütün
garbı Asya’yı eline geçirdiği gibi Hind’in garp kapılarına dayanmış olacak ve
belki, ıı- zaktan uzağa ta o zamanlar beliren Rusya ve İngiltere’nin İslâm topluluğu
ve binaenaleyh İslâm’ın mukaddes topraklan hakkındaki rekabetlerinde de kendi
faydasına muvazeneyi bozacak, velhasıl, Boğazları. Osmanlı Asyasmın mühim bir
kısmını elde etmekle Rusya büyiit siyasî ve İktisadî meyveler derlemiş
olacaktı.
Balkanları geniş imparatorluğuna ilhak ile, şimal ve cenup
Slav- larml birleştirecek, böylece Ayasofya kubbesine haç dikerek Ortodoksluğun
meydana geldiği beşiği, yani Rusların dinlerinin çıktığı yeri, Mescid-i
Kamame’yi idareleri altma alarak, Hıristiyanlığın menba- ını memleketinden
sayılır kılacak ve bu suretle, hemen hepsi fazlasiyle dindar tebaasının kalp
ile diledikleri en yüksek bir emellerini, dinî ve ruhî bir emeli
gerçekleştirecekti.
Bu maksatlarının kolaylıkla elde edilmesi, Osmanlı
Devletinin kuvvetsizliğine, Osmanlı tebaasının devamlı nifak ve kavga halinde
bulunmasına bağlı idi. Binaenaleyh, Rusya asla bir Osmanlı milleti teşekkülüne
razı olmazdı.
O zamanlar henüz siyasî hayat kazanmış Sırp ve Yunan
devletleri ise, “Türk boyunduruğu altında kalan millettaşlarını” arttırmak
isterlerdi. Bunun için de Osmanlı tebaasının ayrılık halinde olması menfaatlan
icabmdandı ve ona çalışırlardı.
5. Avrupa
kamuoyunun bir kısmı da istemiyordu. Zira, Avrupa kamuoyunu ihdas edenlerin
bazılan hâlâ Müslümanlık - Hıristiyanlık din kavgasmdan, Ehl-i Salip muharebesi
ananelerinden kurtulamamış olduklarından, Hıristiyanları Islâm hâkimiyetinden
kurtarmak, haç’ın hattâ ufak bir köşesini bile hilâl altında bulundurmamak,
gayrimüminleri (inffidâles) Avrupa toprağından, Nasârâ ülkesinden (Kudüs) sürüp
çıkarmak arzusunda idi. Bazıları ise, sırf insaniyet ve ilim açısından muhakeme
ederek “her türlü terakkiye istidatlı Avrupalı milletleri, yan barbar,
zulümkâr, harp ve kavgadan başka maharetleri görünmeyen Turanîler boyunduruğundan”
kurtarmak ve bu Asyalılan geldikleri Asya sahrasına kovmak isterlerdi. Lâkin,
ekseriya bu iki fikir birbirine karışır ve hangisi hangisinden çıktığı
anlaşılamıyacak kadar kanşık bir halde tecelli ederdi.
Demek ki, Osmanlı milletini, Osmanlı ülkelerindeki bütün
kavim- lerin arzusu hilâfına, haricî manilere rağmen, Osmanlı hükümetinde
işbaşında bulunan birkaç kişi, bazı Avrupa devletlerine (bilhassa Üçüncü
Napolyon Fransasma) dayanarak meydana getireceklerdi. Bu iş, gayr-i mümkün
denecek kadar müşküldü. İşbaşında bulunan zatlann hepsi, dâhilerden olsa, yine
bunca mânilere katlanabilmeleri pek az muhtemeldi. Gerçekten iş
muvaffakiyetsizlikle bitti.
Zikrolunan mâni sebepler, o zamandan beri eksilmedi, arttı,
büyüdü. Abdülhamid’in siyaseti, müslim ve gayrimüslim arasındaki nifak ve
zıddiyeti arttırdı. Gayrimüslim tebaanın bir kısmı daha istiklâl kazanarak,
diğerlerinin şevklerini çoğalttı. Rusya ’nın gittikçe kuvvet ve şevketi
arttığından, Osmanlı Devletine olan zararlı tesirleri çoğal
dı. Sırp, Yunan, Bulgar, Karadağ tesirleri peyda oldu.
Avrupa efkârı daha ziyade Türkler aleyhine çevrildi. Osmanlı milleti
siyasetinin en kuvvetli taraftarlarından Fransa, Paris Muahedesi devrindeki
azametini kaybederek, Rusya’mn yardakçısı oldu. Hulâsa, memleketin dahilinde ve
haricinde bu siyasete büsbütün karşı bir muhit doğdu. Binaenaleyh, zannımca,
artık Osmanlı milleti meydana gerimıekle uğraşmak, beyhude bir yorgunluktur.
Şimdi, İslâm birliği politikasının Osmanlı Devletine yararlı
olup olmadığını, tatbik kabiliyeti bulunup bulunmadığını tetkik edelim :
Yukanda imâ olunduğu üzere, bu siyasetin tatbiki halinde OsmanlI
tebaası arasında dinî nifak ve düşmanlığın artması, böylecc gayrimüslim tebaa
ile onların ekseriyetle meskûn oldukları memleket kısımlarının kaybı ve binaenaleyh
Osmanlı Devletinin kuvvetinin azalması gerekecekti. Bundan başka, umumiyetle
Türkler arasına müslim ve gayrimüslim farkı girecek, soydan doğma kardeşlik din
ihtilaflan ile bozulacaktı.
Lâkin, bu mahzurlara mukabil, Osmanlı Devleti idaresindeki
bütün Müslümanlar ve binaenaleyh onun bir parçası olan Türkler. pek güçlü bir
bağ ile sımsıkı birleşecekler, böylece farklı cins ve dinden oluşmuş “Osmanlı
milleti"ne nispetle, pek ziyade sıkı ve bu sıkılığı cihetiyle, mülkçe,
adetçe, arazice, servetçe olan noksanlıklarına rağmen daha kuvvetli bir
topluluk, İslâm topluluğu, meydana getireceklerdi.
Daha mühimi, yeryüzündeki bütün Müslümanların gittikçe
kuvvetlenmek üzere birleşmesi ve, böylece Anglo-Sakson, Cermen. Slav, Latin ve
belki san ırkın birleşmeleriyle meydana gelecek büyük kuvvetler arasında
varlığını muhafaza eyleyebilecek, din üzerine müstenit bir kuvvetin doğması
için hazırlanacaktı. Bu yüksek emele varana değin, şüphesiz hayli zaman
geçecek, ilk devirlerde yalnız şimdiden mevcut manevî münasebetler takviye
olunarak, müstakbel topluluğun ancak müphem bir taslağı yapılacak ve fakat
gitgide hatları ve şekli daha çok belirecek, müspet, katî ve henüz zikri geçen
büyük, korkunç manevî eşhasla boy ölçüşebilmeğe muktedir, Asya'nın büyük bir
kısmıyla Afrika'nın yarısından ziyadesine hâkim manevî bir şahıs yaratılmış
olacaktı.
Lâkin, bu tarz-ı siyasetin, Osmanlı Devletinde
muvaffakiyetle tatbiki mümkün müdür?
İslâm, siyasî ve İçtimaî işlere pek çok ehemmiyet veren
dinlerden biridir. Islâmın esas kaidelerinden biri “din ve millet birdir”,
düs-
türüyle ifade olunur. İslâm, mümin olan kimselerin cinsiyet
ve mil-liyetlerini bitirir; lisanlarım kaldırmaya çalışır, mazilerini,
ananelerini unutturmak ister: “İslâm, kuvvetli bir değirmendir ki, farklı cins
ve din müntesiplerini öğütüp, dinen, cinsen bir, aynı haklara sahip, yek-
diğerinden hiç farksız Müslümanlar çıkarır..
Islâmın meydana çıkışında, güçlü, muntazam siyasî teşkilatı
vardı. Kanun-u esasisi Kur’an idi. Resmî dili Arapça idi. İntihap edilmiş bir
reisi, mukaddes bir riyaset merkezi vardı.
Lâkin, diğer dinlerin tarihinde görülen değişmeler, Islâmda
dahi bir dereceye kadar müşahede olunur : Irk tesirleri ve muhtelif vakalar
neticesi, dinin teşkil ettiği siyasî birlik kısmen bozuldu. Hicretten henüz bir
asır geçmemiş idi ki, Arap ve Acem milliyetleri zıddiyeti, Emeviye ve Haşimiye
hanedanları arasındaki nefret tarzında tecelli ile, İslâm birliğine kapanma
bilmez bir yara açtı, Sünnî ve Şiî büyük ihtilâfını ortaya çıkardı. Daha
sonraları, Arap ve Acem unsurlarına Türk, Berber vesaire gibi muhtelif unsurlar
da karıştı. Bunlar Islâ- mın düzeltmek, birleştirmek ve temsildeki şiddetine
rağmen, millî his ve ihtiraslarını kısmen muhafaza eylemiş olduklarından, îs-
lâmdaki fikir ve siyaset birliği daha ziyade bozuldu. Şarkta da, tıpkı garpte
olduğu gibi tavaif-i mülûk hasıl oldu. Hilâfet, manevî riyaseti bir dereceye
kadar muhafaza etmekle beraber, pek geniş Darü’l-İslâm, her tarafta türeyen
küçük küçük ve geçici emirlikler, saltanatlar, şahlıklar, padişahlıklar ile parça
parça oldu. Bizzat hilâfet de ikileşti, hattâ üçleşti. Resmî ve dinî lisan da
birliğini kaybetti. Acemce, Arapça kadar hak iddiasına kalkıştı
Bir zaman geldi ki, Islâmm kuvveti en aşağı noktasına doğru
inmeye başladı. İslâm ülkelerinin bir kısmı, gitgide büyük kısmı, dörtte
üçünden fazlası, Hıristiyan devletlerinin hâkimiyeti altma geçerek İslâmiyetin
birliği delik deşik oldu.
Yakın zamanlarda ise, garp fikirlerinin tesiriyle,
İslâmiyetin arzusuna rağmen tamamiyle mahvedemediği kavim ve milliyet taassubu,
pek az da olsa, baş göstermeye başladı.
Kuvvetine halel veren bunca vakalar ile beraber, İslâm hâlâ
pek güçlüdür. Müslimîn arasına, dinlerinde şüphelilik veya daha beteri olan
imansızlık henüz girmemiş denebilir. Islâmın hemen bütün tabileri, din yolunda
her fedakârlığı göze alacak, muti, dini ile heyecanlı, dini bütün kimselerdir.
Baza Müslüman devletlerin yeni kanunları İslâm şeriatından
ayrılmakla beraber, esası yine İslâm kaideleri gibi gösterilmektedir. Hâlâ.
Arapça yegâne din lisanıdır. Hattâ birçok yerlerin Müslümanları için ilmî ve
edebî lisandır da. İslâm okulları-müstesna bölümleri sarfına- zar-aynı program
ile ayni lisan üzere (arapça dili) öğretime devam etmektedir. Hulasâ, İslâm
medeniyeti, evvelki birliğiyle devam ediyor denilebilir.
Hâlâ her Müslümanım, Türk veya tranîyim demekten evvel, “cl-
hamdü-liliâh Müslümanım.diyor. Hâlâ İslâmiyet dünyasının büyük kısmı, Osmanlı
Türkleri hakanını Islâmm halifesi tanıyor. Hâlâ bütün Müslümanlar, günde beş
defa Mükerrem Mekke’ye yüz çeviriyor vc Kâbe’ye yüz sürüp Hacer-i Esved’i öpmek
için, büyük bir heyecan ile kürenin her tarafından muhtelif sıkıntıya
katlanarak koşuyorlar. Hiç korkmadan tekrar olunabilir ki İslâm henüz pek
güçlüdür. Bunun üzerine tevhid-i İslam siyasetinin tatbikinde, dahilî maniler
az güçlük ile katlanılabilecek surettedir. Lâkin haricî maniler pek
kuvvetlidir. Gerçekten, bir taraftan İslâm devletlerinin hepsi Hıristiyan
devletlerinin nüfuzu altındadır. Diğer taraftan bir iki müstesnası dışında,
bütün Hıristiyan devletleri Müslüman tebaaya maliktir.
Tabiiyetlerinde bulunan Müslümanların, hattâ kuvvetlice
manevî bir vasıta ile olsun, hudutları haricindeki siyasî merkezlere bağlılıklarını
istikbalde, mühim neticeleri çıkabilecek umumî bir fikre hizmetlerini
menfaatlerine aykırı gördüklerinden ortaya çıkmasına lıcr suretle karşı koymak
isterler, ve bütün İslâm devletleri üstündeki nüfuz ve iktidarları sayesinde bu
istediklerini icra da edebilirler. Binaenaleyh, zamanımızda en kuvvetli İslâm
devleti olan Osmanlı Devletinin bile ciddî bir surette İslam birliği siyasetini
tatbike kalkışmasına, belki de muvaffakiyetle, karşı koyarlar.
Türk birliği siyasetindeki faydalara gelince, Osmanlı
ülkelerindeki Türkler hem dinî, hem ırkî bağlar ile pek sıkı, yalnız dinî olmaktan
sıkı birleşecek ve esasen Türk olmadığı halde bir dereceye kadar Türkleşmiş
sair müslim unsurlar daha ziyade Türklüğü benimseyecek ve henüz hiç
benimsememiş unsurlar da Türkleştirilebilecekti.
Lâkin asıl büyük fayda; dilleri, ırkları, âdetleri ve hattâ
ekseriyetinin dinleri bile bir olan ve Asya kıtasının büyük bir kısmiyle
Avrupa- mn şarkına yayılmış bulunan Türklerin birleşmesine ve böylcce diğer
büyük milliyetler arasmda varlığını muhafaza edebilecek büyük bir siyasî
milliyet teşkil eylemelerine hizmet edilecek ve işbu büyük toplulukta Türk
toplumlannın en güçlü ve en medenileşmişi olduğu için Osmanlı Devleti en mühim
rolü oynayacaktı. Son vakalarm fikre getirdiği uzakça bir istikbalde, meydana
gelecek beyazlar ve sarılar âlemi arasında bir Türklük cihanı husule gelecek ve
bu orta dünyada Osmanlı Devleti, şimdi Japonyanın sarılar âleminde yapmak
istediği vazifeyi üzerine alacaktı.
Bu faydalara mukabil, Osmanlı ülkelerinde meskûn, müslim
olup da Türk olmayan ve Türkleştirilmesi de mümkün bulunmayan kavimlerin
Osmanlı Devleti elinden çıkması ve İslâmiyetin Türk ve Türk olmayan kısımlarına
ayrılarak, artık Osmanlı Devletinin Türk olmayan Müslümanlar ile ciddî bir
münasebeti kalmaması mahzurları vardır.
Türkleri birleştirmek politikasının tatbikindeki dahilî
müşkülât İslâm siyasetine nazaran ziyadedir. Hernekadar, garbm tesiriyle Türkler
arasında milliyet fikirleri girmeye başlamış ise de, yukarıda söylenildiği
gibi, bu vaka henüz pek yenidir. Türklük fikirleri, Türk edebiyatı, Türkleri
birleştirmek hayali henüz yeni doğmuş bir çocuktur. İslâmiyette gördüğümüz o
kuvvetli teşkilattan, o pür hayat ve pür heyecan hissiyattan, hulâsa sağlam bir
ittihadı meydana getirebilecek madde ve hazırlıktan hemen hiç birisi Türklükte
yoktur. Bugün ekseri Türkler mazilerini unutmuş bir halde bulunuyorlar.
Lâkin şu da unutulmamalıdır ki, zamanımızda birleşmesi muhtemel
Türklerin büyük bir kısmı Müslümandır. Bu cihetle, İslâm dini, büyük Türk
milliyetinin teşekkülünde mühim bir unsur olabilir. Milliyeti tarif etmek
isteyenlerden bazıları, dine bir âmil (factuer) gibi bakmaktadırlar. İslâm,
Türklüğün birleşmesinde şu hizmeti yerine getirebilmek için, son zamanlarda
Hıristiyanlıkta da olduğu gibi, içinde milliyetlerin doğmasını kabul edecek
şekilde değişmelidir. Bu değişme ise hemen hemen mecburidir de... Zamanımız
tarihinde görülen umumî cereyan ırklardadır. Dinler, din olmak bakımından,
gittikçe siyasî ehemmiyetlerini, kuvvetlerini kaybediyorlar. İçtimaî olmaktan
ziyade şahsileşiyorlar. Cemiyetlerde vicdan serbestliği, din birliğinin yerini
alıyor. Dinler, cemiyetlerin ek işleri olmaktan vazgeçerek, kalblerin hâdi ve
mürşitliğini deruhte ediyor, ancak halik ile mahlûk arasındaki vicdanî rabıta
haline geçiyor. Dolayısıyle dinler ancak ırklarla birleşerek, ırklara yardımcı
ve hattâ hizmet edici olarak, siyasî ve İçtimaî ehemmiyetlerini muhafaza
edebiliyorlar .
Haricî engeller ise, İslâmiyet siyasetine nispetle daha az
kuvvetlidir. Çünkü Hıristiyan devletlerden yalnız birisinin, Rusya’nın Müslüman
Türk tebaası vardır. Bu cihetten, menfaatleri gereği, Türklerin birleşmemesine
çalışacak yalnız bu devlettir. Başka Hıristiyan devletlere gelince, ihtimal ki
bazıları, Rusya menfaatlerine zararlı olduğu için, bu siyaseti desteklerler
bile.
Yukarıdaki mütalâalardan şu neticeler çıkıyor : Osmanlı
milleti yaratılması, Osmanlı Devleti için faydalara sahipse de, gayr-i kabil-i
tatbiktir. Müslümanların veya Türklerin birleşmesine dönük siyasetler. Osmanlı
Devleti hakkında eşit denilebilecek menfaat ve mahzurlar ihtiva etmektedir.
Tatbikleri cihetine gelince, kolaylık ve zorluk yine aynı derecede denilebilr
Bu halde hangisinin tatbikine çalışılmalıdır? Türk
gazetesinin ismini işittiğim zaman, nihayet beni rahatsız eden şu suale cevap
bulacağımı ümit ve ismine nazaran o cevabın da Türklük siyaseti olacağını
zanneylemiştim. Lâkin, gördüm ki, “hukuku muhafaza” olunacak, zihinleri
temizlenecek, fikirleri sevindirilecek Türk, sandığım gibi şimdi bile
Hanbalık’tan, Karadağ’a, Timur Yarımadasından Karalar İline kadar Asya, Avrupa
ve Afrika’nın mühim birer kısmını kaplayan büyük ırkın efradından herhangi bir
Türk olmayıp, ancak Osmanlı Devleti tebaası olan bir Garp Türküdür. “Türk”
yalnız onları görüyor, onları biliyor. Ve, hem de ancak milâdî on dördüncü asırdan
beri -ve Fransız menbalarına nazaran- biliyor. Ve binaenaleyh, şu zamanda aynı
devletin tebaası olup müslim veya gayrimüslim ve fakat diğer cinsten bulunan
cemaatlar, ve haricî milletlere karşı yalnız onların “hukukunu muhafaza” etmek
istiyor. Türk için Türklüğün askerî, siyasî ve medenî geçmişi yalnız
Hüdavendigârlarından, Fatih'lerden Selim’lerden, İbni Kemal’lerden,
Nefî'lerden, Bâkî’Ierden, Evliya Çelebi’lerden, Kemâl’lerden teşekkül ediyor;
Oğuz'lara, Ccngiz'lcre, Timur’lara, Uluğ Bey’lere, Farabi’lere, İbni
Sina’lara, Teftazani ve Nevâî’lere kadar varamıyor.
Arada sırada İslâmiyet, hilâfet politikalarına da yaklaşır
gibi oluyor da, birleşebilecek Türklerin hemen cümlesi Müslüman olmak cihetiyle
esasen mühim noktalarda ortaklıkları bulunan İslâm ve Türk siyasetlerinin
ikisini birlikte desteklemek istediği zannolunuyor; lâkin bunda da çok
kalmıyor, ısrar etmiyor.
Hulâsa, öteden beri zihnimi işgal edip de, kendi kendimi
ikna edecek cevabını bulamadığım sual yine önüme dikilmiş cevap bekliyor :
Müslümanlık, Türklük siyasetlerinden hangisi Osmanlı Devleti için daha yararlı
ve kabil-i tatbiktir?.
Zoya Köyü (Rusya)
15 Mart 19ö4 Akçuraoğlu Yusuf.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder