5 Ağustos 2024 Pazartesi

Yusuf Akçura - Üç Tarz-ı Siyaset

Osmanlı ülkelerinde, garptan feyz alarak, kuvvet kazanmak ve terakki arzuları uyanalı, belli başlı üç siyasî yol tasavvur ve takip (eba-ucher) edildi sanıyorum : Birincisi, Osmanlı Hükümetine tâbi muhtelif milletleri temsil ederek ve birleştirerek bir Osmanlı milleti vücuda getirmek. İkincisi, hilâfet hakkının Osmanlı Devleti hükümdarlarında olmasından faydalanarak, bütün İslâmları söz konusu hükümetin idaresinde siyaseten birleştirmek (Frenklerin “Panislâmisme” dedikleri). Üçüncüsü, ırka dayanan siyasî bir Türk milleti teşkil etmek.

Bu yollardan ilk ikisinin, bir zamanların Osmanlı Devleti umumî siyasetine mühim tesiri oldu. Sonraki ise, ancak bazı muharrirlerin yazılarında görüldü.

Osmanlı milleti vücuda getirmek arzusu, pek yüksek bir hayali gayeye, pek yüksek bir ümide doğru yücelmiyordu, Asıl maksat, Osmanlı memleketindeki müslim ve gayrimüslim ahaliye ayni siyasî haklan tanımak ve vazifeleri yüklemek-, böylece aralarında tam müsavat husule getirmek; fikirlerce ve dince tam serbesti vermek; bu müsavat ve serbestîden faydalanarak, söz konusu ahaliyi aralarındaki din ve soy ihtilaflarına rağmen yekdiğerine karıştırarak ve temsil ederek, Amerika Birleşik Hükümetlerindeki Amerikan milleti gibi müşterek vatanla birleşmiş yeni bir milliyet, Osmanlı milleti meydana çıkarmak ve bütün bu zor ameliyatın neticesi olarak da, “Devlet-i Aliyye-i Osmaniye'mi aslî şekliyle yani eski hudutlarıyla muhafaza eylemekti. Ekseriyeti İslâm ve mühim bir kısmı Türk olan bir devletin bekasında ve kuvvetinin çoğalmasında, bilcümle Müslümanlar ve Türkler için fayda olmakla beraber, bu siyasî yol onlara doğrudan doğruya taallûk etmiyordu. Bu cihetle, Osmanlı hududu haricindeki Müslümanlar ve 7urk- ler bununla o kadar meşgul olamazlardı. Mesele mahalli ve dahili bir mesele idi.

Osmanlı milleti yaratmak siyaseti, ciddî olarak ikinci Mahmut zamanında doğdu . Bu padişahın : “Ben tebaamdaki din farkım ancak cami, havra ve kiliselerine girdikleri zaman görmek isterim.. ."dediği meşhurdur. Milâdî on dokuzuncu asır başlangıç ve ortalarında bu siyasetin Osmanlı ülkelerinde itibar kazanması, kabili tatbik zan olunması tabiî idi. O zamanlar Avrupa’da milliyet düşünceleri, Fransız Büyük İhtilâliyle, soy ve ırktan çok vicdanî isteğe dayanan Fransız kaidesini milliyet esası kabul ediyordu. Sultan Mahmut ve onu takip edenler, iyice anlayamadıkları bu kaideye aldanarak, devletin ırk ve dini farklı tebaasını serbestlik ve müsavat ile, emniyet ve karşılıklı dostluk ile meze ve terkip edip tek bir millet haline sokmanın imkânına inanıyorlardı.

Avrupa’da milliyetler teşekkülü tarihinde görülen bazı misaller de itimatlarını arttırdı. Filhakika, Fransız milliyeti Cermen, Selt, Lâtin Grek ve daha bazı soyların birleşmesinden husule gelmemiş midir? Alman milliyetinde birçok Slav unsuru yutulmamış mıdır? İsviçre, ırk ve din farklarına rağmen bir millet değil midir? Adı geçen yüksek kişilerin, bu sıralarda bir siyasî birlik vücuda getirmeye çalışan Alman ve İtalyanların hareketlerini de, yanlış bir nazarla, doktrinlerinin doğruluğunu ispata hizmet eden vakalardan addetmiş olmaları dahi, gayri muhtemel değildir.

Osmanlı milleti fikri, en ziyade Âlî ve Fuat Paşalar zamanında geçerli idi. Fransız kaidesinin; plebisit ile milletler teşkil etmenin resulü Üçüncü Napolyon, bu garplılaşmış paşalara kuvvetli destek oluyordu. Sultan Abdülaziz devrindeki Fransızvari ıslahat ve bu ıslahatın timsali Mekteb-i Sultanî, hep bu sistemin “Alamod” olduğu zamanların meyvalarıdır.

Vakta ki milliyet kaidesi, Almanlar tarafından hakikî vakalara daha yakın bir surette, milliyetlerin esası ırk olmak üzere tefsir olundu ve bu tefsirin galebesi demek, evvelâ 1870-71 seferiyle Napolyon ve Fransa İmparatorluğu tekerlendi, işte o zamandan itibaren Osmanlı milleti denilen siyasi görüş, biricik dayanağım kaybetmiş oldu.

Vakıa Mithat Paşa, isimleri yukarda geçen iki ünlü vezirin bir dereceye kadar takipçisi idiyse de, Mithat’ın siyasî programı onlarınkine nispetle daha karışık ve pek gelip geçici olduğundan ve Mithat'ı izleyen şimdiki Genç Osmanlıların programları ise hayli müphem bulunduğundan Osmanlı milleti teşkili hayalinin Fransa İmparatorluğu ile beraber ve onun gibi tekrar dirilmek üzere, öldüğüne hükmolunsa hata edilmemiş olur sanırım.

Osmanlı milliyeti siyasetinin başarısızlığı üzerine İslâmiyet politikası meydan aldı . Avrupalıların Panislâmizm dedikleri bu fikir son zamanlarda Genç Osmanlılıktan yani Osmanlı milleti teşkili siyasetine kısmen iştirak eden fırkadan doğdu. Evvelleri en ziyade “Vatan” ve “Osmanlılık” yani vatanda meskûn bilcümle halktan mürekkep bir Osmanlılık nidalarıyla işe başlayan Genç Osmanlı şairlerinin ve siyasetçilerinin bir çoğunun duruş noktası “İslâmiyet” oldu. Avrupa içinde bulunmak, garp fikirlerini yakından görmek, onların bu değişimine en kuvvetli sebepler idi. Adı geçenler şarkta bulundukları zaman, başlarını on sekizinci asır siyasî ve İçtimaî felsefesiyle pek çok doldurmuşlar (içlerinden birisi Rousseau mütercimi idi) ve fakat soy ve dinlerin ehemmiyet derecesini tamamen idrak eylememişler ve özellikle yeni bir milliyet teşkili için zamanın pek geciktiğini, Osmanlı Devletinin hâkimiyeti altında bulunan muhtelif unsurların, menfaatleri değilse bile, arzularının böyle bir ittihat ve imtizaçta olmadığını ve binaenaleyh Fransız milliyet kaidesinin şarkta tatbiki imkânsızlığını, tamamen anlayamamışlardı. Ecnebi diyarda iken, ekserisi memleketlerini uzaktan daha kavrayışlı bir nazarla görmeye, din ve ırkın şark için gittikçe artan siyasî ehemmiyetini ve bu cihetle Osmanlı milleti ihdası arzusunun beyhudeliğini anlamaya muvaffak oldular.

Artık, var kuvveti pazıya verip İslâm unsurlarını -evvela Osmanlı ülkelerindekileri, sonra bütün küre-i arzdakileri- soy farklarına bakmaksızın dindeki ortaklıktan istifade ile tamamen birleştirmeye, her müslimin en küçük yaşında ezberlediği “din ve millet birdir” kaidesine uyarak bütün Müslümanları, son zamanların millet kelimesine verdiği manâ ile bir tek millet haline koymaya çalışmak lüzumuna kani  oldular. Bu, bir cihetten Osmanlı ülkeleri sakinleri arasında ayrışmaları ve farklılaşmaları davet edecekti, müslim Osmanlı tebaası ile gayrimüslimler artık ayrılacaktı. Lâkin diğer cihetten, büyük bir imtizaç ve ittihada sebep olacaktı. Bütün Müslümanlar birleşecekti. Bu yol, geçen yola nazaran, daha geniş, yeni bir deyim ile alemşümul (mondiale) idi. İlkin sırf nazarî olup yalnız matbuat sahifelerinde görülmekte olan bu fikir, gitgide tatbik olunmak istenildi. Abdülaziz’in son devirlerinde, “Panislâmizm” sözü diplomatik konuşmalarda işitilir oldu, bazı Asya İslâm hükümdarlarıyla münasebet istihsaline uğraşıldı. Mithat Paşa’nın düşmesinden, yani Osmanlı milleti ihdası fikrinin hükümetçe büsbütün terk olunmasından sonra, Sultan İkinci Abdülhamid de bu siyaseti tatbike çalıştı. Bu padişah Genç Osmanlıların amansızca karşısında olmakla beraber, bir dereceye kadar onların siyasetlerinin talebesidir. Hukuk müsavatı ve tam serbestlik temin olunsa bile gayrimüslim tebaanın Osmanlı siyaset topluluğunda bulunmayacağım anladıktan sonra, Genç Osmanhlar adı geçen tebaaya ve onların koruyucusu olan Hıristiyan Avrupa’ya düşmanlık göstermeye başlamışlardı. Padişahın günümüzdeki siyaseti  şu değişmeden sonraki Genç OsmanlIların fikirleriyle pek büyük bir benzerlik gösterir.

Günümüzdeki hükümdar, sultan, padişah lakapları yerine halife dinî sıfatını koymaya çalıştı; genel siyasetinde din, İslâm dinî mühim bir mevki tuttu. Nizamî mekteplerin tedrisatında dinî maddelere ayrılan zaman arttırıldı. Tedrisatın esası dinileştirilmek istendi. Dindarlık, müttekîlik -velev zâhirî ve riyakârane olsun- hilafet- penahinin teveccühünü celbetmeye en kavi vesileler haline geçti. Yıldız saray-ı hümayunu; hocalar, imamlar, seyitler, şeyhler, şerifler ile doldu. Bazı mülkî memurluklara sarıklılar tayin edilir oldu. Dinde sağlamlık belki de hilâfet makamına, hilâfet makamından ziyade o makamı işgal eden zata şiddetli merbutiyet ve kulluk, gayrimüslim kavimlere karşı nefret telkin etmek üzere halk arasına vaizler gönderildi. Her tarafta tekkeler, zaviyeler, camiler yapım ve tamirine çalışıldı. Hacılar ehemmiyet kazandı. Hac mevsiminde hilâfet evine uğrayan hacılar, Müslümanların önderinin lütuflarına ve inayetine mazhar edilerek gerek kendilerinin ve gerekse memleketlerindeki diğer Müslümanların hilâfet makamına celp ve kalplerinin raptına çalışıldı. Yakın zamanlarda Müslüman ahalisi kalabalık olan Afrika içlerine ve Çin diyarına elçiler gönderildi. Bu siyasetin en sağlam icra vasıtası olmak üzere Hamidiye Hicaz Demiryolunun inşasına başlanıldı. Lâkin, işbu siyasî doktrin ile, Osmanlı Devleti, Tanzimat devrinde terk etmek isteğini dinî devlet (Etat theocratique) şeklini tekrar alıyordu. Artık vicdan ve fikir serbestliğini, siyasî serbestliği, keza müsavatı, din ve ırk müsaviliğini, siyasî müsaviliği, medenî müsaviliği terk etmeye mecbur kalıyordu. Binaenaleyh Avrupavarî meşrutî hükümete veda etmek, devletin tebaası arasında cins ve din ihtilâfından, İçtimaî va-ziyet ihtilâfından çıkarak ötedenberi mevcut olan sevişmezlik ve zıddiyetin artmasına ve bunun neticesi olmak üzere de ayaklanma ve isyanların çoğalmasına, Avrupa’da Türklüğe düşmanlığın şiddetlenmesine katlanmak iktiza ediyordu ... Filhakika öyle de oldu.

Irk üzerine müstenit bir Türk siyasî milliyeti husule getirmek fikri pek yenidir. Gerek şimdiye kadar Osmanlı devletinde, gerekse gelip geçen diğer Türk devletlerinin hiç birisinde bu fikrin mevcut olduğunu zannetmiyorum. Cengiz ve Moğolların tarafını tutan müverrih Leon Kahon, o büyük Türk hanının bütün Türkleri birleştirmek gibi yüce bir maksatla Asya’yı baştan başa fethettiğini yazıyorsa da, bu iddiasının tarihçe tamamen tevsik edildiği hakkında bir şey diyemem.

Tanzimat ve Genç Osmanlılık hareketlerinde de, Türkleri birleştirmek fikrinin varlığına dair hiçbir belirtiye rastgelmedim. Bilmem, merhum Vefik Paşa, lehçesiyle saf Türkçe yazmak arzusiyle bu yüksek hayal arkasında biraz olsun dolaşmış mıdır? Şu muhakkak ki. son zamanlarda İstanbul’da Türk milliyeti arzu eden bir mahfel, siyasî olmaktan ziyade ilmi bir mahfel teşekkül etti.

Bu mahfelin teşekkülünde, Osmanlılarla Almanların münasebetinin artmasının, Alman lisanını ve bahusus Almanların tarih ve lisan ilimleri hakkındaki tetkikatını Türk gençlerinin bilir olmasının hayli tesiri olmuştur sanıyorum. Çünkü bu genç mahfelde, Fransız izleyicilerinde olduğu gibi bazı hafif ve “declamatoire” edebiyattan ve siyasiyattan ziyade, sessiz, sabırlı ve inceleyici şekilde elde edilmiş sağlam bir ilim mevcuttur.

Şemsettin Sami, Türkçe Şiirler’in muhterem müellifi Mehmet Emin, Necip Asım, Veled Çelebi ve Hasan Tahsin bu mahfelin göze görünen azası olup, İkdam bir dereceye kadar düşüncelerinin benimseyicileridir. Günümüzdeki hükümetin, bu doktrine iyi bakmamasından olacak ki hareketleri pek yavaş oluyor .

Osmanlı ülkelerinin, İstanbul’dan başka yerlerinde bu fikrin taraftarları olup olmadığım bilmiyorum. Lâkin, Türklük siyaseti de, tıpkı İslâm siyaseti gibi umumîdir; Osmanlı hudutları ile mahdut değildir. Binaenaleyh, kürenin Türkler ile meskûn diğer noktalarına da göz atmak iktiza eder

En çok Türklerle meskûn Rusya’da Türklerin birleşmesi fikrinin pek müphem bir surette varlığını tahmin ediyorum. Henüz doğmuş “İdil Edebiyatı” Müslüman olmaktan ziyade Türktür. Dış tazyikler olmasa, bu fikrin kolaylıkla gelişmesine Osmanlı ülkelerinden fazla müsait muhit, Türklerin en kalabalık bulunduktan Türkistan ile Yayık ve İdil havzaları olurdu.

Kafkasya Türklerinde de bu fikir mevcut olsa gerek. Azerbaycan’a Kafkas’ın fikrî tesiri olmakla beraber, şimalî İran Türklerinin ne derecelere kadar Türklerin birleşmesi taraftan olduklarım bilmiyorum.

Ne olursa olsun, ırka müstenit siyasî bir millet türetmek fikri henüz pek turfandadır, pek az yaygındır

İmdi, bu üç siyasetten hangisinin yararü ve kabil-i tatbik olunduğunu araştıralım.

Yararlı dedik; lâkin kime ve neye yararlı?

önce bütün insaniyete denilebilir. Bu halde, insaniyetin menfaatına hizmet eden siyasî yol veya yolları tarif, ve sonra o yol veya yolların muayyen ve mahdut bir kısım insaniyete tatbikinde de bütün insaniyetin faydalanacağını ispat eylemek, ve daha sonra, zikrolunan üç yoldan bir veya birkaçının gelecek şartlara sahip olan yol veya yollarla ayniyetini göstermek gereklidir. Bu ise, sanmam ki şimdi mümkün olsun. Zira, bahsedilen şartları ihtiva eden siyasî yol veya yollan, henüz insanlık bilgisi bulamamıştır.

Yukarıdaki usulü takip etmeyip de, üç yoldan bir veya birkaçının Osmanlı, Müslüman veya Türklere tatbikiyle tüm insanlığa menfaat ispatına kalkışılsa usulün noksanlığından dolayı netice pek çok hatalı olur. Ekseri içtimai ve siyasî işlerde bu hatalı usulün kullanılması itiyad edilmiş ise de, hakikatta bir nevi safsata olduğundan vazgeçiyorum.

Meseleyi biraz tahdit edelim, teşekkül etmiş beşerî bir heyete diyelim.

Yine de pek umumî bir meseleye çatıyoruz : Muayyen bir cemiyetin menfaatleri neden ibarettir? Buna cevap vermeden, falan veya falan siyasî yolun falan cemiyete faydalı olduğu hallolunamaz.

Malûm bir cemiyetin menfaatlerinin neden ibaret olduğunu tayin etmek siyasî bir meseledir. Yani “Siyaset” denilen ve henüz mevzu vc usulü katî olarak kararlaştırılamamış natamam bir ilmin mühim meselelerinden biridir. Siyaset ilminin meseleleri hakkında, tâlil (tümden- gelim-deduction.) ve istikra (tüme-varım - induction) taraftarları arasında münakaşa ve çekişme devam etmektedir. “Birinciler derler ki, siyasî kaideler sırf fikrîdir (ideal), söz konusu kaideler tıpkı riyaziyenin nütearifeleri (belit - axiome) peşinçe (âpriori) vazolunur. Hükümet ricali bu kaideleri, mimarın hendese kaidelerini tatbiki gibi, cemiyete tatbikle mükelleftir. İkinciler ise, cemiyetler itaat ettikleri kai-deleri zâtında ihtiva edip yetişme ve gelişmeleri ile ortaya kovarlar: bu cihetle siyaset ilmi, beşerî faaliyete hayalî bir gaye tayininden surf-ı nazar eylemeksizin, vakalardan tarihî ve İçtimaî kaideler çıkarmaya, muhit, ahval, kuruntular ve ihtirasları gözden kaçırmamaya çalışmalıdır, derier ”.

Siyaset ilminin usulünde olan bu ihtilâf, ona müteallik meselelerin de ekserisinde katî bir hal sureti bulmaya mani oluyor. Beşerî cemiyetlerin hakikî menfaatlan, İçtimaî ilimler mensuplarınca pek çok tartışmayı davet ettiği halde, henüz karara varılmamış meselelerdendir.

Bu kararsızlık ile beraber, her cemiyet kendi menfaatini clılc etmek ümidiyle bilfiil daimî değişme halindedir. Yani yukarda zikredilen İçtimaî mesele, amelî olarak her zaman, her mahalde hallolunmaktadır. Bu devamlı değişme esnasında menfaat diye fiile getirilen şey hayattır. Hayat ise kuvvetle devam ettiğinden, hayatın varlığı kuvvetin varlığım gerektirir. Demek oluyor ki, her cemiyet menfaatini hayatta, yani kuvvet kazanmakta ve kuvvetini arttırmada buluyor. Bu cihetle, cemiyetler arasında, kâinatın varlık peşinde dolaşan bütün unsurları arasında olduğu gibi, daimî bir savaşma görülüyor. Biz de bu hal suretini kabul etmek mecburiyetindeyiz. Her cemiyetin menfaati; valığında, binaenaleyh kuvvetli olmaktadır.

Lâkin, hangi cemiyetin menfaatma çalışmalıyız? Bu sualin mantıkî bir cevabı verilemez. Filhakika neden Türkler veya Müslümanlar menfaatına hizmet edelim de, meselâ Slavlar veya Ortodoksların faydası için uğraşmayalım? Bahusus, bir cemiyetin menfaati, ekseri hallerde, diğer birisinin zararı ile kaim olduğundan, hangi makul sebebe istinat ederek, beşeriyetin bir kısmına zarar vermekte haklı olduğumuzu gösterebiliriz?

Bu suali ancak tabiî meylimiz, diğer tabirle aklımızın henüz tahlil edemediği, hak veremediği hissimiz cevaplandırabilir. Ben Osmanlı ve Müslüman bir Türküm. Binaenaleyh Osmanlı Devleti, İslâmiyet ve bütün Türkler menfaatma hizmet etmek istiyorum. Lâkin siyasî, dinî ve soya dayalı olan bu üç cemiyetin menfaatları müşterek midir ? Yani birisinin kuvvetlenmesi, diğerlerinin de kuvvetlenmesini mucip olur mu?

Osmanlı Devletinin menfaati, bütün Müslümanların ve Türklerin menfaatlarına aykırı değildir. Zira, tebaası olan Müslümanlar ve Türkler onun kuvvetlenmesiyle kuvvetlenmiş demek olduğu gibi, diğer Müslüman ve Türkler de, kuvvetli bir destek bulmuş olurlar.

Fakat îslâmm menfaati, Osmanlı Devletinin ve Türklüğün men- faatlanna tamamen uymaz. Zira, Islâmın kuvvet kazanması, Osmanlı tebaasından bir kısmının (gayrimüslim olanların) sonunda kaybım ve bu cihetle Osmanlı Devletinin günümüzdeki topluluğundaki bir parçasının yok olmasım mucip olacağı gibi, Türklüğün müslim ve gayrimüslim dinî anlaşmazlığıyle bölünmesine ve binaenaleyh kuv- vetsizlenmesine sebep olur .

Türklüğün menfaatma gelince o da, ne Osmanlı Devletinin ve ne de İslâmın menfaatma büsbütün uygun gelemez. Zira, İslâm toplumunu Türk ve Türk olmayan kısımlarına bölerek zayıflatır, ve bunun neticesi olarak Osmanlı tebaamn Müslümanları araşma da nifak salıp Osmanlı Devletinin kuvvetsizlenmesini mucip olur.

Bunun içindir ki, her üç cemiyete munsup bir şahıs, Osmanlı Devleti menfaatma çalışmalıdır. Lâkin, Osmanlı Devletinin menfaati, yani kuvvet kazanması, şimdiye kadar mevcut olup bahsimizin mevzuunu teşkil eden Üç Tarz-ı SiyasVdea. hangisini takiptedir? Ve bunlardan hangisi Osmanlı ülkelerine kabil-i tatbikdir?

           3 —

Osmanlı milleti teşkili, Osmanlı ülkelerini şimdiki hudutlarıyle muhafaza için yegâne çaredir. Fakat, Osmanlı Devletinin hakikî kuvveti, günümüzdeki coğrafî şeklini korumakta mıdır ?

Osmanlı milletinin ortaya çıkmak halinde, devletin farklı din ve cinslere mensup tebaasından, serbestlik ve hukukî müsavat üzerine kurulmuş karma bir millet hasıl olacak, bunlar sırf vatan (Osmanlı ülkesi) ve millet (Osmanlı milleti) fikriyle birleşerek, din ve kavim- lerin hayatlarından doğma ihtilâflar ve kavgalar kalmayacak, ve bu esnada Rumlar, Ermeniler gibi Türkler, Araplar da eriyecek...

Osmanlı Devletinin kurucuları olan Osmanlı Türkleri, ancak ilk önderleri Osman Bey’in namım vatana ve millete vermenin ve bilhassa analarının, babalarının himmetiyle vücuda gelen imparatorluğun daha ziyade parçalanmadığını görmenin manevî faydalan ile yetinecekler. Belki Osmanlı namından da uzak kalacaklar : Ekseriyeti hâkimiyet altındaki eski milletlerden (müslim ve gayrimüslim) meydana gelmiş bu serbest devlette, ekseriyetin arzusuyle, eski mahkûmiyeti gösteren Osmanlı namı bile ortadan kaldırılacak....

Mamafih Osmanlı Türkleri uzun bir maziden beri icra ettikleri hâkimiyetin tesiri ile, belki mahdut bir istikbalde de maddî nüfuzlarım devam ettirebilirler. Lâkin, atalet hassasının İçtimaî işlerdeki bu tecellisi, diğer tabiî durumlarda olduğu gibi pek az sürer.

Osmanlı milletinde bulunacak bilûmum Müslümanlara gelincc: Ekseriyeti teşkil edecekleri cihetle, memleketin idaresinde bütün hâkini kuvvetin onlar eline geçmesi ve binaenaleyh manen ve maddeten İslâm unsurunun bu karma toplulukta en çok faydalanır olması gerekir gibi görünürse de, bu istifadeyi tasavvur ile beraber Osmanlı milletinde dinî ihtilâfın kalkmamış, hakikî bir müsavatın ortaya çıkmamış, farklı unsurların cidden erimemiş olduğunu düşünmüş oluyoruz...

Osmanlı milletinin ortaya çıkmasında, ona dahil olacak Türk ve Müslümanlann nüfuz ve kuvvetleri artmayacak demek, Osmanlı

Devletinin kuvveti eksilecek demek değildir. Halbuki asıl meselemiz devletin kuvvetinde idi. Bu kuvvet elbet artacaktır. Muntazam, sıkı, hulâsa modadaki bir tâbir ile “Bloc” teşkil eden bir millet ahalisi, daimî ihtilaf ve kavga halinde bulunup, ayrışmakta olan anarşik bir devletten şüphesiz daha kuvvetlidir.

Lâkin, asıl mühim mesele, muhtelif cins ve dine mensup olup şimdiye kadar birbirleriyle kavga ve savaştan halî kalmayan unsurların, şimdiden sonra kaynaşmalarının mümkün olup olmadığıdır.

Yukarda görüldü ki bu babdaki tecrübe muvaffakıyetsizlikle sonuçlanmıştır. Bundan böyle muvaffakiyet kabil olup olmadığını anlamak için, geçmiş tecrübenin muvaffakıyetsizlik sebeplerini, tafsilatlı olarak gözden geçirelim :

1.            Bu karışma ve uyuşmayı Müslümanlar ve bilhassa Osmanlı Türkleri istemiyordu. Zira, altı yüz yıllık hâkimiyetleri hukuken bitecek ve bunca yıllar hükümleri altında görmeye alıştıkları reaya ile müsavat derecesine ineceklerdi. Bunun en yakın ve maddî bir neticesi olarak, o zamana kadar âdeta inhisara aldıkları memurluğa ve askerliğe reayayı da iştirak ettirmek, diğer bir tabirle, nispeten az müşkül, aristokratlarca şerefli zan olunan bir çalışma yerine alışık olmadıkları ve hakir gördükleri sanayi ve ticarete girmek lâzım gelecekti.

2.            İslâm istemiyordu. Zira, katılanlarm hakikî menfaatlerini pek maddî ve beşerî bir nokta-i nazardan gözeten bu kuvvetli din, müslim ve gayrimüslimin hukuken tam müsavatını kabul etmiyor, gayrimüslimleri daima ikinci kademede bırakıyordu. Serbestliğe gelince: İslâm her cihetten dinlerin en hürriyetperveri olmakla beraber, din bulun ması itibariyle menşei fevkelbeşer olduğundan, mutlak hakikatlardan ibaret esas ve kaidelerinden hariç her kaideyi doğru yola aykırı görecek ve binaenaleyh insanlığın saadet kazanması maksadiyle tam bir fikir ve vicdan serbestliğini kabul etmeyecekti.

3.            Gayrimüslim tebaa da istemiyordu. Zira cümlesinin son za-manlardaki terakkileriyle şaşaalandırılan mazileri, istiklâlleri, hükümetleri vardı. Müslümanlar ve bilhassa Türkler o istiklâli bitirmiş, o hükümetleri mahvetmişti. Osmanlı hâkimiyeti altında ise, iddialarına nazaran, ekseriya adalet değil zulüm, müsavat değil hakaret, rahat değil azap görmüşlerdi. Hatta haysiyet ve namusları bile bazen ayaklar altına alınmıştı.

Miladî ondokuzuncu asır, bir taraftan bunlara mazilerini, hallerini, haklarını, milliyetlerini öğretti; diğer taraftan da, hâkimlerini,

Osmanlı Devletini zayıflattı. Bir derecede ki, hüküm altındaki arka-daşlarından bazıları istiklâl bile kazanabildi.

Bu aralık, zayıflamış hâkimleri mecburen ve fakat daima mütereddit şekilde dostluk elini uzattılar, hâkimiyeti arada taksim etmek, hukuku birleştirmek istediler. Görme basiretleri ekseriyetle hâkimle- rinkinden açık bulunan bu kuvvetlenmiş mahkûmlar, uzatılan ellerden bazılarının pek samimî ve sadık olduğunu güzelce bilmekle beraber, bu yeni siyasette garbın tesirini, Osmanlı Devletinin varlığında kendi kazançlarını gören bazı garp devletlerinin zorlamalarını da gözden kaçırmadılar.

Belki bazılarının menfaatleri, Osmanlı milletinin teşekkülünde idi. Lâkin, onlar da soğuk akıllarından ziyade heyecana gelen hislerine tâbi oluyorlardı. Hiçbirisi, ama hiçbirisi geçmiş istiklâlleriyle harbeden bir kavim ile beraber, onunla karışarak, eriyerek yeni bir millet husule getirmeye razı değildi.

4.            Osmanlılann büyük düşmanı Rusya ile onun köle ve pişdarları olan küçük Balkan hükümetleri istemiyordu. Zira; Rusya, Boğazlara, Anadolu ve Irak’a, İstanbul ve Balkanlara, mukaddes topraklara malik olmak, böylece siyasî, İktisadî, millî ve dinî maksadına erişmek peşinde idi. Boğazları elde etmekle, donanmasına Karadeniz gibi mahfuz re büyük bir liman temin edecek, beynelmilel en mühim ticaret yollarından sayılan Akdeniz’e serbestçe çıkacak, ve sonra o muhkem pusuda ıı istediği zaman atılarak zamanımızın Hint kervanlarıyle onların muhafızları olan İngiliz ticaret ve harp gemilerine taarruz ile Birleşik Krallığın en zengin sömürgesinin yolunu kesebilecek, kısacası ötedenberi göz diktiği Hind’i, garbından bir derece daha kuşatmış olacak, Anadolu’ya sahip olmakla dünyanın en münbit ve mahsuldar kıtasını hükmü altına alacak, Irak’a kadar sarkarak bütün garbı Asya’yı eline geçirdiği gibi Hind’in garp kapılarına dayanmış olacak ve belki, ıı- zaktan uzağa ta o zamanlar beliren Rusya ve İngiltere’nin İslâm topluluğu ve binaenaleyh İslâm’ın mukaddes topraklan hakkındaki rekabetlerinde de kendi faydasına muvazeneyi bozacak, velhasıl, Boğazları. Osmanlı Asyasmın mühim bir kısmını elde etmekle Rusya büyiit siyasî ve İktisadî meyveler derlemiş olacaktı.

Balkanları geniş imparatorluğuna ilhak ile, şimal ve cenup Slav- larml birleştirecek, böylece Ayasofya kubbesine haç dikerek Ortodoksluğun meydana geldiği beşiği, yani Rusların dinlerinin çıktığı yeri, Mescid-i Kamame’yi idareleri altma alarak, Hıristiyanlığın menba- ını memleketinden sayılır kılacak ve bu suretle, hemen hepsi fazlasiyle dindar tebaasının kalp ile diledikleri en yüksek bir emellerini, dinî ve ruhî bir emeli gerçekleştirecekti.

Bu maksatlarının kolaylıkla elde edilmesi, Osmanlı Devletinin kuvvetsizliğine, Osmanlı tebaasının devamlı nifak ve kavga halinde bulunmasına bağlı idi. Binaenaleyh, Rusya asla bir Osmanlı milleti teşekkülüne razı olmazdı.

O zamanlar henüz siyasî hayat kazanmış Sırp ve Yunan devletleri ise, “Türk boyunduruğu altında kalan millettaşlarını” arttırmak isterlerdi. Bunun için de Osmanlı tebaasının ayrılık halinde olması menfaatlan icabmdandı ve ona çalışırlardı.

5.            Avrupa kamuoyunun bir kısmı da istemiyordu. Zira, Avrupa kamuoyunu ihdas edenlerin bazılan hâlâ Müslümanlık - Hıristiyanlık din kavgasmdan, Ehl-i Salip muharebesi ananelerinden kurtulamamış olduklarından, Hıristiyanları Islâm hâkimiyetinden kurtarmak, haç’ın hattâ ufak bir köşesini bile hilâl altında bulundurmamak, gayrimüminleri (inffidâles) Avrupa toprağından, Nasârâ ülkesinden (Kudüs) sürüp çıkarmak arzusunda idi. Bazıları ise, sırf insaniyet ve ilim açısından muhakeme ederek “her türlü terakkiye istidatlı Avrupalı milletleri, yan barbar, zulümkâr, harp ve kavgadan başka maharetleri görünmeyen Turanîler boyunduruğundan” kurtarmak ve bu Asyalılan geldikleri Asya sahrasına kovmak isterlerdi. Lâkin, ekseriya bu iki fikir birbirine karışır ve hangisi hangisinden çıktığı anlaşılamıyacak kadar kanşık bir halde tecelli ederdi.

Demek ki, Osmanlı milletini, Osmanlı ülkelerindeki bütün kavim- lerin arzusu hilâfına, haricî manilere rağmen, Osmanlı hükümetinde işbaşında bulunan birkaç kişi, bazı Avrupa devletlerine (bilhassa Üçüncü Napolyon Fransasma) dayanarak meydana getireceklerdi. Bu iş, gayr-i mümkün denecek kadar müşküldü. İşbaşında bulunan zatlann hepsi, dâhilerden olsa, yine bunca mânilere katlanabilmeleri pek az muhtemeldi. Gerçekten iş muvaffakiyetsizlikle bitti.

Zikrolunan mâni sebepler, o zamandan beri eksilmedi, arttı, büyüdü. Abdülhamid’in siyaseti, müslim ve gayrimüslim arasındaki nifak ve zıddiyeti arttırdı. Gayrimüslim tebaanın bir kısmı daha istiklâl kazanarak, diğerlerinin şevklerini çoğalttı. Rusya ’nın gittikçe kuvvet ve şevketi arttığından, Osmanlı Devletine olan zararlı tesirleri çoğal

dı. Sırp, Yunan, Bulgar, Karadağ tesirleri peyda oldu. Avrupa efkârı daha ziyade Türkler aleyhine çevrildi. Osmanlı milleti siyasetinin en kuvvetli taraftarlarından Fransa, Paris Muahedesi devrindeki azametini kaybederek, Rusya’mn yardakçısı oldu. Hulâsa, memleketin dahilinde ve haricinde bu siyasete büsbütün karşı bir muhit doğdu. Binaenaleyh, zannımca, artık Osmanlı milleti meydana gerimıekle uğraşmak, beyhude bir yorgunluktur.

Şimdi, İslâm birliği politikasının Osmanlı Devletine yararlı olup olmadığını, tatbik kabiliyeti bulunup bulunmadığını tetkik edelim :

Yukanda imâ olunduğu üzere, bu siyasetin tatbiki halinde OsmanlI tebaası arasında dinî nifak ve düşmanlığın artması, böylecc gayrimüslim tebaa ile onların ekseriyetle meskûn oldukları memleket kısımlarının kaybı ve binaenaleyh Osmanlı Devletinin kuvvetinin azalması gerekecekti. Bundan başka, umumiyetle Türkler arasına müslim ve gayrimüslim farkı girecek, soydan doğma kardeşlik din ihtilaflan ile bozulacaktı.

Lâkin, bu mahzurlara mukabil, Osmanlı Devleti idaresindeki bütün Müslümanlar ve binaenaleyh onun bir parçası olan Türkler. pek güçlü bir bağ ile sımsıkı birleşecekler, böylece farklı cins ve dinden oluşmuş “Osmanlı milleti"ne nispetle, pek ziyade sıkı ve bu sıkılığı cihetiyle, mülkçe, adetçe, arazice, servetçe olan noksanlıklarına rağmen daha kuvvetli bir topluluk, İslâm topluluğu, meydana getireceklerdi.

Daha mühimi, yeryüzündeki bütün Müslümanların gittikçe kuvvetlenmek üzere birleşmesi ve, böylece Anglo-Sakson, Cermen. Slav, Latin ve belki san ırkın birleşmeleriyle meydana gelecek büyük kuvvetler arasında varlığını muhafaza eyleyebilecek, din üzerine müstenit bir kuvvetin doğması için hazırlanacaktı. Bu yüksek emele varana değin, şüphesiz hayli zaman geçecek, ilk devirlerde yalnız şimdiden mevcut manevî münasebetler takviye olunarak, müstakbel topluluğun ancak müphem bir taslağı yapılacak ve fakat gitgide hatları ve şekli daha çok belirecek, müspet, katî ve henüz zikri geçen büyük, korkunç manevî eşhasla boy ölçüşebilmeğe muktedir, Asya'nın büyük bir kısmıyla Afrika'nın yarısından ziyadesine hâkim manevî bir şahıs yaratılmış olacaktı.

Lâkin, bu tarz-ı siyasetin, Osmanlı Devletinde muvaffakiyetle tatbiki mümkün müdür?

İslâm, siyasî ve İçtimaî işlere pek çok ehemmiyet veren dinlerden biridir. Islâmın esas kaidelerinden biri “din ve millet birdir”, düs- 

türüyle ifade olunur. İslâm, mümin olan kimselerin cinsiyet ve mil-liyetlerini bitirir; lisanlarım kaldırmaya çalışır, mazilerini, ananelerini unutturmak ister: “İslâm, kuvvetli bir değirmendir ki, farklı cins ve din müntesiplerini öğütüp, dinen, cinsen bir, aynı haklara sahip, yek- diğerinden hiç farksız Müslümanlar çıkarır..

Islâmın meydana çıkışında, güçlü, muntazam siyasî teşkilatı vardı. Kanun-u esasisi Kur’an idi. Resmî dili Arapça idi. İntihap edilmiş bir reisi, mukaddes bir riyaset merkezi vardı.

Lâkin, diğer dinlerin tarihinde görülen değişmeler, Islâmda dahi bir dereceye kadar müşahede olunur : Irk tesirleri ve muhtelif vakalar neticesi, dinin teşkil ettiği siyasî birlik kısmen bozuldu. Hicretten henüz bir asır geçmemiş idi ki, Arap ve Acem milliyetleri zıddiyeti, Emeviye ve Haşimiye hanedanları arasındaki nefret tarzında tecelli ile, İslâm birliğine kapanma bilmez bir yara açtı, Sünnî ve Şiî büyük ihtilâfını ortaya çıkardı. Daha sonraları, Arap ve Acem unsurlarına Türk, Berber vesaire gibi muhtelif unsurlar da karıştı. Bunlar Islâ- mın düzeltmek, birleştirmek ve temsildeki şiddetine rağmen, millî his ve ihtiraslarını kısmen muhafaza eylemiş olduklarından, îs- lâmdaki fikir ve siyaset birliği daha ziyade bozuldu. Şarkta da, tıpkı garpte olduğu gibi tavaif-i mülûk hasıl oldu. Hilâfet, manevî riyaseti bir dereceye kadar muhafaza etmekle beraber, pek geniş Darü’l-İslâm, her tarafta türeyen küçük küçük ve geçici emirlikler, saltanatlar, şahlıklar, padişahlıklar ile parça parça oldu. Bizzat hilâfet de ikileşti, hattâ üçleşti. Resmî ve dinî lisan da birliğini kaybetti. Acemce, Arapça kadar hak iddiasına kalkıştı

Bir zaman geldi ki, Islâmm kuvveti en aşağı noktasına doğru inmeye başladı. İslâm ülkelerinin bir kısmı, gitgide büyük kısmı, dörtte üçünden fazlası, Hıristiyan devletlerinin hâkimiyeti altma geçerek İslâmiyetin birliği delik deşik oldu.

Yakın zamanlarda ise, garp fikirlerinin tesiriyle, İslâmiyetin arzusuna rağmen tamamiyle mahvedemediği kavim ve milliyet taassubu, pek az da olsa, baş göstermeye başladı.

Kuvvetine halel veren bunca vakalar ile beraber, İslâm hâlâ pek güçlüdür. Müslimîn arasına, dinlerinde şüphelilik veya daha beteri olan imansızlık henüz girmemiş denebilir. Islâmın hemen bütün tabileri, din yolunda her fedakârlığı göze alacak, muti, dini ile heyecanlı, dini bütün kimselerdir.

Baza Müslüman devletlerin yeni kanunları İslâm şeriatından ayrılmakla beraber, esası yine İslâm kaideleri gibi gösterilmektedir. Hâlâ. Arapça yegâne din lisanıdır. Hattâ birçok yerlerin Müslümanları için ilmî ve edebî lisandır da. İslâm okulları-müstesna bölümleri sarfına- zar-aynı program ile ayni lisan üzere (arapça dili) öğretime devam etmektedir. Hulasâ, İslâm medeniyeti, evvelki birliğiyle devam ediyor denilebilir.

Hâlâ her Müslümanım, Türk veya tranîyim demekten evvel, “cl- hamdü-liliâh Müslümanım.diyor. Hâlâ İslâmiyet dünyasının büyük kısmı, Osmanlı Türkleri hakanını Islâmm halifesi tanıyor. Hâlâ bütün Müslümanlar, günde beş defa Mükerrem Mekke’ye yüz çeviriyor vc Kâbe’ye yüz sürüp Hacer-i Esved’i öpmek için, büyük bir heyecan ile kürenin her tarafından muhtelif sıkıntıya katlanarak koşuyorlar. Hiç korkmadan tekrar olunabilir ki İslâm henüz pek güçlüdür. Bunun üzerine tevhid-i İslam siyasetinin tatbikinde, dahilî maniler az güçlük ile katlanılabilecek surettedir. Lâkin haricî maniler pek kuvvetlidir. Gerçekten, bir taraftan İslâm devletlerinin hepsi Hıristiyan devletlerinin nüfuzu altındadır. Diğer taraftan bir iki müstesnası dışında, bütün Hıristiyan devletleri Müslüman tebaaya maliktir.

Tabiiyetlerinde bulunan Müslümanların, hattâ kuvvetlice manevî bir vasıta ile olsun, hudutları haricindeki siyasî merkezlere bağlılıklarını istikbalde, mühim neticeleri çıkabilecek umumî bir fikre hizmetlerini menfaatlerine aykırı gördüklerinden ortaya çıkmasına lıcr suretle karşı koymak isterler, ve bütün İslâm devletleri üstündeki nüfuz ve iktidarları sayesinde bu istediklerini icra da edebilirler. Binaenaleyh, zamanımızda en kuvvetli İslâm devleti olan Osmanlı Devletinin bile ciddî bir surette İslam birliği siyasetini tatbike kalkışmasına, belki de muvaffakiyetle, karşı koyarlar.

Türk birliği siyasetindeki faydalara gelince, Osmanlı ülkelerindeki Türkler hem dinî, hem ırkî bağlar ile pek sıkı, yalnız dinî olmaktan sıkı birleşecek ve esasen Türk olmadığı halde bir dereceye kadar Türkleşmiş sair müslim unsurlar daha ziyade Türklüğü benimseyecek ve henüz hiç benimsememiş unsurlar da Türkleştirilebilecekti.

Lâkin asıl büyük fayda; dilleri, ırkları, âdetleri ve hattâ ekseriyetinin dinleri bile bir olan ve Asya kıtasının büyük bir kısmiyle Avrupa- mn şarkına yayılmış bulunan Türklerin birleşmesine ve böylcce diğer büyük milliyetler arasmda varlığını muhafaza edebilecek büyük bir siyasî milliyet teşkil eylemelerine hizmet edilecek ve işbu büyük toplulukta Türk toplumlannın en güçlü ve en medenileşmişi olduğu için Osmanlı Devleti en mühim rolü oynayacaktı. Son vakalarm fikre getirdiği uzakça bir istikbalde, meydana gelecek beyazlar ve sarılar âlemi arasında bir Türklük cihanı husule gelecek ve bu orta dünyada Osmanlı Devleti, şimdi Japonyanın sarılar âleminde yapmak istediği vazifeyi üzerine alacaktı.

Bu faydalara mukabil, Osmanlı ülkelerinde meskûn, müslim olup da Türk olmayan ve Türkleştirilmesi de mümkün bulunmayan kavimlerin Osmanlı Devleti elinden çıkması ve İslâmiyetin Türk ve Türk olmayan kısımlarına ayrılarak, artık Osmanlı Devletinin Türk olmayan Müslümanlar ile ciddî bir münasebeti kalmaması mahzurları vardır.

Türkleri birleştirmek politikasının tatbikindeki dahilî müşkülât İslâm siyasetine nazaran ziyadedir. Hernekadar, garbm tesiriyle Türkler arasında milliyet fikirleri girmeye başlamış ise de, yukarıda söylenildiği gibi, bu vaka henüz pek yenidir. Türklük fikirleri, Türk edebiyatı, Türkleri birleştirmek hayali henüz yeni doğmuş bir çocuktur. İslâmiyette gördüğümüz o kuvvetli teşkilattan, o pür hayat ve pür heyecan hissiyattan, hulâsa sağlam bir ittihadı meydana getirebilecek madde ve hazırlıktan hemen hiç birisi Türklükte yoktur. Bugün ekseri Türkler mazilerini unutmuş bir halde bulunuyorlar.

Lâkin şu da unutulmamalıdır ki, zamanımızda birleşmesi muhtemel Türklerin büyük bir kısmı Müslümandır. Bu cihetle, İslâm dini, büyük Türk milliyetinin teşekkülünde mühim bir unsur olabilir. Milliyeti tarif etmek isteyenlerden bazıları, dine bir âmil (factuer) gibi bakmaktadırlar. İslâm, Türklüğün birleşmesinde şu hizmeti yerine getirebilmek için, son zamanlarda Hıristiyanlıkta da olduğu gibi, içinde milliyetlerin doğmasını kabul edecek şekilde değişmelidir. Bu değişme ise hemen hemen mecburidir de... Zamanımız tarihinde görülen umumî cereyan ırklardadır. Dinler, din olmak bakımından, gittikçe siyasî ehemmiyetlerini, kuvvetlerini kaybediyorlar. İçtimaî olmaktan ziyade şahsileşiyorlar. Cemiyetlerde vicdan serbestliği, din birliğinin yerini alıyor. Dinler, cemiyetlerin ek işleri olmaktan vazgeçerek, kalblerin hâdi ve mürşitliğini deruhte ediyor, ancak halik ile mahlûk arasındaki vicdanî rabıta haline geçiyor. Dolayısıyle dinler ancak ırklarla birleşerek, ırklara yardımcı ve hattâ hizmet edici olarak, siyasî ve İçtimaî ehemmiyetlerini muhafaza edebiliyorlar .

Haricî engeller ise, İslâmiyet siyasetine nispetle daha az kuvvetlidir. Çünkü Hıristiyan devletlerden yalnız birisinin, Rusya’nın Müslüman Türk tebaası vardır. Bu cihetten, menfaatleri gereği, Türklerin birleşmemesine çalışacak yalnız bu devlettir. Başka Hıristiyan devletlere gelince, ihtimal ki bazıları, Rusya menfaatlerine zararlı olduğu için, bu siyaseti desteklerler bile.

Yukarıdaki mütalâalardan şu neticeler çıkıyor : Osmanlı milleti yaratılması, Osmanlı Devleti için faydalara sahipse de, gayr-i kabil-i tatbiktir. Müslümanların veya Türklerin birleşmesine dönük siyasetler. Osmanlı Devleti hakkında eşit denilebilecek menfaat ve mahzurlar ihtiva etmektedir. Tatbikleri cihetine gelince, kolaylık ve zorluk yine aynı derecede denilebilr

Bu halde hangisinin tatbikine çalışılmalıdır? Türk gazetesinin ismini işittiğim zaman, nihayet beni rahatsız eden şu suale cevap bulacağımı ümit ve ismine nazaran o cevabın da Türklük siyaseti olacağını zanneylemiştim. Lâkin, gördüm ki, “hukuku muhafaza” olunacak, zihinleri temizlenecek, fikirleri sevindirilecek Türk, sandığım gibi şimdi bile Hanbalık’tan, Karadağ’a, Timur Yarımadasından Karalar İline kadar Asya, Avrupa ve Afrika’nın mühim birer kısmını kaplayan büyük ırkın efradından herhangi bir Türk olmayıp, ancak Osmanlı Devleti tebaası olan bir Garp Türküdür. “Türk” yalnız onları görüyor, onları biliyor. Ve, hem de ancak milâdî on dördüncü asırdan beri -ve Fransız menbalarına nazaran- biliyor. Ve binaenaleyh, şu zamanda aynı devletin tebaası olup müslim veya gayrimüslim ve fakat diğer cinsten bulunan cemaatlar, ve haricî milletlere karşı yalnız onların “hukukunu muhafaza” etmek istiyor. Türk için Türklüğün askerî, siyasî ve medenî geçmişi yalnız Hüdavendigârlarından, Fatih'lerden Selim’lerden, İbni Kemal’lerden, Nefî'lerden, Bâkî’Ierden, Evliya Çelebi’lerden, Kemâl’lerden teşekkül ediyor; Oğuz'lara, Ccngiz'lcre, Timur’lara, Uluğ Bey’lere, Farabi’lere, İbni Sina’lara, Teftazani ve Nevâî’lere kadar varamıyor.

Arada sırada İslâmiyet, hilâfet politikalarına da yaklaşır gibi oluyor da, birleşebilecek Türklerin hemen cümlesi Müslüman olmak cihetiyle esasen mühim noktalarda ortaklıkları bulunan İslâm ve Türk siyasetlerinin ikisini birlikte desteklemek istediği zannolunuyor; lâkin bunda da çok kalmıyor, ısrar etmiyor.

Hulâsa, öteden beri zihnimi işgal edip de, kendi kendimi ikna edecek cevabını bulamadığım sual yine önüme dikilmiş cevap bekliyor : Müslümanlık, Türklük siyasetlerinden hangisi Osmanlı Devleti için daha yararlı ve kabil-i tatbiktir?.

Zoya Köyü (Rusya)

15 Mart 19ö4 Akçuraoğlu Yusuf.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder