19 Kasım 2024 Salı

Fuzuli'nin Hayatı ve Eserleri

 

Fuzûlî menşe itibariyle, Akkoyunlular devrinde ve bu hânedanın idaresi altında Irâk-ı Arab adı verilen bölgede yaşayan Akkoyunlu Türkmenleri’nin Bayat boyundandır. Üsküdar Hacı Selim Ağa Kütüphanesi’nde bulunan bir Hadîkatü’s-suadâ yazmasının ketebesindeki kayda göre “Tatar asıllı” olduğu şeklindeki ifadenin bugün kullanılan Tatar anlamında olmadığı, “Türk” anlamında kullanıldığı tahmin edilmektedir.

Hayatıyla ilgili bilgiler çok azdır. Asıl adının Mehmed, babasının adının Süleyman olduğu bilinmekle beraber hangi tarihte ve nerede doğduğu hakkında kesin bilgi yoktur. Mevcut kaynaklar onun Bağdat civarında doğduğunu kaydederse de belli bir yer üzerinde birleşemezler. Latîfî, Ahdî, Sâm Mirza, Âlî Mustafa ve Âşık Çelebi, bazı şiirlerinde geçen “Bağdâdî” ifadesinden ve genellikle Fuzûlî-yi Bağdâdî diye anılmasından hareketle onun Bağdat’ta doğduğunu söylerler. Kınalızâde Hasan Çelebi’ye göre Hille’de, Riyâzî’ye göre de Kerbelâ’da dünyaya gelmiştir. Ancak şairin bizzat kendisinin Türkçe divanında birkaç yerde Bağdat’ı “diyâr-ı gurbet” sayması, Sâdıkī-i Kitâbdâr’ın ondan bahsederken, “İbrâhim Han hizmetinde Bağdat’a varıp” ifadesini kullanması doğum yerinin Bağdat dışında bir yer olduğuna delil sayılmıştır. Muallim Nâci, Fâik Reşad ve Şemseddin Sâmi gibi Tanzimat sonrası müellifleriyle Elias John Wilkinson Gibb’in onu Hilleli, Alessio Bombaci’nin Necefli göstermesi de ihtimalden öteye gitmemektedir. İbrâhim Dakūkī ise şairin eserlerinde kullandığı bazı kelimelerden hareketle onun Kerkük veya dolaylarında doğduğunu ileri sürer. Bütün bu ihtimaller arasında, özellikle Türkçe ve Farsça divanlarının mukaddimelerinde yer alan ifadelerle bir kısım şiirleri dikkate alınarak Kerbelâ’da doğmuş olacağının gerçeğe daha yakın bulunduğu söylenebilir.

Doğum yılı üzerinde farklı görüşler vardır. İbrâhim Dakūkī, “Menşe ve mevlidim Irâk” cümlesinden hareketle onun bu ibarenin ebcedle karşılığı olan 888 (1483) yılında doğduğunu ileri sürmektedir. Farsça divanında yer alan “Elvend Bey Medhinde” adlı bir kaside ile başka bir kasidesinde elli yıldan beri şiir yazdığını belirtmesinden hareket ederek şairin büyük bir ihtimalle 1480’de veya bu tarihten birkaç yıl sonra doğmuş olduğu söylenebilir.

Gördüğü eğitim hakkındaki bilgiler yeterli olmasa da bilgin şairlerden olduğu kesindir. Bu sebeple de eski kaynaklar ondan Mevlânâ Fuzûlî diye bahsederler. Her ne kadar kaynaklarda Ahdî’nin “bende-i ehl-i tarîkat”  nitelemesindeki belirsizliği ortadan kaldıracak, tasavvufa ne zaman ve nasıl meylettiğine dair merakımızı giderecek bilgiler bulunmasa da Fuzûlî’nin mistik tecrübeye sahip olduğu ve Şii mezhebine mensup olduği eserlerinden anlaşılmaktadır.

Siyasal istikrarsızlığın ve mezhep farklılığına dayalı ayrışmaların yaşandığı bir coğrafyanın bütün gelgitlerini onun hayatı ve eserleri üzerinden okumak mümkündür. Fuzûlî, kısacık ömrünü üç ayrı devletin tebası olarak tamamlamıştır. Çocukluk ve gençlik yıllarında Bağdat ve çevresi Akkoyunlu Türkmenlerinin egemenliğindedir. O da ilk kasidesini Akkoyunlu Elvend Bey’e sunmuştur. Yaşadığı bölgede etkili olan Muşaşaîlerden Ali bin Muhsin’e de Arapça kaside sunduğu bilinmektedir. 1508 yılında Bağdat, Şah İsmail’in eline geçince Fuzûlî, Safevilerin Bağ­dat valisi olan İbrahim Han Musullu’ya iki kaside ve bir terci-bent sunarak himayesine girmiştir. İbrahim Han’ın ölümünden sonra korumasız kalan şair, 1527 yılında tekrar Hille veya Necef’e geri dönmüştür. Bu dönemde Necef’teki Hz. Ali Türbesinde türbedarlık yaptığı tahmin edilmektedir.

1534 yılında Kanunî, Bağ­dat'ı fethettiğinde Fuzûlî, padişaha uzun bir kaside sunmuş ve “Geldi burc-ı evliyâya pâdişâh-ı nâmdâr" mısraı ile tarih düşürmüştür. Bu fetih onun Osmanlı ordusuyla birlikte Bağdat’a gelen şairler­den Hayalî ve Taşlıcalı Yahya ile tanışmasına vesile olmuştur. Leylâ ve Mecnûn mesnevisinin önsözünde anlattığına göre şairin, bu eserini adı geçen iki şairin teşvikiyle kaleme aldığını söylemesi bu buluşmayı önemsediğini gösterir.

Osmanlı bürokratlarına da kasideler takdim etmiş ve onların yakınlığını kazanmaya çalışmıştır. Kanunî için beş kaside yazan Fuzûlî, ayrıca Sad­razam İbrahim Paşa, Kazasker Abdulkadir Çelebi ve Nişancı Celalzâde Mus­tafa Çelebi gibi devlet ileri gelenlerine de kasideler sunmuştur. Ömrü boyunca kendisini himaye edecek  bir hami  bulamamıştır. Osmanlıların Bağdat’ı fethinden sonra Fuzûlî, bir daha depreşmemek üzere ümitlerini kaybettiğini ünlü Şikâyetnâme adlı eserine yansıtmıştır. Bu eserinde Osmanlı bürokrasisindeki çürümenin daha on altıncı asırda da var olduğunu görmekteyiz.

Bağdat’ın fethinden ölümüne kadar (1534-1556) geçen zaman içinde Fuzûlî’nin ömrünü nerelerde geçirdiği tam olarak bilinmemektedir. Onun bazı şiirlerinde Bağdat’ı övdüğü, bazı şiirlerinde ise Bağdatlıları eleştirdiği ve ömrünün o bölgede geçmesine hayıflandığı görülür. Şair yukarıda bahsi geçen türbedarlık görevi dolayısıyla Kerbela ve Necef’te bulunmuş olmalıdır.


Fuzûlî, 963/1556 yılında Bağdat ve çevre­sini kasıp kavuran büyük veba salgını sı­rasında muhtemelen Kerbela’da vefat etmiştir. Ölümüne ebced hesabıyla "Geçdi Fuzûlî" sözüyle tarih düşürülmüştür. Mezarlarının ehl-i beyt türbelerine yakın olmasını arzu eden pek çok Şiî gibi Fuzûlî de bir beytinde, öldüğü zaman üzerine Hz. Hüseyin’in gölgesinin düşeceği bir yere gömülmeyi vasiyet etmiştir. Bu isteğine uygun olarak Kerbela'daki Hz. Hüseyin Türbesinin yanına gömüldüğü sanılmaktadır.


Fuzûlî’nin aile çevresinden sadece oğlu Faz­lî Celebi hakkında çok az bilgi vardır. Ahdî'nin verdiği bilgilerden oğlunun da muamma yazmaya meyilli bir şair olduğu anlaşılmaktadır.


Fuzûlî, Türk edebiyatının zirvesindeki ustalardandır. Müstesna bir şair ve usta bir nesir yazarıdır. Üç dillidir. Eserlerinden anladığımız kadarıyla musiki, tıp, tefsir, hadis ve kelam ilminde söyleyecek sözü vardır. Çok yönlü ve üretken bir sanatkârdır. Türk edebiyatının en lirik ve etki alanı en geniş şairidir. Öyle ki hayat hikâyesi hakkında ayrıntıya girmeyen Osmanlı biyografi yazarlarının kültürel mirasını devralan Türk aydınları eski şiire yüzlerini çevirdiklerinde Fuzûlî’nin eserleriyle gözleri kamaşmıştır. Türk edebiyatı alanında yapılan ilk akademik çalışmaların; başta Ali Nihat Tarlan olmak üzere Abdulkadir Karahan’ın, Hasibe Mazıoğlu’nun doktora tezlerinin Fuzûlî’nin eserleri üzerine olması bir tesadüf değildir. Bugün bu birikime yaslanan yüzlerce akademik çalışmanın arkasından Fuzûlî’nin eserlerine bakma imkânına sahibiz.


Fuzûlî, çocukluk yıllarından itibaren şiire ilgi duymuş, âşıkane gazeller yazarak edebiyat dünyasına adım atmıştır. Türkçe ve Farsça divanındaki şiirleri onun öncelikle bir gazel şairi olarak kendini gerçekleştirme arzusu taşıdığını gösterir. Farsça Dîvânı’nda 410 gazel, Türkçe Dîvânı’nda 302 gazel olmak üzere divanlarında yer alan 712 gazeliyle Fuzûlî, Türk edebiyatının en çok gazel söyleyen şairlerindendir. Fuzûlî divanlarındaki dil ayrılığı, sanki duyuş ve deyiş düzeyini etkilemeksizin farklı okur kitlelerine ulaşma amacına yönelmiştir. Türkçe ve Farsça şiirlerindeki ortak redif ve kafiye kullanımının sıklığı da bulduğu mazmun ve istiarelerin ne denli iç içe olduğunu gösterir.


Fuzûlî üç dilde; Arapça, Farsça ve Türkçe manzum ve mensur eserler vermiştir. Onun eserleri Azerbaycan, İran ve Türkiye’de geçtiğimiz yüzyılın başından itibaren yayımlanmıştır. Azerbaycan’da ve Türkiye’de edebiyat alanında yapılan ilk akademik çalışmaların konusu Fuzûlî’dir. Divan edebiyatıyla ilgili akademik çalışmaların emekleme aşamasında olduğu dönemde Hasan Ali Yücel, “Ali” mahlasıyla şiirlerine nazireler yazdığı Fuzûlî’nin bütün eserlerini hazırlamak üzere 27.10.1941 tarihinde bir komisyon kurmuştur. Bu komisyonun üyelerinin yaptığı çalışmaların bir kısmı farklı nedenlerle yayımlanamamıştır (Kürkçüoğlu 1956: 8-9). Ama yayımlananlar bile Fuzûlî’ye dair bilgilerin sağlam temeller üzerine inşa edilmesine yetmiştir.


1-Türkçe Eserleri


Fuzûlî Dîvânı: Fuzûlî’nin şiire dair görüşlerini anlattığı mensur bir mukaddimeyle başlayan mürettep divanının nüshalarına aşağı yukarı bütün yazma eser kütüphanelerinde rastlanır. Tebriz, Bulak, Taşkent, Kahire ve İstanbul başta olmak üzere pek çok kültür merkezinde eski harflerle basılmıştır. Bu bakılardan bir kısmı Külliyat-ı Divân-ı Fuzûlî şeklindedir. Külliyat içinde başta Leylâ ve Mecnûn olmak üzere diğer eserlerine de yer verilmiştir (İpekten 1997: 30-43). Eski harflerle en fazla basılan divanlardan biri olan Fuzûlî Dîvânı yeni harflerle de basılmıştır (Gölpınarlı 1948; Tarlan 1950). Gölpınarlı ve Tarlan neşirlerinde kasideler yer almamaktadır. Mevcut baskılar ve yazmalar taranarak Kenan Akyüz ve arkadaşları tarafından karşılaştırmalı metni yayınlanmıştır (1958; 1990). Fuzûlî’nin Türkçe Dîvânı’nda 42 kaside, 302 gazel, 1 müztezad, 12 musammat (3 murabba, 3 muhammes, 2 tahmis, 2 müseddes, 2 terci-bend), 42 kıt’a ve 72 rübai bulunmaktadır.

Cem Dilçin, bu son üç baskıdaki gazel, musammat, kıt‘a ve rübaileri kendisinin Fuzûlî’nin şiirlerinde saptadığı belirgin özellikler açısından değerlendirerek bazı notlar düşmüştür (Dilçin 2001).

Leylâ ve Mecnûn: Türk edebiyatında Leylâ ile Mecnûn denildiğinde ilk akla gelen isim Fuzûlî’dir. Leylâ ve Mecnûn (y. 1535) mesnevisinin “Sebeb-i Nazm-ı Kitâb” kısmında Fuzûlî, eserini Bağdat’ın Kanuni tarafından fethi sırasında tanıştığı Osmanlı şairlerinin teşvikiyle yazdığını söyler. Leylâ ve Mecnûn, Bağdat ve Halep beylerbeyi olan Üveys Paşa’ya sunulmuştur.

Fuzûlî’nin bu eseri, Türk edebiyatında yazılan diğer mesnevilerden daha fazla ilgi görmüş, tanınmış, sevilmiş, yazma ve matbu olarak çoğaltılmış ve üzerinde çok sayıda çalışma yapılmıştır (Onan 1956; Ayan 1981; Doğan 1996). Leylâ ile Mecnûn hikâyesi, Fuzûlî ile birlikte yerli hikâye özelliği kazanmış, Türk edebiyatının en lirik eserleri arasında yer almıştır.

Beng ü Bâde: Afyonla şa­rabın karşılaştırılarak şarabın üstün tu­tulduğu 444 beyitlik bu eser, Şah İsmail'e sunulmuştur. Eser münazara tarzında yazılmış alegorik bir mesnevidir. Dolayısıyla farklı yorumlara açıktır. Bazılarına göre eser, Osmanlı Padişahı II. Bayezid ile Şah İsmail arasındaki mücadeleyi sembolize etmektedir. Eserin Şah İsmail ile Müşaşaîlerden Ali b. Muhsin arasındaki mücadeleyi anlattığı da ileri sürülmüştür. Fuzûlî külliyatı için­de defalarca basılan eser Kemal Edip Kürkçüoğlu tarafından yayımlanmıştır ( İkinci bs.1956).

Hadîs-i Erbain Tercümesi: Molla Câmî'nin Hadis-i Erbaîn adlı eserinin Nevayî’nin kırk hadis çevirisinin verdiği ilhamla Türkçeye uyarlanmasıdır. Mensur bir mukaddi­me ile başlayan risalede hadisler kıtalar şeklinde çevrilmiştir. Eser Abdülkadir Karahan ve Kemal Edip Kürkçüoğtu tarafın­dan yayımlanmıştır. Kürkçüoğlu yayı­mında hadislerin Arapça asılları ve Câmî'nin Farsça manzum tercümesi birlik­te verilmiştir (1951).

Sohbetü'l-Esmâr: Fuzûlî'ye ait olduğu henüz kesinlik kazanma­mış 200 beyitlik bir mesnevidir. Eserde bir bağda meyvelerin konuşmaları, ken­dilerini övmeleri ve tartışmaları anlatı­larak insanların da gerçek değerlerini düşünmeden boş yere anlaşmazlıklara düştükleri alegorik bir şekilde ifade edi­lir. Eser önce Hamit Araslı tarafından yayımlanmış, daha sonra Araslı'nın yayımladığı me­tin (1958) esas alınarak Kemal Peker (1960 ve Se­dit Yüksel tarafından neşredilmiştir (1972).

Hadikatü's-Süedâ: Hüseyin Vâiz-i Kâşifî'nin Ravzatü'ş-şühedâ adlı maktelinden uyarlanan eserde Hz. Hüseyin'in Kerbelâ'da şehid edilişi anlatılmaktadır. Arada bazı manzum parçaların da yer aldığı mensur bir eser­dir. Buna rağmen Şiî ve Alevi-Bektaşi toplulukları arasında manzum eserler kadar itibar görmüştür. Klasik dönemin popüler kitaplarındandır. Yazma eser kütüphanelerinde çok sayıda nüshası vardır. İstanbul, Kahire ve Tebriz gibi önemli merkezlerde birçok defa basılmıştır. Ha­dîkatü's-Süedâ'nın tenkitli neşri bir ta­nıtma ve değerlendirmeyle birlikte Şeyma Güngör tarafından yapılmıştır (1987). Selahattin Güngör (Saadete Ermişlerin Bahçesi, İstanbul 1955, 1965, 1970), M. Faruk Gürtunca (Ermişlerin Bahçesi, İstanbul 1979, 1980) ve Servet Bayoğlu (Erenler Bahçesi, Ankara 1986, 1990) tarafından sadeleştirilerek yayımlanmıştır.

Mektuplar: Fuzûlî'nin bu­gün elde bulunup yayımlanan mektup­larının sayısı beştir. Bunlardan Nişancı Celâlzâde Mustafa Çelebi, Musul Mirlivası Ahmed Bey, Bağdat Valisi Ayas Paşa ve Kadı Alâeddin’e yazılan mektuplar Abdülkadir Karahan tarafından yayımlanmış­tır (1948). Kanuni Sultan Süleyman'ın şehzadelerinden Bayezid'e yazdığı mektup ise Hasibe (Çatbaş) Mazıoğlu tarafından neşredilmiştir (1948; 1997). Fuzûlî'nin mektupları arasında en tanınmışı Nişancı Celâlzâde Mustafa Çelebi'ye gönderilmiş olan ve edebiyat ta­rihlerine Şikâyetnâme adıyla geçen mektuptur.


2-Farsça Eserleri


Fuzûlî, Farsça divan tertip etmiştir. Farsça eserleri arasında divanından başka Heft-câm (Sâkinâme), Sıhhat u Maraz (Hüsn ü Aşk) mesnevisi ve Rind ü Zahid adlı mensur eseri tanınmıştır.

Farsça Dîvân: Fuzûlî’nin Farsça Dîvânı hacim itibariyle Türkçe Dîvânı’ndan büyüktür. Farsça Dîvân’da 49 kaside, 410 gazel, 3 musammat (1 terkib-bend, 1 murabba, 1 müseddes), 46 kıt’a ve 105 rübai vardır. Eserin Türkçeye tercümesi (1950) Ali Nihad Tarlan, tenkitli neşri ise Hasibe Mazıoğlu tarafın­dan yapılmıştır (1962). Bazı kaynaklarda ayrı bir eser olarak da değerlendirilen Enîsü'l-kalb adlı 134 beyitlik Farsça bir kasidesi Farsça Dîvân yayımının içinde kasideler kısmında yer almıştır.

Heft-câm: Sâkinâme adıyla da tanınan bu mesnevi 327 beyitten ibarettir. Bu mesnevi, 38 beyittik bir mukaddime ile yedi bölümden meydana gelmektedir. Tasavvufî mahiyetteki eserde musiki alet ve kavramları münazara kurgusu içerisinde konuşturulur. Fu­zûlî'nin diğer eserleri arasında Sâkinâme adıyla birçok defa basılan eser Fars­ça Dîvânı içinde de yayımlanmıştır.

Risâle-i Muamma: Fuzûlî'nin muamma ustası olduğu bilinmektedir. Farsça muammalarının yer aldığı bu risâleyi Kemal Edip Kürkçüoğlu, şairin Türkçe muammalarını da ilave ederek yayımlanmıştır (1949).

Rind ü Zâhid: Zâhid bir ba­ba ile rind oğlu arasındaki tartışmaları ihtiva eden bu mensur eserde rind şairin gönlünü, zâhid de düşüncesini temsil etmektedir. Eser Üsküdarlı Mustafa Salim tarafından Türkçeye çevrilmiş (1869), tenkitli neşri ise Kemal Edip Kürkçüoğlu tarafından yapılmıştır (1956). Rind ü Zâhid son olarak Hüseyin Ayan çevirisiyle yayımlanmıştır (2012).

Sıhhat u Maraz: Rûhnâme veya Hüsn ü Aşk olarak da bilinen eser Sühreverdi’nin Mûnisü’l-Uşşak’ından esinlenerek yazılmıştır. Ta­savvufî ve alegorik mahiyetteki bu mensur eserde ruh ve beden ilişkisi sembolik olarak ele alınmaktadır. Kahramanları hüsn, aşk, ruh, kan, safra, balgam, sevda, mizaç, sıhhat, dimağ, maraz ve perhizdir. Eski tıp ilminin kavramlarına tasavvufî anlamlar yükleyerek dervişin fenafillaha erişebilmesi için neler yapması ge­rektiği anlatılır. Eser, Abdülbaki Gölpınarlı tarafından da açıklamalar ve notlarla yayımlanmıştır (1940). Sıhhat u Maraz’ın en son baskısı Hüseyin Ayan çevirisiyle yapılmıştır.


3-Arapça Eserleri


Arapça Dîvân tertip ettiği söylense de günümüze sadece on bir adet Arapça kasidesi ulaşmıştır. Bir de kelâm ilmiyle ilgili Matla'u'l-İtikâd fî Marifeti'l-Meb­de ve’l-Me’âd adlı Arapça mensur bir eseri vardır. Muhammed b. Tavit at-Tancî tarafından önsöz ve notlarla neşre hazırlanan eser, Esat Coşan ve Kemal Işık’ın çevirileriyle yayımlanmıştır.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder