Hani ne derler Han’ım, kara haber sınır tanımaz. Kara haber tez duyulur. Bu defa da öyle oldu. Bütün Bursa çalkalandı. Ak saçlı analar, babalar, bağırlarını, başlarını yoldular. Koşa badem ağızlı, kınalı parmaklı gelinler, kızlar çok ağlayıp, yüzlerini yırtıp dövündüler. Yavru balaban bakışlı oğlancıklar, göğsü güzel balacıklar melül, mahzun bakışıp kaldılar. Hemen herkes bir başka yorumda bulundu. Töreyi bilen ulular ayıttılar:
— “Hele vah ki, vah, vah sizlere! Şehitlerin arkasından ağlanır olmak, nice olur? Niçin bilmezden gelirsiniz? Şehitler ölmez, onlar diridir. Yanımızda, yakınımızdadır. Dökülen gözyaşları, yaralarını kanatır. Bırakın ağlamayı!”
Müezzinler minarelerde salâya başladılar. Bursa göklerini yanık sesler kapladı. Getirilen tekbirler, ciğerlere çekilen havayı ilâhîleştirdi. Bir zaman sonra dövünmeler dindi, ağlayışlar sustu. Şehitlik mertebesine erişen yiğitlerimiz için mevlitler okutuldu. Hemen bütün millet, gönüllü yazılmak, kara dinli kâfirden öç almak için, şubelerin önlerini doldurmaya başladı.
Setbaşı’nda bir evde, Huriye kız bir yanda, Döne Ana bir yanda, şükür namazına durmuşlar, biri ağası Ruşen için, biri oğulcuğu Ruşen, yerin göğün yaratıcısı ulu Tanrı’ma dua ediyorlardı. Artık Ruşen, makamların en yücesine ermiş, şehit ailesinin son şehidi olmuştu. Şehit babasının dileği, ak saçlı anasının muradı da bu değil miydi? İşte görklü Tanrı’m, dualarını kabul etmişti. Şehit karısı olan Döne Ana, şimdi de şehit anası olmuştu. Şehit kızı olan Huriye kız da öyle. O dahi şimdi, şehit olmuş bir ağabeye sahipti. Biliyordu ki, mahallede artık herkes onlara saygı dolu gözlerle bakacaktı.
Namaz sonu kapılarının çalındığını duydular. Huriye kız kapıya koştu.
— “Bir dakika, şimdi açıyorum!” dedi.
Gitti, kapının sürgüsünü çekti. Karşısında genç bir subayı görünce, içine bir şüphedir girdi. Yoksa ağabeyi şehit olmamış mıydı? Yüreğinin korkuyla dolduğunu, göğsünün hızla inip kalktığını hissetti.
Genç subay bekletmedi:
— “Korkulacak bir şey yoktur bacım. Sorup öğrendim. Ruşen kardeşimizin evi burasıdır dediler. Yola düştüm, varıp geldim. Size bir müjdemiz vardır!” dedi.
Huriye kızın yüreciği ferahladı. Yol gösterip, içeri buyur etti. Döne Ana’ya seslendi:
— “Davran anacığım, bir misafirimiz vardır.”
Döne Ana çabucak selam verip, namazını bitirdi. Kapıya çıktı. Baktı gördü ki, karşısında genç bir subay duruyor. Meraklandı:
— “Hayırdır evlat?” dedi, Ruşen’ini sordu.
Genç subay söylemiş, görelim ne demiş:
— “Hayırdır, anam! Size bir müjdemiz vardır. Oğlunuz Ruşen, şehitlik mertebesine ermiştir. Bizim dahi muradımız odur. Başınız sağ olsun, esen olasınız.”
Döne Ana söylemiş:
— “Vatan için, bin Ruşen’im olsa, şehit olmasını dileriz. Acımız vardır. Lakin vatan sağ olsun!”
Döne Ana’nın yüceliği, bu büyüklüğü karşısında genç subay Tarık Bey, eridiğini hissetti. Yılların yükünü omuzlarında taşıyan bu kadın, ne yüce bir Türk anasıydı, Osmanlı kadınıydı? Elle gelen düğün bayram deyip, acısını yüreğinde gizleyerek, besbelli, ellere duyurmuyordu. Şu ananın elini öpmek gerekir.
Tarık Bey, Döne Ana’nın ellerine vardı, alıp öptü. İzin isteyip ayrıldı. Bir dilekleri olursa, gelip karakoldan kendilerini aramalarını söyledi. Kalkıp yerinden doğruldu. Evden dışarı çıktı. Yol boyu, düşündü durdu. Ne günah işlemişti ki, görklü Tanrı’m, ona şehitliği çok görmüştü? Neden o dahi cephede değildi? Kara talihine yandı yakıldı. Utanmasa, belki de ağlayacaktı.
— “Çıkmadık canda umut vardır.” deyip sevindi. “Gün ola, harman ola. Sabreden derviş, muradına ermiş derler. Elbet bir gün sıra, bize de gelir. Kötü düşmana nice olduğumuzu göstermek gerekir. Görklü Tanrı’m, o günlerde bizi unutmasın. Âmin!” deyip karakola vardı.
Ruşen’in yavuklusu Emine, aydınlık günler ve dahi karanlık gecelerde hep ağlayıp, dövünüp durdu.
— “Oy başımın tacı, bahtımın yıldızı Ruşen’im. Oy evimin direği, bey babamın güveyi Ruşen’im. Hangi kara dinli kâfir oku sana değdi? De bana, söyle bana. Öcünü kimsede komayıp alayım. Oy benim kadersiz başım. Murada ermeden solan gülüm, aslan parçam, yiğidim oy! Oy Ruşen’im, oy!”
Anası duydu, işitti. Kalktı yerinden doğrulup geldi.
— “Anan sana kurban kızım. Bilirim, acın büyük. Ne çare ki, ulu Tanrı’mın yazdığı yazı bozulmaz. Bozarsa bile, ancak O bozar. Yazın kara yazılmış diye, bu dövünmek niye?” dediyse dahi, Emine ayıttı:
— “Ben dövünmeyeyim de kimler dövünsün? De bana anam? Ben saçımı başımı yolmayayım da kimler yolsun? Söyle bana ana..”
Durmadı. Saçını başını yolmaya başladı. Elbiselerini parça parça etti. Tepeden tırnağa siyahlara büründü. Oturup ağlayıp, günlerce yas etti. Ağıt düzdü.
— “Ruşen nam yiğidimizi yitirmişiz
Gördünüz mü kardeşler?
Yavru şahanımızı düşmana kaptırmışız
Duydunuz mu kardeşler?
Acım vardır, derdim vardır inilerim
Sordunuz mu kardeşler?
Başımın tacıydı, erimdi, özümdü
Bildiniz mi kardeşler?
Sorulacak hesabımız, alınacak öcümüz vardır
Dediniz mi kardeşler?”
Nice günler geldi geçti. Zaman her şeyi unutturur oldu. Lakin Emine bacım, Ruşen’ini unutamadı. Acıları bir türlü dinmek bilmiyor, gün geçtikçe artıyordu. Kara geceler boyu rüyâlarını dolduran Ruşen’di. Kırk birinci gün durup düşündü. Kalkıp yerinden doğruldu. Cepheye gidecekti.
O dahi cepheye gidecek, kara dinli kâfirden öcünü alacaktı. Karşı yatan kara dağlar kararınca, kara gecelerin birinde, sessizce yatağından kalktı. Kimseye bir şey sezdirmeden, evden dışarı çıktı. Emir Sultan derler ulu bir evliyanın türbesine vardı. Kendisine güvenlik, esenlik vermesi için görklü Tanrı’ya, adı güzel Muhammed’e dua kıldı. Gönlüne bir ferahlık doğdu. Kendisine güven geldi. Karanlık geceye aldırmadan yola koyuldu. Mudanya açıklarına gelindiğinde henüz şafak sökmekteydi. Oturup birazcık dinlenmek istedi. Kızılca tan yerine uzun uzun baktı. Ağlamaktan kızarmış gözleriyle kızıl tan arasında bir bağ aradı. Lakin düşündü ki bu bağ, saçma bir bağdır.
Nasıl saçma bir bağ olmasın Han’ım? Kızıl tan ağarınca, ortalık aydınlanır. Hemen her varlık, cümle yaratılmışlar mutluluğu tadarlar. Emine bacının kanlı gözleri, derin bir yaranın, sönmemiş bir gönül bağının ıstırabından başka neyi anlatır?
İleriden gelen kağnı gıcırtılarına, nal seslerine kulak verdi. Kulağını yere sürdü, kara yeri dinledi. Birtakım ayak sesleri duydu. Demek gelenler kalabalık bir kafileydi. Cepheye gidiyor olmalıydılar. Emine bacı yalvarsa, yakarsa, ayaklarına kapansa elbet onu dahi yanlarına alır, cepheye götürürlerdi.
Kalkıp yerinden doğruldu. Tozu dumana katan süvarileri gördü. Karşı varıp, önlerine çıktı.
Süvarilerden biri bağırdı:
— “Çekil yolumuzdan bre bacı! Görmez misin, acelemiz vardır? Ne istersin?”
Emine bacı, yolu tutmak, kapatmak istermiş gibi, kollarını yana açıp ayıttı:
— “Bre kardeşler, ağalar, beyler, paşalar! Beni de yanınıza alın. Cepheye götürün. Kara dinli kâfirden sorulacak hesabımız, alınacak öcümüz vardır.”
— “Belli bacım! Bırak yolumuzu! Öcünü biz alalım!”
Beklemediler, at sürüp yola devam ettiler.
Emine bacı ilktir erkek olmadığına kızıp köpürdü. Süvarilere öfkeyle baktı. Bir müddet arkalarından koştu. Yorulunca vazgeçti. Geriden gelecek kafileyi beklemeye başladı. Tekrar tekrar kara yere kulak verdi.
Kağnı gıcırtılarının ve dahi ayak seslerinin gittikçe yaklaştığını duydu. Yüreciğine tarifsiz bir sevinç doğdu. Kadınlı erkekli gelenler yaklaşınca, kalkıp yerinden doğruldu. Sordu:
— “Nereye böyle analar, babalar, bacılar, kardeşler? Yolunuz cepheye mi?”
Gelenler ayıttılar:
— “Cephe gerisinde görev aldık. Yolumuz buraya kadar.!
— “Ya, öyle mi?” dedi Emine bacı. “Öyle mi?”
— “Karının zoruna bak. Tabii öyledir!”
— “Deli mi bu? Cephede, o cehennem yerinde ne yapacak?”
— “Aklından zoru olmalı. Daha genç de, körpe de.”
Emine bacı söyledi:
— “Ne deliyim, ne aklımdan zorum var. Şahbazımı, koçlar koçumu yitirmişim. Kara dinli kâfire kaptırmışım. Ahdimiz vardır. Öcümüzü almayı dileriz.”
Bütün kafile, Emine bacının çevresine toplandılar. Sorup sorguladılar; kimdir, kimlerdendir diye. Onlar sordu, Emine bacı cevapladı. Emine bacı konuştukça, anlattıkça; onlar sustu. Emine bacıya hak verdiler. Lakin yapacak bir şeyleri yoktu. Birazdan geri döneceklerdi.
Kızıl gün kararmaya, karşı yatan kara dağlar görünmez olmaya başlayınca, kıyıya yanaşan Türk gemilerini gören Emine bacı, sahile vardı. Gelenlerle birlikte cephane yükledi. Karanlık basıp çökünceye kadar, durmaksızın çalıştı. Gelen gemiler işleri tamam olunca, fenerlerini yaktılar. Demir alıp suları yarmaya başladılar. Emine bacı, gemiden gemiye koştu. Uzun bir zaman sonra bakıp gördü. Gündüzün gelen kafile bile geri dönmüştür. Denizin kıyısında, kara gecenin koynunda, yapayalnız bir o kalmıştır. Kara talihine, kadersiz başına bir kere daha ağladı. Yorgunluktan ve dahi açlıktan sızıp kalmıştı. Uykusunda, ak saçlı, nur yüzlü bir ihtiyar, evliyâ olmalıdır, gelip onu uyandırdı. Seslendi:
— “Cepheye gitmek istemişsin. Bak, sana kırk yoldaş getirdim. Var muradını işle!”
Kimdir, nedir derken; ortalıktan kayboldu.
Emine bacı kalkıp yerinden doğruldu. Çevresinde baştan ayağa silahlanmış, kırk kızını, can yoldaşlarını gördü.
Sabırsızlandı. Hemen cepheye varmak diledi. O anda, kırk kız kanatlanıp, Emine bacıyı aralarına alarak, havalandılar. Marmara denizini aştılar, Kirte önlerine geldiler.
Kırk kızların başı ayıttı:
— “Bacımız, başımız!.. Şahbaz yiğidinin şehitlik şerbetini içtiği yer, burasıdır. Yavru şahanın burada, kara dinli kâfir erleriyle savaşmış, yüce Tanrı’sına ulaşmıştır.”
Emine bacı söylemiş:
— “Belli, bilirim!” dedi. “Biz dahi kara dinli kâfiri burada karşılamak, öcümüzü almak isteriz. Kozumuzu burada paylaşmalıyız. Ne dersiniz?”
Kırk kızlar bir ağızdan ayıttılar:
— “Güzel olan budur!”
İçlerinden biri ileri geçti. Kopuzunu eline alıp, çalıp söyledi:
— “Yiğit bacımız, şahbaz bacımız
Yoluna kurbandır bu canımız
Alınacak öcün varsa, bizim dahi vardır
Yüreğinde acın varsa, bizim dahi vardır
Lakin gamlanma, tasalanma
Tanrı yardımcımız olsun
Yarın adın sanın duyulup anılsın
Kor ateş olup düşmana yağmaz mıyız?
Yiğit biyemizin intikamını almaz mıyız?”
Sözü bu defa Emine bacı alıp söylemiş. Kırk kızlarına, can yoldaşlarına cevap vermiş:
— “ Bre kırk kızlarım, can yoldaşlarım
Yavru şahanımızın öcü alınacaktır
Gök tanık olsun, yer tanık olsun
Kelle koparılıp nam alınacaktır.”
Henüz kara gece ışımadı. Lakin düşman da uyandı. Tan ağaran çağda, gelinler, kızlar henüz kalkıp uyanınca, kara koç koyunlar, mor kuzular melemeye başlayınca, karşı yatan kara dağlar aydınlanınca, kara dinli kâfir topçuları ateşe başladı.
Kirte’yi savunan gazi dervişlerimiz, alp erenler, koçlarımız ve dahi koçaklarımız “Allah, Allah!” deyip, nara attılar, yerin göğün yaratıcısı görklü Tanrı’mdan yardım dilediler. Yerler, gökler inim inimi inledi. Ateş tufanı altında kalan savaş meydanı, cehennem yerine döndü. Hava, genzi yakan barut kokularıyla doldu. Kızıl güneş yükselip, zevale erişince, kara dinli kâfirler saldırıya geçtiler. Bütün siperlerde kanlı bir boğuşmadır başladı. Mermilerin sustuğu yerde, süngülere iş düştü. Süngülerin konuşmaz olduğu çağda, kavi bileklere iş düştü. Kara dinli kâfir Kitre önlerine gelip dayandı. İlk hatlarda bulunan hemen bütün gazi dervişlerimiz, alp erenlerimiz, koçlarımız, koçaklarımız şehitlik şerbetini içip, gök çadırın güvencesi olan görklü Tanrı’ma ulaştılar.
Emine bacı dahi savaştı. Aslanlar gibi dövüştü. Kırk kazları, can yoldaşları da onu yalnız bırakmadılar. Onlar dahi aslanlar gibi, kaplanlar gibi vuruştular. Kara dinli kâfirlerde öçlerini komayıp, yiğit beylerinin, yavru şahanlarının intikamını aldılar. Birçok siperlerimiz düştü. Kara dinli kâfir eline geçti.
Lakin Han’ım, hep biliriz. Osmanoğlu’na, şu sultan kullarına durmak olmaz. Vatan topraklarından çekilmek de ardır. Nice nice yiğitler kalkıp yerlerinden doğruldular. Kavil karar edip, siperlerimizi geriye almak için Kitre önlerine geldiler. Meydan kara dinli kâfir leşleri ve dahi şehit ve yaralılarımızla doluydu. Güç bela ilerleyip, siperlere vardılar. Kara gece gelip çökünce bile durmadılar. Yücelerden yüce Tanrı’mın, onları bugün için yarattığını, at saçlı analarının da bugün için doğurduğunu biliyorlardı. Onlar dahi cepheye bugün için gelmişlerdi. Sağ ve sol kanatlarımızın kumandanları, oturup konuştular. Kara gecede karşı hücuma geçmeyi kararlaştırdılar.
Meydan gümbür gümbür gümbürdedi. Yedi kat gökler ve dahi kara yer bile “Allah, Allah!” sesleriyle inledi. Hüseyin oğlu İsmail Onbaşı, ulu Tanrı’nın bugün için yarattığı gazi derviş, kavi kolları, güçlü bilekleri ile tamam elliye yakın kara dinli kâfiri boğazlayıp, canlarını cehenneme gönderdi. İleri hatlarda bulunan yiğitler yiğidi Hüsnü Onbaşı, takviye kuvvetlerimiz gelinceye kadar, kahramanca direndi. Kara dinli kâfirlere kan kusturdu. Çoğunu analarından doğduğuna pişman etti. Öcümüzü burunlarından fitil fitil getirdi.
Boğuşmanın en amansız, en zorlu yerinde, göğsüne değen bir mermi sonucu, şehitlik mertebesine erişti. İbrahim oğlu Ramazan derler bir koçak vardı. O dahi durmadı. Kara dinli kâfirin içlerine kadar ilerledi. Aslanlar gibi dövüşüp, kaplanlar gibi vuruştu. Süngüsünü bir İngiliz domuzuna saplayıp çıkaramayınca, bir başka İngiliz domuzunun gırtlağına sarılıp ayıttı:
— “Ya ben seni boğmaz mıyım? Ciğerini sökmez miyim? Anandan doğduğuna pişman olmaz mısın?”
Olanca gücü ile elleri arasındaki kâfir boğazını sıktıkça sıktı, canını cehenneme gönderdi. Bir başka kara dinli kâfir ona yetişti. Hep biliriz, bu kara dinli kâfir köpekleri kalleş olur, kancık olur. Arkadan kıyıcı olur. Şimdi dahi öyle yaptı. Varıp, İbrahim oğlu Ramazan’a yetişti. Sırtına süngüsünü sapladı. İbrahim oğlu Ramazan, “Yandım, Allah!” deyip, kuşça canını oracıkta teslim etti. Kara dinli kâfir gerilemeye, kendi siperlerinden bile çıkıp, gerisin geriye kaçmaya başladı.
Emine bacı ve dahi kırk kızları, can yoldaşları bile durmadı. “Vurun ha! Koman ha!” deyip, kara dinli kâfire yettikleri yerde kan kusturur oldular. Kara dinli kâfir erlerinden çoğunu yere serdiler, harman gibi yığdılar.
Lakin Han’ım, kaderin önüne geçilmez. Geçerse bile, bir ulu Tanrı’m geçer. Evveli, ahiri, başlangıcı, sonucu bir O bilir. Şehitlik defterini O tutar. Belli, Emine bacının dahi yazısını o yazmıştı. Kırk kızlarının önünde, kara dinli kâfir peşinde koşan Emine bacı da şehitlik şerbetini yudum yudum içti. Son sözleri: “Tanrı’ma şükürler olsun. Mutluyum, mesudum.” oldu. Hemen kırk kızları, can yoldaşı dahi, birer birer şehit oldular.
Kanlı boğuşmalar kesilince, Oyhanata’m koşup geldi. Şol Emine bacı ve dahi kırk kızlarının şehit olduğu yere vardı. Şehideler için, görklü Tanrı’ma dua kıldı. Baktı, gördü ki, bir büyük lalenin çevresinde, kırk küçük lale açılmıştır. İşi anlayıp, şah damarından kavradı. Yüreciği sevindi. Söyledi:
— “Bu mekân, evliyâlar yatağıdır.” dedi.
Koştu, vardı. Bu destanı düzüp, gazi dervişlere, alp erenlere anlattı, anlattı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder