Hasan Paşa’nın içi yanıyor, canı sıkılıyor, ne yapabilirim sorusuna bir türlü cevap bulamıyordu. Kendisini hiçbir zaman bu kadar çaresiz hissetmemişti. Asker kışlaya çekilip de hayat normale dönünce karakoldan ayrıldı. Güvendiği haber kaynaklarıyla görüşerek olup bitenleri öğrenmek, halkı dinlemek istiyordu. Olanları bilirse, olacaklar konusunda akıl yürütebilirdi.
Önce berbere gitti. Sakal tıraşı olurken eli yüzü, kılığı kıyafeti düzgün, orta yaşlı bir adam geldi. Tıraştan sonra arka odaya geçip orada epeyce uzun konuştular. Bu adam hem berberin akrabası hem de seraskerlikte görevli, önemli kararlara imza atan bir paşanın kardeşiydi.
Sonra berber ve akrabasıyla vedalaşıp sadece ekmek değil, çeşit çeşit pastalar börekler yapan Beşiktaş’ın en ünlü fırınına gitti. Hamurcuların ve pişirilmek üzere pasta börek hazırlayıcıların çalıştığı arka bölmeye geçti. Fırın sahibinin çalışanları gören geniş camlı odasına girdi. Köşede mangal, rafta kahve takımı, odada kahve kokusu vardı. Yaşlı adam hemen ayağa kalkıp Paşa’ya yer gösterdi. Selamlaşma, hâl hatır sorma, havadan sudan konuşma faslı kısa sürdü. Bu arada çalışanlardan bir hanım geldi, iki fincanlık kahve hazırlayıp cezveyi mangaldaki korun üzerine yerleştirdi. Az sonra da bol köpüklü orta şekerli kahvelerini ikram edip işinin başına döndü. Çalışanların çoğu, fırın sahibinin akrabalarıydı. İşlerini kusursuz yaparlar, saygıda, hizmette kusur etmezlerdi.
Paşanın dostu, fırın sahibi, yaşlı adamın eski mesleği gazetecilikti. Yıllar geçmiş, adamın gönlü gazetecilikten geçmemişti. Şimdi iki oğlu gazetecilik yapıyordu. Adamın şehirde, ülkede, dünyada yaşananlardan haberi oluyor, olanları doğru yorumluyordu. Oğulları, haberlerin yorumlanması konularında sık sık babalarının görüşlerine başvuruyorlardı. Kapılarını sıkı sıkıya kapalı tutarak fırıncı ve Paşa uzunca bir süre konuştular.
Hasan Paşa en son kıraathaneye uğradı. Mahalleden dostlarıyla çay içti. Kendisi pek konuşmadı, arada bir sorduğu sorularla “kulağı delik” diye tanımlanan dostlarını konuşturdu. Diğer masalarda bulunan insanları dinledi. İki farklı gazeteye göz attı. Akşam olmuş, yavaş yavaş karanlık inmeye başlamıştı. Kalktı, evine döndü.
Hacı Hanım, Hatice Gülnaz Hanım, kızları Şefika, yardımcıları İkbal, Hasan Paşa’yı merakla ve soran gözlerle girişte karşıladılar. Eve habersiz gelmeyişinden dolayı dün geceyi endişeli, uykusuz hatta korkuyla geçirmişlerdi. Henüz iki aylık oğulları Emin ortalıkta görünmüyordu. Olup bitenleri anlamadığı için karnı doyurulup, altı değiştirilince rahat rahat uyumaya başlamıştı. Emin, her akşam olduğu gibi bu akşam da babası gelinceye kadar uyanık kalamamıştı. Paşa’nın annesinden naklederek söylediklerine bakılırsa bebekken kendisi de uzun uzun uyurmuş. Emin de babasına çekmiş, uykucu olmuştu. “Olsun! Uyuya uyuya büyüyecek, babası gibi yiğit bir paşa olacak!” diyordu Hacı Hanım.
Bu akşam eve konuksuz döndüğüne göre yemek, selamlıkta değil, mutfağın bitişiğindeki odada aile ile birlikte yenecekti. Buna bütün aile sevinse de en çok kızı Şefika sevindi. Mutfakta yenen yemeklerde babasının sol yanına Şefika oturuyordu.
Sofrada kimse bir şey soramadı.
Yemekten sonra Paşa ve Hacı Hanım köşelerine çekilip kahvelerini içerlerken herkes Paşa’nın gözlerine bakıyordu. Dün gece nelerin olup bittiğini anlatmayacak mıydı? Tellalların kuşluk vaktinde haykıra haykıra duyurdukları haber doğru muydu? Sultan Abdülaziz artık sultan değil miydi? Neredeydi, sağlığı yerinde miydi? Kimse bir şey soramıyordu. Evde paşa babaya işiyle, dışarıyla, devletle ilgili sorular sorulamazdı. O dilerse, dilediği kadarını kendiliğinden anlatırdı.
Paşa tedirgindi. Yaşadıklarını, öğrendiklerini anlatmak içinden gelmiyordu. Hane halkı zaten üzgün görünüyordu, olanları anlatırsa büsbütün üzüleceklerdi. Çünkü bu evde Sultan Abdülaziz’i normal seven yoktu, herkes çok seviyordu. Emin, büyüyünce onun da çok seveceği kesindi.
Kahvesini içerken herkesin merakını az da olsa giderecek kadar, en kısa şekliyle anlatmaya karar verdi.
“Dün geceyi ben de sizin gibi bilinmezlikler içinde geçirdim.” dedi. “Sabah sizin duyduklarınızı ben de duydum. Ancak ortalık rahatlayınca her şeyi öğrenebildim. Maalesef duyulanlar doğrudur. Sultan Abdülaziz, velinimetimiz, hünkarımız artık sultan değildir. Dün gece donanma ve tüm askeriye harekete geçirilerek veliaht Murat harem dairesinden alınıp Seraskerliğe götürülmüş, orada hazır bulunan devletin üst düzey yetkilileri kendisine biat ettirilmiştir. Sultan Abdülaziz uykusundan uyandırılarak durum kendisine bildirilmiş, o da harem dairesinden alınarak Topkapı sarayına götürülmüş, orada bir direye yerleştirilmiştir. Sabaha karşı Murat tekrar saraya getirilerek Sultan Beşinci Murat adıyla tahta oturtulmuş, biat merasimi düzenlenmiştir. Gece uyandırılarak saraya çağırılan bütün vekiller, üst düzey yetkililer merasime katılarak Sultan Beşinci Murat’a biat etmişlerdir. Hemen ardından Sultan Abdülaziz’in şeyhülislam fetvasıyla ve halkın oyuyla tahttan indirildiği, yerine Sultan Beşinci Murat’ın geçirildiği top atışlarıyla, gazetelerle, tellallarla halka duyurulmuştur. Şükür ki hünkârımız hayattadır, sağlıklıdır. Kılına zarar gelmiş değildir.”
Hasan Paşa’nın bu sözlerinin ardından Hatice Gülnaz, Hacı Hanım ve yardımcıları İkbal ağlamaya başladılar. Şefika şaşırmış bir hâlde bir babasına bir ağlayanlara bakıyor, ne diyeceğini bilemeden öylece duruyordu. Sultan değiştirmek bu kadar kolay mıydı? Birden oluşuveren sessizliği hanımların hıçkırıkları, iç çekişleri daha da derinleştiriyordu.
Darbecilerin Sultan Abdülaziz’i saygısızca, hakaretler ederek alıp götürdüklerini, Topkapı Sarayı’nda Üçüncü Selim’in şehit edildiği daireye aç, susuz kapattıklarını söylememişti. Sultan’ın can korkusu içinde olduğunu, tahta oturan yeğeni Murat’a yazdığı pusulada, yerinin değiştirilerek can güvenliğinin sağlanması için yalvaran ifadeler kullandığını da söylememişti. Çünkü olayı ayrıntılı anlatmak hanımları daha çok üzmekten başka işe yaramayacaktı.
Darbeciler, Hasan Paşa ile tahttan indirdikleri Abdülaziz arasındaki karşılıklı güveni, sevgiyi, bağlılığı biliyorlardı. Alaylı Hasan Paşa’nın ne kadar gözü kara; cesur, atak, korkusuz, tehlikeye tereddütsüz atılabilen bir insan olduğunu da biliyorlardı. Beşiktaş Karakol Komutanı olarak kaldıkça her an bir çılgınlığa kalkışabilirdi. Adam zaten çılgınlıklar sonucu aldığı ödüller ve rütbelerle erlikten paşalığa kadar yükselmişti. Darbecilerin ilk icraatlarından biri, Hasan Paşa’nın görev yerini değiştirmek oldu. Paşa’yı Beşiktaş karakol komutanlığından alarak Fatih karakoluna verdiler. Böylece onu saraylar semtinden uzaklaştırmış oldular.
Hasan Paşa’nın önceki görevlerinde olduğu gibi Beşiktaş karakolundaki görevinde de adı hiçbir kötü olaya karışmamıştı. Yalandan, riyadan, haramdan uzak durmuştu. Rüşvet almamış, adam kayırmamıştı. Başarıdan başarıya koşarak ödüller almıştı. Böyle birisinin hiçbir gerekçe gösterilmeden, görevden alınması can sıkıcıydı, kolay hazmedilecek bir olay değildi. Paşa öfkelendi fakat belli etmedi. Babasından, hocasından aldıklarıyla, yaşadıklarından edindiği tecrübeyle düşündü, sakinledi, rahatladı.
Önemli olan devlete hizmetse, hizmetin yeri değil, kendisi önemliydi. Hizmetin yeri, bugün Beşiktaş, yarın Fatih, sonraki gün cephe olabilirdi. Devlet için en büyük, en güzel, en etkili hizmet şüphesiz cephe hizmetiydi. Hakkıyla yapılan cephe hizmetinin bir yanı gazilik, bir yanı şehitlikti. Gazilik güzeldi, şehitlik ondan daha güzeldi.
Hasan Paşa bu duygularla yeni karakol komutanına görevini devrederken semtle ilgili bazı önemli uyarılarda bulundu. Yıllardır beraber çalıştığı, büyük işler başardığı, tehlikeli anlar yaşadığı kişilerle özel olarak, diğer personelle genel anlamda vedalaştı. Halı seccadesi başta olmak üzere karakoldaki özel eşyalarını alıp her an hazırda bekleyen, gerektiğinde sokakları yıldırım hızıyla geçen iki kırat koşulu karakolun arabasıyla evine döndü. İki gün sonra kendisini sabah evinden alıp Fatih Karakoluna götürmesi için arabacıyı tembihledi. Paşa görev adamıydı, bir an önce yeni görevine başlayacaktı.
Üçüncü günün sabahında araba evinin kapısına gelmeden Hasan Paşa hazırlanmıştı.
Arabaya atlar atlamaz emretti:
“Fatih Karakoluna değil, seraskerliğe gidiyoruz!”
Arabacı şaşırdı. Emin olmak için kekeleyerek sordu:
“Komutanım, seraskerliğe mi dediniz?”
“Evet seraskerliğe! Hızlı!”
Hasan Paşa, fikir değiştirmiş Rusların kışkırtması ve desteğiyle Bulgar, Karadağ, Bosna Hersek bölgelerinde çıkan isyanları bastırmak üzere kurulan Çırpanlı Abdülkerim Nadir Paşa komutasındaki orduya katılma kararı almıştı. Devlete cephede hizmetin en değerli hizmet olduğuna bütün kalbiyle inanıyordu. Cepheye giderek hem hizmetin en değerlisini yapacak hem de İstanbul’dan uzaklaşmış olacaktı. Yıllar önce Çorum’dan ayrıldığı gün annesinin “Korkusuzluğundan korkuyorum!” deyişini hatırladı, kararı kesindi. Balkanlara gidecekti. Çoluk çocuğu önce Allah’a sonra aile dostlarına emanetti.
Hasan Paşa’nın karar değiştirmesine dün; 4 Haziran 1876 Pazar günü, Sultan Abdülaziz’e reva görülenler sebep olmuştu
Paşa’nın seraskerliğe müracaatı hemen ve memnuniyetle kabul edildi. Balkanlarda tecrübeli, cesur paşalara ihtiyaç vardı. Ertesi gün acil ulaştırma birliğinin başında erkenden yola çıktı. Yol uzundu, yolculuk tehlikeliydi. Pusuya düşmeden, önemli bir çatışmaya girmeden yolculuğu tamamladılar.
Hasan Paşa, “Niş Fırkası” adıyla ünlü birliğin başına geçti. Teskere bırakarak seraskerlikte göreve başladığı günlerden beri tanıdığı cephe komutanı Çırpanlı Abdülkerim Nadir Paşa’yla görüştü. Nadir Paşa subaylar arasındaki “alaylı mektepli” tartışmalarını sona erdirip birliği sağlamadan isyancılara karşı tam bir başarı elde edilemeyeceğine inanıyordu. Bu amaçla vatanseverliğinden, devlete bağlılığından şüphe etmediği, dürüstlüğünü Beşiktaş muhafızlığından bildiği Hasan Paşa’ya cephe komutanı olarak istediği subaylarla tekli ve toplu görüşme yetkisi verdi. Görüşmeler sırasında elde edilecek önemli bilgi, tespit ve kuşkular kendisine bildirilecek, birlikte gerekli tedbirler alınacaktı. Subaylar arasında sağlanacak birlik, askere de yansıyacak zafere giden yollar açılmış olacaktı.
Hasan Paşa kendi birliğinin subaylarından sonra diğer birliklerin subaylarıyla tanışma, bilgilenme toplantılarına devam etti. Subaylardan morali yüksek olan yok denecek kadar azdı. Vatan, millet, devlet konularında fikir birliği içinde değillerdi. Birliğin sağlanıp moralin yükseltilmesi için sözün Alparslan’ca, Yavuz Sultan Selim’ce kullanılması gerekirdi. Sonra da yoğunlaştırılmış bir eğitim ve korkuya değil inanca dayanan bir disiplin verilirse yeni Malazgirt ve Çaldıran zaferleri kazanılabilirdi.
Toplantılardan birinde mecbur kalmadıkça konuşmayan, konuştukça moral bozucu sözler söyleyen bir iki subay Hasan Paşa’nın dikkatinden kaçmadı. Hele de bir binbaşı vardı ki hiç güven vermiyor, sanki isyancıların adamıymış gibi bir tuhaf konuşuyordu. Örtülü olarak isyancıları haklı buluyor, devleti, devletin tayin ettiği yerel yöneticileri suçluyordu. Alaylı mektepli tartışmasını körükleyici sözler söylüyordu. Onun bu tavrı, duruşu, sözleri Hasan Paşa’nın içten içe öfkelenmesine sebep olmuştu. Eliyle göstererek sordu:
“Sen binbaşı! Adın nedir?”
Binbaşı ayağa kalktı.
“Salih’tir Paşam!”
“Memleket?”
“Nişliyim. Arnavut’um.”
“Nişli Arnavut Salih Binbaşı, benim söylediklerime kuşkuyla mı bakıyorsun? Askerimiz Bulgar, Sırp, Karadağ asilerinden daha güçlü değil midir? İsyancıları tepeleyip geçeceğine
Binbaşı Salih, suçüstü yakalanan insanlar gibi bozuldu, dağıldı, kızardı. Zorlama coşkuyla yüklenmiş, inandırıcılığı zayıf bir sesle konuştu:
“Olur mu Paşam, size inanıyorum. Ne söylüyorsanız, doğrudur. Devletimiz güçlüdür. Ordumuz güçlüdür. Asilere hak ettikleri cezalar elbette verilecektir.”
Hasan Paşa Nişli Salih Binbaşı’nın bu sözleri içten söylemediğini adeta görüyordu. Ona inanmadı. Bundan sonra gözü üzerinde olacaktı.
Sabah yoklaması sırasında Salih Binbaşı ile yirmi kadar erin ve erbaşın eksik olduğu Hasan Paşa’ya rapor edildi. Sorgulamalar sonucu anlaşıldı ki Salih Binbaşı epeyce zamandır, kafa karıştırıcı, mide bulandırıcı konuşmalar yapar dururmuş. Amacı kendisine bağlı taburla birlikte isyancılara katılmakmış. Bunu başaramayınca, gece nöbetçilerini de ayarlayarak yirmi askerle birlikte firar etmişti.
Salih Binbaşı ve beraberindeki askerler birkaç gün arandı, yakalanamadı. Çevreyi çok iyi bildikleri için izlerini çabucak kaybettirmişlerdi.
Nişli Salih ve beraberindekilerin aranmasına son verildi.
Yoğunlaştırılmış eğitimlere devam edildi.
Rusya’nın desteğiyle Osmanlıya başkaldıran Bulgar, Sırp ve Karadağlı isyancıların takip ve imha edilmesinde Hasan Paşa’nın birliği üzerine aldığı görevleri başarıyla yerine getirdi. İlk olarak Zibofçe’de önemli bir zafer kazandılar. Bu başarıdan dolayı birlik komutanı Hasan Paşa, üçüncü dereceden Osmanlı nişanıyla ödüllendirildi. Aynı birlik, 1876 yılının 17 – 24 Ağustos günleri arasında Sırplarla yapılan Aleksinac meydan savaşının ön saflarında çarpıştı. Savaşın zaferle sonuçlanmasında büyük pay sahibi oldu. Aleksinac Kalesine ilk giren askerler arasında Hasan Paşa ve onun askerleri vardı.
Hasan Paşa, Beşiktaş Karakolunda edindiği tecrübeyi de kullanarak sorumluluk bölgesinde halka zulmeden bütün çeteleri çökertti. Devlete başkaldıran silahlı asilere baş eğdirdi. Devlete itaati yeniden sağladı. Sessizliği, güveni hâkim kıldı.
Abdülkerim Nadir Paşa, eylül ayının ikinci günü yüksek rütbeli subayları karargâha çağırdı. Onlarla kısa bir bilgilendirme toplantısı yaptı. Telgrafla gelen habere göre sağlık nedenlerinden dolayı Sultan Beşinci Murat iki gün önce tahttan indirilmiş yerine kardeşi Abdülhamit Han geçirilmişti. Osmanlı Devleti’nin padişahı ve İslam ümmetinin halifesi İkinci Abdülhamit Han olmuştu. Nadir Paşa haberi yorumsuz verdi. “Devletimiz, milletimiz, ümmetimiz için hayırlı, uğurlu olsun!” diye kısa bir dua ile toplantıyı bitirdi. Subaylar, vakit kaybetmeden birliklerinin başına döndüler.
Haber, Hasan Paşa’dan başkasını fazla sarsmadı. Paşa sarsıldı, üzüldü, içten içe öfkelendi. Üç aylık bir saltanat için mi kıymışlardı Abdülaziz’e? Sultan Murat yalvarışlarla dolu mektuplarına rağmen niçin amcası Abdülaziz’i korumamıştı? Gerçi baş darbeci Hüseyin Avni Paşa’nın ve diğer birkaç darbecinin Çerkez Hasan diye tanınan biri tarafından cezaları kesilmişti. Abdülaziz’i çok seven gözü pek Çerkez Hasan tek başına toplantılarını basarak kurşun yağmuruna tutmuştu. Kaçıp saklanabilenler kurtulmuş diğerleri ölmüştü. Hiçbir intikam girişimi Sultan Abdülaziz’i geri getiremezdi. Hayatta kalan darbeciler yine istediklerini yapmaya devam ediyorlardı.
Bu arada Ruslar, Osmanlı Devleti’nin, Kars, Ardahan, Erzurum ve Batum gibi dağlarla çevrili, korunaklı doğal yapıya sahip şehirlerinde fazla asker bulundurmadığını öğrenmiş ve Kafkaslarda yeni bir cephe açmıştı. Bu cepheyle hem buradaki şehirleri kolayca işgal etmeyi hem de Osmanlı’nın Balkanlar cephesindeki gücünü zayıflatmayı amaçlamışlardı.
Havalar giderek soğumuş, kış kendini iyice hissettirmeye başlamış, Balkan dağları beyaz örtüyle kaplanmıştı. Kışın burada geçirilmesi, İstanbul’a dönüşün baharda gerçekleştirilmesi yönünde hazırlıklar yapılırken “acil” uyarısıyla gelen bir telgraf her şeyi değiştirdi. Telgrafta, Rusların Kafkaslarda açtığı cepheden söz ediliyor, Hasan Paşa’nın, kendisine bağlı birlikler ve diğer birliklerden bazılarıyla Kafkas cephesine intikali isteniyordu.
Hasan Paşa 20 Aralık 1876 tarihli telgraf emriyle Ardahan Askeri Fırka Komutanlığına atanmıştı. Acilen Ardahan’a intikalleri isteniyordu. Paşa’nın ve beraberinde yola çıkacak askeri birliklerin uzun uzadıya hazırlık yapmalarına zaman da gerek de yoktu. Onlar, her an çatışmaya ve sefere hazırdılar. Akşam erkenden yatıp sabah erken kalkarak vakitlice yola çıktılar.
---------

