Her gün evindeki sobasının başını, yahut tatlı bir rehavet ile meşbû olan yatağını terk ederek kahvehanelerin dumanlı havası içinde birkaç saatlik vakit geçirmek isteyen gençler; sabahın sinirlere mahmurluk aşılayan hafif ve serin rizgârlann karıştırdığı, kumral, siyah saçlarını hoş bir itinâ ile tanzim ederek sabah kahvesinin arkadaşlarının evlerinde içmeye giden genç kızlar, Gündüz Nene'nin zifiri karanlıklarında nişan veren kuzgunî siyah çehresini ve bunun etrafındaki beyaz, bir genç kız sinesi kadar beyaz fistanını görürler, tatlı bir ürkeklikle üslûpla konuşurlar, şakalaşırlardı...
Gündüz Nene, memleketin kölelerinden idi. Kölelerin çocuklarından değil... Binâenaleyh, ihtiyar olduğu anlaşılıyordu. Memleketin bütün ihtiyar ve genç beyleri, hatta bunların babalan ve dedeleri, hep Gündüz Nene'nin kollan arasında büyümüşler, hep bu parlak siyah bir renge mâlik olan zenci kadının himmeti ve gayreti ile meydana gelmişlerdi. O kadar ihtiyar olmasına rağmen bu hususta hiç bir emareye mâlik değildi. Yaşadığı senelerin adedini, hesabını şaşıran bu ihtiyar kadının çehresinde hiç bir buruşukluk görünüyordu...
Ağzında zaman zaman dökülen ince fakat süt gibi beyaz ve muntazaman dişler, bu siyah çehrenin arasında inci daneleri gibi arzı endam ediyor, asırlardan kalmış bir kalenin mermerden bina olunmuş fakat yıpranmamış duvarlarını andırıyordu..
Bu ağır vücudun pek eski bir tarih taşıdığı yalnız ayaklarıdan anlaşılırdı. Uzun, bitmek tükenmek bilmeyen senelerin her gün birer ikişer yığdıkları sıklette gittikçe zayıflayan bacaklar, artık hareket edemeyecek bir hâle gelmişlerdi. Gündüz Nene, en ziyâde onlarda şikâyet ederdi. Bunların, bu zafiyetini hiç beğenmiyor, ağır vücudunun altında sürüklenen bu iki ayağı, âdeta hiddet ediyordu. Fakat, bunun tek sebebi daha ziyâde, ihtiyarlığına birer canlı şahit olmalarındandı. Zira, Gündüz Nene, katiyyen ihtiyarlamak istemiyor. Hayatın önüne serdiği sefalet levhalarıdan kendine mahsusu bir lezzet bularak, derin ve aşılmaz bir ümidin, hoş cazip bir emelin saadetlerle mâli neticesini görmek, ondan sonra bu beyazlan sararmış gözlerini kâinata kapamak istiyordu.
Gündüz Nene, beyaz insanların fildişi kırmak için gittikleri o uzak memleketlerin evlâtlarındandı.
Afrika'nın fildişi sahillerinde, o muazzam ormanların kenarlarındaki zenci köyleri bir zamanlar Avrupalı köle tacirlerinin en ziyâde saldırdıktan yerlerdi. Ormanlardaki hayvanlarından, topraklarındaki madenlerinde velhasıl, her türlü tabii mahsulâtından istifâde ettikleri bir memleketin insanlarını da, cebren alır, başka memleketlere de bir hayvan gibi satar, para kazanırlardı. Gündüz Nene, güneşin insan kafasına kızgın taçlar geçirdiği bir memleketten henüz pek küçük iken çalınmıştı... O, aradan büyük bir asır, belki daha fazla bir zaman geçtiği halde, bu vakayı katiyen unutmaz; onu, her an, ibâdet etmeye mahsus mevhum bir kıble gibi kalbinin en derin hücrelerine saklardı. Kızgın, sıcak günlerin birisinden sonra, yine aynı yelsengîz bir sıcaklık ile giren bir gece; Gündüz Nene'nin kalbine saklanan kılbenin siyah bir çerçevesiydi. işte, bu zifiri karanlıklar içinde, kulübenin sazlardan örme kapısı yıkılmış, parlak bir ziya her tarafı aydın etmişti. Babası ile anası hemen bu nâgehanı baskın üzerine oklarına saldırmışlardı. Fakat o saniyede küçük zencinin kulaklarını yırtan iki tiz seda herşeyi bitirmiş, bütün ümitleri kırılmıştı.... Zenci kız, biraz sonra kollan olduğu halde, kulübenin kapısından çıkarken, parlak ziyanın altında, anasıyla babasının kanlar içinde çırpıntılarından başka bir şey görmemişti...
Uzun hayatının ilk düğümü olan bu nokta. İşte Gündüz Nene'nin kalbinin en derin hücrelerine yerleşen emellerin temeliydi. Artık, ondan sonrasını tamamen hatırlar; fakat, ehemmiyet vermez, düşünmek bile istemezdi. Onu, uzun zaman bir geminin anbarında bağlı tutmuşlar, döğmüşler; nihayet, minâneleri, camileri, evleri bol bir kasabaya getirmişler; başka birine satmışlardı.. Burası, "Mısır" idi. Bu küçük zenci kızı, Mısır'ın büyük konaklarından kırbaçlar altında terbiye edilmiş, senelerce buralarda kalmış, elden ele geçmişti. Fakat, günün birinde, nasıl bir sebep -burasını o da bilmiyordu- onu bu memlekete kadar atmıştı. Konaklarda genç kızlar, saraylılar, onun, zifiri geceleri utandıracak keskin parlaklığıyla her tarafa ziya veren gülüşü, hiddetinden kudurtacak kadar kuzgunî siyah olan yüzünden kinaye olmak üzere, ona, "Gündüz" ismini vermişlerdi. Zaman değişmiş; artık, kölelerin yaptığı hizmetlerle, kendilerine ait olan masrafların tekabül etmediği anlaşılmış; yavaş yavaş bu ticaret terk edilmeye başlanmışa. işte bu vakit, Gündüz Nene yine konaklarda tanıdığı bir "beyaz" ile evlenerek hürriyetini eline almıştı. Bu tarihten bugün, tam altmış sekiz sene geçmişti. İzdivacından on bir sene sonra kocası ölmüştü. Nihayet Gündüz Nene, yine konaklara devama başlamış, maişetini oradaki hizmetinden çıkarmaya çalışmıştı. Bu da kim bilir ne kadar sürdü... Zaman oldu o konakların kapılan da, Gündüz Nene'nin yüzüne kapandı. Fakat o, bunlardan mütessir olmuyordu. Zira, kalbinin derinliklerine sakladığı emel, artık bu topraklarda, hayatinin mahvettiği bu yabancı yerlerde yaşamak ümidini alıyordu. Sanki, anasının, beyazın kurşunu ile delinen bağn kendine açılıyor; bir siyah, fakat safel, kendisini oraya, o taşlarından, topraklarından yeni bir hayat bulmak ihtimâlini beslediği o memkelete davet ediyordu. Bu pek eski ve pek kuvvetli arzu kökleştikçe, Gündüz Nene'nin kalbinde tamir kabul etmez, tedavi imkânı muhal bir daüssıla hâlini alıyordu.
Gündüz Nene, kendi memleketinin buraya ne kadar uzak olduğunu öğrenmişti. Şimdi para toplayacak; bir gün, hiç kimsenin haberi olmadan şimendifere, ondan sonra vapura binecek, anasının babasının kanlar içinde çırpındıkları o kulübenin kenarında, kendi kendisine ağlayacak, ağlacak, ağlayacak... Sonra tâlinin bu acayip cilvesinin mükâfatını Allah'tan isteyecekti...
Zavallı kadın; bu emeli müzeheb hülyâlarının fiile gelebilmesi için kim bilir ne kadar çalışmışta? Kahvehanelerde, camilerin kapılan önünde, beylerin, paşaların konaklarında kim bilir ne kadar dilencilik etmişti?
Artık zayıflamıştı. Memleketin bütün küçük çocuklarını bilir, sever, şakalaşırdı. Onların o vıltilarından, onlann her türlü hareketinden en ziyâde anlayan o idi...
Bir küçük çocuk onun gözlerinin önüne, o karanlık gecenin tüyler ürperten fâciasını getirdi.
Gündüz Nene'nin yüzünü görmeyeli beş sene oluyor. Bugün memleketimden aldığım bir mektup, bu ihtiyar zenci kadının vefat ettiğini bildiriyor ve:
- "Azizim", diyor. "Gündüz Nene iki gün evvel öldü. Hem de sokaktaki çamurlu taşlar üstünde... Üzerinde bulunan kemerde seksen yedi adet altın, birkaç frank bulundu."
Gözlerinden yuvarlanan iki damla yaş ile, ağzından gayri ihtiyari şu cümleler fırlamıştı: "Zavallı Gündüz Nene..." Acaba, o kıymetli emelin, erbâb-ı sahibesi, feri uçmuş gözlerini kâinata ne gibi hissiyatın tesiriyle kapamıştı, ölümün kucağına atilıncaya kadar, yeis-i galibane pençeleşen bu zenci kadını, bu insaniyetin, medeniyetin düşüncelerine hicap fırtınalı salıyorken gölgesi, ne kadar hürmet edilecek bir seciyeye malikdi...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder