Bir kez kalp krizini yenen yazarın gönlünü hoş tutmaya çalışıyorlardı ama o Nisan ayının tam ortasında kanserden öldü.
O sırada, hastanede onun yanında hemşireden başka kimse yoktu. Hemşire nasıl olduysa yazarı tanıyordu. Hikayelerini okumuştu. Başka hastalardan daha fazla onun yanında bulunuyordu. Ağzından bir söz çıkar da bir isteği olur mu diye kendini parçalıyordu.
Ona sorduğu son soru şu oldu:
— Karınız
geldi, içeri girsin mi?
Yazar başını salladı ancak gözlerini kapıdan ayırmadı.
Çocukları
geldiğinde çoktan ebedi âleme göçmüştü. Aile mensupları çok ağlayıp sızladılar.
Babaları yalnız yazar olduğu için değil; babaları olarak da heykeli dikilmeye
layık büyük adamdı. Tabutu omuzlara alınarak mezarlığa doğru yol aldı. Yazarın
mermer kaide üzerine konulan büstü ılık toprağın üstünde, bütün dertlerden
kurtulduğu için mutlu bir ifadeyle gülümsüyordu. Karşısında toplananların
tamamı göz yaşı dökerek mezarına çiçek
demetleri koyuyorlardı. Her gün sevenleri mezarını ziyarete geliyordu. Yazdığı
eserleri ezberleyip kendi aralarında tartışırlardı. Dertli yazılar yazardı.
Kendisi de dertler alıp götürdü.
Bir
gün mezarının yanında çok sayıda mektup bulundu. Onları getiren kimse iç çekerek oraya
bıraktı:
— Size
yazdığım ancak göndermediğim mektuplarım, dedi.
Ölenle
ölünmüyor. Günler geçtikçe insanlar bu kara haberi unuttular. Aylar geçti,
sevenleri başka kitaplar okumaya başladılar. Yıl geçti, ailesi de her zamanki
arzuları ve meşgaleleri ile zaman geçirir oldular. Yalnız o kimse onun mezarını
her günü ziyaret etmeye, yazar için dua etmeye devam etti. Elinden onun
kitapları düşmezdi. Yazdığı bütün eserleri ezberlemişti. Yazarın ruhu da bunun
farkına varmıştı ki düşlerinde onu sık sık ziyaret ederdi.
Yazarın
doğumunun altmışıncı yılı sanat sarayının muhteşem salonunda kutlandı. Yazar
buraya çok gelmişti: Önce hevesli bir okuyucu olarak gelmiş, sonra sıkı bir
kitap okuyucusu olarak gelmiş, daha
sonra ise kalemi güçlü bir yazar olmuştu. Aradan yıllar geçtikten sonra kürsüye
çıkıp sanat hakkında kendi fikirlerini ortaya koymuştu. İlk kitabının tanıtım toplantısı da burada
olmuştu. Lakin o zaman geçtikçe şöhrete,
alkışlara, insanların mevkiine gösterdiği
saygıya önem vermez olmuştu. Edebiyat çevrelerinden uzakta, huzurlu bir
köşede, sakin bir ortamda eser vermeye başladı. Yalnızlıkta yazdığı eserler i
insanlar çok sevdi. Ona uzaktan, yakından mektuplar gelirdi. Mektuplar içinde
onu yazmaya davet edenler çoğunluktaydı ancak onlar arasında biri hepsinden
değerliydi.
…
Bugün
hayranlarının böyle mektuplarını alıp getiren karısı söz sırasının kendisine
verilmesini heyecanla bekliyordu. Kocaman salon şairler, kocasının hayranları,
kendi kararlarıyla kendilerine onu “üstad” kabul eden takipçileriyle dolmuştu.
Çocukları da ön sırada babalarını anan sanat erbabının anma merasimine
gösterdiği itibardan memnun olarak gururla oturuyorlardı.
— Rahmeti
eşim edebiyat için hayatını bağışlamıştı, dedi kendisine söz sırası gelen
yazarın karısı ve dergilerin röportajlarında söylenen o ezberlenmiş cümleleri
tekrar etmeye başladı.
— Ailesini
de ihmal etmezdi. Geceleri sabahlara kadar yazdığı romanları bugün halk severek
okuyor. Evet, böyle zamanlarda hep yanındaydım. Kitapları önce kendim alıp
okurdum. Başarılı ve eksik taraflarını ona açıkça söylerdim. Şimdi ise
kütüphanesine elimi sürdüğüm yok. El yazısıyla yazdıkları çalışma masasında
duruyor. Sanki bir gün kapıyı açıp gelecekmiş, yarım kalan hikayesini
tamamlayacakmış gibi bir his var içimde…
Bundan
sonra kadın yazarın hayranlarının mektuplarından satırlar okudu. Alkışlar yankılanırken
gözleri yaşarıp yerine döndü. Nerde, bu itibar, bu saygı sağlığında
gösterilseydi diye hayal kurdu. O zaman daha iyi yaşamaları mümkün olur muydu?
Bir
ara kapının yanındaki koltukta oturan hüzünlü bir kadını gördü. Kadın da ona bakıyordu lakin gözlerini
ondan saklıyor gibiydi. Başörtüsü ile sanki yüzünün kendisinden tarafını
gizlemişti. Yazarın karısı kızardı. Yüreğinin bir köşesini sıkıntı basmış,
huzursuz olmuştu. Biraz derin derin nefes alıp tekrar anma programını takip
etmeye devam etti. Programı takip ederken hayatının bir kısmı sinema sahneleri
gibi gözlerinin önünden geçmeye başladı.
***
— Bu
yazdıklarının bir kuruşluk bile faydası yok! -Kadın öfkeyle dünkü yazdığı
müsveddelerin üstüne pat diye vurdu.- Sen de başkaları gibi çocuklar için bir
ev yaptırsam, araba alsam, karımı başka ülkelerde gezdirsem demiyorsun! Tek
bildiğin kitap, tek yaptığın kitap yazmak!
Kadın
düzgünce yerleştirilmiş kütüphaneye dönüp elini öfkeyle kaldırdı:
— Bunlar
yemek, ekmek olur mu? Yazarlar Birliği’ne üye değilsin. Senden genç olanlar
çoktan üye oldu. Hatta senin yetiştirdiğin adamlar bugün toplantılarda
şiirlerini okuyup en başta oturuyorlar.
— Onu
ben yetiştirmedim, diye aldırış etmeden cevap verdi yazar.
— Evimize
gelmemiş miydi? Kitabına takdim yazısı yazdırmamış mıydı? Orada ilk kitabı mı çıkacaktı ne? Bak şimdi
Yazarlar Birliği’ne üye olup seni arkasında, tozunda bıraktı.
— Allah
şans versin.
— Sen
de belgelerini ver be adam! Neden Dorman’dan yazarlara tahsis edilen
yazlıklardan birini almıyorsun? Yazarlara verilen imkanlardan faydalanmıyorsun?
El alem yalnız bir tane şiir yazıp pahalı arabalar alıyor. Bugüne kadar kaç tane kitap
yazdın? Yedi kitap!
Kocasının
cevabını beklemeden yine söylenmeye devam etti:
— Kaç
tanesi basıldı? Sadece iki tanesi. Onların telif hakkını, mükafatını aldın mı?
Yok. Neymiş efendim, para için yazmıyormuş. O zaman bunları yazmanın ne gereği
var? Üzerinde çalıştığın roman için keşki düzgün aylık ödeseler.
Yazar,
bu sözleri dinlemek yerine başını üzerinde çalıştığı kağıtlara eğip yazdığı
cümleleri sildi, yeniden yazmaya başladı.
— Biraz sesini kes. Elimdeki işi bitireyim.
— Önce
sorduklarıma cevap ver!
Yazar,
çaresiz başını kağıttan kaldırdı.
— Ben
ev almak, araba almak için yazmıyorum. Sen beni hiç anlamıyorsun. Eğer o
maksatla yazmış olsaydım… Hayır, bunu düşünmek bile istemiyorum. Kocaman bir
ev, araba mutlaka ihtiyaç dersen yarından tezi yok Rusya’ya giderim. Üç-dört
yıl amelelik yapıp o parayı kazanırım. Lakin asla, bir daha söylüyorum, asla
satırlarından yağ akan türden eserler yazmam, beni anladın mı?
Kocasının
arada sırada yaşanan sinirlendiği anlardan birinin ateşinin alevlenmeye
başladığını fark eden kadın sesini çıkarmadı. Bu seferki kalp krizi onu
korkutmuştu. Nihayet, çocukları daha küçücüktü. Kocası daha orta yaşlardaydı.
Vakti geldiğinde o kocaman ev de olurdu. Elindeki havluyu sallayıp mutfağa
gitti.
Yazar
o gece uyuyamadı. Yazamadı da. Elektronik postasından haber bekliyordu. O
haberler ona ilham verdiği için bugün onlara çok ihtiyacı vardı. Arada sırada
gelen bu mesajlara cevap yazmazdı. Öyle bile olsa mesajların ardı arkası
kesilmezdi. Böyle gerekli olduğu
anlarda, ihtiyaç duyduğu anlarda elektronik posta kutusundaki yeni mesaj her
zamanki haliyle bir umut ışığı gibi parlardı.
“Değerli
Yazarım,
Sizin
“Canlı İnsan” adlı hikayenizi yakında edebi dergilerden birinde okudum. O benim
yüreğime merhem oldu. Bendeki iki kitabınızda o hikaye yoktu. Elimdeki
kitaplarınız bir yana o hikaye bir yana. Romana denk bir hikaye olmuş. Baş
kahramanında sanki kendimi gördüm.
Biliyor
musunuz, ben de etrafıma bakarak acaba canlı insanlar var mı diye gözetliyorum.
Çoğu zaman göremiyorum. Etraftakilerin hepsinin kalpleri sönmüş gibi.
Sizin
canlı insan olduğunuzdan şüphem yok. Sizinle hiç sohbet etmemiş olsam da siz
benim en yakın dostumsunuz. Lütfen, yine böyle canlı hikayeler yazmaya devam
edin. Size bu yolda dayanma gücü ve şans diliyorum.
Saygılarımla.
Â.”
Yazar,
“Canlı İnsan” hikayesini düşündü. Çok defa reddedilmiş, sonunda yeni basılmıştı.
Onu yazıncaya kadar bir hafta işe gidemediğini, odasından çıkmadığını,
karşılığında uyarı aldığını, karısının da çocukları peşine takıp evi terk
ettiğini hatırladı. Onların da suçu yoktu. Ne yapsınlar, dergiye her hafta
makaleler, çoluk çocuğa ise ilgi gerek. Nihayetinde onlar da canlı insanlar…
Sonunda
o mektuba cevap yazmaya karar verdi:
“Değerli
Â.
Mektuplarınızı
her zaman okuyorum… Onlar bana sanat için kanat veriyor. bazen yazmayı
bırakayım diyorum ve sizden ‘yeni hikayeler bekliyorum’ diye haber geliyor.
Yine yazmak istiyorum…”
Yazar,
çok uzun yazdı. Bütün kaygılarını, ızdıraplarını da ekleyerek yazdı. Nasıl
rahatladığını, gönlündeki gamın nasıl silinip gittiğini hissederek yazdı.
Mesajı gönderdiğinde tan ağarmıştı. Gözlerini yumup bir nefes aldığında
elektronik postasında yeni bir haber gördü. Mektup, mektuplara eklendi.
Bir
gün yazarın karısı çalışma masasının tozunu silerken açık kalan bilgisayarında
“ting” edip gelen yeni mesajı gördü. Bir sürü mesajın çoğu bir kişiden, “Â.”
dan gelmişti.
“Değerli
Yazarım,
Yeni
romanınızda olayların kısaca akış planını göndermişsiniz. Biliyor musunuz,
romanın baş kahramanı olan kadının geçmişi hakkında bir itirazım oldu.
Öncelikle kocası ölünce kendini kitaplara veren olan bu kadını çok güzel tasvir
etmişsiniz.
Bana
göre, kendini düşünen kocasından ayrılan kadın sönmüş demektir. Özellikle gün
boyu kitaplarla dertleşiyorsa… Çok da mutlu yaşamıyordur. Onu beğenen erkek,
önce dış görünüşüne değil iç dünyasına aşık olmalı.
Bir
görüşte sevmek inanılacak şey değil. Bu konuda biraz düşünün.
Eğer
isterseniz kadının ruhi çizgilerini çizmede size yardım edebilirim.
Daha
önce de söylediğim gibi, ben sizin devam ettiğiniz kütüphanede çalışıyorum.
Sizi orada çok gördüm. Belki siz beni tanımazsınız. Bu sefer kendimi tanıtıp
yeni eseriniz için yardımcı olmak isterim.
Fikirlerimi
dikkate aldığınız için teşekkür ederim.
Saygılarımla.
Â.”
Kadın,
yeni gelen bu mesajı sildi. Sonra rahatlamış vaziyette mutfağa geçip hayallere
dalmış halde yemek yiyen kocasına baktı. Önceki günlerde olduğu gibi düşkün
halde değildi, gözleri parlıyordu. Demek ki… Sebebi belli.
— Ben
biraz ablamgile gidip geleceğim.
— Hayır
mı? diye sordu kocası.
— Evet,
pek keyfi yokmuş.
Kadın
sokağa çıktı. Kocasının her zaman gittiği kütüphane şu taraftaydı. Tatil
günlerinde binaya gelen giden olmazdı ama bekçiden adı “Â.” ile başlayan çalışanları sordu. Orada bu
tarife uygun sadece “Âmine” adında bir kadın çalışıyordu. Bekçinin de yalnız
kalmaktan canı sıkılıyor olmalı ki kadının bütün sorularına üşenmeden cevap
verdi. Âmine’nin kocasının öldüğünü, uzun yıllardan beri burada çalıştığını,
çocuğu olmadığını, çok kitap okuduğunu hatta öğle yemeklerinde her zaman ne
yediğini de…
Ertesi
sabah kütüphanenin kapısı açılır açılmaz kadın salondaydı. Kitap okuyanlara
hizmet veren Âmine, karşısında ona nefretle bakan kadını görünce korktu:
— Ya
bugün buradaki işinden ayrılıp kocama mesaj yazmayı bırakırsın, yahut bağırıp
çağırır seni herkesin içinde rezil ederim.
“Â.”
adlı kadın titreyerek etrafa baktı. Kütüphanenin salonu Kitap okuyanlarla doluydu,
ilerde kütüphane müdürü çalışanlara bir şeyler söylüyordu, meslektaşı kadınlar
hiç durmadan yeni gelen kitapları yerleştiriyorlardı. Küçücük cüssesi iyice
küçüldü. Zoraki:
— Olur,
diye fısıldadı.
— Yarın
burada gölgeni görmeyeceğim, kocama da göz dikip bakma!
Kadın
hırıldayarak ona doğru eğildi. Sonra mağrur bir edayla salondan ayrıldı.
Âmine,
gerçekten de kütüphanedeki işinden ayrıldı. Yazar ise yine önceki düşkün ve
ezik haline döndü. Kadın, kocasının yalnız kendisine kalmasından gurur duydu.
Bir süre sonra yazarın yeni romanı basıldı. Kitabın ilk sayfasında “Değerli
dostum Â.’ye ithaf ediyorum.” yazılı satırları gören kadının keyfi kaçtı.
Kocası ise ona bu hususta hiçbir bilgi vermedi; bir şeyler sorar gibi bakan
karısına dönüp iç çekti sadece.
Tuhaf.
Âmine bu kitabı alıp okumuş mudur acaba?
***
Geçmişten
kalan hatıraların anlatılması bittiğinde anma gecesi de sona erdi. Yazarın
karısı ve çocuklarını saygı ile uğurladılar. Yazarın büyük boy bir portresinin
asıldığı duvara hemen başka bir sanatçının portresi asıldı. Gümbürdeyen
alkışlar, tantanalı sözler, elden ele gezen kitaplar arasında yalnız bir kişi
–programı pencere önünden takip eden küçük cüsseli kadın– kendini iyice bitkin
hissediyordu. O binayı terk ederken bir kez geriye dönüp baktı:
“Değerli
Yazarım… Bence burada canlı insan yok. Yine kim bilir…” diye fısıldadı.
Elindeki
okunmaktan yaprakları buruşmuş kitabını bağrına basıp metroya bindi.
2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder