Haziran öğle sıcağının gözleri kamaştırdığı bir sırada, kır saçlı, kara kuru bir adam, burnuna inen gözlüklerini düzeltirken;
- Buna da şükür! dedi. Kolay değil yaşadığımız günlerin değerini bilmek. Hani ne demiştin? Şu Romanyalı için İstanbul’da gece gündüz dolaşmış mı, ne?
- Evet, öyle!
- Dolaşır, dolaşır… Dolaşır ya, biz öylelerine deli gözüyle bakarız. Lâkin kazın ayağı öyle değil.
Bu sıcakta kendisini ilgiyle, bıkmadan dinleyenleri bir kere daha süzdü. Besbelli, o cehennemde geçirdiği günleri düşündü. Hâlbuki birçoklarımız onun cehennem dediğine, işçi cenneti gözüyle bakarız. Radyolarımız bu cennetten, televizyonlarımız da bilmem kaçıncı kuruluş yıldönümlerinden söz eder, ballandırır durur değil mi?
- On yıl kadar önce, doğup büyüdüğüm baba yurdumu görmeyi düşündüm. Keşke düşünmez olaydım. Üzüldüğümü sanıyorsunuz. Evet, öyle. Üzülmek ne kelime? O gün bu gündür, bir bıçağın keskin ucu, şu zavallı yüreğime batıp duruyor. Gittim, gördüm. Her şey bıraktığımız gibi yerli yerinde. Ama değişen bir şeyler var. Çıplak gözle, düşünmeyen bir beyinle bunu anlamak çok güç. Hele anlatabilmek.
Arabamız, Balkan Dağları’nın kuzey eteklerinden geçerek, birdenbire Tuna düzlüğüne iniverdi. İşte doğduğum şehir, çocukluk hatıralarımın her köşe bucakta karşıma boy boy çıkıverdiği Eskicuma! Yanımda oralı öğretmenlerden dayıoğlum Yaşareviç. Şüphesiz, şu anda benimle olmaktan büyük bir mutluluk duyuyor. Bu, her halinden belli. Durmadan konuşuyor, anlatıyor, anlatıyor. Fakat ben, düşünüyorum. Fakat soramıyorum. Ah diyorum, bir fırsatını yakalasam, sözün ucunu bir elime geçirsem. Umarım Yaşareviç, uykuların kaçar.
Yol bir uçtan diğer uca, yemyeşil Tuna düzlüğünü kesiyordu. Yolun her iki yanında sanki dalları Tuna suyuna erişmek, orada bir şeyler aramak ister gibi duran söğütler. Yeşilin en güzeli, göğün saf mavisi ile kucaklaşmak ister gibi. Kuşlar, bana göre, gurbet türkülerinden birini bitirip, diğerine başlıyorlar. Karşıda sınırları belli, bir şeyden ürkmüşler gibi görünen, birbirine sokulmuş bağlar, küçük, şipşirin bahçeler… Aralarında bizim bağ da var. Bilmem beni gördüğüne sevinmiş miydi?
- Yaşareviç, dedim, bunlar kimin? Devletin mi?
Sözün ucundaki gururla omuzlarını çekti, doğruldu. Gözlerinin içi gülüyordu.
- Öyle sanıyorsunuz, değil mi?
- Sorduğuma cevap ver.
Yaşareviç’i kolladım. Yol boyu konuştukça, arada sırada diğer yolculara bakıyor, bizi dinleyip dinlemediklerini anlamak istiyordu. Bu kere öyle yapmadı. Kendisinden emin, korkusuzca söyledi:
- Bunlar, avukatların, doktorların, öğretmenlerin be yoldaş.
- Bakımlı, güzel bağlar! dedim.
Sordum. Sözün ucunu elime geçirmiştim.
- Seninki hangisi?
Gözleri buğulandı. Sağına soluna baktı.
- Benimki, benimki… dedi, benimki yok!
- Niçin? Sen de öğretmen değil misin?
Biraz daha ürkek ve alçak sesle:
- Ama onlar, dedi, partinin önderleri, ileri gelenleri.
- Hani ya eşitlik?
Sustu. Karşılık vermedi. Kulak kabarttım. Yolcuları dinledim. Konuşmalarını kesmişler, bizi dinlemeye çalışıyorlardı. Konuş anlamında Yaşareviç’i dürttüm.
- Arada sırada dinlenmek önderlerimizin hakkı, dedi. Üzümler eridiğinde, meyveler olgunlaştığında, kız kızan burada olurlar. Yöremize şenlik verirler.
Arabamız durdu, indik. Yaşareviç, büyük bir sıkıntıdan kurtulmanın ümidiyle, hızlı hızlı yürümeye başladı. Hoş, zaten ben de sözün ucunu bırakacaktım. Artık anlar gibi olmuştum. Nerdeyse yirmi yılı geçiyor. Şehir meydanlarında dinlediğim kızıl yoldaşlar, boşa atıp doluya konmuşlar. Ne güzel anlatıyorlardı. Herkes eşit biçimde mal mülk sahibi olacak. O zamanlar acaba diyordum ya, şimdi gözlerimle gördüm. Tahtıravallinin büyük ucunda devlet, öbür ucunda önderler. Kalkıp iniyorlar, kalkıp iniyorlar…
Akşam konu komşu geldi eve. Beni görüp dinlemeye mi, dinleyip anlama mı, bir türlü söküp çıkaramadım. Baktım, “Türkiye” dedikçe, sözümü kestiler.
- Kalın sağlıcakla, dediler, biz gidelim artık. Vakit geç oldu.
Bilmem, belki yol yorgunu olduğuma verdiler. Ama onca yolu tepip gelen oğlumun gözlerinde bile yorgunluk belirtisi yoktu.
Herkes gitti. El ayak çekilince, bize ayrılan odaya girdik. Odanın konforu fena sayılmazdı. Birbirine paralel duran iki duvarı kaplayan divanlarda yatacaktık.
Oğlum Arif:
- Baba be, dedi. Güzel yerlermiş buraları. Niçin bırakıp geldiniz Türkiye’ye?
Hiç düşünmeden karşılık verdim.
- Biz, hürriyeti kovaladık oğlum, dedim. Onu orada, Türkiye’de bulduk. Hem sen akıllısın. Adın bile Arif. Etrafına bak, anlamaya çalış. Sorunun karşılığını, ama gerçekten acıtan yüzünü, daha doğrusu bir bıçağın keskin ucunu her yerde göreceksin. İlk günümüz fena geçti sayılmaz. Görün… Sanki eski tanışlarımız konuşmayı unutmuşlar değil mi?
Birbirimize iyi geceler dileyerek, duvara karşı döndük. Oğlum uyumuştu ama, ben sabahı zor ettim.
Yaşareviç geldi. İyi sabahlar dileyerek, bizi sabah çorbasına çağırdı. Kaşığım tarhana çorbasına daldıkça, memleketimi, benim korkusuz insanlarımı düşündüm.
Eskicuma pırıl pırıldı. Hele Şumnu… Tertemiz. Sokaklarına bal dök, bal yala. Fakat öyle güzel, akıllara durgunluk verecek işbölümü yapmışlar ki, sorma! Çöpçülerle lağımcılar arasında Türk kadınlarından ve Çingenelerden başka tek Bulgar’a denk gelmezsiniz. Camilerde namaz kılmak serbest, ama namaz kılanla karşılaşmak zor.
Bakın bir olay anlatayım. Korkunun ne demek olduğunu anlayasınız. Yaşareviç’in bir dostunun sünnetine gidecektik. Bizim oğlan gün boyu sabırsızlandı. Habire eteğimi çekiştirdi.
Eskicuma pırıl pırıldı. Hele Şumnu… Tertemiz. Sokaklarına bal dök, bal yala. Fakat öyle güzel, akıllara durgunluk verecek işbölümü yapmışlar ki, sorma! Çöpçülerle lağımcılar arasında Türk kadınlarından ve Çingenelerden başka tek Bulgar’a denk gelmezsiniz. Camilerde namaz kılmak serbest, ama namaz kılanla karşılaşmak zor.
Bakın bir olay anlatayım. Korkunun ne demek olduğunu anlayasınız. Yaşareviç’in bir dostunun sünnetine gidecektik. Bizim oğlan gün boyu sabırsızlandı. Habire eteğimi çekiştirdi.
- Hadi be baba, dedi durdu. Daha gitmeyecek miyiz?
Önce günün kavuşmasını bekledik. Sonra el ayağın çekilmesini gözledik. Saat yirmi üçte beklediğimiz araba geldi. Gürültü etmeden, yavaş hareketlerle arabaya yerleştik. Şoför kontak açtı, yürüdük. İki yanı ağaçlarla kapalı bir yolda ilerlemeye başladık. Az sonra yol genişledi. Ağaçlar seyrekleşmeye başladı. Önümüzde giden bir başka arabanın farlarını gördüm. Ansızın bir tavşana çarptı ama hiç durmadı. Hatta birdenbire hızını artırdı, gerili yaydan bırakılan ok gibi fırladı, gitti.
- Yaşareviç, dedim, tavşanı gördün mü?
O telâşlı fakat kendinden emin bir şekilde geriye baktı. Besbelli yolu kolladı. Başkaları var mı diye anlamak istedi. Tavşana yaklaşınca kapıyı açtı, eğilip hızla içeriye çekti. Zavallı tavşan! Henüz can çekişiyordu. Hemen oracıkta, arabanın içinde tulum çıkardık. Tavşanı derisinden ayırdık. Bir güzel beledik, sakladık.
Yaşareviç terliyordu.
Çocuklara:
- Vardığımız yerde ağız boşluğu etmeyesiniz. Oldu mu kızım Zarife, canım Arif? dedi.
Sünnet evine vardık. Bizden başka üç beş kişi daha vardı. Hüsmen Emmi’nin neredeyse kendi boyuna erişen büyük oğlu ile daha yerden kıçını kesmeyen küçük oğlu sünnet edilecekti. İhtiyar sünnetçi bizi görüp irkildi. Hüsmen Emmi, soran gözlerle Yaşareviç’e baktı. Az fakat öz konuşarak anlaştık. Korkulacak bir şeyin olmadığı meydana çıktı.
İhtiyar sünnetçi, kendisinden beklemediğim bir çabuklulukla işini bitirdi. Büyük oğlan yatağa yatırıldı, küçüğü kundağına belendi.
İşimiz bitti, geri döndük. Ortalıkta in cin top oynuyordu. Avlu kapıda dost sesiyle bizi Karabaş karşıladı. Çocuklar yorgunluktan olmalı, hemen içeri koştular. Karabaş, onların arkası sıra seğirtti. Tam içeri girecektim ki, Yaşareviç’in beklediğini gördüm. Döndüm. Gözlerinde bir hüzün gölgelendi. O, beklemedi, konuştu.
- Halamın oğlu, dedi. İlk geldiğin günü hatırlıyor musun? Hani bana, senin bağın nerede diye sormuştun? Nasıl oldu da anlayamadın? Doğrusu çıkaramadım. Nedense eşitliğin bize sağladığı biricik kazancı göremedin.
Durdu, yeniden ortalığı dinledi.
- Biz, dedi, birer makine robotuz, halamın oğlu. Kurulduğumuz biçimde çözülürüz. Her şeye rağmen geleneklerimize bağlıyız. Önderlerimiz de bunu anlamış olmalı. Baksana eşitliğin bize sağladığı ne? Şimdiye kadar kimin kapısının önünde bir Karabaş gördün ha, söyler misin?
- Yanılmayasın Yaşareviç, dedim. Karabaş, sizin kapınızda onlar adına çalışmasın? Girene çıkana havlayıp, haber vermesin?
İçeri girdik. Dış kapının önünden, yavaş fakat hararetle Bulgarca konuşarak geçen ayak sesleri duyduk.
Bir gece daha bitti. Bir bıçağın keskin ucu, yüreğime daha beter batar oldu.
Arif’le Zarife, sabahın alacasında, çarşıya sıraya girip fırıncıdan ekmek almaya gitmişlerdi. Geciktiler. Bir olay mı oldu, ne? Hâlâ dönmediler.
- Yaşareviç, dedim, gitsem, çocuklara baksam…
O, seslenmedi. Karabaş’ın şamatasına aldırmadan çarşıya vardım. Fırında uzun bir kuyruk gördüm. Gürültücü olmayan, sessiz, çıt çıkmayan bir kuyruk. Ne adam kayırma, ne adam önüne geçme var. Kuyruğun önünde Zarife duruyordu. Yanı başında, fakat kuyruğun dışında benim Arif, anne tavuğun hareketlerini kollayan bir yarka gibiydi.
İhtiyar, kalın kaşlı, kırarmış saçlı fırıncı, Zarife’nin uzattığı ekmek fişlerini inceledi. Önündekilerden birini eliyle Zarife’ye itti. Sonra eğildi. Dolaptan bir bayat ekmek çıkardı, verdi.
Arif, ileri atıldı.
- Ne demek oluyor bu? dedi.
İhtiyar fırıncı irkildi. Türkçe sese doğru eğildi.
Arif konuşuyordu:
- Sen kimi kandırıyorsun? Bayat ekmeği almayız biz. Dün satsaydın ya!
Kuyrukta bir oynama oldu. Herkes öne doğru eğildi. Kimileri anladığı bu sese kulak veriyor, kimileri bir şiire benzeyen, fakat anlamını çözemedikleri, nece olduğunu bilemedikleri bu konuşmaya kulak kabartıyordu.
Arif yeniden diretti:
- Ne demek oluyor bu?
Zarife’ye çıkıştı.
- Şuna bak! Ne güzel yerleştirmişsin fileye o bayat ekmeği?
Zarife, bir eliyle fileyi sıkıca tutuyor, diğeriyle Arif’i itiyordu. İhtiyar fırıncı tam bu sırada, herkesin şaşkın bakışları içinde, derin bir ah çekti. Durmadı, Arif’i bileğinden yakaladı. Güleç bir yüzle;
- Seni gidi İstanbullu, seni! dedi.
Arif öfkelendi, silkelendi. Bileğini ihtiyar fırıncının elinden söküp kurtardı.
Yanaşmadım. Bakalım dedim, şimdi ne olacak? Bu işin sonu nasıl bitecek?
İhtiyar fırıncı;
- Gel buraya, biraz bekle! dedi Zarife’ye.
Bir yandan sırası gelenlere ekmeklerini veriyor, bir yandan da gülümseyen bakışlarıyla Arif’in gönlünü almak istiyordu.
Kuyruk bitti. Herkes evine döndü. Fırının önünde yalnızca Arif ve Zarife kalmıştı. Yaklaştım. İhtiyar fırıncı, bayat, biraz da yanıkça olan ekmeği geri aldı, tazesiyle değiştirdi. Arif’in saçlarını okşarken;
- Ah, İstanbul ah! dedi. Güzelim hürriyet, ah!
Beni gördü. Arif’le olan bağımı anladı.
- Ne tatlı oğlunuz var, dedi. Fakat bunca insanın içinde kapitalizmin ahlâksızlığını sergiledi.
- Yanlışın var, diyecek oldum, vazgeçtim.
Yolda;
- Neden öyle yaptın oğlum? dedim.
Arif, omuzlarını çekti.
- Hiç! dedi. O tavşan bayat ekmekle yenir mi?
İkimiz de gülüştük. Zarife korku dolu gözleriyle bizi izledi.
Hikâyenin burasında, kır saçlı, kar kuru adam, tekrar burnuna inen gözlüklerini düzeltti. Göz ucuyla saatine baktı.
- Başınızı ağrıttım, dedi. Beni bağışlarsınız umarım. Sıram geldi. İzmir’e gideceğim.
Hep birlikte;
Hep birlikte;
- Yok! dedik. Ne güzel anlatıyorsun. Hele biraz daha lâflasak.
Düşündü. Gözleriyle beni süzdü. Sanki sen anlarsın demek ister gibiydi.
- Bizimkiler, dedi, çok fena! Zaman mı azdı, ne? Elin gâvuru İstanbul derken, ah hürriyet derken, Şumnu papazı Andon, kilisede emekli olmadan elli beşinci yılını doldururken, bizimkiler şaşırmış mı, ne? İzmir’in duvarlarına bir yafta asmışlar. “Türk askerini arkadan vur, Rus askerine selâm dur!”
Gözleri buğulanır gibi oldu. Bu kere, hepimizin yüreğinde kederli bir “vay” belirdi. Bu kere, bir bıçağın keskin ucunu, hepimiz yüreğimizde duyar gibi olduk.
Bir bıçağın keskin ucu yüreğimizde!
Bir bıçağın keskin ucu…
Bir bıçağın!
Temmuz 1980, Bağarası.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder