19 Mart 2025 Çarşamba

Ömer Seyfeddin - Teselli

 

Batıdan gelen büyük düz yolun tâ ağzındaki taş konak, ziyaretçisi olmayan bir türbe gibi sakindi. Yeşil boyalı demir kapısının aralığına yaslanmış ak sakallı, garip, üzgün bir komutan yardımcısı; yere, karmakarışık serseri izlere bakarak düşünüyordu. Kapakları örtülü ıssız pencerelerin arkasında sanki derin, duyulmaz bir matem feryadı gizliydi. Beş hafta evvelki bozgunun şehri dolduran yaralıları, kuskunsuz atlar, aç katırlar, kırık arabalar, topallayan askerler, kalkansız süvariler, tolgasız yeniçeriler, mızraksız sipâhîler; yüksek, beyaz duvarlara, geçici bir gölge kâbusu halinde, mahzun akislerini bir an sürüyorlar, sonra titreyerek, siliniveriyorlardı.

                Bu türbede yatan ölü, Erzurum kumandanı İskender Paşa idi. Haftalardan beri, tozlu bir sanduka içi gibi karanlık odasında, dizlerini acıtan seccadeye kapanmış, yapayalnız oturuyordu. Sebebini bilmediği bir huzur ile salâtü selam çekerek beklediği, geç kalan Azrail'di. İşte tam otuz gün... Daima kulağında bir ayak sesi işitir gibi olur, genç kâhyasını çağırırdı:

— Fâzıl!

— Efendim.

— Bir gelen mi var?

— Hayır efendim.

— ....

Sadık genç, araladığı kapıyı çekince, yine birden kararan sanduka sessizliği içinde, İskender Paşa, sakince ibadetine başlardı. Artık dünyaya dair hiçbir ümidi kalmamıştı. İstediği yalnız bir iman selametiydi. Gerçi korkak bir adam değildi. Ama muhakkak bir ölümü her gün, her saat, her dakika, hatta her saniye beklemek... Onun cesaretini kırmış, sinirlerini zayıflatmıştı. Evet, ya kafası kesilecek, ya boğulacaktı! Düşündükçe, ensesinde soğuk bir satırın belirgin bir şekilde temasını duyar gibi oluyordu. Bu belirgin temas silinirken karşısına kendi boğuk hayali gelirdi: Gözleri patlamış, kavuğu bir tarafa yuvarlanmış, boynu yağlı bir kement ile sıkılmış, ayağından pabuçları çıkmış, ipek kuşağı çözülmüş, karanlık, köpüklü ağzından siyah dili sarkmış bir naaş... İskender Paşa'nın yerde sürünen ölüsü!

                Titrer, gözlerini oğuşturur, yine salâtü selamlarını çekmeye başlardı. Yakın geleceğinin bu canlı hatırası o kadar bariz, o kadar kuvvetliydi ki... Çocukluğunun saf hayallerini süsleyen cennet bahçelerini, hûri, gılman alaylarını, Tûba ağacını, Sırat köprüsünü şimdi düşünemiyordu bile... Zihni durmuştu. Sinirleri, beyni pek yorgundu. Yemek yiyemiyordu. Boğazına kurşundan bir yumruk tıkanmıştı. Yalnız ara sıra su içerdi. Abdestini tazelemeye kalktığı zamanlar dizleri çözülüyor, gözlerinde karanlık, kırmızı benekler uçuşuyordu. Bazen sedirin üstüne uzanıp dalınca, korkunç, muzip rüyalarla uyanırdı. Ölümden sonrası havsalasına sığamıyor, yok olup gitme düşüncesi gibi birdenbire kararıyordu. En büyük hakikat işte, gözünün önünden ayrılmayan, şu kendi boğuk hayaliydi! Evet, hiçbir ümit, hiçbir kurtuluş ümidi yoktu. Kabahati pek büyüktü. Zamanın Süleyman'ı, Türk bayrağını, Viyana surlarına doğru dalgalandırırken... Er meydanlarında beraber şan aldığı birçok arkadaşları, bahtiyar beylerbeyleri, en asil düşmanları önlerinde dize getirirken, o kıymetsiz bir türedinin pususuna düşmüş, perişan olmuştu: Şah'ın oğlu İsmail Mirza, hile ile Erciş'e girmiş, kaleyi yıkmış, kale muhafızı, padişahın o kadar sevdiği cihan pehlivanı İbrahim'in başını kestirmiş, sonra Ahlat ahalisini bin düzenle kandırmış, "vire" ile şehri terke davet etmişti. Sözde zavallılar serbestçe çekilip gideceklerdi. Hâlbuki İsmail Mirzâ haini, daha kalenin kapılarından çıkar çıkmaz hepsini, çoluk çocuk, kadın, ihtiyar... Hepsini doğramış, bir tek cana olsun aman vermemişti. Bu canavar katili cezalandıracakken, o, acemi bir asker dalgınlığı ile aleyhine kurulan pusuya yuvarlanmıştı. Yanında en namdâr kahramanlar; Trabzon, Malatya, Bozok, Karahisar Beyleri şehit düşmüştü. Biga Sancak Beyi Mahmud Bey gibi zarif, değerli, şair bir adamla sağ ve sol cenah ağaları esir olmuşlar, ihtimal ki kesilmişlerdi de... Kendi, nasılsa kurtulmuştu! Bu bir mucize idi. Ama keşke kurtulmasaydı. Beklenilmeyen bir ölüm kadar ehemmiyetsiz ne olabilirdi? Fakat bu ölüm beklenildiği zaman ne müthişti!

                İskender Paşa, yine ayak sesleri işitti:

— Fâzıl!

— Efendim.

— Bir gelen mi var?

Kâhya, kapının aralığından cevap verdi:

— Birkaç subay gelmiş efendim.

— Defterdara gönder, onunla konuşsunlar.

— Başüstüne efendim.

Bir aydır her şeyi defterdarına bırakmış, "Bizim artık dünya gâilesi ile uğraşacak vaktimiz kalmadı. Tövbe zamanımızdır." demişti. Hâlbuki bozuk ordunun erzakını, intizâmını, zapt ü raptını temin edemeyen defterdar, yine ara sıra subayları kumandana yollamaya mecbur oluyordu. Efendilerinin akıbetini tıpkı kendisi gibi apaçık bir ümitsizlikle bekleyen kapı halkı, artık onu taciz etmiyorlardı. Herkes kendi başının çaresine düşmüştü. İçinde Azrail beklenilen bu boş konağın mezar havasını hiçbir ses bozmuyordu. Vakit vakit esen serin, hiddetli bir rüzgâr, duvarlara çarparak çatılardan süzülüyor, tenha sofalarda cinler top oynuyordu.

                Fakat İskender Paşa, bir gün seccadesinin üstünde, iki büklüm, tarikate giren bir derviş tevekkülüyle, muhakkak ölümünü unutmak istedi. O an mazisini hatırladı. Pek gençken Hüsrev Paşa'nın yanındaki silahşörlüğü, sonra kapıcıbaşılığı, daha sonra çavuşluğu hayalinden geçti. Orta defterdarı iken evlenmişti. Karısı, çocukları... Çocukları daha pek küçüktü. Şimdi acaba neredeydiler? Ne olacaklardı! Bir vakitler Van kalesinin fethinde gösterdiği yararlıklarla nasıl padişahın gözüne girmişti! Bu tehlikeli kalede yüksek rütbeli kumandanlardan başka kimse kalmaya cesaret edemiyordu. Kendi isteyerek kalmış, kaç defalar düşmanı bozmuştu. Sonra kumandan olduğu Erzurum havâlisinde de nâmı düşmanları titretmiyor muydu? Lâkin işte nasılsa bir tedbirsizlik etmişti. Padişahın bu sınır boyuna gönderdiği yeniçerilerle yüksek rütbeli kumandanlar olan maiyetine "Kışın Erzurum kalesinde çok adam barınamaz" diye izin vermişti. Mirza İsmail'in zuhûrunu hiç düşünmemişti. Elinin altındaki asker pek azdı. Hemen yalnız yüksek rütbeli kumandanlar ile kapı halkından asker pek azdı. Sonra, Mirza ile karşılazmazdan bir gece evvel gördüğü o rüya... İşte hatırlıyordu: Kendi siyah at üstünde, dar, çalılık bir yoldan giderken, önüne bir yılan çıkmıştı. Bu yılan, iki çatal dilini ona çıkarıyor, çalıların arasına kaçıyordu. Atından atlıyor, koşuyor, onu tutuyordu. Ama tutar tutmaz elleri kan içinde kalmıştı. Artık yılan filan yoktu. Sabahleyin yanına gelen rütbeliler ile bilginlere bunu anlatmış, biri:

— Yılan tutmak zehir tutmaktır. Üzüntü ve sıkıntının görünüşüdür, demiş,

İhtiyar bir hoca da:

— Şahoğlu galiba üzerinize geliyor. İnşallah onu tutacaksınız... diye tabir etmişti.

                İşte o, bu hayırlı tabire inanmış, Mirza'nın kendini aldatmak için ileri sürdüğü iki alayını görünce, sabrını, kararını, aklını, muhakemesini kaybederek üzerlerine atılmıştı. Gerçi sonra arkasını kaleye verdi. Saatlerce dövüştü. Altında oniki at öldü. Cenk meydanında gece oluncaya kadar, tek başına kalıncaya kadar vuruştu. Fakat harp, yalnız cesaret miydi? Asıl tedbir lazımdı. Tedbirli, büyük padişah, sınıra o kadar asker tayin etmişken, o, bu hareketin hikmetini anlamamış, birçoğuna izin vererek evlerine göndermişti. Kabahatı büyüktü!.. Affolunamayacak derecede büyüktü! Bu kabahati ancak ölüm temizleyebilirdi...

                Yine ölümünü düşünmeye başladı. Evet, artık İstanbul'dan çıkan cellâtla subaylar ihtimal çok yaklaşmış olmalılardı. Kazaya rızâdan başka ne çare vardı? Yavaş yavaş doğruldu. Odasının hiç aydınlatmadığı karanlığına gözleri alışıktı. Geniş sediri, köşede duran abdest leğe, ibriğini görüyordu. Pencerenin kapakları etrafında ziyâdan ince çizgiler parlıyordu. Kalktı. Ve titreyerek, dolabın rafındaki küçük testiden birkaç yudum su içti... Sonra sedire uzandı. Kâhyasını çağırdı:

— Fâzıl!

— Efendim.

— Gel içeri.

Uzun, dar cübbeli, bodur endamlı delikanlı girdi:

— Buyurunuz efendim?

— Fermanımızı getirenlerin buraya pek yaklaştıkları bana malum oldu. Sen hep yola bak. Bekle. Yolda atlıları görünce hemen gel, haber ver. Eğer uyuyorsam uyandır, abdest alayım. Namaza durayım. Ben tahiyyatta otururken, cellât, aldığı emri yapsın. Subaylara söyle. Vasiyetim budur. Ben hiçbirini görmeyeyim. Anladın mı oğlum?

— Anladım efendim.

Delikanlı hıçkırıyordu. İskender Paşa gözlerini kapadı. Kâhya dışarı çıkınca odanın eski tabut sessizliği, sabahsız bir bela gecesi gibi yine karardı.

                Bir gün, akşama doğru, bu asık suratlı karanlıkta, İskender Paşa, tövbe, istiğfar ederken kâhya kapıdan içeri girdi. Ağzını açamadı:

— ...

— Ne var, oğlum?

— ...

— Söylesene...

— ... Geliyorlar!

Kimlerin geldiğini sormaya hacet yoktu. Biliyordu.

— Pekâlâ, dedi. Vasiyetimi aynıyla yerine getir... Sakın namazımı fazla bozmasınlar. Ne emir aldılarsa yapsınlar. Ben Allah'la beraberim.

Delikanlı velinimetinin ellerini tuttu. Ağlayarak öpmeye başladı:

— Bana hakkınızı helal ediniz efendim.

— Helal olsun oğlum, inşallah muradına erersin. Sakın bana laf söyletme... Haydi, şimdi şu pencerelerin kapaklarını aç.

Ağlayan kâhya, haftalarca örtülü kapakları açtı. İçeriye çiy aydınlık boşandı. Uzaktan, kaldırdıkları toz duman önünde birtakım süvariler koşuşuyordu. Paşa'nın zaten abdesti vardı. Kıbleye doğru serilmiş seccadesinde ayağa kalktı. Başını sağa çevirdi. Açılan pencerelere baktı. Bu mavi göğü, bu beyaz bulutları artık son defa görüyordu. Zayıf ellerini kulaklarına götürdü; dünyaya, mâsivâya dair aklında ne varsa unutmak için bir daha kendini zorladı. İçinden "Allah'la beraber olayım!" dedi. Sureleri okuyor, rükûa, secdeye varıyordu. İki rekât kıldıktan sonra tekrar namaza durdu. Hem okuyor, hem istemeyerek nal sesleri, kılıç şakırtıları duyuyordu.

 ... Yukarı çıkıyorlardı!

En hafif bir pıtırtı, dimağında gürültülü akislerle büyüyordu. Kahyasının fısıldayan sesini bir nâra gibi işitti. Vasiyetini onlara söylüyordu:

— Sakın namazını bozmayın.

— Olur, olur.

— Ne emir almış iseniz hemen yapın.

— Peki, peki!

— İşte burada! Gelin...

Arkasındaki kapı açıldı. Vücudunu yakarak damarlarından hızla çekilen bütün kanlarının tıkanmış göğsüne biriktiğini hissetti. Boğulacaktı. Nefes alamıyordu. Tahiyyatta oturuyordu. "Eşhedü enlâ..." derken dizinin üstünde taş kesilen sağ elinin şahadet parmağını kaldırmak istedi. Şuurunun son gayretini sarfetti. Kaldıramadı. Kuvveti yoktu. Ettehiyyâtın aşağısını okuyamadı. Çeneleri kilitlendi. Gözleri kararıyordu. Kalbi durdu. Hatta titreyemedi. Fakat... Hani? Tekrar çarpmaya başlayan kalbiyle zehirli bir ateş bütün vücuduna yayıldı. Her tarafı yanıyordu. Düşecekti. Düşmeden en son bir gayretle selam verdi:

— Esselâmü aleyküm ve rahmetullah...

Soluna da döndü. Sonra, hiçbir tarafa bakmadan gözlerini kapadı:

— Ne duruyorsunuz, haydi!

Diye son nefesini çıkardı.

— …

— Size kıymetli bir yazıyla padişahımızın ihsanları var, paşam!

— …

Tanımadığı bir ses!... Başını arkaya çevirip, yalın kılıç yahut elinde kemendiyle yağız bir ifrit görecek yerde, kırmızı esvaplı, şal kuşaklı, sırma entarili dört çavuş gördü. Birisi kucağında kundak gibi büyük, sırmalı bir bohça tutuyordu. İkincisinin elinde altın bir kılıç... Üçüncüsüne göz attı, murassâ bir topuz... Dördüncü çavuş yürüdü. Yanına yaklaştı. Diz çöktü. Elinde tuttuğu kırmızı torbayı öptü. Başına koydu. Sonra ona uzattı. Kılıçla kement görmeyen paşa şaşırmıştı. Kendisine uzatılan torbayı dalgın bir acelecilikle kaptı. Hızla öptü. Başına koydu, mumu kopardı, açtı. Padişahının yazısını tanıdı:

                "... İki cihanda yüzün ak olsun. Şahoğlu askeriyle senin dengin değildi. Ancak kendini gösterdin. Ve kahramanlıkta kusurun olmadı. Allah’ın yardımı ve yenilgi Allah’ın takdirine bağlıdır. Hatırın hoş tutasın..."

                Gözlerine inanamadı. Sevincinden ölecekti. Padişah, eski kahramanlıklarını anlatıyor, uğradığı yenilgi felaketi için teselli veriyor, üzülmesin diye kendisine bir kaftan, bir altın kılıç, bir mücevherlerle süslü topuz armağan ettiğini yazıyordu. Bu yüce teselli mektubunu, bu adil, bu büyük, bu mukaddes kıymetli yazıyı bitirince, İskender Paşa, o kadar hafifledi ki... Tüy gibi ayağa kalktı. Uzun boyu çelik bir sütun kadar dimdikti. Sararmış yanakları hemen kızardı. İri mavi gözlerinde bir hayat alevi tutuştu. Çavuşta öteki vezirlerin de mektupları vardı. Onları da aldı. Birer birer açtı. Göz gezdirdi. Hepsi padişahın emriyle onu teselli ediyorlardı. Sırma bohçayı, altın kılıcı, süslü topuzu sedirin üstüne bıraktırdı.

                Kâhyasına:

— Fâzıl, ağaları bir odaya yerleştir. Rahat etsinler, yarın kendileriyle konuşuruz, dedi.

Yerlere eğilerek kendini selamlayan süslü çavuşların arkasından kâhyası da dışarı çıktı. İki dakika evvelki cansız İskender Paşa, ansızın dirilmişti. Yalnız kalınca gülümsedi. Gerindi. Esnedi. Yavaş yavaş sedire doğru yürüdü. Bohçayı açtı. Düğmeleri elmastan, ağır, sırmalı, parlak kırmızı bir kaftan... Uzandı, kılıcı eline aldı. Sapıyla kını som altındandı. Çekti, sol elinin başparmağı ile namlu demirini yokladı. Sonra başını aydınlık pencereye çevirdi. Ufukta, yolun tâ sonunda yarım batmış güneş, tıpkı yaklaşılmış bir cennet kapısı gibi duruyordu. Baktı, baktı: bu yücekapının içinde, padişahın yazısında hareketinden bahsettiği büyük orduyu ince mızraklarıyla, bayraklarıyla görüyor gibi oldu. Bu ordu, mert Turan'ın ortasındaki şımarık İran'a adalet nurları saçacaktı. Bütün tüyleri ürperdi. Sevinçten, heyecandan gözleri yaşardı. İşte, yarın, şüphesiz kendisi de... Onlarla beraber kendisi de, şimdi elinde tuttuğu şu altın saplı keskin kılıcı hak uğrunda, hakikat uğrunda sallayacaktı!

Yeni Mecmua, 25 Ekim 1917


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Ömer Seyfeddin - Gizli Mabed