12 Temmuz 2024 Cuma

Aşık Murat Çobanoğlu - Türkiye'm Cennet Gibidir

 


Kıymetini bilen bilsin
Türkiye'm cennet gibidir
Kötü bakanlar kör olsun
Türkiye'm cennet gibidir

Milli birlik beraberlik
Çok şükür getirdi dirlik
Varlığımız egemenlik
Türkiye'm cennet gibidir

Tabiatı cana değer
Her görenler başın eğer
Edirne'den Kars'a kadar
Türkiye'm cennet gibidir

Aynı beden aynı başız
Aynı gözüz aynı kaşız
Türkler hepimiz kardaşız
Türkiye'm cennet gibidir

Çobanoğlu etti destan
Canım kurban sana vatan
Ayağın basamaz düşman
Türkiye'm cennet gibidir



Aşık Yaşar Reyhani - Elleri Koynunda Bir Gelin



Elleri koynunda pınar başında
Almanya'ya doğru bakar bir gelin
Yedi çocuğu var dördü peşinde
Feleğe dişini sıkar bir gelin

Zavallıya hayat olmuş işkence
Ona zehir olmuş zevk ü eğlence
Dışarıdan bir erke sesi duyunca
Postacı zanneder çıkar bir gelin

Sorunca derdini söylemez dili
Yirmibeş yaşında bükülmüş beli
Hatıra aldığı kirli mendili
Gözünün yaşıyla yıkar bir gelin

Yıkık avlusuna hasır sererek
Körpe yavrusuna göğüs gererek
Yıldızlarda haber var mı diyerek
Akşam dam üstüne çıkar bir gelin

Çaresi yok derdi düşmüş derine
Uykusu yok hasret vurmuş serine
Kemerini vermiş borcun yerine
Belini iplikle sıkar bir gelin

Aylar geçer senesinden habersiz
Kitap okur manasından habersiz
İplik düşmüş iğnesinden habersiz
Dikeceği yerde söker bir gelin

Gücü yetse kanunları bozarmış
Kazma alıp toprakları kazarmış
Küçük oğlu babasına benzermiş
Umutla yüzüne bakar bir gelin

Reyhani der gel bu gelini kına
On yıldır elleri görmemiş kına
Sofrada Mehmed'i gelir aklına
Çorbayı yemeden döker bir gelin

11 Temmuz 2024 Perşembe

Âşık Gülhani - Hiç Aklıma Gelmezdi


Terkedip köyümü gurbet ellerde

Kalacağım hiç aklıma gelmezdi

Bir gonca misali susuz çöllerde

Solacağım hiç aklıma gelmezdi


Kader talih bırakmadı peşimi

Ok attılar hedef ettim döşümü

O taştan bu taşa dertli başımı

Çalacağım hiç aklıma gelmezdi


Ne ümitle yüklemiştim göçümü 

Bir kimseye dökemedim içimi

Ah çekerek tutam tutam saçımı

Yolacağım hiç aklıma gelmezdi


Yaz baharda seller ile yarışan

Gözyaşımdır ummanlara karışan

Gülhani’yim böyle perli perişan 

Olacağım hiç aklıma gelmezdi

Ömer Seyfeddin - Falaka




-Çocukluk hatıralarından-

Her pazar Çarşı Camii'nin arkasındaki harap jandarma ahırlarının önünden bir serçe sürüsü gibi cıvıldayarak geçerdik. Mektep biraz daha ileride, alçak duvarlı, oldukça geniş bir avlunun ortasında idi. Bir kattı. Etrafında yükselen büyük kestane ağaç­larının birine karışmış koyu gölgeleri, bütün çatısını kaplardı. Biz daha avlunun kapısından girmeden Hoca Efendinin bulunup bulunmadığını şöyle bir bakar, anlardık:

  Abdurrahman Çelebi gelmiş mi be?

  Gelmiş, gelmiş...

Abdurrahman Çelebi, Hoca Efendi'nin ihtiyar eşeğiydi. Siyah, huysuz, inatçı bir hayvan... Her sabah bizim gibi erkenden mektebe gelir, akşama kadar kalır; evlerimizden nöbetle getirdiğimiz kucak kucak otları, yazsa ağaçların, kışsa sol taraftaki abdestlik sundurmasının altında yavaş yavaş yerdi. Ona su vermek, onu tımar etmek mektepte bir imtiyazdı. Hoca Efendiye kim yaranırsa bu mükâfatı kazanırdı. Mektebin kapısına, dar taş bir merdivenle çıkılırdı. İçeri girince ta karşıya Hoca Efendi'nin rahlesi gelir­di. Rahlenin önünde top yavrusu müthiş, tuhaf bir tüfek gibi, siyah kayışlı, ağır falaka asılı dururdu. Hepimiz kırk çocuktuk. Kızları birkaç ay evvel biz­den ayırarak başka yere kaldırmışlardı. Sınıf taksimi filan yoktu. Elifbeyi, Amme'yi, her şeyi bir ağızdan okuyor, rakamları bir ağızdan sayıyor, bir ağızdan ilahi söylüyorduk. Bütün derslerimiz yeknesaktı. Umumi bir bestenin asla manalarını anlamadığımız güfteleri idi. Hoca Efendi, ak sakallı, uzun boylu, bağırtkan bir ihtiyardı. Yaz ve kış daima cübbesiz; abdest almaya hazırlanmış gibi kolları, paçaları çıp­lak; siyah; yerinde otururdu. Öğleden sonra Çarşı Camii'ni süpürmeye gidip hiç gelmeyen kalfa daha gençti. Müezzinlik, de yapıyordu. Bize şeker, leblebi, keçiboynuzu, hünnap, iğde, vesaire satardı.

Gönen'den geldiğimiz günden beri bu mektebe devam ediyordum. Ama dersten mersten hiç haberim yoktu. Bir ağızdan okumaya başladık mı, ne olursa olsun ben de karışır, bağırmaya başlardım. En birinci zevkim falaka tutmak... Fakat bir gün hâkim efendi ile setre pantolonlu, gülmez suratlı biri geldi.

  Kaymakam Bey! Kaymakam Bey! dediler.

Sakalsız, esmer, uzun boylu, aksi bir adam. Ka­pıdan girer girmez Hoca Efendi'nin işareti üzerine hepimiz ayağa kalktık. Birisini çağırıyormuş gibi elini, başını sallayarak bizi oturttu. Hepimizi ayrı ayrı gözden geçirdi. Birkaçımızı okutmak istedi. Hâlbuki biz tek ağızla, ahenksiz okuyamazdık. Yüzünü buruşturdu. Yere bakarak başını salladı. Sonra gözlerini Hoca Efendi'nin başında asılı du­ran falakaya dikti. Baktı, baktı. Ömründe ilk defa bir falaka görüyormuş gibi dikkatle baktı. Döndü, selam vermeden çıkarken:

  Biraz dışarı gelir misiniz, Hoca Efendi?

Hoca Efendi titreyerek divan duruyor gibi kol­larını önüne kavuşturarak yürüdü. Hâkim Efendi ile kaymakamın arkasından bahçeye çıktı. Dışarıda ne konuştuklarını bilmiyorduk. Lakin falaka ertesi gün yerinde yoktu.

«Falaka yasak olmuş..." diyorlardı. Sözde Kay­makam Bey yasak etmiş!

Dayak korkusu kalkınca biz, kırk çocuk öyle azdık,öyle kudurduk ki... Ne yaptığımızı bilmiyor, artık hiç hocayı dinlemiyor, yüzüne leblebi atıyor, minderine iğne koyuyor, pabuçlarını saklayıp onu saatlerce arattırıyor, yalvartıyorduk.

Dayaksız bizi okutamayacağını anlayan Hoca Efendi, nihayet yine bir gün falakayı çıkardı. Ama başucuna asmadı, oturduğu minderin arkasına sak­ladı. Fakat şimdi kim kabahat yaparsa eskisinden fena dövüyordu.

İyice hatırlıyorum; kırk çocuk, hepimiz müttefik. Aramızdan bir müzevir çıkmıyor, Hoca Efendi'ye karşı tek bir vücut gibi hareket ediyorduk. Bir gün bahçede söz birliği ettik. İçeride hepimiz birden es­nemeye başladık. Hoca Efendi de esnemeye başladı. Zavallı ihtiyar uyuyuverdi. O zaman kalktık, rahlenin üzerindeki enfiye kutusunu aldık, hepimiz çektik. Bütün mektebin içinde bir hapşırmadır gitti. Hoca Efendi gürültüden uyanınca işi anladı. Enfiyesini kimin çaldığını sordu. Bir ağızdan ahenkle:

  Bilmiyoruz, bilmiyoruz! dedik.

  Hepinizi falakaya çekeceğim.

  Bilmiyoruz, bilmiyoruz!

  Kimse söylemeyecek mi?

  Bilmiyoruz ki, bilmiyoruz ki...

Bilmiyor musunuz, pekâlâ! Necip, git camiden kalfayı çağır, çabuk!

Beş dakika sonra kalfa geldi. Korkunç bir sahne başladı. Sopayı biri bırakıp biri alıyordu. Nöbetleşe falaka tutuyorduk. Hepimizi sıra dayağına çektiler... Bu günden sonra Hoca Efendi esneme ile hapşırma­yı en büyük kabahat sayıyordu. Hele hapşırmak... Kazara, kendiliğinden hapşıran, "Benimle eğleniyor musunuz?" diye yere yıkıyor, bayıltıncaya kadar dövüyordu. Aksi gibi, benim hiç durmadan esne­yeceğim geliyor, hapşırmak istiyordum.

Birkaç defa bunun için dayak yedim. Hoca Efendi dayağı bitirince bütün kuvvetiyle rahlesine vuruyor:

   Kim hapşırırsa şart olsun ki, öldürünceye kadar döveceğim! diye haykırıyordu.

  Şart olsun, kim hapşırırsa...

"Şart olsun!" Bu nasıl yemindi? Evde anneme sordum. Başını salladı. Gözlerini açtı:

  Çok büyük yemin! dedi.

 Yalan yere bu yemini eden çarpılır mı?

  Hayır.

 Ya ne olur?

     Daha fena.

  Nasıl?

  Karısı boş düşer.

İyice anlamadım. Ama bu yeminin dehşetini mektepte çocuklara etrafıyla söyledim. Artık hep, evli adamlar gibi, yalan doğru demeden biz de "şart olsun!" yeminine başladık. "Vallahi", "billa­hi!" unutuldu. Hoca Efendi de her sabah rahlesine çökerken hiç unutmuyor:

  Kim hapşırırsa, şart olsun, öldürürüm! diye tekrarlıyordu.

Bir gün öğle paydosundan sonra içeri girdik. Her zamanki gibi derin bir uğultu... Ben baktım, Hoca Efendi dalmış uyuyor! Hemen ayağa kalk­tım. Çocuklara şehadet parmağımı dudaklarıma götürerek:

"Susunuz!" işaretini verdim. Ses seda kesildi. Hepsi ne yapacağıma bakıyordu. Gözüme rahlenin üzerinde, kapağı açık duran, bir tabaka kadar bü­yük enfiye kutusu ilişmişti. Yürüdüm, ayaklarımın ucuna basarak yaklaştım, kutuyu aldım. İçindeki enfiyeleri cüzümün arasına boşalttım. Kutuyu yine açık olarak yerine bıraktım. Çocuklar çekmek için etrafıma toplandılar.

  Hayır, biz çekmeyeceğiz, dedim. Sonra hap­şırırız, uyanır.

  Ya sen ne yapacaksın?

  Görürsünüz...

  Ne yapacaksın, ne yapacaksın?

  Söylemem diyorum. Çok güleceğiz.

Öyle bir şeytanlık kurmuştum ki, daha yapmadan gülüyor, katılıyordum. Çocuklar da bana bakarak gülüyorlardı. Gülüşme gürültüsüne Hoca Efendi uyandı. Hemen kutuya baktı: İçinde enfiye yok... Hiddetlendi:

  Kim aldıysa söylesin, şart olsun gebertirim.

Hep bir ağızdan ahenkle:

  Şart olsun, haberimiz yok! dedik.

  Kim aldı? Söyleyiniz!

  Bilmiyoruz, bilmiyoruz!

  Pekâlâ, ben size gösteririm. Şimdi hapşırınca alan meydana çıkar. Şart olsun, onu falakaya yıka­cağım. Gebertinceye kadar döveceğim.

Kazara hapşıracağız diye hepimizin ödü kopu­yordu.

   Şart olsun... Ah bugün biriniz hapşırırsa... Şart olsun geberteceğim...

 Ah şart olsun, biriniz hapşırırsa...

Hoca Efendi'nin öfkesi bir türlü geçmiyordu. Ben rahlenin altında, cüzümden kopardığım iki yaprağı boru gibi büküyor, enfiyeleri içine doldu­ruyordum.

Akşam yaklaştı. Hoca Efendi kollarını kapadı. Çoraplarını, mestini giydi. Cübbesini omuzuna aldı. Hep bir ağızdan, çarpım tablosunun okunmasından sonra ilahiye başladık. Ben nihayete doğru yanımda­ki çocuğu dürterek kalktım. O da kalktı. Ellerimizi kaldırdık. Hoca Efendi bağırdı:

  Ne var?

 Abdurrahman Çelebiyi hazırlayalım mı?

  Haydi, pekâlâ, çabuk!

Kapıdan çıktık. Her akşam Hoca Efendi'nin izin verdiği iki çocuk önden çıkar; eşeğin yularını, semerini vururdu. Taş merdiveni koşarak indik. Abdurrahman Çelebi yiyemediği otların üstüne uzanmış yatıyordu. Tekmeleyerek kaldırdık.

Yularını, semerini vurduk. Artık ilahi sesleri kesilmişti. Ben cüzdanımdan, içi enfiye dolu kâğıt boruları çıkardım. Yavaşça eğildim. Abdurrahman Çelebi daha bir şey anlamıyordu. Bu borulardan bir tanesini bütün kuvvetimle burnuna üfledim. Genzine bir tabanca sıkılmış gibi şaha kalktı. İkinci boruyu üfleyemedim.

Yularından tuttum. Sıçrata sıçrata taş merdivenin önüne doğru götürdüm. Öteki çocuk yanımdan geliyor, gülmemek için eliyle ağzını tutuyordu. Hoca Efendi cübbesini giymiş, vakarla, yavaş ya­vaş merdivenlerden iniyordu. Çocukların hepsi bir turna dizisi gibi arkasından iniyorlardı. Eşek şaha kalkıyordu.

  Ne olmuş bu hayvana?

  Bilmem efendim, uyuyordu...

  Gemini yanlış vurmuşsunuz.

  Hayır.

     Getirin bakayım.

Bütün çocuklar da bakıyorlardı. Eşeği taş basamağa yaklaştırdım. Tam bu esnada Abdurrahman Çelebi nezleye tutulmuş bir insan gibi "pişih, pişih..." diye başını sarstı. Bütün çocuklar gülmeye başladı.

Hoca Efendi şaşırdı. Enfiyenin tesirini duymaya başlayan Abdurrahman Çelebi habire hapşırıyordu. Ben sanki hiçbir şeyden haberim yokmuş gibi:

  Sizinle, eğleniyor efendim, dedim.

  Halt etmişsin...

Daha ziyade küstahlaştım:

  Bunu da falakaya yıkmalısınız.

  O hayvan, o...

Kahkahalarla katılan çocuklar, "falaka, falaka... " diye bağırıyorlardı. Ben, onlardan cesaret aldım. Dedim ki:

   Hoca Efendi, bugün mektepte, "Kim hapşı­rırsa şartolsun falakaya yıkacağım." dediniz. Eğer Abdurrahman Çelebi'yi affederseniz karınız boş düşer.

Çocuklar ders gibi bir ağızdan ve ahenkle:

    Karınız boş düşer! Karınız boş düşer!..diye haykırışıyorlardı.

Hoca Efendi bir an şaşırdı. Bineceği zamanlar, "Oh benim Abdurrahman Çelebi, oh benim Ab­durrahman Çelebi" diye diye muhabbetle okşadığı eşeğine dehşetle baktı.

Kapının yanındaki bir çocuk içeri koşmuş, falaka değneğini çıkarmıştı. Abdurrahman Çelebicik inti­zamsız fasılalarla hapşırıyor, burnunu yere sürmek istiyordu.

Falaka, değnek, elden ele Hoca Efendinin önüne kadar geldi. Çocuklar gülmekten katılıyorlar; "Ka­rınız boş düşer! Karınız boş düşer!" diye ahenkle tekrarlıyorlardı. Çocuklara mı, eşeğe mi, neye kız­dığını bilmeyen Hoca Efendi, çaresiz:

Yıkınız! emrini verdi.

Belki yirmi çocuk, Abdurrahman Çelebi'nin başına üşüştü. Uzun bir uğraşmadan sonra yere yatırdık. Arka ayaklarını falakaya taktık. Hoca Efendi sopayı eline aldı.

Nallar gibi "tak, tak" vurmaya başladı. Eşek debeleniyor,çocuklar bağırıyor, gülüyor, naralar atıyorlardı. Müthiş bir gürültü. Ansızın arkadan bir çocuk:

  Kaymakam Bey! diye bağırdı.

Hepimiz sustuk. Yüzümüzü avlu kapısına çe­virdik; siyah setre pantolonlu, kırmızı fesli, ekşi suratlı bir adam...

Sağında solunda birer zaptiye, dimdik duru­yordu.

  Ne oluyor, Hoca Efendi? diye sordu.

Hoca Efendi fena halde şaşaladı. Önüne baktı. Değnek elinden düştü. Falakayı tutanlar bıraktılar. Kurtulan ürkmüş eşek çifte ata ata kestane ağaç­larının altına kaçıyor, hem de avazı çıktığı kadar anırıyordu. Kaymakam avluya girdi. Yavaş yavaş yürüdü. Mektebin önüne yaklaştı. Kaşları çatılmıştı. Hiddetle tekrar sordu:

  Ne yapıyordunuz?

     Şey... Efendim...

Hoca Efendi kekeliyordu.

  Ne?

  Şart etmiştim.

  Ne demek?

  Hapşıran için...

  Ne hapşıranı?

     Eşek hapşırdı.

  Eşek mi hapşırdı?

Çocuklar, hem hapşırıyor, hem gülüşüyorlardı. Kaymakam, vakarına dokunan bu arsızlığa hiddet­lendi. Isıracak gibi dişlerini göstererek:

    Defolun bakayım oradan, terbiyesizler! dedi.

Biz korktuk, hemen sustuk. Sonra şaşkın, perişan,yere bakan Hoca Efendi'ye döndü:

  Benimle beraber geliniz.

Kaymakam önde, zaptiyelerle Hoca Efendi ar­kada, çıkıp gittiler.

Bundan sonra mektepte ne falakayı gördük, ne de Hoca Efendi'yi!

Şimdi ben kimi hapşırırken görsem, pek küçükken yaptığım bu tuhaf muzipliği hatırlarım. Gülümserim. Kalbimde belirsiz bir acı sızlar. Benim sebebime hocalıktan kovulan, ihtimal aç kalan bu ak sakallı, fakir ihtiyarın zavallı hayali karşıma dikilir. Zaman geçtikçe hafifleyecek yerde, daha ziyade ağırlaşan bir vicdan azabı duyarım.

Fakat...

Fakat bunun gibi hayattaki her gülünç şeyin altında görünmez bir facia yok mudur?



Fuzuli - Gazel (Ham açıldıkça zülfün belâ vü mihnetim artar)

 

Ham açıldıkça zülfün belâ vü mihnetim artar
Bi-hamdi-llâh ki ömrüm uzanır cem’iyyetim artar

10 Temmuz 2024 Çarşamba

Берік Бейсенұлы - Домбырасыз ән қайда?

 


2018 жылдың 13 маусымында қоғамды ұлттық мәдениет пен бірегейлікті сақтау мен қайта жаңғыр­ту идеясының төңірегінде одан әрі топтастыру мақсатында шілденің бірінші жексенбісі Ұлттық домбыра күні болып белгіленді. 

Шанағынан күмбірлеп күй төгілген домбыра – қазақтың жан серігі. Ал жан серігін ұлы дала ұланы, қазақ баласы ешқашан жерге тастаған емес. Қазақтың шаңырағында екі нәрсе жоғары ілулі тұрған: бірі –қамшы, екіншісі – қасиетті қара домбыра. 

Ғасырлар өтіп, заман ағымы ауысып, адамдардың өмір сүру салты өзгергенімен, домбыраның қазақ халқы үшін алатын орны қашанда құдіретті болып қала бермек. Домбыра мен қазақ – егіз ұғым. «Екі шектің бірін қатты тартып, бірін сәл кем бұрау» арқылы дала философия­сын бүгінгі заманға жеткізген қара шанақ домбыраны қалай қастерлесек те жарасады. 

Қасиетті домбыра туралы аңыз, әңгіме жетерлік. Ықылым заманнан қазақпен бірге жасап келе жатқан ұлттық аспапқа қатысты дерек көп. Домбыра сөзінің шығу тарихына қатысты жорамалдар да әртүрлі. 

Ғалым Сартқожа Қаржаубайұлының зерттеуіне ден қойсақ, Моңғол Алтай тауының сілеміндегі Жарғалант-Қайыр­қан жотасының үңгірінен екі ішекті, тоғыз пернелі домбыраға ұқсас көне саз аспабы табылған. Аталған аспапта ежелгі түркінің руна жазуы бар. Ғалымның жазуынша, саз аспабының сырт­­­­­­­қы пішіні алтай домбырасына ұқсас. Зерттеуші бұл жәдігерді V–VI ғасырға жатқызады.

Десек те домбыра сөзінің шығу төркініне қатысты балама пікірлер өте көп. Мәселен, түркі тілдес халықтарда домбыра тектес шертпелі аспаптарды қазақ, ноғай, өзбек, башқұрт – домбыра, тәжік – домбурак, бурят – домбро, монғол – домбор, түрік    –­ томбра, телеуіт – комыс, шор – қобус, қырғыз – қомуз, қырым татарлары – қобуз, хақас – хомус, алтай – топшур, тува – топшулур, түркімен, қарақалпақ, ұйғыр – дутар деп айтады.

Ал қазақта қазіргі кезде домбыраның 20-дан астам түрі бар. Олар – ән мен күй домбырасы, торсық, тұмар, кең шанақты (екі нұсқасы) балдырған, балашық, шіңкілдек, аша, үш ішекті, қуыс мойын, шертер оркестр домбыралары: қоңыр дауысты (альт), жіңішке дауысты (прима), ащы дауысты (секунда), бас домбыралар (екі нұсқасы). 

Бірақ осы жерде айта кететін бір нәрсе, қазақ домбырасының оркестрге лайықтап, стандарттық нұсқасын бір қалыпқа келтірген композитор Ахмет Жұбанов екені анық. Жұбанов 1933 жылы Музыкалық драма техникумының жанынан эксперименталдық шеберхана ашады. Бірнеше шебер, музыканттың көмегімен домбыра және қобызды оркестрге бе­йімдеп жасап шығарады. Кейін домбыраның осы стандарты бойынша Қарағанды облысының Осакаров кентінде, Алматы қаласында домбыраны конве­йермен шығаратын фабрикалар іске қосылған еді.

Сұлтанмахмұт Торайғырұлының: «Біздің қазақ әнқұмар халық. Біреу қолына домбыра ұстап ән сала бастаса, ойдағы-қырдағысы жиналып, сегіздегі бала, сексендегі шалына дейін қалмай қаумалап, айтып-айтысып жанын жағасына келтіреді. Бара-бара не болса да, сол әндегі рух сүйегіне сіңеді, құлағында қалады», – дегені бар. Бұл кешегі пікір, ал бүгін де қазақ домбырасының даңқы артты. Домбыра мен қазақтың қоңыр күйлері – ­ЮНЕСКО­ ше­шімімен материалдық емес мұралар тізіміне енген. Ұлттық домбыра күнін Қазақстанда ғана емес, бүгінде әлемде атап өтеді. 

Бір ғана мысал, 2010 жылы ұлттың қасиетті домбырасы Гиннестің рекордтар кітабына енді. Қытайда өткен жиында 10 450 домбырашы «Кеңес» күйін бір уақытта орындап, күллі әлемнің назарын өзіне аудартты. Жалпы, мұндай жағымды жаңалықтар өте көп. Осыдан бірнеше жыл бұрын Қос­танай облысының күйшілері де Гиннестің рекордтар кітабына енді. Қостанай облысының Амангелді ауданында бір мезетте 1 000 күйші күй шертті. Мұндай іс-шаралар Қазақстан аумағында жиі өткізіліп тұрады. 2024 жылдың 20 нау­рызында еліміздегі барлық білім беру ұйымдарында «Күй күмбірі» атты республикалық челлендж өтті. Бір уақытта 2 миллионға жуық бала Құрманғазының «Балбырауын», «Адай», «Сарыарқа» күйін орындады. Көкірегінде күй күмбірлеген бала рухани тұрғыда ұтылмайды, ұлттың ұпайын түгендейді, абыройын арттырады. Ұлы дала елінің даңқын асқақтатқан домбыра – біздің баға жетпес байлығымыз, ұлттық символымыз.
Негізі, үйдің отағасы: «Дариға, домбырамды берші маған, Жаныма келші, жарым, келші, балам…», – деп отырса, шаңырақты да шаттық кернейді. 
 ...Домбырасыз ән қайда?! 



Fuzuli - Gazel (Sabâdan gül yüzünde sünbül-i pür-pinç ü tâb oynar)

 

Sabâdan gül yüzünde sünbül-i pür-pinç ü tâb oynar
Sanasın per açıp gül-sende bir müşgin gurap oynar

9 Temmuz 2024 Salı

Ömer Bedrettin Uşaklı - Akdeniz'e Doğru

 


Eğilmez başımıza taç yaptık hürriyeti,

Zaferle kalbimize yazdık Cumhuriyeti…

Sakarya’dan su içtik o çelik süngülerle,

Yuvaları dağılmış bir avuç yılmaz erle.

“Hedef Akdeniz, asker!” diyen parmağa koştuk…

Zafer bahçelerinden gül koparmağa koştuk…

Yol gösterdi göklerden bize binlerce yıldız,

Kıpkızıl ufuklardan taştı al bayrağımız.

 

Koştuk aslanlar gibi kükreyip dağdan dağa

Canavarlar dişinden vatanı kurtarmağa.

Sakarya’dan su içtik o çelik süngülerle,

Yuvaları dağılmış bir avuç yılmaz erle.

Eğilmez başımıza taç yaptık hürriyeti,

Zaferle kalbimize yazdık Cumhuriyeti...

Fuzuli - Gazel (Mukavves kaşların kim vesme birle reng tutmuşlar)

 

Mukavves kaşların kim vesme birle reng tutmuşlar
Kılıçlardır ki kanlar dökmek ile jeng tutmuşlar

Ahmet Hamdi Tanpınar - Günlerimiz

 


İçlenme, beyhudedir, maziyi sakın anma!
O vefasız yavruya benzer ki günlerimiz.
Kendini yuvasından bırakır ki akşama
Benzeyen göle, sessiz...

Ruhundaki susuzluk engin mesafelere
Duyurmadan ne anne ne bir yuva hasreti,
Narin kanatlarıyla uçar orman, dağ, dere
Ve bir gün bir çukurda bulunur iskeleti.

Mehmed Akif Ersoy - Hasta (Safahat'tan)