Soyca bir Uygur kabilesinden gelen Ali Şîr Nevâî 17 Ramazan 844 (9 Şubat 1441) tarihinde Herat’ta doğdu. Babası Kiçkine Bahadır (Kiçkine Bahşı) Timur’un torunlarının hizmetinde bulunmuş, en sonra Bâbür Şah’ın (Hindistan'da devlet kuran Zahirüddin Muhammed Babür değil; 1422-1457 yılları arasında yaşayan Ebu'l Kâsım Bâbür) sarayında da önemli bir mevki sahibi olmuştu. Annesinin dedesi Bû Said Çiçek ise Sultan Hüseyin Mirza’nın dedesi Baykara Mirza’nın uluğ beyi (beylerbeyi) idi. Şâhruh’un ölümüyle çıkan karışıklıklar üzerine Kiçkine Bahadır o sırada altı yaşlarında olan Ali Şîr’i yanına alarak Yezd üzerinden Irak’a gitti. Bu yolculuk sırasında Ẓafernâme müellifi Şerefeddin Ali Yezdî ile karşılaşan Ali Şîr, aralarında geçen konuşmayı daha sonra Mecâlisü’n-nefâis adlı eserinde anlatmıştır.
Horasan’da karışıklığın sona ermesiyle Kiçkine Bahadır tekrar Horasan’a döndü (1452). Arada geçen süre zarfında kendisi Bâbür’ün hizmetine girdiği gibi oğlunu da onun himayesine verdi. Hüseyin Mirza’yı da himaye eden Bâbür Mirza, Ali Şîr’le olan münasebetini babasının ölümünden sonra da kesmemiş, Meşhed’e giderken hem Hüseyin’i hem de Ali Şîr’i beraberinde götürmüştü (1456). Bâbür 1457’de Meşhed’de ölünce Hüseyin Merv’e döndü. Ali Şîr ise Meşhed’de kalarak tahsiline devam etti. Bâbür’ün ölümü ile hâmisiz kalan Ali Şîr, Timurlular’ın kuşçu emîrlerinden Seyyid Hasan Erdeşîr’den yardım ve ilgi gördü.
Ali Şîr Meşhed’de İmam Rızâ Medresesi’nde okurken pek çok İranlı âlim ve şairle tanışmış, birçoğundan da ders almıştır. Bunlar arasında Kemal Türbetî ve Arap aruzunun üstadı sayılan Derviş Mansûr da vardı. 1464’te Meşhed’den Herat’a gelen Ali Şîr, burada Ebû Said Mirza’nın hizmetine girdiyse de ondan ilgi göremeyince Semerkand’a gitti ve Hâce Celâleddin Fazlullah Ebü’l-Leysî’nin medresesine devam etti. Arkadaşı Hüseyin Mirza’nın tahta geçmesine kadar da Semerkand’da kaldı. (Sultan Hüseyin Mirza "Baykara" olarak anılmakta ise de asıl adı Baykara değildir. Baykara Mirza 1393-1423 yılları arasında yaşamıştır.)
Ebû Said Mirza’nın 1469’da Irak Seferi’ne çıkışını fırsat bilen Sultan Hüseyin Horasan’a yürüdü; babasının yokluğu sırasında Semerkand’ı idare eden Ahmed Mirza da bu haber üzerine ordusu ile Horasan’a gitmek zorunda kaldı. Ahmed Mirza’nın ordusunda Ali Şîr de bulunuyordu. Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’ın Ebû Said’i öldürdüğü haberinin gelmesi üzerine Sultan Hüseyin Herat’ı alarak tahta çıktı (Ramazan 873 / Mart 1469) ve arkadaşı Ali Şîr’i de yanına çağırdı. Herat’ın alınışından bir ay kadar sonra buraya gelen Ali Şîr, Sultan Hüseyin’e ünlü “Hilâliyye” kasidesini sundu. Bu tarihten sonra devlet işleriyle de ilgilenmeye başladı ve ölünceye kadar sadakatle ona hizmet etti. Bağlılığının bir belirtisi olarak Mecâlisü’n-nefâis adlı tezkiresinin sekizinci bölümünü bütünüyle ona ayırdı. Diğer eserlerinde de Sultan Hüseyin Mirza'dan bahseden Ali Şîr, eserlerinin bir kısmını onun adına yazmıştır.
Sultan Hüseyin Mirza eski arkadaşını kendine nişancı olarak tayin etmişse de devlet işlerinden pek hoşlanmayan Ali Şîr bir süre sonra bu görevi Nizâmeddin Süheylî’ye bırakmıştır. Ali Şîr, Sultan Hüseyin tarafından Muhammed Yâdigâr Mirza’ya karşı açılan sefere katıldı (1470) ve taht üzerinde hak iddia eden bu şehzadeyi bizzat yakalayarak hükümdara teslim etti. Bir süre sultanın divan beyi ve nedimi oldu. Hükümdardan sonra idarede söz ve en büyük nüfuz onundu. Mührünü evrakın üstüne basacağı yerde altına basmış olmasıyla bu usul daha sonra resmî âdet haline gelmiştir. Devlet idaresinde Sultan Hüseyin Mirza’nın yanında sahip olduğu mevki ve nüfuza rağmen idarî işlerden uzak kalmak istiyordu. Kendisini çekemeyen bazı kimselerin aleyhinde çalışmalarına bakmayıp yine de çeşitli görevlerde bulundu. Kardeşi Derviş Ali’nin isyanı ile çok sevdiği Seyyid Hasan Erdeşîr’in ölümüne (1489) çok üzüldü; bunun üzerine 1490 yılında divan beyliği görevinden ayrılarak sadece sultanın nedimi olarak hizmetini sürdürmeye başladı. Nevâî’ye büyük bir saygı duyan Sultan Hüseyin Mirza bir fermanla herkesin şaire hürmet etmesini emretti (1490). Birkaç yıl sonra yakın dostu mutasavvıf-şair Câmî’nin ölümü de (898/1492) onu derinden etkileyen bir başka hadise oldu. Hamsetü’l-mütehayyirîn adlı eseri bu yıllardaki duygularının mahsulüdür.
Bazı saray entrikaları sonucunda Sultan Hüseyin Mirza’nın oğlu Bedîüzzaman Mirza ile arasının açılması ve bundan olma torunu Mirza Mehmed Mü’min’in yanlış ve acımasız bir fermanla öldürülmesi, daha sonra bu olayı hazırlayan vezir Nizâmülmülk’ün idam edilmesi, hem hükümdarı, hem de Nevâî’yi çok sarstı. Bu hadiselerde meselelerin halli daima ona düşmüştü. Fakat o bu saltanat mücadeleleri arasında bile Lisânü’t-tayr (903/1498), Muhâkemetü’l-lugateyn (904/1499), Sirâcü’l-müslimîn (904/1499) ve Mahbûbü’l-kulûb (905/1500) adlı eserlerini kaleme almaktan geri kalmadı. Bu sırada sağlığı bozuldu, 31 Aralık 1500’de Sultan Hüseyin Mirza’yı Esterâbâd dönüşünde karşılarken el öptüğü sırada -muhtemelen kalp krizi geçirerek- yere yıkıldı. Herat’a getirildikten üç gün sonra 13 Cemâziyelâhir 906’da (3 Ocak 1501) öldü. Kudsiyye Camii yanında kendisinin yaptırdığı türbeye defnedildi.
Ali Şîr Nevâî manzum ve mensur eserleriyle sadece Çağatay edebiyatının değil bütün Türk edebiyatının önde gelen simalarındandır. Türkçe eserlerinde Nevâî ve Farsça şiirlerinde Fânî olmak üzere iki mahlası vardır. Ali Şîr’e tesir edenlerin başında İran’ın büyük mutasavvıflarından Abdurrahman-ı Câmî gelmektedir. Câmî’ye olan hayranlığı ve fikirlerine duyduğu hürmet onun Câmî’nin mensup olduğu Nakşibendiyye tarikatına girmesine sebep oldu. Bunların dışında Attâr, Hüsrev-i Dihlevî ve Nizâmî ona tesir eden belli başlı şairler arasında sayılabilir. Şiire Farsça ile başlayan Ali Şîr daha on beş yaşlarında iken kendini şair olarak tanıtmayı başarmıştır. Sonraları Türkçe de yazmaya başlamış ve bu yüzden “zü’l-lisâneyn” diye tanınmıştır.
Nevâî’nin Orta Asya Türk dili ve edebiyatının gelişmesinde büyük tesiri olmuştur. Bundan dolayı Çağatayca’ya “Nevâî dili” denmiştir. Eserleri Türkistan’dan başka, Âzerî ve Anadolu sahasında da okunan Ali Şîr Nevâî’yi Osmanlı şairleri üstat tanımışlar, şiirlerine XV. yüzyıldan bu yana çeşitli nazîreler yazmışlardır. Ali Şîr, divan şiirine Türk hayatından gelen millî ve mahallî unsurlar kazandırmıştır.
Eserleri.
Divanlar. Daha çocuk denecek yaşta başlayıp hayatının sonuna kadar şiirler yazmış olan Ali Şîr Nevâî bunları farklı zamanlarda, farklı adlar altında bir araya toplayıp yedi divan meydana getirmiştir. Bunlar hakkında oldukça geniş bilgi veren Nevâî’nin bir de Farsça divanı vardır. Nevâî’nin tertip tarihi bakımından divanlarının en eskisi, çocukluk - ilk gençlik çağında yazdığı şiirlerinin, kendi divanlarını tertip etmesinden daha önce başkaları tarafından derlenip 870’te (1465-66) ünlü hattat Sultan Ali Meşhedî tarafından istinsah edilmiş olanıdır. Bunun tek nüshası Leningrad Saltıkov-Çedrin Devlet Kütüphanesi’ndedir (nr. 546). Bizzat kendi tertip ettiği divanlar ise devrelere göre ayrılmaktadır. Nevâî ilk yazdıklarıyla önce iki divan, daha sonra yeni yazdıklarını da katarak bu ilk iki divanı dört ayrı divan haline koymuş, yaşlılık çağında ise hepsini tek ad altında bir araya getirmiştir.
A) 1. Bedâyiu’l-bidâye. Nevâî şiirlerini ilk defa Sultan Hüseyin Mirza’nın tahta geçmesinden sonra, yani 1470-1476 yılları arasında bizzat onun isteği üzerine tertip etmiş ve böylece ilk divanı olan Bedâyiu’l-bidâye ortaya çıkmıştır. Nevâî’nin bu divanının başına koyduğu önsöz daha sonra kendisi tarafından “Hutbe-i Devâvîn” başlığı ile Garâibü’s-sıgar adlı divanının başına da alınmıştır. Bu divanın bugün bilinen dört nüshası vardır.
2. Nevâdirü’n-nihâye. Nevâî’nin 1476-1486 yılları arasında yazdığı şiirleri içine alan ikinci divanıdır. Sultan Ali Meşhedî hattıyla Sultan Hüseyin Mirza’nın hazinesi için yazılmış tek nüshası, Taşkent Özbekistan İlimler Akademisi Bîrûnî Şarkşinaslık Enstitüsü’nde (nr. 1995) bulunmaktadır. Bu divanı için ayrıca hazırlamış olduğu bilinen dîbâce bugün elde yoktur.
B) 1. Garâibü’s-sıgar. Sultan Hüseyin Mirza’nın, şiir yazmada durgunlaştığı sırada Nevâî’ye iki ayrı divan daha tertip ederek bunların sayısını dörde çıkarmasını söylemesi üzerine, Nevâî ilk tertiplediği iki divanı ile daha sonra yazdıklarını bir sınıflamaya tâbi tutmuş ve divanlarının sayısını dörde çıkararak ilkine, kendi deyimiyle “tufûliyyette vâki bolgan garib mânalara” Garâibü’s-sıgar adını vermiştir. Bedâyiu’l-bidâye için yazdığı önsözü de buna koyarak esere yirmi yaşına kadar olan şiirlerini almıştır. Divanın sayısı pek çok olan nüshaları içinde en önemlileri, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi (Revan Köşkü, nr. 808) ile Paris Bibliothèque Nationale’deki (Supplément Turc, nr. 316-317) “Külliyat”ta yer almış olanlardır. Bu dörtlü divan serisinin diğer üçü de şu tertipledir:
2. Nevâdirü’ş-şebâb. Gençlikte yani yirmi ile otuz beş yaşları arasında yazdığı şiirlerini bir araya getiren divanıdır. Yine kendi tabiriyle bunlar “yigitlikde zâhir bolgan nâdir terkipler”dir.
3. Bedâyiu’l-vasat. Orta yaşlarda, otuz beş ile kırk beş yaşları arasında yazmış olduğu şiirlerin yer aldığı divanın adıdır.
4. Fevâidü’l-kiber. Nevâî’nin dediği gibi “ömrning âhırıga yakın nazmga kirgen fayideler”i, yani ömrünün sonuna doğru yazdığı şiirleri ihtiva etmektedir. Bu şiirler kırk beş-altmış yaşları arasındaki devreye aittir.
Bu dört divanda yer alan şiirlerin kesin olarak Nevâî’nin dediği devrelerde yazıldığı söylenemez. Çünkü bizzat kendi dediği gibi ilk iki divan ile son yazdığı şiirleri birlikte harmanlamış ve bunları sonra devrelere ayırmıştır. Nevâî’nin bu divanları yirmi sekiz harfte kalmayıp p (پ), ç (چ), j (ژ) ve lâm-elif (لا) kafiyeli gazelleri ile otuz iki harf üzerine tertiplenmiş bulunmaktadır.
C) Hazâinü’l-meânî. Dört divanda yer alan bütün şiirleriyle son şiirlerinin birlikte harmanlanmasından meydana gelen son divanına vermiş olduğu addır. Külliyyât-ı Devâvîn adıyla da tanınan bu eser Hamid Süleyman tarafından Kiril harfleriyle Özbekistan Fenler Akademisi’nce yayımlanmıştır (Taşkent 1959, Ali Şîr Nevâî, Hazâinü’l-meânî, I. cilt: Garâibü’s-sıgar). 1959-1960 yılları içinde diğer üç cilt de basılmıştır. Nevâî bu son divanı için 905’te (1500) ötekilerden ayrı bir önsöz kaleme almıştır. Divan’ın Türkiye’deki beş nüshasında yer almayan bu önsözün memleketimizdeki tek nüshası Nuruosmaniye Kütüphanesi’nde 3999 numaralı Şerḥu’l-Ḥamâse adlı yazmanın 21b-29a yapraklarının arasında bulunmaktadır. Bu divan 55.000 mısra tutmaktadır.
Farsça Dîvân. Üç nüshası bilinen (Nuruosmaniye Ktp., nr. 3850; TİEM, nr. 1952; Süleymaniye Ktp., Hekimoğlu Ali Paşa, nr. 632) bu divanında Nevâî Fânî mahlasını kullanmıştır. Şair Muhâkemetü’l-lugateyn’de bu divanın 6000 beyitten meydana geldiğini bildirmektedir. Yine aynı eserde bahsedilen “Tuhfetü’l-efkâr”, “Nesîmü’l-huld”, “Aynü’l-hayât”, “Minhâcü’n-necât” ve “Kutü’l-kulûb” adlı Farsça kasideler de bu divanda yer almaktadır.
Mesneviler. Nevâî, bu sahada Hamse’sinden sonra yazdığı diğer bir eseriyle birlikte altı mesnevi meydana getirmiştir. Hamsedeki mesneviler şu sıra üzeredir:
1. Hayretü’l-ebrâr. Nizâmî’nin Maḫzenü’l-esrâr’ı ile Emîr Hüsrev’in Maṭlaʿu’l-envâr’ı ve Câmî’nin Tuḥfetü’l-aḥrâr’ına nazîre olarak 888’de (1483) kaleme alınmıştır. 4000 beyit civarında olan mesnevi iki kısım halinde altmış dört bab olarak tertip edilmiştir. Yirmi makaleden meydana gelen ikinci kısım, eserin ağırlık merkezini teşkil eder. Mesnevi, aruzun “müfteilün müfteilün fâilün” kalıbı ile yazılmıştır. Eser Taşkent’te Parsa Şemsiyev tarafından yayımlanmıştır (1958-1960).
2. Ferhâd ü Şîrîn. Nizâmî ile Hüsrev-i Dihlevî’nin aynı addaki eserinden ilham alınarak yazılan bu mesnevi 889 (1484) yılında “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbı ile yazılmıştır. Mesneviyi diğer Hüsrev ü Şîrîn’lerden ayıran özellik, ağırlık merkezinin yani hikâyenin Hüsrev yerine Ferhad üzerinde kurulmasıdır. Ferhad, Nevâî’nin mesnevisinde alelâde birisi olmayıp Çin hakanının oğludur. 5780 beyitten ibarettir.
3. Leylâ vü Mecnûn. Eser Mecnûn u Leylâ olarak da bilinmektedir. İran edebiyatında ilk defa Nizâmî tarafından ele alınan bu konu daha sonra Hüsrev-i Dihlevî tarafından da işlenmiştir. Nevâî bu mesneviyi yazarken her iki müelliften de faydalanmıştır. 3500 beyit kadar olan mesnevi aruzun “mef‘ûlü mefâilün feûlün” kalıbı iledir.
4. Seb‘a-i Seyyâre. 889’da (1484) aruzun “feilâtün mefâilün feilün” kalıbı ile yazılan ve 5000 beyit civarında olan bu mesnevi elli babdan meydana gelir. Bu hikâyeyi ilk defa Firdevsî Şehnâme’de işlemiş, daha sonra Nizâmî Heft Peyker, Emîr Hüsrev de Heşt Bihişt adıyla kaleme almıştır. Konu, Behram’ın güzel câriyesi ile olan macerasıdır.
5. Sedd-i İskenderî. Beyit sayısı 7000’i aşan ve vezni “feûlün feûlün feûlün feûl” olan bu son mesnevi 890’da (1485) yazılmıştır. Buradaki konu Nevâî’den önce Firdevsî, Nizâmî ve Hüsrev tarafından işlenmiş, Câmî tarafından da Ḫırednâme-i İskenderî adıyla kaleme alınmıştır. Ancak Câmî eserini, Nevâî’nin eserini tamamlamasından sonra bitirmiştir. Nevâî bu eserinde İskender’i bir Türk hükümdarı gibi tasavvur etmiş ve onun şahsında Sultan Hüseyin Mirzaa ile oğlu Bedîüzzaman Mirza'yı anlatmıştır.
6. Lisânü’t-tayr. Nevâî’nin Hamse dışında kalan mesnevilerindendir. 3553 beyitten meydana gelen eserde Nevâî Farsça şiirlerindeki Fânî mahlasını kullanmıştır. Konu Attâr’ın Manṭıḳu’ṭ-ṭayr adlı eserinden alınmış olmakla beraber birçok değişiklik ve ilâveler yapılmıştır. Attâr’ın hikâyesindeki on kuştan sekizinin alınmasına karşılık onda bulunmayan altısının daha ilâvesiyle eserde rol alan kuşlar on dörde çıkar. Nevâî, eserin başında küçük yaştan beri bu eseri Türkçe’ye çevirmek istediğinden bahseder.
Tezkireler, Hal Tercümeleri-Hâtıralar.
1. Nesâyimü’l-mahabbe min şemâyimi’l-fütüvve. Eser Câmî’nin 883’te (1478) yazdığı Nefeḥâtü’l-üns min ḥażarâti’l-ḳuds adlı, velîlerin hayat hikâyelerini ihtiva eden Farsça eserinin Çağatay Türkçesi’ne tercümesidir. Aslında Câmî bu eserini Nevâî’nin ricası üzerine kaleme almıştı. Eserin önemini bilen Nevâî, duyduğu ihtiyaçla 901’de (1495) onun tercümesini meydana getirdi. Bu mensur eserde otuz dördü kadın olmak üzere 770 velînin hayat hikâyesi yer almaktadır.
2. Mecâlisü’n-nefâis. 897’de (1491-92) kaleme alınan eser, Türk dilinde yazılan ilk şairler tezkiresi olması bakımından önemlidir. Nevâî, Câmî’nin Bahâristân ve Devletşah’ın Teẕkiretü’ş-şuʿarâʾ adlı tezkirelerini örnek alarak kendi eserini de sekiz kısma ayırmış ve her kısma “meclis” adını vermiştir. Sekizinci meclis tamamen Sultan Hüseyin Mirza’ya ayrılmıştır.
3. Hamsetü’l-mütehayyirîn. Nevâî bu eserini Câmî’nin ölümünden sonra, bu yeri doldurulmaz dostu ve üstadı için yazmıştır. Bir mukaddime, üç muhâvere ve bir hâtimeden ibarettir. Mukaddimede Câmî’nin nesebi ve doğumu, gördüğü tahsil ile Nevâî’nin onun yanına geldiği devre anlatılır. I. muhâverede Câmî ile Nevâî’nin dostluğu, II. muhâverede Nevâî Merv’de iken Câmî ile mektuplaşmaları, III. muhâverede ise Nevâî’nin isteği üzerine Câmî’nin yazdığı eserlerle ilgili hâtıraları söz konusu edilir. Hâtimede ise ona ait son hâtıraları ile Câmî’nin son anları ve ölümü, ölümünden sonraki matem merasimleri anlatılmaktadır. Nevâî’nin bir tarih kıtası ve uzun bir mersiyesiyle son bulan eser mensurdur. İçinde aralara serpiştirilmiş bazı şiirler de bulunmaktadır.
4. Hâlât-ı Seyyid Hasan Erdeşîr Big. Nevâî’nin, babası gibi sayıp sevdiği, şahsına çok bağlılık duyduğu mürşidi Seyyid Hasan’ın ölümü üzerine onun hayatını ve meziyetlerini, kendisiyle olan hâtıralarını anlattığı mensur ve manzum olarak kaleme alınmış risâlesidir.
5. Hâlât-ı Pehlevân Muhammed. Nevâî, çok yakın dostu, şair, bestekâr ve tabip Pehlevân Muhammed’in ölümü üzerine kaleme aldığı bu risâlede onun hayatını ve kendisine dair hâtıralarını anlatır; aynı zamanda sûfî yanı üzerinde de durur. Nazım nesir karışık yazılan risâlenin İstanbul’da üç, Paris’te de bilinen bir nüshası vardır.
Dinî Eserleri. 1. Çihl Hadîs. Câmî’nin aynı addaki eserinin dörder mısralık kıtalar halinde 886’da (1481) yapılmış tercümesidir.
2. Sirâcü’l-müslimîn (905/1500). Nevâî’nin külliyatı içinde yer alan küçük bir akaid kitabıdır. Şeriatın hükümlerini, Allah’ın sekiz sıfatını ve İslâm’ın esaslarını manzum olarak anlatmaktadır.
3. Münâcât. Sinan Paşa’nın Tazarru‘nâme’si gibi Tanrı’ya mensur bir yakarıştır. Secîlerle örülmüş kısa cümlelerden kurulu samimi bir nesir örneğidir. Topkapı Sarayı Müzesi ve Fâtih kütüphanelerindeki “Külliyat” nüshalarının başında yer alan Münâcât’ın hangi tarihte yazıldığı bilinmemektedir.
Diğer Eserleri. 1. Muhâkemetü’l-lugateyn (905/1500). Nevâî’nin dil alanındaki millî şuurunu gösteren önemli bir eserdir. İranlılar’la bir arada yaşanan ve Mecâlis’te geçen pek çok şairin Farsça yazdığı bir devirde Nevâî Türkçe yazarak bu dilin ifade kuvvetini ve Farsça’ya göre üstünlüğünü eserinde ispat etmeye çalışmıştır. Nevâî aynı zamanda böyle zengin ve üstün ana dilleri dururken, devrin onu bir yana bırakıp Farsça yazmaya özenen edebiyat heveslisi gençlerini tenkit ederek onları uyarmak ister.
2. Mîzânü’l-evzân (898/1492’den sonra). Aruz hakkında toplu bilgiler vermek üzere kaleme aldığı bu üç bölümlük küçük risâlede sırasıyla teknik bir mesele olarak zihaf, bahirler ve taktî‘ konuları üzerinde durur. Rubâî vezinlerinden sonra tuyuğ, koşuk, türkî, çenge, arazvârî, muhabbetnâme gibi millî şekilleri de anlatmaktadır.
3. Mahbûbü’l-kulûb (906/1500-1501). Sa‘dî’nin Gülistân’ı ile Câmî’nin Bahâristân’ını hatırlatan bu eser Nevâî’nin şahsiyetiyle ilgili bilgiler vermesi bakımından önemlidir. Üç kısma ayrılan eserin kırk bölümlük ilk kısmında zamanın cemiyetindeki muhtelif tabakalar, çeşitli zümreden insanlar, on bölümlük ikinci kısmında iyi işleri övme ve kötüleri yerme bahis konusu edilir. Üçüncü kısımda ise ahlâkî konular üzerinde durulur.
4. Münşeât (897/1492’den sonra). Nevâî’nin mektuplarının toplandığı eserin adıdır. Mektupların içinde Sultan Hüseyin Mirza’ya ve Sultan Hüseyin'in oğlu Bedîüzzaman Mirza’ya yazmış oldukları da bulunmaktadır. Bu mektuplarda Nevâî’nin devri ve hayatı ile ilgili önemli bilgiler vardır.
5. Vakfiyye (886/1481). Mensur olarak yazılmış, arasına şiirler serpiştirilmiştir. Bu küçük eserde Nevâî uzun uzun Sultan Hüseyin Mirza’yı methettikten sonra kendinin yapmış olduğu vakıflarına geçer. 881’de (1476) Sultan Hüseyin Mirza’nın kendisine Herat’ın kuzeyinde bir arazi verdiğini, bu araziye bir saray, bahçe, bir medrese, bir mescid ile bir hafız yetiştirme merkezi kurduğunu ve bu medreseye İhlâsiyye adı verdiğini, yine aynı yerde bir cami ve Halâsiyye adlı bir dergah yaptırdığını bu Vakfiyye’den öğrenmekteyiz. Eser, Nevâî’nin vakıfları hakkında bilgi edinmek için güzel bir kaynaktır.
6. Nazmü’l-cevâhir (890/1485). Hz. Ali’ye atfedilen Nesrü’l-leʾâlî adlı kitabın her Arapça vecize için bir rubâî yazılarak tercüme edilmiş şeklidir.
7. Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ (890/1485’ten sonra). Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar gelen peygamberlerle tanınmış kişiler hakkındaki menkıbeleri ihtiva eden mensur bir eserdir.
8. Târîḫ-i Mülûk-i ʿAcem (890/1485’ten sonra). Mensur bir eserdir. İçinde yarı mesnevi tarzında yazılmış iki beyitlik şiirlere de rastlanır. İran’ın efsanevî tarihini anlatan bu kitabında Nevâî İran hükümdarlarını dört hânedana göre sınıflandırmıştır. Eserde Pîşdâdiyân, Keyâniyân, Eşkâniyân ve Sâsânîler söz konusu edilmektedir. Osmanlı Türkçesi’ne tercümesi Târîh-i Fenâî adıyla Viyana’da basılmıştır (1872).
Nevâî’nin bugün elimizde olmayan, fakat kaynaklardan varlıkları tesbit edilen diğer eserleri ise şunlardır: Nevâdirü’n-nihâye için yazmış olduğu “Dîbâce”, Zübdetü’t-tevârîh, Risâle-i Muʿammâ (Farsça), Vaḳfiyye (Farsça) ve Münşeʾât (Farsça). Ayrıca kütüphanelerde adına kayıtlı Sebʿatü ebḥur adlı Arapça bir lugatı ile yine ona atfedilen Nazm-ı Akāid’i bulunmaktadır. Zübdetü’t-tevârîh için bazı kaynaklar Târîh-i Enbiyâ ve Hükemâ ile Târîḫ-i Mülûk-i ʿAcem adlı eserin birleşmiş biçimine verilen ad olabileceğini söylerler. Zeki Velidi Togan, bu eserin İlhanlı ve Timurlu sultanları tarihi olduğunu belirtmektedir. Bursalı Mehmed Tâhir, Nevâî’nin Siyerü’l-mülûk adlı bir Farsça eserinden söz ederse de şimdiye kadar böyle bir esere rastlanmamıştır.
Eserlerinin gördüğü devamlı rağbet dolayısıyla bunları bütünü ile içine alacak şekilde külliyat nüshaları meydana konulmuştur. Bugün ikisi İstanbul’da olmak üzere beş büyük “Külliyat”ı bilinmektedir. Bunların bir kısmı minyatürlü ve tezhiplidir. Bu beş “Külliyat”ın içindeki eserlerin ayrı ayrı listesi Agâh Sırrı Levend tarafından verilmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder