10 Mart 2024 Pazar

Doç. Dr. Sevda Sadigova - Ali Şir Nevai Sanatkarlığı: Dil Düzeyinde Tasavvuf Düşüncesi

 

Herhangi bir edebî örneğin uzun ömürlülüğü ve modernliği, mazmun, karakterler dizisiyle beraber, geleceğe iletilen fikirlerin güncelliği ile değerlendiriliyor. Türk düşünürlerinin dünyanın bilim ve edebiyat hazninesini zengileştiren eserleri asırların zaman sonsuzluğundan günümüzle konuşuyor, müdriklik ve hikmet yoluyla zihinsel sistemi ilerici bir istikamete yönlendiriyor.

Böyle şahsiyetlerden biri de Türk Özbek edebiyatının ünlü temsilcisi, çokyönlü edebî mirasa sahip şair, filozof Ali Şîr Nevâî’dir. O, “Hamse”si, “Tezkire”leri, dinî ahlakî, felsefi, biyografik, tarihî eserleriyle kendi ekolünü oluşturan ünlü düşünürlerden biridir. A.Ş. Nevâî yaratıcılığı mazmunca zengin, kapsamına göre geniş olduğundan araştırma alanı da çok yönlüdür. O, aynı zamanda yaşadığı dönemin ünlü devlet adamıdır: H.Baykara sarayında büyük ilgi, saygı ve hürmet görmüştür. Türk halklarının fikir tarihinin yanı sıra sosyal hayatında da önemli rol oynamıştır. XV. yüzyıl Azerbaycan şairi Kişverî kendi kaderiyle mukayesede Ali Şir Nevâî’nin saray tarafından korunması hakkında şöyle yazmıştır: “...Kişverî şiiri Nevâî şiirinde eksüg imes, Ger bahtına düşseydi Sultan Hüseynî-Baykara.....”

Ali Şir Nevâî XII. yüzyıl edebî fikrini XV. yüzyıla aktarmakla ona yeni renk katmış, Nizami Gencevi, Emîr Hüsrev-i Dihlevî’nin yolunu devam ettirmiş ve ilk kez Türkçe “Hamse” yazmıştır.

Araştırmalarda kaydedildiği gibi, A.Ş. Nevâî dâhi Nizami Gencevi’nin eserlerini orijinalden okumuş, onun sanatından büyülenmiş ve Türkçe “Hamse” yazmağa teşebbüs etmiştir. A.Ş.Nevâî’nin “Muhakemetül-Lügateyn” eserinde bu fikir şöyle doğrulanmıştır: “Hamse” pencesine pence vurmuşum. Evvelce “Müminlerin Teşvişi” (Heyretül-Ebrar”) bağında tabim güller açmıştır ki, ona “Sırlar Hazinesi”nden “Mahzenül-Esrar” Şeyh Nizaminin ruhu başıma dürler saçmıştır”. Aynı zamanda A.Ş. Nevâî “Hamse”ye dahil olan eserlerinde de Nizami kudretinin büyüklüğünden, sanatının mucizevi gücünden bahsederek bir daha bu dâhi yazara olan sevgisini göstermiştir: “O Gence’de uyuyan büyük Nizami Gence’de olsa da, aramı onun “Hazineler” üstedir makamı onun”.

XV. yüzyılda - Arapça ve Farsçanın henüz Türk halklarının kültürel hayatında - dil ortamında güçlü etkisi olduğu bir dönemde yazar Türkçenin bu dillerle rekabetini cesaretle ve başarıyla devam ettiriyor. Türkçenin tüm dahili gücünü ve ifade sisteminin mükemmelliğini bilimsel düzeyde ortaya çıkarıyor. A.Ş.Nevâî’nin Türkçe ile bağlı görüşleri “Muhakemetül-Lügateyn” eserinde yer alıyor ve bu dilin ifade zenginliği, semantik yapısı ve anlamlarından geniş şekilde bahsediliyor.

Zeki Velidi Togan edebî ortamda A.Ş. Nevâî’ni “Fars şairlerinin taklitçisi” adlandıranlara karşı çıkarak Rus bilim adamı Bertels’in araştırmalarına dikkat çekiyor ve bilimsel mulahazalarını sunarak şöyle yazıyor ki, bu şair acem ve İslam edebî mevzularını ancak bir çerçeve olarak kullanmış, fakat bunları Türk hayatından levhalarla doldurmuştur. Arap ve Fars kültürüne ait olan edebî yaratıcılık o dönemin sosyal durumunun taleplerinden dolayı ortaya çıkmıştır.

Yabancı dil ve edebî kalıpta eserlerin yazılması Türk yazarları için millî dil açısından yanlış yorumlanabilir, fakat, tabii ki, büyük yetenek gerektiren bu işte edebî fikir ve sanatkârlık açısından bir söz söylenmesi mümkün değil.

Türk edebî fikrinin yaratıcıları bu işin üstesinden layıkıyla gelerek dünya medeniyeti hazinesini zenginleştiren eserler sunmuş, büyük ün kazanmışlar. 

A.Ş.Nevâî “Ferhat ve Şirin” mesnevisinin sonunda eserleri ve “Divan”ı sayesinde millî şair gibi tanınmasını şöyle açıklıyor: “Türk ulusu gerek bir kabile gerekse de yüz ve bin kabile olsun, bunun hepsi muhakkak ki, benimdir. Ben hiç bir ordu sevk etmeden, Çin ülkesinden Horasan’a kadar uzayan yerlerdeki tekmil Türkleri öz fermanım altına aldım. Yalnızca Horasan (Türkü) değil, Şiraz ve Tebriz (Azerbaycan) Türklerinin devrini daha benim kalemin şeker döken bir şekilde tatlı kalmıştır. Benim sözüme Türk milleti gönlünü vermiştir, yalnızca gönlünü değil, canını dahi vermiştir: yalnız Türk değil, Türkmenler de benim sözüme gönlünü ve canını vermiştir”. Bu deyim şairin hem siyasi hem de sanatkâr konumunu yansıtıyor.  

A.Ş. Nevâî sözü yaratılışın ilki sayarak şöyle yazıyor:

Sözün bâresinde bunu deyim ki, 

Bütün varlıkların o olub ilki. 

Söz evvel yaranıb, sonra mahlukat, 

Sözden sonra gelib bütün kâinat

Sözün mahiyetine, gücüne vâkıf olan şair Türkçenin ifade imkânlarını da düzgün değerlendiriyor, yaratıcılığı ve diliyle edebî ekol - akım oluşturuyor. Bu açıdan onun “Muhakemetül-Lügateyn” eseri önemli yere sahiptir. XI. yüzyılda M.Kaşgâri “Divanü-Lügat it-Türk” eseriyle Türkçe ve Arapçanın atbaşı yarışında Türk dilinin kudretini tüm yönleriyle sunmayı başarmıştır. XII. yüzyılda Nizami Gencevi “Hamse”si ile Farsçada, ancak araştırmacıların “Türk iyi geliyor” söyledikleri mükemmel edebî örnekler yaratıyor. Bu yolu A.Ş.Nevâî Türkçede devam ettiriyor. Farsçanın devlet dili olduğu bir zamanda Çağataycayı yüksek edebî dil düzeyinde kullanması, eserlerini ana dilinde – Türkçede yazması ve bu dilin mükemmelliğini ilan etmesi, A.Ş.Nevâî sanatkârlığının üstün taraflarından biridir. “Leylâ ve Mecnun” mesnevisinin sonunda şöyle yazıyor:

Ben Türkçe başlaban rivayet 

Qıldım bu fesâneni hikâyet. 

Kim, şuhreti çün cahânga tolgay, 

 Ben Türkçe başlayıb rivayeti 

Kıldım bu efsaneyi hikâya 

Kim, şöhreti çün cihana dola

Kâmil Veli Nerimanoğlu’nun kanaatince “A.Ş.Nevâî’den uzaklaşan yollar Türklükten uzaklaşan yollardır. A.Ş.Nevâî’ye yakın yollar ve doğrudan A.Ş.Nevâî’ye giden yollar Türklük felsefesine ve Türklük akidesine (inancına) giden yol gibi kutsaldır”.

A.Ş.Nevâî dilleri karşılaştırırken Arapçadan bahsediyor, bu dilin üstünlüğünü “Kuran-ı Kerim”le ilişkilendirerek şöyle yazıyor: “Allah! Allah! Bu bahçenin insan ruhunu yücelten temaşasına ve kalp okşayan bu gülşenin paklığına bak! Ki, onun bahçivanı “Biz bulutlardan gürültüyle yağmur indirdik, yapraklardan tohumlar ve bitkiler, ormanlar ve bağlar yarattık” lütfuyla dil açıyor...”. O, dilin kökeni meselesine Reşideddin’in “Oğuzname”sinde olduğu gibi, dinî efsane açısından yaklaşıyor ve Nuh’un üç oğlunu tufandan sonraki dünya insanının ve dilin ecdadı, kökü olarak görüyor: “Bundan (Arapçadan) başka, asil muteber olan üç dil var. Ve o diller kendi deyim ve gehverleriyle (onlarda) konuşanların nutkunu süslüyor ki, onların herbirinin çoklu kolları var. O üç dilin – Türk, Fars ve Hint dillerinin kökeni Nuh peygamber salavatullahü-aleyhin üç oğluna – Yafes’e, Sam’a ve Ham’a gidiyor”

VII.-XII.yüzyıllar Türk edebî ortamında hâkim olan, Türkçeyi sıkıştıran Arapça ve Farsçanın kültü XIII-XIV. yüzyıllarda Moğol işgalinin etkisiyle biraz daha azalıyor. Moğol ordusunun büyük askerî gücünün Türklerden ibaret olması, Türk dil ortamına yol açıyor (Moğol ve Türk dillerinin akrabalığı ve yakınlığı hakkında da bilimsel düzeyde tartışmalar mevcuttur).

Böyle siyasi durum Türk dilinin kullanım dairesini devlet düzeyinde de temin ediyor ve edebî örneklerin yaranması ve geniş kapsamda yaygınlaşmasına neden oluyor. A.Ş. Nevâî kendi eserinde Türkçenin bilimsel düzeyde karşılaştırmalı analizini yapıyor, Türk dilinin semantik zenginliği, ifade sisteminin çok seçenekli olması hakkında geniş bilgiler vererek gösteriyor ki, Fars ve Arap dilleri kâmillik ve nakıslık bakımından farklıdır: söz ve ifade oluşturmakta Türk Sart’tan (Fars) daha yeteneklidir. Onun dil ve ifade sistemi, kelimelerin semantik yapısıyla bağlı fikirleri çağdaş dilciliğin lengvo-psikoloji ve anlam bilimi alanlarını kapsamaktadır.

A.Ş.Nevâî bir anlamın çeşitli çalarlarını yansıtan paralel birimleri birer birer sunuyor, herbirine ait örnekler veriyor, Türkçenin zenginliğine, farklı duygu ve düşüncelerin ifade fonksiyonelliğine dikkat çekiyor. O, bazı Türk şairlerinin yabancı dil eğilimini onların yeteneksiz olmasına bağlıyor, bu dilin zengin ifade sistemini doğru kullanmadıklarından kaynaklandığını gösteriyor: “Türkçede çok güzel ifadeler var. Ancak onları hoş bir şekilde düzenlemek ve narin şiirler eklemek zordur. Bu işe başlayan insanlar, zorluklarla karşılaştıklarında çabuk soğurlar ve daha kolay yolu seçerler”. A.Ş.Nevâî kendi yaratıcılık deneyiminden bahsederken başlangıçta Farsçaya ilgi gösterdiğini, fakat sonradan bilinçli şekilde Türkçeye geçmesini şöyle açıklıyor: “Yukarıda anlatılan âdet gereği benim de eğilimim Farsçaya oldu. Ama bilinç çağına girer girmez, doğal içgüdülerim beni incelikleri ve karmaşıklıkları anlamaya yöneltti, Türkçe düşünmek benim için önemli hâle geldi. Gözlerimin önünde bir dünya açıldı, on sekiz binden fazla dünya. Sonra tabime öyle güzel bir gökyüzü katmanı malum oldu ki, göğün dokuz katmanından daha fazla. Sonra öyle bir feza ve yükseklik hazinesi açıldı ki, dürleri yıldızların gevherlerinden daha parlak”. Gönlünün gözüyle gören A.Ş.Nevâî’nin bu betimlemesi Türkçenin zengin ifade imkânlarından haber veriyor, dünya manzarasının, tüm varlığın maddi ve zihinsel sistemin ulusal dil olgularıyla taktimi hakkında genel tasavvur oluşturuyor. 

Dil birimlerinin n içeriğinin zenginliği, üslup özelliklerinin açıklayıcı sunumu yazarın dile doğrudan bilimsel açıdan yaklaşımıdır; yaratıcı şahıs gibi dile ruh ve gönül düzeyinde vâkıf olmasının göstergesidir. Dil düşünce ve duygulara dönüşen ruhun ifade şeklidir. Bu anlamda “Muhakemetül-Lügateyn” küçük bir eser olmasına rağmen A.Ş.Nevâî’nin ana diline sevgi ve saygısını, aynı zamanda kapsamlı bilimsel bilgilerini ve dünya görüşünü sergileyen eserlerden biridir.

Yazar Türkçe eserlerinde Nevâî, Farsça eserlerinde ise Fâni mahlasını kullanmıştır. Her iki adın sembolik anlam taşıdığını göz önünde bulundurursak, düşünebiliriz ki, onun kullandığı mahlaslar özel önem taşıyor, sembolik anlam ifade ediyor. Bu, şairin söze felsefi açıdan, tasavvuf insanının konumundan yaklaşımıdır.

Sufi felsefi dünya görüşü A.Ş.Nevâî hakkında araştırmalarda az değinilen ve az incelenen alanlardan biridir. Aslında on sekiz bin âlemden söz açan A.Ş.Nevâî’nin yaratıcılığı bu doğrultuda ilginç gerçekler sağlıyor:

On sekiz bin âlem aşubi eğer başındadır, 

Ne eceb, çün servinazım on sekiz yaşındadır. 

Dese bolğaykim yana ham on sakiz yıl hüsnü var, 

On sekiz yaşında bunca fitne kim başındadır. 

On sekiz deme, yüz seksen yıl olsa, ol durur 

Hüsn şahı ol belalar kim, gözü kaşındadır... 

Araştırmalarda şairin hayatının son yıllarında yazdığı sanatsal eserlerde sufiyane fikirlerin daha kabarık şekilde dikkat çektiği yansıtılıyor. Tasavvuf IX.-XI. yüzyıllarda Doğu edebî ortamında oluşan hâkim fikir akımıydı. Siyasi olaylar fonunda insan fenomeni, onun kutsallığı, varlık nedeni, insanın mutluluğu, mutluluğa götüren, ona ulaşan yollar bu düşünce kapsamında öğretiliyor ve tebliğ olunuyurdu. Belirtmek gerekir ki, sufilik, tasavvuf dünya görüşü insanın ömür yolunun çeşitli dönemlerine nüfuz eden, yaşamını etkileyen, şahsın hayatına aşamalı şekilde eşlik eden bir süreç ve ruh hâlidir. Kaynakların A.Ş.Nevâî’nin 19 yaşında Abdurrahman Câmî ile tanışlığından ve ondan bilim öğrenmesinden bahsetmesi tesadüfi değildir. Genç yaşta öz farkındalık yoluna düşen A.Ş.Nevâî, kendisinin Abdurrahman Câmî’nin ve Buhara’nın ünlü şeyhi Bahaddin Nakşîbendî’nin talebesi olduğunu eserlerinde defalarca hatırlatıyor. Bunların yanı sıra ünlü sufilerden Ferîdüddin Attâr ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’yi de kendine üstad olarak gördüğünü vurguluyor.

 A.Ş.Nevâî’nin Fâni mahlasıyla imzaladığı, fakat Türkçe yazdığı, “Lisanüt-Teyr” (Farsçadan çevirisi “Kuşların veya Kuş Dili” anlamına geliyor) adlı mesnevisinde sufi dünya görüşü özellikle geniş şekilde açıklanıyor. Bu konu edebî ortama tasavvuf bilgini Ferîdüddin Attâr tarafından aktarılmış, sonradan tercüme ve aynı mazmunlu eserlerle edebiyat âleminde yaygınlaşmıştır. A.Ş.Nevâî de kendi yaratıcılığında bu konuya baş vurmuş, Ferîdüddin Attâr’ın “Mantıküt-Teyr” eserine nezire olarak “Lisanüt-Teyr” eserini yazmıştır.

 O, “Mahbûbü’l-kulûb” mukaddimesinde “her tavr sülûk ve kisvette yügürdim”, “...kâh atkıyâ mesâcidide alar kademi yetgen yerge yüz koydım ve secde kesretidin manglayim terisini soydum ve kâh safâ hânkâhı ehli ibrikiğe su koymak bile ercümend boldum ve kâh fenâ deyr-i hayli sebukeşligidin serbülend boldum”, -demiştir. Bu da onu göstermektedir ki, mükemmellik yolunda yazar kendine göre yeni bir yol açmaktadır.

Bu yolun esas noktaları, mükemmel insan biliminin hikmetleri A.Ş.Nevâî şiirinin ifade ve mazmun sisteminde yansımaktadır: “Her ne kadar güzel olsan da hiçbir zaman kendi cemalinle mağrur ve mesrur olma. Güzelliğinde noksan olmayan zatı hatırla ve o gül bahçesine ateş gibi meylet”; “Gül bahçesinde sadece beş gün açılıp on gün sonra da toprağa karışan, ömür bahçesinde bekası olmayan bir vefasız çiçeğe mi aşık oldun”; “Aşk, dünyayı aydınlatmak için geldi. Ona meşale deme, belki ufukları yakan bir alevdir o! Herkes aşka uygun olmaz”. Herkesin aşka uygun olmadığını bilen şair, Allah’a yönelerek şöyle söylerdi: Gönlüm gam ile tok eyle, ya rab! Aşk içre beni yok eyle, ya rab.

Onun dilcilik meselelerini yansıtan “Muhakemetül-Lügateyn” eserinde de aşk yolculuğunun âşıklık hâlinin farklı yaşantılarına ait, özellikle hasret ve ayrılık hâlinin ifadesi için kullanılan leksik birimlerin farklı duygu çalarlı semantiğinden açıklamalı bilgi vermesi tesadüfi değildir: “Şiirin bina ve mihveri aşktır ve âşıklıkta ağlamaktan da küllrek ve daimrek emir yoktur. Ve onun çeşitli çalarları var. “Yığlamsınmak” mazmununda Türk bunu söylemiştir: 

Zahit ışkın dese kılğay faş 

Yığlamsınuru-közige kilmes yaş

( Zahit aşkın faş kılıb söylese ağlar, gözünden yaşlar akar) 

“İngremek (inlemek) ve “singremek”(- sın(z)lamak) dert ile gizli aheste sağlamaktır ve bunların arasında fark az bulunur... Fars dilinde bu mazmunda söz yoktur. Şair ne çare bulsun. “Sıtkamak”ise ağlamağa mübalağadır, abartıdır. Türk bu konuda şunları söylemiştir: 

Ol ay ki, güle güle, kırağlatdı beni, 

Yığlattı beni, dumay ki, sıtqattı beni

(Şu ay ki güle güle beni uzaklaştırdı, Ağlattı beni, demek ki sıtkattı beni). 

"Yine yüksekten hönküre-hönküre (hıçkırarak) ağlarlar ki, ona “ökürmek” denilir. Ve bu anlamda Türkçede bu beyit var": 

İşim tağ üzere her yan eşk seylabın sürmektür, 

Firak aşubıdın her dem bulut yanglığ ökürmektir. 

(İşim dağ üzerinde her tarafa aşk selini akıtmaktır. Ayrılık derdinden bulutların yanında hönkürmektir (hıçkırmaktır).

A.Ş.Nevâî Farsçada “ökürmek” kelimesine uygun söz bulunmadığını, şairlerin böyle bir garip, ilginç kavramı ifade etme imkânından mahrum kaldıklarını söylüyor, “ağlamak”ın “ökürmek” çalarına “inçkirmek” (hıçkırmak) “içini çekerek ağlamak” çalarını da ekliyor.

Tasavvuf edebiyatını oluşturan sanatkârlardan âdeta çeşitli tasavvuf akımları, tarikat üyeleri gibi bahsediliyor ve onların yaratıcılığı bu doğrultuda araştırılıyor. Bir meseleyi de kaydetmek gerekir ki, tarikate dahil olmak ruhsal tekâmül yolunun aşamalarından biridir. Bu yol aşk yolculuğunda olan insanı yeni aşama ve noktalara götürüyor. Herbir tarikatın bu doğrultuda farklı deneyim ve fikir esasları, kuralları olmasına rağmen, maksat birdir – fenafillaha yetişmek, heçlikte - Allah’a ermek. Yunus Emre’nin söylediği gibi, “Şeriat, tarikat yoldur varana”. Tüm tarikatlar sona ulaşmak için bir araçtır. Bu yüzden de böyle yazarların eserleri kâmillik yolunun makam ve hâl yaşantılarını farklı biçimde yansıtsa da, esas mahiyet, amaç, özek aynı olarak kalıyor. Genellikle bu açıdan yaklaştıkta A.Ş.Nevâî yaratıcılığında tasavvuf dünya görüşünün mazmun (kavram) ve ifade sistemi daha ciddi, geniş ve karşılaştırmalı araştırmaların yapılmasını gerektiriyor.

(Yenigün, Şehrin Hafızası, 3 Aralık 2021)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder