7 Nisan 2024 Pazar

Zahirüddin Muhammed Babür

  


Babür’ün hayatını anlatmaya adının manası ile başlamak isteriz: “Babür”, Hindistan taraflarında yaşayan bir çeşit kaplan demektir. Gerçekten de Babür Mirza, vücut yapısı, bileği ve yüreği ile bir kaplan hatta bir arslandır. Lakin çoğu zaman açık sözlü, duygulu, merhamet ve vicdan sahibi bir insandır.

6 Muharrem 888’de (14 Şubat 1483) Fergana vadisinde bulunan Ahsi’de doğdu. Babası Emir Temür’ün torunlarından Fergana hâkimi Ömer Şeyh, annesi Cengiz Han’ın torunlarından Yûnus Han'ın kızı Kutluğ Nigâr Hanım'dır. Babür’ün çocukluğu hakkında fazla bilgi yoktur. Babasının bir kaza sonucu uçuruma düşerek ölmesi üzerine 5 Ramazan 899'da (9 Haziran 1494) henüz on iki yaşında iken Fergana hükümdarı oldu. On iki yaşında devlet yöneten birinin çocukluğunu yaşadığı da söylenemez.

Babür’ün şeceresi:

Emir Temür

1336-1405

Miranşah Mirza

1370-1405

Sultan Muhammed Mirza

 

Sultan Ebu Said Mirza

1424-1469

Ömer Şeyh Mirza

1456-1494

Babür Mirza

1483-1530

 

Bâbür'ün siyasî mücadeleleri üç ana bölümde ele alınabilir: Fergana ve Semerkand yılları (1494-1504), Kâbil yılları (1504-1526) ve Hindistan yılları (1526-1530).

Bâbür, başlangıçta akrabalarıyla ve kendisine itaat etmeyen kumandanlarla uğraştı. Amcası ve Semerkand hâkimi Sultan Ahmed Mirza’nın yol açtığı sıkıntılardan kurtulduktan sonra dayısı olan Taşkent hâkimi Sultan Mahmud'la mücadele etmek mecburiyetinde kaldı.

Bâbür’ün asıl gayesi Andican’da saltanat sürmek değil atalarının vaktiyle sahip oldukları Semerkand’ı ve bütün Maveraünnehir’i ele geçirmek; sonra da Emir Temür’ün büyük devletini yeniden kurmaktı. 1497 ve 1501 yıllarında kısa sürelerle iki kez Semerkand’a hâkim oldu. Mâverâünnehir'in kuzeyinde güçlenen Özbek Hükümdarı Muhammed Şeybânî Han (1500-1510) Bâbür'ün en tehlikeli rakibiydi. İran'da ise Şah İsmâil, Safevî Devleti’ni kurmuştu ve sınırlarını Ceyhun ötesine kadar genişletme gayesini güdüyordu. Bâbür Şeybani Han’ın Özbekleriyle Sarıpul’da giriştiği savaşta yenildi ve Taşkent'teki dayısının yanına sığındı. Uğradığı başarısızlıklara rağmen sağlam iradesinin yardımı ile tekrar eski gücüne kavuştu. Az sayıdaki Türk ve Moğolla birlikte Hindukuş dağlarını aşarak Kâbil'e indi ve kan dökmeden şehri ele geçirip buraya yerleşti (1504). Bütün ayaklanmaları bastırdı ve tuzakları boşa çıkararak Kabil'de tutunmayı başardı.

Semerkand'ı tekrar ele geçirmekten de vazgeçmemişti. Bu sırada Muhammed Şeybânî Han, Safevi hükümdarı Şah İsmâil tarafından yenilgiye uğratıldı ve öldürüldü (1510). Bunun üzerine Bâbür Safevîler’in yardımıyla Semerkand ve Buhara’yı ele geçirdi (1511) ve Mayıs 1512'ye kadar hâkimiyetini sürdürdü. Buna karşılık Şiîler'in bazı isteklerini kabul etmek zorunda kaldı. Sünnî olmasına rağmen hutbede ve paralarda Şah İsmail'in adını zikrettirdi. Ancak mevcut durum süratle Bâbür aleyhine gelişme gösterdi ve Safevî kuvvetlerinin İran'a dönmesinden sonra Bâbürlülere karşı halkta hoşnutsuzluk ortaya çıkmıştı. Buhara ve buraya yakın bir kasaba olan Gucdüvân'da Özbeklerle Bâbür arasında savaş oldu. 1513 ve 1515'te Hisar Kalesi'nin kaybına rağmen Bâbürlüler bölgede fırsat kolladılar. 1514 Yılında Şah İsmâil, Çaldıran'da Yavuz Sultan Selim karşısında yenilince Özbekler tekrar Mâverâünnehir'de güçlendiler ve Bâbürlülere karşı tutumlarını sertleştirdiler. Bâbür artık Semerkand’da tutunamayacağını anladı. Bu sebeple şansını Afganistan’da merkezi Kâbil olmak üzere yeni bir devlet kurmakta denedi ve bunda da başarılı oldu.

Bu mücadelelerde tuhaf olan, bütün tarafların Türk olmasıdır. Babür Barlas boyundan Emir Temür’ün torunudur. Rakibi Şeybek veya Muhammed Şeybani Han Kıpçaktır. Muhammed Şeybani Han’ın rakibi, bugün Azerbaycan Türklerinin ataları olarak kabul ettiği Türkmen sufilerinden Şah İsmail’dir. Şah İsmail’in rakiplerinden biri Muhammed Şeybani Han, diğer de Oğuzların Kayı boyundan Sultan Selim’dir. Bunlar arasında diplomasi, protokol ve sanat anlayışı ile insani değerler bakımından Babür’ün özel bir yeri vardır. Kendisine ihanet eden akrabalarını ve yakınlarını kolayca affeder. Yıllarca mücadele ettiği Şeybani sultanına komşu bir devletin padişahı olarak şiirlerini gönderir. Ecdadı Temür’ün başkenti Semerkand ve çevresini almak için Şah İsmail ile işbirliği yapar. Ancak halk, bu iş birliğini ve Şah İsmail’in adamlarının gerçekleştirdiği kıyımı tasvip etmez. Halkın sempatisini ve bağlılığını da kaybeder.

1518'de Güney Afganistan seferine çıktı ve Hayber Geçidi'ni aşarak Sind bölgesine indi. Bu yılın sonlarında Kunar ile Sind arasındaki topraklara hâkim oldu. 15 Şubat 1519’da 1500 kişiyle ilk defa Sind nehrini sallarla geçerek Pencap ile Cenap nehri yöresini yağmaladı. 1398-1399 yıllarında Hindistan'ı istilâ eden Temür,  Pencap ve Delhi havalisini kendine tâbi olan seyyidlere bırakmıştı. Bâbür de atasının mirasçısı olarak bu topraklarda hak iddia etmiş ve halkına baskı yapılmaması için de emirler vermişti.

Kandehar Kalesi'nin fethiyle Hindistan-Afganistan ve İran yolu kontrol altına alındı. Bâbür bu kalede iken Mayıs 1522'de Lahor’dan gelen Devlet Han Lûdî ve Âlem Han’la görüştü. Lûdî sarayına yakın olan bu meliklerin yardım talebi kabul edildi. Bâbür iki yıl zarfında Pencap'ı üç defa istilâ etti. Ancak Kâbil'in Özbekler tarafından tehdidi üzerine tekrar Afganistan’a dönmek zorunda kaldı. Bâbür hatıratında Hindistan fethinin gecikmesine kardeşleri arasındaki anlaşmazlıklar ve emirlerin gevşekliğinin sebep olduğunu yazmaktadır. Bu sırada doğan bir şehzadeye Hindâl adının verilmesi de Bâbür’ün Hindistan’ı almayı ne kadar arzuladığını göstermektedir.

Bâbür kesin ve büyük Hindistan seferini 1525'te yaptı. Önce Pencap’ı istilâ ettikten sonra Delhi üzerine yürüdü. Bu sırada Kuzey Hindistan Lûdîler tarafından idare edilmekteydi. İbrâhîm Lûdî'nin yakınları olan Lahor valisi ve Âlem Han ile arası iyi değildi. Bâbür Lûdî başşehrine giden yol üzerinden hareket ederek Panipat yakınlarına geldi. Karargâhını burada kurdu. Kale önlerindeki aynı adı taşıyan ovada Bâbürlü ve Lûdî kuvvetleri Nisan 1526’da karşı karşıya geldiler. Lûdî ordusu çok kalabalıktı ve orduda 1000 kadar fil de yer alıyordu. Bâbür'ün ordusu ise 12.000 civarında idi. Osmanlı savaş nizamını uygulayan ve ateşli silâhlar kullanan Bâbür karşısında İbrâhîm Lûdî büyük bir yenilgiye uğradı ve öldürüldü. Onun ölümüyle Lûdîlerin hâkimiyeti sona erdi. Bâbür bu seferden sonra Delhi ve Ağra'yı da süratle ele geçirdi ve Hindistan’da devletini kurdu (1526).

Bâbür, Çitor Racası Rânâ Sangâ'nın kalabalık bir ordu ile üzerine yürüdüğünü haber alınca hemen harekete geçti ve taraflar Biyâne yakınlarındaki Hânuva'da karşılaştılar. Mart 1527’de yapılan savaşta Rânâ Sangâ büyük bir hezimete uğradı. Arabalar üzerine yerleştirilmiş toplar karşısında tutunamayan Hindûlar çok kayıp verdiler. Bu savaştan sonra Bâbür Ağra’da yerleşti ve Bedehşan askerlerini ülkelerine gönderdi. 1527’ den sonra kesilen paralarda Bâbür ismi yanında “gazi” unvanı da görülmektedir. Bu ise Çitor racası Rânâ Sangâ’ya karşı kazanılan zaferden dolayıdır.

Bâbür 1528’de Çanderi’ye saldırarak Raca Medini Rao'yu mağlûp etti. Ancak Afgan meselesi yüzünden Racpûtlar’a karşı genel bir yer değiştirme harekâtına girişemedi. Ganj nehrini geçerek topçular sayesinde Lûdîler’e sadık kalan kuvvetleri de yendi ve 21 Mart 1528'de Leknev'i ele geçirdi.

1529'da Bengal meselesi ortaya çıktı. Bihâr’da istiklâlini ilân eden Mahmud Şah Afganlıları çevresine toplayarak bölgedeki Bâbürlü nüfuzuna son verdi. Bâbür 6 Mayıs 1529’da Bihâr seferine çıktı ve Mahmud Şah'ı mağlûp ederek doğuya ilerledi. Dönüşte Leknev’i tekrar hâkimiyeti altına aldı.

1530’da hastalanan Bâbür, hastalığının giderek ağırlaşması üzerine bütün emîrleri huzuruna çağırarak oğlu Hümâyun’un hükümdar olmasını vasiyet etti ve onlardan bağlılık yemini aldı. Üç gün sonra da 6 Cemâziyelevvel 937'de (26 Aralık 1530) Ağra’da vefat etti. Naaşı Cemne nehri kenarındaki Nûrefşân bahçesinde toprağa verildi. Vasiyeti gereğince de altı ay sonra Kâbil'e taşınarak Bâğ-ı Bâbür'de yakınlarının yanına gömüldü. Şah Cihan 1646'da Bâbür için muhteşem bir türbe inşa ettirdi. Bâbür’ün on sekiz çocuğu olmuştu. Öldüğünde dört oğlu ile üç kızı hayatta idi. Bunlar Hümâyun, Kâmrân, Askerî, Hindâl, Gülreng, Gülçehre ve Gülbeden'dir.

Bâbür kurduğu devlet ve tarihte oynadığı önemli rol bakımından Türk tarihinin önde gelen simalarından biridir. Batılı yazarlar, o devirde pek az hükümdarda görülen meziyetleri şahsında toplamış olan Bâbür’e hayrandırlar ve başka hiçbir kahramanın kendisini onun Bâbürnâme'sindeki kadar güzel tasvir edemediği kanaatindedirler.

Bâbür kılıç kullanmakta, ok atmakta, ata binmekte usta olduğu kadar insan ruhunu tanımakta, fertleri ve toplumları idare etmekte de o derece ustaydı. İleri görüşlü bir devlet adamı ve soğukkanlı bir kumandandı. Maiyetine karşı merhametli ve şefkatli davranır, affına sığınan suçluları bağışlamakta tereddüt etmezdi. Gerektiğinde de en ağır cezaları uygulamaktan çekinmezdi. Spor ve avla, fikrî ve edebî meselelerle uğraşmaktan zevk alırdı. Eğlenceye düşkünlüğüne rağmen idari ve askerî işlerde en küçük bir ihmal göstermemiştir. Daima halkının refahı için çalışmış, ülkesini bayındır hale getirmeye gayret etmiştir.

Bazı besteler yaptığı bilinen Bâbür, güzel sanatların hemen hepsiyle yakından ilgilenmiştir. Aynı zamanda iyi bir hattat olan Bâbür, “Hatt-ı Bâbürî” adıyla yeni bir yazı stili icat etmiştir. Şiir ve edebiyata da vâkıf olup Çağatay şiir ve nesrinin en güzel ve orijinal örneklerini vermiştir. Teknolojik gelişmeleri de yakından takip ederek bunları yalnızca savaş için değil aynı zamanda tarımda üretimi artırmak amacıyla da kullanmıştır.

Bâbür devlet kurucu büyük bir siyasî şahsiyet, askerlik sanatının yüksek bir siması, yılmaz bir mücadeleci oluşu yanında sanat ve kültür yönü de o derece kuvvetli müstesna bir kimse idi. O, bir insanda aynı zamanda bir araya gelemeyecek çeşitli kabiliyet ve değerleri âhenkli bir terkip içinde toplayabilmiş eşsiz bir hükümdar olarak yalnız Türk tarihinde değil, Doğu ve Batı âleminin büyük şahsiyetler galerisinde günümüzde hayranlıkla seyredilen bir portre olmuştur. Bâbür on iki yaşında tahta çıkışından bu yana seferden sefere koşup at üstünden inmeyen, tahtını ülkeden ülkeye taşıyarak yeni devletler kuran bir maceralar kahramanı, savaşsız kaldığında ardı gelmez büyük avların, eğlence meclislerinin zevkini yaşayan bir tabiat âşığı, araştırıcı ve gözlemci bir botanik uzmanı, görmesini bilen bir seyyah, bir etnografya müjdecisi, bir bahçe mimarı ve şehirci, ata binme, ok atma ve kılıç kullanma sanatının efendisi, yüzücülük dâhil komple sporcu, hattat, musikişinas, fakih, hararetli bir süsleme sanatları ve kitap meraklısı, bir edebiyata damgasını vurmuş şair, dünyanın zevkle, takdirle okuduğu üstün bir hâtıra yazarı, hayatı türlü lezzetleriyle bir yaşama sanatı haline getirmiş bir kimse olmanın bütün sıfatlarını beraberinde taşıyan bir Türk soylusudur.

Bâbür, şiirleri ve Bâbürnâme’siyle bugüne gelmiş ve şöhretini bugün de devam ettirmektedir. O, kaybolanları bir tarafa bırakılırsa beş esere imzasını atmış bir edebiyatçı hükümdar olarak tanınır. İçinden birçok şair şahsiyet çıkmış Temür hanedanındaki şiir geleneği en yüksek temsilcisini onun şahsında bulmuştur. Eğitimini saray çevresinde görmüş olan Bâbür’ün tahta çıkışı gibi şiire başlayışı da erken olmuştur. İlk şiir denemelerine daha on altı yaşında başlamıştı. Başlangıçta çalışmaları beyit çerçevesini geçemezken iki üç yıl içinde artık başlı başına gazeller ortaya koyabilecek bir seviyeye erişir. 1500 yılında Semerkand’ı ikinci defa aldığında orada Ali Şir Nevâî ile görüşmüştür. Bâbür, soyundaki ve saray çevresindeki geleneğin tesiriyle böylece on dokuz yaşında iken hükümdar şairler safında yerini alır. Onun şiirleri siyasî hayatı ile beraber Fergana, Kâbil ve Hindistan olmak üzere üç devre içinde görünür. Kâbil devresinde şiirlerinin sayısı bir divan teşkil edecek noktaya varır. 1519 yılında divanını Semerkand’da Özbek Hükümdarı Polat Sultan’a göndermişti.

Bâbür’ün şiiri, yazdıkları basit bir heveskârlığın alelâde ifadeleri olmaktan ileri gidememiş bazı şair hükümdarlarınkinden tamamıyla farklı olup edebî ilimleri çok iyi bilen, Türk ve Acem şiirini ne derece yakından tanıyıp incelemiş olduğunu aruz nazariyatı üzerindeki eseriyle de ortaya koymuş, söyleyiş gücü kuvvetli, ileri zevk sahibi usta bir kalemin mahsulüdür. Hatıralarında çok iyi belli olduğu gibi o herhangi bir vesile ile bir konu veya bir durum karşısında anında ondan bir şiir çıkarabilecek derecede bir ifade rahatlığı kazanmıştı. Çağının diğer şairleri gibi aşk-sevgili-içki zevki (veya meclisi) konuları onda da hükmünü sürdüren bir üçüzlüdür. Buna çok defa tamamlayıcı bir unsur olarak tabiattan da belirli bir dekor eşlik eder. Fakat Bâbür, klasik geleneğin bu değişmez temlerini değişik ve oynak bir üslûpla gerçek tablolar içinden verecek surette işlemeyi başarır. Zaman zaman kendi hayatını, yaşadığı hadiseleri şiirine getirir. Hayatını aksettiren otobiyografik karakterdeki şiirleri sayıca ârızî ve tesadüfîliğin sınırı dışındadır. Hâtıratında ne zaman, hangi münasebetle, ne gibi hallerde yazıldıklarına dair verdiği bilgilerden şiirlerinin kendi hayat hadiseleriyle bağlantısı anlaşılır. Babür’ün şiirlerinde çok şahsî bir yönü de, devlet kurucu ve taht sahibi olarak bulunduğu Afganistan ve Hindistan’da içinde taşıdığı gurbet duygusu ve ayrı düştüğü Fergana’ya olan özlemi dile getirmesidir. Klasik şiirin dar ve hazır bir çerçeve halinde kabullene gelinen itibarîsine (conventionel) onun samimi bir eda katabildiği görülüyor. Ancak hemen hemen her divan şairinde olduğu gibi alelâdenin üstüne çıkamamış bazı şiirlerin onda da var olduğu inkâr edilemez.

Bir modaya ayak uyduruştan ibaret kalan sayısı belli “musanna” bazı şiirleri bir yana bırakılırsa ifadesi sadeliğe meyleden Bâbür yer yer halk dilinden bir kısım unsurlar almış, atasözleri ve deyimler de kullanmıştır. Bâbür en çok gazel ve dörtlük (rubâî-tuyuğ) tarzını tercih etmiş; kaside ve musammat gibi geniş hacimli nazım şekillerini kullanmaktan uzak durmuştur. Bir şiirini ise hece vezniyle bir türkü olarak yazmıştır. Bâbür daha ilk denemelerinden itibaren Farsça şiirler de yazmaya başlamış ancak bunlar Türkçe şiirleri yanında sayıca hep geride kalmıştır. Babası ve amcasının müridi oldukları Hoca Ubeydullah Ahrâr gibi büyük bir mutasavvıfı çocuk yaşında tanımıştır. Dervişlere samimi bir saygı gösteren Bâbür’ün bazı şiirleri tasavvufî bir renk taşır. Mısralarını bazen Türklük ve kahramanlık duygularına açtığı da eklenince Bâbür’ün şiirlerinin umumi tablosu tamamlanmış olur.

Bâbür’ün bir kısım şiirlerinde, özellikle rubâîlerinde Ali Şir Nevâî tesiri kendini hissettirir. Çağdaşları Bâbür’ün şairliğinden büyük bir takdirle bahsetmektedirler. “Türkçe ve Farsça şiir söylemekte emsalsizdi; bilhassa Türkçe divanında taze mazmunlar bulup söylemiştir” ifadesinin yanı sıra Haydar Mirza Duglat’ın, “Onu Türkçe şiirlerinde ancak Ali Şir Nevâî geçerdi” şeklindeki değerlendirmesi, devrinde onun ne derece kuvvetli bir şair sayıldığına tercüman olmaktadır. Doğu Türkçesi edebiyatının Nevâî’den sonra yetiştirdiği en değerli şairin Bâbür olduğu bugün edebiyat tarihçileri tarafından benimsenmiş bir hükümdür.

Türk ve İran edebiyatlarını çok yakından tanıyan Bâbür’ün gerek Türk gerekse Acem şairleri hakkında çok sağlam ve yerinde görüşlere sahip olduğu Bâbürnâme’sinde açıkça görülmektedir. Bu arada Ali Şîr Nevâî hakkında söyledikleri bugün için de aynen kabul edilebilecek isabetli bir değerlendirmeyi aksettirir.

Eserleri:

1. Bâbürnâme: Çağatay edebiyatının Nevâî’ninkini dahi aşan en tabii ve ileri nesir örneğini veren, önce ilim âleminde şöhret kazanıp mühim bir kaynak olarak ele alınmış olan bu eser, sadece Türk edebiyatı için değil, türünde kendisini yabancı okuyucuya da sıradışı bir hâtırat kitabı olarak kabul ettirmiştir. Bâbür’ü unutulmazlar arasına sokan, ilmîliğe yükselen muhtevası, bir hükümdardan beklenemeyecek samimi anlatımı ile hayranlık duyguları uyandıran bu eser çeşitli dillere tercüme edilerek birçok defa basılmıştır.

2. Divan: Bâbür’ü Çağatay edebiyatının şiirde Nevâî’yi takip eden büyük temsilcisi olarak tanıtan divanı, onunkiler kadar hacimli olmamasına karşılık, orijinal yönler taşıyan seçme ve kuvvetli şiirleriyle Bâbür’ün değerini ortaya koymaya yetmiştir. Kadı Burhâneddin ve diğer bazı şair hükümdarlarınki gibi klasik divanlar tarzında ve alfabetik bir tertipte olmayan bu divanda şiirlerinin kronolojik bir sıraya göre yer almış olacakları yolunda bir görüş vardır. Bâbür’ün kendisinden öğrenildiği üzere ilk şiiri olan gazelin görülebilen divan nüshalarındaki gazellerin en başında bulunması, yazılış tarihini verdiği diğer bazı manzumelerinin de böyle bir durum göstermesi bu görüşü destekler mahiyettedir.

Divanın yazma nüshalarına Orta Asya’dan çok başka ülkelerin kütüphanelerinde rastlanmaktadır. Bunun sebebi Rus çarlığı ve SSCB döneminde işgal ve baskılardan kaçan aydınların olması veya Babür’ün Türkistan’ı terk etmek mecburiyetinde kalması ve ellerindeki nadir eserleri yanlarında götürmeleri olabilir. Yahut Türkistan’da ele geçen nadir eserlerin şarkiyatçılar ve sömürgeciler tarafından yağma edilmesi de olabilir. Başlıca nüshaları şunlardır: 1. Tahran nüshası, 2. Paris nüshası, 3. Râmpûr Özel Nevvâb Kütüphanesi nüshası. , 4. ve5. Haydarâbâd Sâlâr Jang Müze Kütüphanesi, 6. Topkapı Sarayı Kütüphanesi, 7. İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, 8. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Atatürk Kütüphanesi…

3. Aruz Risâlesi: Kendinden önce Ali Şîr Nevâî’nin aruz nazariye ve kaidelerine dair yazdığı eseri yeterli görmemekten gelen bir ihtiyaçla Bâbür’ün ondan otuz beş yıl kadar sonra aynı konuda meydana getirdiği bir çalışmadır.

4. Mübeyyen: Yazıldığı sırada on bir on iki yaşlarında bulunan oğlu Kâmran Mirza’ya öğüt olarak Hanefî fıkhına dair bazı konu ve meseleleri izah gayesiyle kaleme aldığı bir mesnevidir.

Mesnevi nazım şekliyle ve aruzun feilâtün (fâilatün) mefâilün feilün (fâ¡lün) kalıbıyla yazılan eser, toplam 2258 beyittir.

Eser İslam’ın beş şartı hakkında Hanefi mezhebi fıkhının hükümlerini ifade etmek üzere her birine “Kitâb” adı verilen beş ana bölümden oluşmaktadır. Her bölüm yazılış sebebi, kitabın konusunun belirtilmesi, ana kısım ve sonuç alt bölümleri şeklinde düzenlemiştir.

5. Risâle-i Vâlidiyye Tercümesi:  XV. asırda Temürlüler çağında Mâverâünnehir ülkelerinde büyük mânevî nüfuzu olan Nakşibendî Hoca Ubeydullah Ahrâr’ın, babası Mahmud Şâşî’nin dileği üzerine yazdığı için Vâlidiyye diye adlandırdığı Farsça tasavvufî ahlâk kitabının manzum tercümesidir.

Ubeydullah Ahrâr’ın Bâbür’ün mânevî hayatında özel bir yeri vardır. Babası Fergana Sultanı Ömer Mirza’ya “oğlum” diye hitap edecek kadar yakınlık gösteren Hoca Ubeydullah’ı Bâbür zaman zaman rüyalarında gördüğünü ve ondan olacak güzel şeylerin işaretlerini aldığını söyler. Kardeş kavgalarında tam ele geçirilmiş ve ölüme yaklaşmışken yakınlarının ve vefalı dostlarının düşlerine giren Hoca Ubeydullah Ahrar, Babür’ün ölümden kurtulmasına vesile olur. Hindistan’da hayatının son yıllarında daha önce geçirdiği ateşli bir hastalığın yeniden nüksetmesi sırasında, Hoca Ubeydullah’ın ruhaniyetinin şifaya vesile olması ümidiyle onun bu eserini tercümeye başlayarak on gün içinde (10-20 Kasım 1528) tamamlar.

Bâbür’ün bunlardan başka var olduğu söylenen biri mûsiki hakkında, diğeri savaş sanatına dair iki eseri şimdiye kadar ele geçmemiştir. Bâbür’ün bir de oğlu için yazdığı bir “Vesâyânâme” adlı eseri olduğu ileri sürülmektedir. Bu eser, bir kitap olmayıp bu kitaba ek olarak aldığımız Hindistan’ın yönetimine dair ipuçları ve Sünni – Şii ihtilaflarında tarafsız kalınması gibi nasihatlerin bulunduğu vasiyetname olabilir.

Bâbür, Arap harfleri dışında değişik ve yazılması kolay bir yazı şekli tasarlamış; 1504’te ülkesinden ayrılıp yeni bir devlet kurmak üzere Kâbil’e gittiğinde “Hatt-ı Bâbürî” adıyla yeni bir alfabe sistemi icat etmişti. Noktasız harflerden meydana gelen bu sistem, ileri sürüldüğüne göre Türkçenin bünyesine uygun gelecek bir yol arayışının ifadesiydi. Ne yazık ki bu alfabe bugün elimizde yoktur.

 

Bu âlem arâ aceb elemler kördüm,

Âlem elidin turfe sitemler kördüm,

Her kim bu «Vekâyi»ni okur, bilgeykim:

Ne renc ü ne mihnet ü ne gamlar kördüm.

 

Hindistan'da ilk büyük siyasi değişiklikleri Bâbürlüler yaptılar. Önceleri Fergana'da saltanat süren, büyük dedesi Emir Temür’ün başkenti Semerkand’ı ve Turan ülkesinin merkezi Maveraünnehir’i almaya çalışan Babür, Mâveraünnehir'de hâkimiyeti kaybederek kendi deyimiyle “kazaklık” (nereye gideceğini ve ne yapacağını bilmeme)  durumuna düşünce Afganistan'a geçti. Burası Emir Temür’ün oğlu Cihangir Mirza’nın Pir Muhammed'e armağan ettiği bölge idi. (Pir Muhammed, Temür’ün vasiyetine göre yerine veliaht tayin ettiği torunuydu ama diğer mirasçıları vasiyete uymamışlardı.) Babür de talihin yardımı ile atalarının hüküm sürdüğü bu ülkeye gelmiş ve Kâbil'i merkez edinerek buruda oturmaya başlamıştır. 1526 yılından itibaren de Hindistan'da yaşamış ve Hindistan padişahı olarak da tarihe geçmiştir.

Devletin kuruluşu 1526, yıkılışı ise 1858'dir. Bu tarihten sonra da Hindistan’da İngiliz hâkimiyeti yaşanmıştır. Babür, Padişah unvanını alan ilk hükümdardır. Onunla başlayan bu unvan yıkılışa kadar devam etmiştir. Kâbil, Delhi, Ağra, Lahor, Fetihbur Sıkri'yi başkent olarak kullanmışlardır. 1526 ile 1858 yılarında saltanat süren padişahlar şunlardır.

Zâhirüddin Muhammed Babür 1526-1530

Nâsırüddin Humâyun 1530-1540

(On beş yıl süren Sûri Sultanları Dönemi. Bu dönemde Humayun Kâbil’de yaşamıştır.)

Humâyun 1555-1556

Celâleddin Ekber 1556-1605

Şihâbeddin Cihângir 1605-1627

Dâver Bahş 1627-1628

Şihâbeddin I. Cihân Şâh 1628-1657

Murat Bahş (Gucerat'da) 1657-1657

Şah Şuca (Bengale'de)1657-1660

Muhyiddin Evrengzib Âlemgir 1658-1707

A'zâm Şâh 1707-1707

Kâm Bahş (Dekken'de)1707-1707

Şâh Âlem I. Bahadır Şâh 1707-1712

Azimüşşan 1712-1712

Mu'izzeddin Cihândar 1712-1713

Ferruhsiyer 1713-1719

Şemseddin Refiyyüdderecât 1719-1719

Refi yyüddevle II. Cihân Şâh 1719-1719

Nikû Siyer 1719-1719

Nâsır ed-Din Muhammed 1719-1748

Ahmed Şâh Bahadur 1748-1754

Aziz Şâh 1754-1754

III. Cihân Şâh 1760-1760

Celâleddin Ali Cevher II. Şah Âlem 1760-1788

Bidar Baht 1788-1788            

II. Şah Âlem (İkinci defa) 1788-1806

Mu'in’üddin II. Ekber 1806-1837

Siraceddin II. Bahâdur Şâh 1837-1858.

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder