Babür’ün hayatını anlatmaya adının manası ile başlamak isteriz: “Babür”, Hindistan taraflarında yaşayan bir çeşit kaplan demektir. Gerçekten de Babür Mirza, vücut yapısı, bileği ve yüreği ile bir kaplan hatta bir arslandır. Lakin çoğu zaman açık sözlü, duygulu, merhamet ve vicdan sahibi bir insandır.
6 Muharrem 888’de (14 Şubat 1483) Fergana vadisinde bulunan Ahsi’de doğdu. Babası Emir Temür’ün torunlarından Fergana hâkimi Ömer Şeyh, annesi Cengiz Han’ın torunlarından Yûnus Han'ın kızı Kutluğ Nigâr Hanım'dır. Babür’ün çocukluğu hakkında fazla bilgi yoktur. Babasının bir kaza sonucu uçuruma düşerek ölmesi üzerine 5 Ramazan 899'da (9 Haziran 1494) henüz on iki yaşında iken Fergana hükümdarı oldu. On iki yaşında devlet yöneten birinin çocukluğunu yaşadığı da söylenemez.
Babür’ün şeceresi:
Emir Temür |
1336-1405 |
Miranşah Mirza |
1370-1405 |
Sultan Muhammed Mirza |
|
Sultan Ebu Said Mirza |
1424-1469 |
Ömer Şeyh Mirza |
1456-1494 |
Babür Mirza |
1483-1530 |
Bâbür'ün
siyasî mücadeleleri üç ana bölümde ele alınabilir: Fergana ve Semerkand yılları
(1494-1504), Kâbil yılları (1504-1526) ve Hindistan yılları (1526-1530).
Bâbür,
başlangıçta akrabalarıyla ve kendisine itaat etmeyen kumandanlarla uğraştı.
Amcası ve Semerkand hâkimi Sultan Ahmed Mirza’nın yol açtığı sıkıntılardan kurtulduktan
sonra dayısı olan Taşkent hâkimi Sultan Mahmud'la mücadele etmek mecburiyetinde
kaldı.
Bâbür’ün
asıl gayesi Andican’da saltanat sürmek değil atalarının vaktiyle sahip oldukları
Semerkand’ı ve bütün Maveraünnehir’i ele geçirmek; sonra da Emir Temür’ün büyük
devletini yeniden kurmaktı. 1497 ve 1501 yıllarında kısa sürelerle iki kez
Semerkand’a hâkim oldu. Mâverâünnehir'in kuzeyinde güçlenen Özbek Hükümdarı
Muhammed Şeybânî Han (1500-1510) Bâbür'ün en tehlikeli rakibiydi. İran'da ise
Şah İsmâil, Safevî Devleti’ni kurmuştu ve sınırlarını Ceyhun ötesine kadar
genişletme gayesini güdüyordu. Bâbür Şeybani Han’ın Özbekleriyle Sarıpul’da
giriştiği savaşta yenildi ve Taşkent'teki dayısının yanına sığındı. Uğradığı
başarısızlıklara rağmen sağlam iradesinin yardımı ile tekrar eski gücüne
kavuştu. Az sayıdaki Türk ve Moğolla birlikte Hindukuş dağlarını aşarak Kâbil'e
indi ve kan dökmeden şehri ele geçirip buraya yerleşti (1504). Bütün ayaklanmaları
bastırdı ve tuzakları boşa çıkararak Kabil'de tutunmayı başardı.
Semerkand'ı
tekrar ele geçirmekten de vazgeçmemişti. Bu sırada Muhammed Şeybânî Han, Safevi
hükümdarı Şah İsmâil tarafından yenilgiye uğratıldı ve öldürüldü (1510). Bunun
üzerine Bâbür Safevîler’in yardımıyla Semerkand ve Buhara’yı ele geçirdi (1511)
ve Mayıs 1512'ye kadar hâkimiyetini sürdürdü. Buna karşılık Şiîler'in bazı isteklerini
kabul etmek zorunda kaldı. Sünnî olmasına rağmen hutbede ve paralarda Şah
İsmail'in adını zikrettirdi. Ancak mevcut durum süratle Bâbür aleyhine gelişme
gösterdi ve Safevî kuvvetlerinin İran'a dönmesinden sonra Bâbürlülere karşı halkta
hoşnutsuzluk ortaya çıkmıştı. Buhara ve buraya yakın bir kasaba olan Gucdüvân'da
Özbeklerle Bâbür arasında savaş oldu. 1513 ve 1515'te Hisar Kalesi'nin kaybına
rağmen Bâbürlüler bölgede fırsat kolladılar. 1514 Yılında Şah İsmâil,
Çaldıran'da Yavuz Sultan Selim karşısında yenilince Özbekler tekrar
Mâverâünnehir'de güçlendiler ve Bâbürlülere karşı tutumlarını sertleştirdiler.
Bâbür artık Semerkand’da tutunamayacağını anladı. Bu sebeple şansını
Afganistan’da merkezi Kâbil olmak üzere yeni bir devlet kurmakta denedi ve
bunda da başarılı oldu.
Bu
mücadelelerde tuhaf olan, bütün tarafların Türk olmasıdır. Babür Barlas
boyundan Emir Temür’ün torunudur. Rakibi Şeybek veya Muhammed Şeybani Han
Kıpçaktır. Muhammed Şeybani Han’ın rakibi, bugün Azerbaycan Türklerinin ataları
olarak kabul ettiği Türkmen sufilerinden Şah İsmail’dir. Şah İsmail’in
rakiplerinden biri Muhammed Şeybani Han, diğer de Oğuzların Kayı boyundan
Sultan Selim’dir. Bunlar arasında diplomasi, protokol ve sanat anlayışı ile insani
değerler bakımından Babür’ün özel bir yeri vardır. Kendisine ihanet eden
akrabalarını ve yakınlarını kolayca affeder. Yıllarca mücadele ettiği Şeybani
sultanına komşu bir devletin padişahı olarak şiirlerini gönderir. Ecdadı
Temür’ün başkenti Semerkand ve çevresini almak için Şah İsmail ile işbirliği
yapar. Ancak halk, bu iş birliğini ve Şah İsmail’in adamlarının
gerçekleştirdiği kıyımı tasvip etmez. Halkın sempatisini ve bağlılığını da
kaybeder.
1518'de
Güney Afganistan seferine çıktı ve Hayber Geçidi'ni aşarak Sind bölgesine indi.
Bu yılın sonlarında Kunar ile Sind arasındaki topraklara hâkim oldu. 15 Şubat
1519’da 1500 kişiyle ilk defa Sind nehrini sallarla geçerek Pencap ile Cenap
nehri yöresini yağmaladı. 1398-1399 yıllarında Hindistan'ı istilâ eden
Temür, Pencap ve Delhi havalisini
kendine tâbi olan seyyidlere bırakmıştı. Bâbür de atasının mirasçısı olarak bu
topraklarda hak iddia etmiş ve halkına baskı yapılmaması için de emirler
vermişti.
Kandehar
Kalesi'nin fethiyle Hindistan-Afganistan ve İran yolu kontrol altına alındı.
Bâbür bu kalede iken Mayıs 1522'de Lahor’dan gelen Devlet Han Lûdî ve Âlem
Han’la görüştü. Lûdî sarayına yakın olan bu meliklerin yardım talebi kabul
edildi. Bâbür iki yıl zarfında Pencap'ı üç defa istilâ etti. Ancak Kâbil'in Özbekler
tarafından tehdidi üzerine tekrar Afganistan’a dönmek zorunda kaldı. Bâbür
hatıratında Hindistan fethinin gecikmesine kardeşleri arasındaki anlaşmazlıklar
ve emirlerin gevşekliğinin sebep olduğunu yazmaktadır. Bu sırada doğan bir
şehzadeye Hindâl adının verilmesi de Bâbür’ün Hindistan’ı almayı ne kadar
arzuladığını göstermektedir.
Bâbür
kesin ve büyük Hindistan seferini 1525'te yaptı. Önce Pencap’ı istilâ ettikten
sonra Delhi üzerine yürüdü. Bu sırada Kuzey Hindistan Lûdîler tarafından idare
edilmekteydi. İbrâhîm Lûdî'nin yakınları olan Lahor valisi ve Âlem Han ile
arası iyi değildi. Bâbür Lûdî başşehrine giden yol üzerinden hareket ederek
Panipat yakınlarına geldi. Karargâhını burada kurdu. Kale önlerindeki aynı adı
taşıyan ovada Bâbürlü ve Lûdî kuvvetleri Nisan 1526’da karşı karşıya geldiler.
Lûdî ordusu çok kalabalıktı ve orduda 1000 kadar fil de yer alıyordu. Bâbür'ün
ordusu ise 12.000 civarında idi. Osmanlı savaş nizamını uygulayan ve ateşli
silâhlar kullanan Bâbür karşısında İbrâhîm Lûdî büyük bir yenilgiye uğradı ve
öldürüldü. Onun ölümüyle Lûdîlerin hâkimiyeti sona erdi. Bâbür bu seferden
sonra Delhi ve Ağra'yı da süratle ele geçirdi ve Hindistan’da devletini kurdu
(1526).
Bâbür,
Çitor Racası Rânâ Sangâ'nın kalabalık bir ordu ile üzerine yürüdüğünü haber
alınca hemen harekete geçti ve taraflar Biyâne yakınlarındaki Hânuva'da
karşılaştılar. Mart 1527’de yapılan savaşta Rânâ Sangâ büyük bir hezimete
uğradı. Arabalar üzerine yerleştirilmiş toplar karşısında tutunamayan Hindûlar
çok kayıp verdiler. Bu savaştan sonra Bâbür Ağra’da yerleşti ve Bedehşan
askerlerini ülkelerine gönderdi. 1527’ den sonra kesilen paralarda Bâbür ismi
yanında “gazi” unvanı da görülmektedir. Bu ise Çitor racası Rânâ Sangâ’ya karşı
kazanılan zaferden dolayıdır.
Bâbür
1528’de Çanderi’ye saldırarak Raca Medini Rao'yu mağlûp etti. Ancak Afgan
meselesi yüzünden Racpûtlar’a karşı genel bir yer değiştirme harekâtına
girişemedi. Ganj nehrini geçerek topçular sayesinde Lûdîler’e sadık kalan
kuvvetleri de yendi ve 21 Mart 1528'de Leknev'i ele geçirdi.
1529'da
Bengal meselesi ortaya çıktı. Bihâr’da istiklâlini ilân eden Mahmud Şah
Afganlıları çevresine toplayarak bölgedeki Bâbürlü nüfuzuna son verdi. Bâbür 6
Mayıs 1529’da Bihâr seferine çıktı ve Mahmud Şah'ı mağlûp ederek doğuya
ilerledi. Dönüşte Leknev’i tekrar hâkimiyeti altına aldı.
1530’da
hastalanan Bâbür, hastalığının giderek ağırlaşması üzerine bütün emîrleri
huzuruna çağırarak oğlu Hümâyun’un hükümdar olmasını vasiyet etti ve onlardan
bağlılık yemini aldı. Üç gün sonra da 6 Cemâziyelevvel 937'de (26 Aralık 1530) Ağra’da
vefat etti. Naaşı Cemne nehri kenarındaki Nûrefşân bahçesinde toprağa verildi.
Vasiyeti gereğince de altı ay sonra Kâbil'e taşınarak Bâğ-ı Bâbür'de yakınlarının
yanına gömüldü. Şah Cihan 1646'da Bâbür için muhteşem bir türbe inşa ettirdi.
Bâbür’ün on sekiz çocuğu olmuştu. Öldüğünde dört oğlu ile üç kızı hayatta idi.
Bunlar Hümâyun, Kâmrân, Askerî, Hindâl, Gülreng, Gülçehre ve Gülbeden'dir.
Bâbür
kurduğu devlet ve tarihte oynadığı önemli rol bakımından Türk tarihinin önde
gelen simalarından biridir. Batılı yazarlar, o devirde pek az hükümdarda
görülen meziyetleri şahsında toplamış olan Bâbür’e hayrandırlar ve başka hiçbir
kahramanın kendisini onun Bâbürnâme'sindeki kadar güzel tasvir edemediği
kanaatindedirler.
Bâbür
kılıç kullanmakta, ok atmakta, ata binmekte usta olduğu kadar insan ruhunu
tanımakta, fertleri ve toplumları idare etmekte de o derece ustaydı. İleri
görüşlü bir devlet adamı ve soğukkanlı bir kumandandı. Maiyetine karşı
merhametli ve şefkatli davranır, affına sığınan suçluları bağışlamakta tereddüt
etmezdi. Gerektiğinde de en ağır cezaları uygulamaktan çekinmezdi. Spor ve
avla, fikrî ve edebî meselelerle uğraşmaktan zevk alırdı. Eğlenceye düşkünlüğüne
rağmen idari ve askerî işlerde en küçük bir ihmal göstermemiştir. Daima
halkının refahı için çalışmış, ülkesini bayındır hale getirmeye gayret
etmiştir.
Bazı
besteler yaptığı bilinen Bâbür, güzel sanatların hemen hepsiyle yakından
ilgilenmiştir. Aynı zamanda iyi bir hattat olan Bâbür, “Hatt-ı Bâbürî” adıyla
yeni bir yazı stili icat etmiştir. Şiir ve edebiyata da vâkıf olup Çağatay şiir
ve nesrinin en güzel ve orijinal örneklerini vermiştir. Teknolojik gelişmeleri
de yakından takip ederek bunları yalnızca savaş için değil aynı zamanda tarımda
üretimi artırmak amacıyla da kullanmıştır.
Bâbür
devlet kurucu büyük bir siyasî şahsiyet, askerlik sanatının yüksek bir siması,
yılmaz bir mücadeleci oluşu yanında sanat ve kültür yönü de o derece kuvvetli
müstesna bir kimse idi. O, bir insanda aynı zamanda bir araya gelemeyecek
çeşitli kabiliyet ve değerleri âhenkli bir terkip içinde toplayabilmiş eşsiz
bir hükümdar olarak yalnız Türk tarihinde değil, Doğu ve Batı âleminin büyük
şahsiyetler galerisinde günümüzde hayranlıkla seyredilen bir portre olmuştur.
Bâbür on iki yaşında tahta çıkışından bu yana seferden sefere koşup at üstünden
inmeyen, tahtını ülkeden ülkeye taşıyarak yeni devletler kuran bir maceralar
kahramanı, savaşsız kaldığında ardı gelmez büyük avların, eğlence meclislerinin
zevkini yaşayan bir tabiat âşığı, araştırıcı ve gözlemci bir botanik uzmanı,
görmesini bilen bir seyyah, bir etnografya müjdecisi, bir bahçe mimarı ve
şehirci, ata binme, ok atma ve kılıç kullanma sanatının efendisi, yüzücülük dâhil
komple sporcu, hattat, musikişinas, fakih, hararetli bir süsleme sanatları ve
kitap meraklısı, bir edebiyata damgasını vurmuş şair, dünyanın zevkle, takdirle
okuduğu üstün bir hâtıra yazarı, hayatı türlü lezzetleriyle bir yaşama sanatı
haline getirmiş bir kimse olmanın bütün sıfatlarını beraberinde taşıyan bir
Türk soylusudur.
Bâbür,
şiirleri ve Bâbürnâme’siyle bugüne gelmiş ve şöhretini bugün de devam
ettirmektedir. O, kaybolanları bir tarafa bırakılırsa beş esere imzasını atmış
bir edebiyatçı hükümdar olarak tanınır. İçinden birçok şair şahsiyet çıkmış
Temür hanedanındaki şiir geleneği en yüksek temsilcisini onun şahsında
bulmuştur. Eğitimini saray çevresinde görmüş olan Bâbür’ün tahta çıkışı gibi
şiire başlayışı da erken olmuştur. İlk şiir denemelerine daha on altı yaşında
başlamıştı. Başlangıçta çalışmaları beyit çerçevesini geçemezken iki üç yıl
içinde artık başlı başına gazeller ortaya koyabilecek bir seviyeye erişir. 1500
yılında Semerkand’ı ikinci defa aldığında orada Ali Şir Nevâî ile görüşmüştür. Bâbür,
soyundaki ve saray çevresindeki geleneğin tesiriyle böylece on dokuz yaşında
iken hükümdar şairler safında yerini alır. Onun şiirleri siyasî hayatı ile
beraber Fergana, Kâbil ve Hindistan olmak üzere üç devre içinde görünür. Kâbil
devresinde şiirlerinin sayısı bir divan teşkil edecek noktaya varır. 1519
yılında divanını Semerkand’da Özbek Hükümdarı Polat Sultan’a göndermişti.
Bâbür’ün
şiiri, yazdıkları basit bir heveskârlığın alelâde ifadeleri olmaktan ileri
gidememiş bazı şair hükümdarlarınkinden tamamıyla farklı olup edebî ilimleri
çok iyi bilen, Türk ve Acem şiirini ne derece yakından tanıyıp incelemiş
olduğunu aruz nazariyatı üzerindeki eseriyle de ortaya koymuş, söyleyiş gücü
kuvvetli, ileri zevk sahibi usta bir kalemin mahsulüdür. Hatıralarında çok iyi
belli olduğu gibi o herhangi bir vesile ile bir konu veya bir durum karşısında
anında ondan bir şiir çıkarabilecek derecede bir ifade rahatlığı kazanmıştı.
Çağının diğer şairleri gibi aşk-sevgili-içki zevki (veya meclisi) konuları onda
da hükmünü sürdüren bir üçüzlüdür. Buna çok defa tamamlayıcı bir unsur olarak
tabiattan da belirli bir dekor eşlik eder. Fakat Bâbür, klasik geleneğin bu
değişmez temlerini değişik ve oynak bir üslûpla gerçek tablolar içinden verecek
surette işlemeyi başarır. Zaman zaman kendi hayatını, yaşadığı hadiseleri
şiirine getirir. Hayatını aksettiren otobiyografik karakterdeki şiirleri sayıca
ârızî ve tesadüfîliğin sınırı dışındadır. Hâtıratında ne zaman, hangi
münasebetle, ne gibi hallerde yazıldıklarına dair verdiği bilgilerden
şiirlerinin kendi hayat hadiseleriyle bağlantısı anlaşılır. Babür’ün
şiirlerinde çok şahsî bir yönü de, devlet kurucu ve taht sahibi olarak
bulunduğu Afganistan ve Hindistan’da içinde taşıdığı gurbet duygusu ve ayrı
düştüğü Fergana’ya olan özlemi dile getirmesidir. Klasik şiirin dar ve hazır
bir çerçeve halinde kabullene gelinen itibarîsine (conventionel) onun samimi
bir eda katabildiği görülüyor. Ancak hemen hemen her divan şairinde olduğu gibi
alelâdenin üstüne çıkamamış bazı şiirlerin onda da var olduğu inkâr edilemez.
Bir
modaya ayak uyduruştan ibaret kalan sayısı belli “musanna” bazı şiirleri bir
yana bırakılırsa ifadesi sadeliğe meyleden Bâbür yer yer halk dilinden bir
kısım unsurlar almış, atasözleri ve deyimler de kullanmıştır. Bâbür en çok
gazel ve dörtlük (rubâî-tuyuğ) tarzını tercih etmiş; kaside ve musammat gibi
geniş hacimli nazım şekillerini kullanmaktan uzak durmuştur. Bir şiirini ise
hece vezniyle bir türkü olarak yazmıştır. Bâbür daha ilk denemelerinden
itibaren Farsça şiirler de yazmaya başlamış ancak bunlar Türkçe şiirleri
yanında sayıca hep geride kalmıştır. Babası ve amcasının müridi oldukları Hoca
Ubeydullah Ahrâr gibi büyük bir mutasavvıfı çocuk yaşında tanımıştır.
Dervişlere samimi bir saygı gösteren Bâbür’ün bazı şiirleri tasavvufî bir renk
taşır. Mısralarını bazen Türklük ve kahramanlık duygularına açtığı da eklenince
Bâbür’ün şiirlerinin umumi tablosu tamamlanmış olur.
Bâbür’ün
bir kısım şiirlerinde, özellikle rubâîlerinde Ali Şir Nevâî tesiri kendini
hissettirir. Çağdaşları Bâbür’ün şairliğinden büyük bir takdirle
bahsetmektedirler. “Türkçe ve Farsça şiir söylemekte emsalsizdi; bilhassa
Türkçe divanında taze mazmunlar bulup söylemiştir” ifadesinin yanı sıra Haydar
Mirza Duglat’ın, “Onu Türkçe şiirlerinde ancak Ali Şir Nevâî geçerdi”
şeklindeki değerlendirmesi, devrinde onun ne derece kuvvetli bir şair
sayıldığına tercüman olmaktadır. Doğu Türkçesi edebiyatının Nevâî’den sonra
yetiştirdiği en değerli şairin Bâbür olduğu bugün edebiyat tarihçileri
tarafından benimsenmiş bir hükümdür.
Türk
ve İran edebiyatlarını çok yakından tanıyan Bâbür’ün gerek Türk gerekse Acem
şairleri hakkında çok sağlam ve yerinde görüşlere sahip olduğu Bâbürnâme’sinde
açıkça görülmektedir. Bu arada Ali Şîr Nevâî hakkında söyledikleri bugün için
de aynen kabul edilebilecek isabetli bir değerlendirmeyi aksettirir.
Eserleri:
1.
Bâbürnâme: Çağatay edebiyatının Nevâî’ninkini
dahi aşan en tabii ve ileri nesir örneğini veren, önce ilim âleminde şöhret
kazanıp mühim bir kaynak olarak ele alınmış olan bu eser, sadece Türk edebiyatı
için değil, türünde kendisini
yabancı okuyucuya da sıradışı bir hâtırat kitabı olarak kabul ettirmiştir.
Bâbür’ü unutulmazlar arasına sokan, ilmîliğe yükselen muhtevası, bir hükümdardan
beklenemeyecek samimi anlatımı ile hayranlık duyguları uyandıran bu eser
çeşitli dillere tercüme edilerek birçok defa basılmıştır.
2.
Divan: Bâbür’ü Çağatay edebiyatının şiirde
Nevâî’yi takip eden büyük temsilcisi olarak tanıtan divanı, onunkiler kadar
hacimli olmamasına karşılık, orijinal yönler taşıyan seçme ve kuvvetli
şiirleriyle Bâbür’ün değerini ortaya koymaya yetmiştir. Kadı Burhâneddin ve
diğer bazı şair hükümdarlarınki gibi klasik divanlar tarzında ve alfabetik bir
tertipte olmayan bu divanda şiirlerinin kronolojik bir sıraya göre yer almış
olacakları yolunda bir görüş vardır. Bâbür’ün kendisinden öğrenildiği üzere ilk
şiiri olan gazelin görülebilen divan nüshalarındaki gazellerin en başında
bulunması, yazılış tarihini verdiği diğer bazı manzumelerinin de böyle bir
durum göstermesi bu görüşü destekler mahiyettedir.
Divanın
yazma nüshalarına Orta Asya’dan çok başka ülkelerin kütüphanelerinde
rastlanmaktadır. Bunun sebebi Rus çarlığı ve SSCB döneminde işgal ve
baskılardan kaçan aydınların olması veya Babür’ün Türkistan’ı terk etmek
mecburiyetinde kalması ve ellerindeki nadir eserleri yanlarında götürmeleri olabilir.
Yahut Türkistan’da ele geçen nadir eserlerin şarkiyatçılar ve sömürgeciler
tarafından yağma edilmesi de olabilir. Başlıca nüshaları şunlardır: 1. Tahran
nüshası, 2. Paris nüshası, 3. Râmpûr Özel Nevvâb Kütüphanesi nüshası. , 4. ve5.
Haydarâbâd Sâlâr Jang Müze Kütüphanesi, 6. Topkapı Sarayı Kütüphanesi, 7.
İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, 8. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Atatürk
Kütüphanesi…
3.
Aruz Risâlesi: Kendinden önce Ali Şîr Nevâî’nin aruz
nazariye ve kaidelerine dair yazdığı eseri yeterli görmemekten gelen bir
ihtiyaçla Bâbür’ün ondan otuz beş yıl kadar sonra aynı konuda meydana getirdiği
bir çalışmadır.
4.
Mübeyyen: Yazıldığı sırada on bir on iki
yaşlarında bulunan oğlu Kâmran Mirza’ya öğüt olarak Hanefî fıkhına dair bazı
konu ve meseleleri izah gayesiyle kaleme aldığı bir mesnevidir.
Mesnevi
nazım şekliyle ve aruzun feilâtün (fâilatün) mefâilün feilün (fâ¡lün) kalıbıyla
yazılan eser, toplam 2258 beyittir.
Eser
İslam’ın beş şartı hakkında Hanefi mezhebi fıkhının hükümlerini ifade etmek
üzere her birine “Kitâb” adı verilen beş ana bölümden oluşmaktadır. Her bölüm yazılış
sebebi, kitabın konusunun belirtilmesi, ana kısım ve sonuç alt bölümleri şeklinde
düzenlemiştir.
5.
Risâle-i Vâlidiyye Tercümesi: XV. asırda Temürlüler çağında Mâverâünnehir
ülkelerinde büyük mânevî nüfuzu olan Nakşibendî Hoca Ubeydullah Ahrâr’ın,
babası Mahmud Şâşî’nin dileği üzerine yazdığı için Vâlidiyye diye adlandırdığı
Farsça tasavvufî ahlâk kitabının manzum tercümesidir.
Ubeydullah
Ahrâr’ın Bâbür’ün mânevî hayatında özel bir yeri vardır. Babası Fergana Sultanı
Ömer Mirza’ya “oğlum” diye hitap edecek kadar yakınlık gösteren Hoca
Ubeydullah’ı Bâbür zaman zaman rüyalarında gördüğünü ve ondan olacak güzel
şeylerin işaretlerini aldığını söyler. Kardeş kavgalarında tam ele geçirilmiş
ve ölüme yaklaşmışken yakınlarının ve vefalı dostlarının düşlerine giren Hoca
Ubeydullah Ahrar, Babür’ün ölümden kurtulmasına vesile olur. Hindistan’da
hayatının son yıllarında daha önce geçirdiği ateşli bir hastalığın yeniden
nüksetmesi sırasında, Hoca Ubeydullah’ın ruhaniyetinin şifaya vesile olması
ümidiyle onun bu eserini tercümeye başlayarak on gün içinde (10-20 Kasım 1528)
tamamlar.
Bâbür’ün
bunlardan başka var olduğu söylenen biri mûsiki hakkında, diğeri savaş sanatına
dair iki eseri şimdiye kadar ele geçmemiştir. Bâbür’ün bir de oğlu için yazdığı
bir “Vesâyânâme” adlı eseri olduğu ileri sürülmektedir. Bu eser, bir kitap
olmayıp bu kitaba ek olarak aldığımız Hindistan’ın yönetimine dair ipuçları ve
Sünni – Şii ihtilaflarında tarafsız kalınması gibi nasihatlerin bulunduğu
vasiyetname olabilir.
Bâbür,
Arap harfleri dışında değişik ve yazılması kolay bir yazı şekli tasarlamış; 1504’te
ülkesinden ayrılıp yeni bir devlet kurmak üzere Kâbil’e gittiğinde “Hatt-ı
Bâbürî” adıyla yeni bir alfabe sistemi icat etmişti. Noktasız harflerden
meydana gelen bu sistem, ileri sürüldüğüne göre Türkçenin bünyesine uygun
gelecek bir yol arayışının ifadesiydi. Ne yazık ki bu alfabe bugün elimizde
yoktur.
Bu âlem arâ aceb elemler kördüm,
Âlem elidin turfe sitemler kördüm,
Her kim bu «Vekâyi»ni okur, bilgeykim:
Ne renc ü ne mihnet ü ne gamlar kördüm.
Hindistan'da
ilk büyük siyasi değişiklikleri Bâbürlüler yaptılar. Önceleri Fergana'da
saltanat süren, büyük dedesi Emir Temür’ün başkenti Semerkand’ı ve Turan
ülkesinin merkezi Maveraünnehir’i almaya çalışan Babür, Mâveraünnehir'de
hâkimiyeti kaybederek kendi deyimiyle “kazaklık” (nereye gideceğini ve ne
yapacağını bilmeme) durumuna düşünce
Afganistan'a geçti. Burası Emir Temür’ün oğlu Cihangir Mirza’nın Pir Muhammed'e
armağan ettiği bölge idi. (Pir Muhammed, Temür’ün vasiyetine göre yerine
veliaht tayin ettiği torunuydu ama diğer mirasçıları vasiyete uymamışlardı.)
Babür de talihin yardımı ile atalarının hüküm sürdüğü bu ülkeye gelmiş ve
Kâbil'i merkez edinerek buruda oturmaya başlamıştır. 1526 yılından itibaren de
Hindistan'da yaşamış ve Hindistan padişahı olarak da tarihe geçmiştir.
Devletin kuruluşu 1526, yıkılışı ise 1858'dir. Bu tarihten sonra da Hindistan’da İngiliz hâkimiyeti yaşanmıştır. Babür, Padişah unvanını alan ilk hükümdardır. Onunla başlayan bu unvan yıkılışa kadar devam etmiştir. Kâbil, Delhi, Ağra, Lahor, Fetihbur Sıkri'yi başkent olarak kullanmışlardır. 1526 ile 1858 yılarında saltanat süren padişahlar şunlardır.
Zâhirüddin
Muhammed Babür 1526-1530
Nâsırüddin
Humâyun 1530-1540
(On
beş yıl süren Sûri Sultanları Dönemi. Bu dönemde Humayun Kâbil’de yaşamıştır.)
Humâyun
1555-1556
Celâleddin
Ekber 1556-1605
Şihâbeddin
Cihângir 1605-1627
Dâver
Bahş 1627-1628
Şihâbeddin
I. Cihân Şâh 1628-1657
Murat
Bahş (Gucerat'da) 1657-1657
Şah
Şuca (Bengale'de)1657-1660
Muhyiddin
Evrengzib Âlemgir 1658-1707
A'zâm
Şâh 1707-1707
Kâm Bahş
(Dekken'de)1707-1707
Şâh Âlem
I. Bahadır Şâh 1707-1712
Azimüşşan
1712-1712
Mu'izzeddin
Cihândar 1712-1713
Ferruhsiyer
1713-1719
Şemseddin
Refiyyüdderecât 1719-1719
Refi yyüddevle
II. Cihân Şâh 1719-1719
Nikû
Siyer 1719-1719
Nâsır
ed-Din Muhammed 1719-1748
Ahmed
Şâh Bahadur 1748-1754
Aziz
Şâh 1754-1754
III.
Cihân Şâh 1760-1760
Celâleddin
Ali Cevher II. Şah Âlem 1760-1788
Bidar Baht 1788-1788
II.
Şah Âlem (İkinci defa) 1788-1806
Mu'in’üddin
II. Ekber 1806-1837
Siraceddin
II. Bahâdur Şâh 1837-1858.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder