Ben daima ızdırap içinde yaşayan bir adamım! Bu azap âdeta kendimi bildiğim anda başladı. Belki daha dört yaşında yoktum. Ondan sonra yaptığım değil, hatta düşündüğüm fenalıkların bile vicdanımda tutuşturduğu nihayetsiz cehennem azapları içinde hâlâ kıvranıyorum. Beni üzen şeylerin hiçbirini unutmadım. Hatıram sanki yalnız elem için yaratılmış.
* * *
Evet, acaba dört yaşında var mıydım? Ondan evvel hiçbir şey bilmiyorum. Şuur, başımıza nasıl yakmayan bir yıldırım gibi düşer. Tolstoy, daha dokuz aylık bir çocukken kendisinin banyoya sokulduğunu hatırlıyor. İlk duygusu bir haz! Benimki müthiş bir ızdırap ile başladı. Ben ilk defa kendimi Şirket vapurunda hatırlıyorum. Hâlâ gözümün önünde:
Sanki dünyaya o anda doğmuşum, annemin kucağındayım. Gürültülü bir kadın kalabalığı... Annem, yanındaki çok sarı saçlı, genç bir hanımla gülüşerek konuşuyor, cıgara içiyorlar. Annem cıgarasını ince gümüş bir maşaya takmış. Ben bunu istiyorum.
— Al, ama ağzına sürme! diyor.
Bana bu ince maşayı veriyor, cıgarasını denize atıyor. Galiba yaz. Çok aydınlık, çok güneşli bir hava... Annem, konuşurken mavi tüylü bir yelpazeyi yavaş yavaş sallıyor. Ben kucağından kayıyorum. Beni kollarımdan tutarak yanına oturtuyor. Gümüş maşacığın halkasına parmağımı takıyor, annem görmeden ucunu ağzıma sokuyor, dişlerimle ısırıyorum. Konuştuğu sarı saçlı hanımın çarşafı mavi... Ben beyazlar giymiştim. Başım açık. Saçlarım çok. Hem galiba dağılmış. Annem bunları düzeltirken başımı yukarı kaldırıyorum. Güneşten kum kum parlayan tentenin kenarında el kadar bir gölge kımıldıyor.
— Bak, bak! diyorum.
Annem de başını kaldırıyor:
— Kuş konmuş, diyor.
Bu kuşu isteyince:
— Tutulmaz, diyor.
Ben yine istiyorum. Annem şemsiyesiyle bu gölgenin altına vuruyor. Fakat gölgede hareket yok. Yine yanındaki hanıma dönüyor:
— A, kaçmadı.
— Niye acaba?
— Yavru olacak mutlaka.
— Anne! Ben kuşu istiyorum, diye tutturuyorum.
O vakit annem yelpazesini bırakıp ayağa kalkıyor. Beni koltuklarımın altından tutuyor ve küçük bir top gibi dışarıya kaldırırken diyor ki:
— Birdenbire tut ha!
Başım keten tentenin hizasını aşınca, gözlerim kamaşıyor. Ellerimi uzatıyorum. Tutuveriyorum. Bu, beyaz bir kuş... Annem alıyor elimden, öpüyor. Sarı saçlı hanım da öpüyor, ben de öpüyorum.
— A, zavallı daha yavru.
— Martı yavrusu.
— Uçamıyor olmalı.
— Denize düşerse boğulur.
Öteki kadınlar da lafa karışıyor, "Yaşamaz!" diyorlar. Annem beyaz kuşu "A zavallı, a zavallı!" diye uzun uzadıya okşadıktan soma benim kucağıma veriyor.
— Eve götürelim, belki yaşar, diyor, ama sıkma yavrum.
— Sıkmam.
— Böyle tut işte.
Gümüş maşacığına bir ince cıgara takıyor. Yanındaki hanımla yine dalıyor lafa. Kuşcağızın tüyleri o kadar beyaz ki... Dokunuyorum... Kanatlarının kemikleri belli oluyor. Ayakları kırmızı. Kaçmak için hiç çırpınmıyor, şaşırmış. Gözleri yusyuvarlak. Kırmızı gagasının kenarında sanki sarı bir şey yemiş de bulaşığı kalmış gibi sarı bir iz var. Boynunu uzatarak etrafa bakmaya çalışıyor. Ben o vakit gözlerimi anneme kaldırıyorum. Yanındaki hanımla gülüşerek konuşuyorlar. Benimle meşgul değil. Sonra beyaz kuşun uzanan ince boynunu yavaşça elimle tutuyorum. Bütün kuvvetimle sıkmaya başlıyorum. Kanatlarını açmak istiyor, öteki elimle onları da tutuyorum. Mercan ayakları dizlerime batıyor. Sıkıyorum, sıkıyorum, sıkıyorum. Dişlerimi, kırılacak gibi sıkıyorum, gık demiyor. Sarı kenarlı gagacığı titreyerek açılıp kapanıyor. Pembe sivri dili dışarı çıkıyor. Yuvarlak gözleri evvela büyüyor. Sonra küçülüyor, sonra sönüyor... Birdenbire, taş gibi sıktığım ellerimi açıyorum. Beyaz kuşcağızın ölüsü "pat!" diye düşüyor yere.
Annem dönüyor, eğiliyor. Yerden bu henüz sıcak masum cesedi alıyor, "A... Aaa... Ölmüş!" dedikten sonra bana dik dik bakıyor:
— Ne yaptın?
— Sıktın mı?
— Söyle bakayım?
Cevap veremiyor, avazım çıktığı kadar ağlamaya başlıyorum. Annemin elinden beyaz kuşun ölüsünü sarı saçlı hanım alıyor:
— Ah, ne günah!
— Zavallıcık.
Başka kadınlar da lafa karışıyor. Karşımızda oturan şişman, ihtiyar bir kadın cinayetimi haber veriyor:
— Boğdu. Gördüm vallahi, ne hain çocuk...
Annem sapsarı kesilmiş, sesi titriyor:
"Ah insafsız!" diye bana tekrar acı acı bakıyor. Daha beter ağlıyorum. O kadar ağlıyorum ki... Beni artık susturamıyorlar. Ne vakit, nerede, nasıl sustuğumu bugün hatırlayamıyorum. Sanki ebediyen ağlıyorum.
* * *
Kendimi bilir bilmez işlediğim bu cinayetin üzerinden işte otuz yıldan fazla bir zaman geçti. Şimdi şirket vapurlarının güvertelerinde otururken ne vakit bir martı görsem birdenbire neşemi kaybederim. Bir çocuk feryadıyla ağlamak isterim. Kalbimin içinde derin bir sızı büyür, büyür. Göğsümü acıtır.
"Ah insafsız!" diye beni azarlayan anneciğimin şimdi çok eskilerde kalmış olan o kınamasını duyar gibi olurum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder