Hâlâ Talas’taki bağ evindeyiz. Ekim ayının sonuna kadar da burada kalırız herhalde. Sabah kalkıp tuvalete giderken saate göz attım, altıyı gösteriyordu. Elimi yüzümü yıkayıp dışarı çıktım. Elmacık (saka kuşu) sesi duyunca şaşırdım. Ses ne taraftan geliyor diye bakındım kestiremedim. Epeydir elmacık yoktu civarda. Epeydir derken onlarca yıldan bahsediyorum. Bahçeleri bağları musluk suyuna mahkum ettikten, etrafı beton yığınlarıyla doldurduktan sonra ne elmacık kaldı ne florya ne iskete ne de bülbül. Serçeler bile azaldı. Meydan kargalara kaldı. Alasıyla karasıyla kargalara. Biraz elmacık sesini dinledim zevkle. Üşüyordum “bir daha ne zaman elmacık sesi duyacaksın, dur” diyen yanımla “üşütüp hasta olacaksın! ” diyen yanım resmen kavga ediyordu. Biraz dirensem de, hasret kaldığı güzel sesi duymak isteyen kulağım üşüyen vücuduma yenildi içeri girdim. Yatağın sıcaklığı beni çağırıyordu. Biraz daha uzanayım dedim ama uyumuş kalmışım, uyandığımda saat yediyi geçiyordu.
Tekrar dışarı çıktım, beslediğimiz sokak kedilerden belki en çirkini ama en cana yakını bacaklarıma sürtünüyordu. Sevdim okşadım. Benim ilgimi çektikten sonra mama ve su kaplarının bulunduğu yöne doğru gittiğini gördüm peşinden gittim. Mama kabı da süt kabı da boştu. İçeriden kuru mama alıp getirdim. İki tür mama kullanıyoruz. Evdeki kedilerimiz için kısırlaştırılmış kedi maması kullanıyoruz, beslediğimiz sokak kedileri için daha hesaplı mama. O sevimli kedi karnını doyurdu ve gitti. Arkasından söylendim “İşin bitti ya gidersin nankör!” dedim biraz sitemle. Sonra davetiye göndermişim gibi diğer kediler de ard arda geldiler: Sevgi ( vücudunda kalp deseni olduğu için sevgi diyordum), maskeli süvari, çapaklı, minik…. Onları yemlerini yerken ben ağaçların dibindeki otları yolmaya başladım. Baktım pürpürümler -semiz otları- çok ve taze. Diğer otları bıraktım onları yolmaya başladım. Akşam yemeğinin ana malzemesi hazırdı. Gençken ot yolmayı hiç sevmezdim. Şimdi severek yoluyorum, belimin çok ağrımasına rağmen. Niye mi? Annem bahçede ot olmasını hiç istemezdi ilerlemiş yaşına rağmen sabah uyanır uyanmaz ilk işi bahçedeki zararlı otları yolmak olurdu. Ben de ot yolarken sanki öbür dünyadan annem beni seyrediyormuş bana gülümseyerek “aferin oğlum” dermiş gibi geliyor. Onun mutlu olduğunu duygusuna kapılıyor ben de mutlu oluyorum.
Düşünüyorum da sağlıklarında annemizin babamızın kıymetini yeterince bilmiyoruz onların değerini kaybedince anlıyoruz. Ve yıllar bizi onlara benzetiyor. Ben babamın bir aşısı kırıldığında gözlerinden nasıl yaş döküldüğünü hatırlıyorum. O zaman “bu adam deli mi ufacık bir dal parçası için insan ağlar mı?” diye düşünmüştüm. Şimdi ben de öyle oldum. Baharda diktiğim bir dut fidanı Ankara'da olduğum sırada sulanmadığı için kurumuştu. Ne kadar çok üzülmüştüm. Bağa geldikten sonra her gün o dut fidanını suladım. Eşim kurumuş ağaç sulayınca yeşerir mi? Diye beni eleştiriyordu. O ağaçta yeni çıkan yeşil yaprakları görünce mutluluktan uçacaktım. Şimdi yemyeşil…
Bu arada eşim uyanmış, çayı demlemiş, kahvaltıyı bahçeye hazırlamıştı. “Fazlı Kahvaltı hazır haydi gel” dedi “elini de yıka” diye ekledi. Sağ olsun kahvaltıya davet ederken “elini yıka” demeyi ihmal etmez. Masaya oturduğumda İlknur kağıt peçetelerin içine kahve koyarak oluşturduğu kalem şeklindeki arısavarları yakmakla meşguldü. Arısavar ismi onun buluşuydu. Kahveyle birlikte yanan kağıdın oluşturduğu duman arıların kahvaltımıza ortak olmasını engelliyordu. Arısavar yanıp tükenince arıların saldırısı başlıyordu. Ondan sonra ikinci arısavarı yakıyorduk. Kahvaltıyı yaparken hergün olmasa haftada birkaç kez gördüğümüz manzarayı izledik: Çoğunlukla bitişik bağdaki pelit (palamut-meşe) ağacında yaşayan iki sincap o pelit ağacından telefon teline atlıyorlar, elektrik idaresin ve Türk Telekom’un müşterek kullandıkları direğe kadar telin üstünde yürüyorlar, oradan bizim bağdaki ceviz ağacına geçiyorlar. Çok şirinler… Saat on sularında sabah kahvaltısını sonlandırdık.
Kahvaltı sonrası hanım komşuya geçti. Ben de sosyal medya hesaplarıma baktım, birkaç paylaşım yaptım… Sıra kitap okumaya geldi. Uzun süredir öğleden önce hikaye ve şiir kitapları okuyorum. Saat 23.00 ten sonra anı, mektup ve hikayeye yoğunlaşıyorum. Yaklaşık on gündür “İnsanlar İçinde Bir İnsan”ı okuyorum. Bir hikaye antolojisi. 1955’den 2019’a kadar Sait Faik Hikaye Yarışmalarında birinci olan eserlerin yer aldığı bir antoloji. İlk Ödülü Haldun Taner almış. Altmışa yakın hikaye var içinde. Her gün iki hikaye okuyorum. Bitmesi yirmi günü geçecek. Bu okumalar hikaye anlayışımızdaki değişimi keşfetmeye de yardımcı oluyor... Gerek şiir, gerekse hikaye antolojileri daha önce tanışmadığınız öykü yazarlarıyla şairlerle tanışmanızı sağlar, yeni tanıştığınız yazarları-şairleri değerlendirirsiniz sonuca göre tanışıklığınızı derinleştirir veya son verirsiniz…
Eskiden öğle uykusu nedir bilmezdim. Ama son bir iki aydır öğleden sonra bir iki saat uyuyorum. İyi de oluyor. Uyanınca İlknur nerede diye bakındım. Baktım bahçenin dış kapısı açık. “İlknur neredesin?” diye seslendim. “Buradayım” sesi sokaktan geliyordu. Kapıdan dışarı çıkıp baktım, bizimki sokağı süpürüyor. Ona “Ben Belediye Başkanlığına adaylığımı koyacağım.” dedim. Sinirli bir ses tonuyla “Sen deli misin?” dedi ve ilave etti “Yetmişine gelmişsin siyasette ne işin var ? Hem 65 yaşını geçen nasıl memurluk yapamıyorsa siyaset yapamalı diyen sen değil misin?” … Ben gülerek “Ben seni Temizlik İşleri Müdürü yapmak için aday olacağım. Bizim sokağın temiz olması yetmez tüm Talas temiz olmalı…” deyince kızdı. Elindeki süpürgeyi bana doğru atarken “Oldu olacak çöpçübaşı yap” diye söyleniyordu…
Kapıyı kapatıp içeri girmiştik ki kapı çalındı. “Kim o” dedim. “KASKİ, sucu..” cevabı geldi. Kapıyı açtım. Güleryüzlü bir genç. “Su saatini okumaya geldim amca.” dedi. Genç sucu saate baktı, elindeki seyyar cihazdan faturayı çıkarırken “Amca fatura çok fazla 2800 TL” dedi. Ben de “Bu gidişle Yeşil Talas ismi tarihe karışacak dedim. Belediye yıllardır akar suyu vermiyor. Musluk suyu da cüzdan yakıyor. Bak etrafa çoğu kişi bağa göçmüyor, çoğu bağ hozan olmuş. Tüm meyve ağaçları kurumuş. Onların yerini osuruk ağaçları almış. Suriyeliler gibi her yeri işgal ediyorlar. Bu sene ödediğim fatura 6000 TL’yi geçti. Ekim sonuna kadar 8000 lirayı bulur. Ne yapayım ağaçları sulamayayım mı. Ağaçlar kurusun mu? Annemin babamın mezarda kemikleri sızlar. Buna bir çözüm bulmalı.” Dedim… Bu arada hanım yaptığı kahveleri getirdi. Sucuyu gönderdikten sonra eşim üst kata kedilerimizin yanına gitti. Günde birkaç saat Kontes ve Bücür ile vakit geçirmeden yapamaz…
Ben de ekeceğim ıspanak için bellediğim alana giderek orayı tırmıklamaya başladım. Alanın dümdüz ve taşsız olması gerekiyor. Birkaç ay önce yaklaştığımda benden kaçan serçeler şimdi tırmıkladığım alandan çıkan ot tohumlarını yemek için ayaklarımın yanında dolaşıyorlardı. Onlar bile kimden zarar gelir, kimden gelmez, kim dost kim düşman öğreniyorlar. “Kuş beyinli” ne kadar saçma bir tanımlama… Kuşların en küçük beyinlisi bile dostunu düşmanını biliyor ama biz insanları bir serçe kadar tanıyamıyoruz…. Özellikle siyasetçiler. Hangisine güvendiysem hayal kırıklığına uğradım.
Bahçede uzak bir noktada toprak kabarmış gibi geldi. Oraya gittim, köstebek toprağı patlatmış. Köstebekleri bahçeden kovacak hafif bir rüzgarda ses çıkaran rüzgar gülüne benzeyen bir aparat yapmıştım. Onu depodan bulup çıkarmam lazım. Köstebekler kış uykusuna bizim bağda yatarlarsa gelecek sene de başıma bela olurlar…
Öğün sayısını ikiye düşürdüğümüz için saat 17.00’de akşam yemeğine oturduk… Menüde kıymalı semizotu (pürpürüm) yemeği, salata ve karpuz vardı. Semizotu yemeğinin üzerine sarımsaklı yoğurt dökerek yedik… Eşim, evdeşim her akşam olduğu gibi yemek sırasında kızlarımızdan bahsetti. Özlemini dile getirdi. Gözlerinden birkaç damla da yaş döküldü… Yemekten sonra çayımızı demledik içtik. Biraz sohbet ettikten sonra o üst kata kedilerinin yanına geçti… Ben de bilgisayarın başına ve kitaplarımın yanına…
3-4 saat okudum ve yazdım…
Televizyon mu dediniz? Hayatımızda pek yok… Filenin sultanlarını bile izlemedim…
Saat 24.00 Birazdan bilgisayarımı kapatıp yatacağım…
Son bir aydır, günlerimiz birkaç ayrıntı dışında birbirinin kopyası gibi geçiyor…
Bugün diğer günlere göre en büyük fark telefon trafiğinin fazlalığı idi… Çoğu “Teftiş Yalnızlığı” isimli kitabımın YAZAK (Yazarlar Akademisi Derneği) tarafından 2024 yılında yayımlanan en iyi anı kitabı seçilmesi nedeni ile kutluyordu. Birkaç kişi de “Atsız’ınGüntülüsü” başlıklı yazım nedeniyle…“Atsız’ın Güntülüsü” nedeniyle arayanlardan birisi de Prof.Dr. Sadık Kemal Tural’dı. Yazıyı çok çok beğendiğini, araştırıcılığımı takdir ettiğini söylemesi yanında arşivimde bulunması için Günseli Başar ile çekilmiş bir fotoğraf göndereceğini ifade etmesi beni son derece mutlu etti…
Yarının farkı bir reçel olacak. Çok severim. Annem çok güzel yapardı. Son üç senedir ben de yapıyorum. Annemin seviyesine ulaştım desem abartı olmaz… Yarın patlıcan reçeli yapacağım…
Tüm bu monotonluğa rağmen “Ne yapalım; yaş 70 iş bitmiş….” demeyeceğim. Hayattan zevk alacağım… Siyasetteki 70 yaşın üzerindekiler gibi hırsın ve ihtirasın esiri olmayacağım. Elimdeki imkanlar ölçüsünde mutlu olmaya çalışacağım… Yazacağım, üreteceğim…
Okuyorum, yazıyorum demek ki yaşıyorum…