Gök kubbenin altında yatar, al kan içinde,
Ey yolcu, şu topraklar için can veren erler.
Hakk’ın bu velî kulları taş türbeye girmez;
Gufrâna bürünmüş, yalınız Fâtiha bekler.
Hilvan, 27 Aralık 1924
Gök kubbenin altında yatar, al kan içinde,
Ey yolcu, şu topraklar için can veren erler.
Hakk’ın bu velî kulları taş türbeye girmez;
Gufrâna bürünmüş, yalınız Fâtiha bekler.
Hilvan, 27 Aralık 1924
Yatarken yerde ilhâdıyla haşr olmuş sefîl efkâr ,
Yarıp edvârı yükselmiş bu müdhiş heykel-i ikrâr .
Siyeh reng-i dalâlet bir bulut şeklinde mâzîler ,
Civârından kaçar, bulmaksızın bir lâhza istikrâr;
Ziyâ-rîz-i hakîkat bir seher tavrında müstakbel ,
Gelir fevkinden eyler sermedî binlerce nûr îsâr .
Derâgûş etmek ister nâzenîn-i bezm-i lâhûtu :
Kol açmış her menârı sanki bir ümmîd-i cür’etkâr!
O revzenler , nazarlardan nihân dîdâra müstağrak
Birer gözdür ki sıyrılmış önünden perde-i esrâr .
Bu kudsî ma’bedin üstünde tâbân fevc fevc ervâh ,
Bu ulvî kubbenin altında cûşân mevc mevc envâr .
Tecessüd eylemiş gûyâ ki subhun rûh-i mahmûru ;
Semâdan yâhud inmiş hâke , Sinâ-reng olup dîdâr!
Tabîat perde-pûş-i zulmet olmuş, hâbe dalmışken,
O, gûyâ kalb-i nûrânîsidir leylin , durur bîdâr .
Evet bir kalbdir, bir kalb-i cûşâcûş-ı âşıktır,
Ki cevfinden demâdem yükselir bin nâle-i ezkâr .
Hüseyn Abdulla oğlu Rasizadə Naxçıvan şəhərində 1882-ci il oktyabr ayının 24-də anadan olmuşdur. Ədib XX əsr Azərbaycan ədəbiyyatının görkəmli nümayəndəsidir. Hüseyn Rasizadə Azərbaycan ədəbiyyatı tarixində filosof şair, böyük dramaturq Hüseyn Cavid kimi tanınmışdır. Hüseyn Cavid Azərbaycan ədəbiyyatı tarixində romantizm ədəbi cərəyanın ən qüdrətli sənətkarlarından biridir. Ədib 1909-cu ildən “Cavid” ədəbi təxəllüsü ilə yazmağa başlamışdır. Hüseyn Cavidin dramaturji yaradıcılığı olduqca zəngindir. Hüseyn Cavidin “Afət” faciəsinin tədqiqinə həsr olunmuş çox sayda tədqiqat işləri vardır. Azərbaycan ədəbiyyatşünasları “Afət” faciəsində qoyulan bir sıra bəşəri problemləri, müəllifin insan konsepsiyasını, Şərq və Qərb filosoflarının görüşləri ilə müqayisəli şəkildə şərh etmişdirlər. Əsərdə dramaturqun insan konsepsiyasına dair görüşləri öz əksini tapmışdır. Hüseyn Cavid 4 pərdəli “Afət” faciəsini 1922-ci ildə faciə janrında, nəsrlə qələmə almışdır. Əsərdə qadın mövzusuna, qadının mənəviyyat və şəxsiyyət azadlığı məsələsinə toxunulmuşdur.
Babür’ün hayatını anlatmaya adının manası ile başlamak isteriz: “Babür”, Hindistan taraflarında yaşayan bir çeşit kaplan demektir. Gerçekten de Babür Mirza, vücut yapısı, bileği ve yüreği ile bir kaplan hatta bir arslandır. Lakin çoğu zaman açık sözlü, duygulu, merhamet ve vicdan sahibi bir insandır.
6 Muharrem 888’de (14 Şubat 1483) Fergana vadisinde bulunan Ahsi’de doğdu. Babası Emir Temür’ün torunlarından Fergana hâkimi Ömer Şeyh, annesi Cengiz Han’ın torunlarından Yûnus Han'ın kızı Kutluğ Nigâr Hanım'dır. Babür’ün çocukluğu hakkında fazla bilgi yoktur. Babasının bir kaza sonucu uçuruma düşerek ölmesi üzerine 5 Ramazan 899'da (9 Haziran 1494) henüz on iki yaşında iken Fergana hükümdarı oldu. On iki yaşında devlet yöneten birinin çocukluğunu yaşadığı da söylenemez.
İnsanın son gününü beklemeli her zaman. Mutlu dememeli ona ölmeden, cenazesi kaldırılmadan. Bu konuda Krezus'u hikâyesini çocuklar da bilir. Pers kralı onu esir edip ölüme mahkûm edince, sehpaya giderayak:
Ah Solon, ah Solon! diye bağırmış. Krala götürmüşler bu sözü. O da ne demek istediğini sordurunca, Solon'un kendisine verdiği bir öğüdün ne doğru çıktığını anlatmış. Solon bir gün demiş ki ona:
"Talih ne kadar güler yüz gösterirse göstersin, ömürlerinin son günü geçmeden insanlar mutlu saymamalı kendilerini. Çünkü insan hayatı kararsız, değişkendir. Ufacık bir iş yüzünden, bir durumdan bambaşka bir duruma hemen geçiverir."
Agesilaus da, Pers kralının o kadar genç yaşta öyle büyük bir devlete konduğu için mutlu sayılabileceğini söyleyen birine:
İyi ama, demiş, Priamos da o yaşta mutsuz değildi. O büyük İskender'den sonraki Makedonya krallarının Roma'da dülgerlik, budamacılık yaptıkları, Sicilya zorbalarının Koryntos'da çocuk bakıcısı oldukları görüldü. Dünyanın yarısını fethetmiş, bunca orduları yönetmiş bir İmparator bir Mısır kralının aşağılık adamlarına yalvarma zavallılığına düşüyor. Altı yedi ay daha az yaşamış olsa bu hâle düşmeyecekti koca Pompeius. Bizim babalarımız zamanında da, bütün İtalya'yı o kadar uzun süre sarsmış olan Milano Dukası Sforza, zindanda öldü. Daha kötüsü, on yıl yaşadı o öldüğü zindanda.
Hıristiyanlık dünyasının en büyük kralının dulu, kraliçelerin en güzeli, Maria Stuart, cellât eliyle ölmedi mi geçenlerde? Binlerce örneği var bunun. O kadar ki, fırtınalar, kasırgalar nasıl mağrur ve yüksek yapılarımıza daha çok yüklenirlerse, bu dünyanın büyüklerini yukarılarda kıskanan güçler var diyeceği geliyor insanın. Ve talih sanki ömrümüzün son gününü bekliyor, uzun yıllar boyunca yaptığını bir anda yıkma gücü olduğunu göstermek için. Laberius gibi bağırttırmak için bizi: Gereğinden bir gün fazla yaşamışım! diye.
Solon'un doğru sözü böyle yorumlanabilir. Ama o bir filozof olduğuna ve filozoflar mutluluğu, mutsuzluğu talihin cilvelerine bağlamadıklarına, büyüklüklere zaten önem vermediklerine göre, daha derin düşünmüş ve demek istemiş olabilir. Bence, ömrümüzün mutluluğu, soylu bir ruhun rahatlığına, doygunluğuna, düzenli bir kafanın kararlı ve güvenli oluşuna bağlı olduğu için, hiçbir insana, tâli‘inin en son ve şüphesiz en zor perdesini oynamazdan önce mutlu denemez. O perdeden önce maske takınmış, felsefenin güzel öğütlerine gösteriş olsun diye uymuş, ya da sarsıcı olaylarla sınanmadığımız için, hep sağlam yürekli kalmayı başarmış olabiliriz. Ama ölüm karşısında son rolümüzde, gösterişe yer kalmaz artık, o zaman ana dilimizle konuşmak, dağarcığımızda iyi kötü ne varsa olduğu gibi ortaya dökmek zorundayız.
İşte o zaman içten sözler dökülür yürekten. Maske düşer, yüz kalır ortada. İşte onun için hayatımızın bütün fiilleri, bu son mihenk taşında denenmelidir. Başlıca gündür o; bütün öteki günleri yargılayan gündür. Bütün geçmiş yılların hesabı o gün verilmeli, der eskilerden biri. Ben de çalışmalarımın meyvesini denemeyi ölüme bırakıyorum. O zaman görürüz düşüncelerimin ağzımdan mı, yüreğimden mi çıktığını...
Eteklerinde Sarısu'yun aktığı Altın dağlar silsilesinden ulu Karadağ'ın çorak yamaçlarında bir gölge ilerliyordu. Sabahtı. Güneş, ilk tatlı ışıklarını tepeden dökerek henüz serin ve taze akan nehrin dalgacıkları üstüne yayıyordu. Ağır yürüyüşünden, etrafına ürkek bir keklik gibi ürke ürke bakışından bu karaltının bir kadın olduğu anlaşılıyordu.
Çocuk edebiyatı ile yaşamı kaleme alsak. Küçücük bir evin işçinde oynanan oyunlarla minik yüreklere uzansak… Kendisiyle oynamıyorlar diye üzülen çocuklar, ah bir büyüseniz ne oyunlar oynar insanoğlu size. Küçük evin öyküsünü yazmalı çocukların dilinden. Nohut oda bakla sofa misali bir ahşap ev olsun ya da. Yaylaları olan, bol yeşillik yudumlayan Karadeniz coğrafyasında belki de. Küçüklerle iletişimi değerli kılıp onların gözünün içine bakarak konuşmak nasıl da öz güven aşılar yavrularımıza. Küçük evin hikâyesi öncelikle sevgi ve insanlık dersiyle başlamalı elbet.
Küçüklerimizin dil gelişimini kamuoyunda sevdirmeli. Kalbinizin iç resmi, editörü olur öykülerinizin. Yazarlık atölyesinde yolda kalırız lâkin insanlıkta sınıfta kalmamaktır mühim olan. Hayat da önümüze açılan bir öykü penceresidir. Bazen fırsatlar insanın ayağına gelir yahut sevdiğimiz yanı başımızdadır da değeri geç fark edilir. Gözlerinden öpmeli çocukluğun.
Damladan deryaya, mısradan şiire, notadan müziğe, heceden kitaplara uzanır hayat. Plâket ve Onur Belgesi ile taçlanır sanatseverin arşivleri. “Haftanın Öykü Kitabı, Yılın Adamı, Yılın Annesi, Yılın En İyi Öğretmeni, Günün Yazısı” gibi özel yazılar kişinin öz güvenini kıdemli kılar. Aile yapısı önemlidir bir öğretmende. Hayata bakış açısı mühimdir. Hayata, insanlara sevgiyle bakmak müspet fikirleri çoğaltır. Başkalarıyla yarışmak yerine kendiyle yarışmalı, önce kendini aşmalı insanoğlu eksiklerine odaklanarak. Olumsuz durum ve davranışlardan ders çıkarmalı. İyilikler karşılık beklemeden yapılırsa çoğalır. Matematikçi bir insanın ikilemde kalıp şirke uğraması, meşakkatli olsa da zıt kutup alanları yine de kendisini mutlu edebilir.
Toplumun sosyoekonomik yapısı, toplum kesitinin değerleri, yaşam tarzı, tahsil, yaşanmışlıklar insan üzerinde olumlu iz bırakmalı. Âşık atışmacaları ve çeşme başı manileri ne hoştur. Toplumsal içerikli yazılar halkımızın içinde doğar. Objektif altında analiz olur kelimeler. Sentezlenir vurgu, tonlama ve beden dili. Halk dili ve kültüründen esinlenir kalem. Tespit ve teşhisler topluma mesaj olur. Kadının mücadelesi ve toplumdaki yeri kurgulanıp el ele verir çocuk hikâyesinde. Korumasız ve silâhsız gençler, kadın, yaşlı, çocuk, hasta ve yaralılar cephe dışı kalır bir ülkede savaş çıkınca. İçinde hayal konusuna yer verilmeyen bir öykü de çocuksuz kalır. Köy Enstitüleri, üretime dönük bir eğitimdir. Samanlıklar bile sınıf olur damsız yapılara. Köy çocuklarının sesi çınlatır damdan yapılma sınıfları. Damladan deryaya, pınardan çocukluğa yağmur olur sanat. Çer çöp toplamalı umutlar ama bilgiyle toplanmalı. Derlemeli ilmimizi orijinal ruhuyla. Gelmiş geçmiş yaşanmışlıklar omuzlarda yük olup sırta biner.
Halk kültürüyle yeşerip halkın içindeki
sesi anlatır küçük evin çocukları. Bir türkü tüter cam kırığı hayallerimde
ve hıçkırığı kesilir hüznün. Kadir kıymet bilenlerle sırtınız sıvazlanır. Halk
sevgisiyle taltif edilir motivasyon. Düşünceler olgun yüreklere sorumluluk
yükler. Marifet iltifata tabi olup sade kalmalı. Yazmak gönül işidir,
yayımlamak madden bir yük. Yoğunlaşmalı çocuk edebiyatına, küçük bir evde biriken hatıraları çoğaltmalı. Antolojide yer almak
da iyidir. İnsan fıtratı, sevmek ve sevilmek üzerinden yorumlar kitapları. Ufukta
yeni çalışmalar oluşmalı. Bir müjde vermeli yeni eserlerle. Bir fırsat vermeli
yazarlarımıza. Aile terbiyesinden alınan nezaket ile büyümeli bir çocuk. Küçük evin öyküsünü anlatmalı çocuklarımız.
Hani bir şarkı takılır ya insanın dudaklarına
Eski, yarı unutulmuş, kırık dökük
Birkaç mısra dil ucunda döner durur da!
Nice baharlar alıp gitmiştir en güzel düşlerini
Sonra yapraklar sararır, çiçekler kurur da!..
Sille yemiştir kişi felekten,
Eşe dosta gülümseme zorluğu bir yana
Yürek olmadık acılarla yoğrulur da!
Upuzun gölgelerde bir akşam güneşi,
Camlardan odalara vurur da!..
Çoktan bitmiş kadehinde son yudum,
Meyhane boş, masa tarumar,
İlk yudumlardaki mutluluk kaybolur da!.
Bir köşede meyhaneci uyukluyordur,
Son müşteri hala oturur da!.
Ya da istasyon boşalmış,
Son tren çoktan gitmiştir.
Yolcu koskoca dünyada kaybolur da!
Karanlığa uzanan saat kulelerinden,
Oniki’ler hep birden vurur da!.
Budur işte feleğin bize oyun oynamışlığı,
Unun elenip eleğin duvara asılmışlığı,
Nefes daralır, dizler iki adım da yorulur da!
Uzanıp kalıvermek de var günün birinde ansızın, olur da!