2 Aralık 2024 Pazartesi

Oyhan Hasan Bıldırki - Fırsatın Ucu ( Hikaye)

 

       İçimde bir sıkıntı. Aklımda türlü düşünceler. Kararsızım. Elimdeki tüfek, öldürmekten başka ne işe yarar? Öldürmek, fakat kimi? Başımızdakilere göre, karşıda yer alan, bize “düşman” olanları, gözümüzü kırpmadan öldürmek gerekiyormuş.

      Tüfeğimi doldurdum, sipere yerleştim. Güneşin doğmasını, etrafı aydınlatmasını bekliyordum. Uzun bir bekleyiş anını yaşadım. Bugün, nedense güneş, bir türlü doğmak bilmiyor. O da, bir şeyin sancısını mı çekiyor, ne? Etrafta ne bir ağaç, ne bir çiçek! Her taraf kum tepecikleriyle dolu. Her tepe, insan yutan bir tuzak, bir bomba! Tepelerin sayısınca çoğalan tehlikeler.

      Daha dün cephe gerisindeydim. Savaşın çok uzağında bulunuyor, “öldürmek” kelimesinin büyülü, fakat insanı iliklerine kadar donduran etkisinin farkında olmadan, kendi hayatımı yaşıyordum.

      “Kendi hayatım!”

      İtilip kakılmalarla geçen hayatım. Elimden, bir kararname ile alınan toprağımın tapusu. Dairede uzayan, uzatılan işlerim. Anadilimi konuşmamam için zorlanışım. Bir gece, yıldızların pırıl pırıl aydınlattığı bir çöl gecesinde, apansızın basılan dostlarımın evleri. Bağırışlar, çağırışlar! Bir bilinmeze doğru götürülen dostlarım. Darağaçlarında söndürülen hayatlar. Sıkıldım.

      - Aman, dedim, bütün bunlardan bana ne?

      Belli belirsiz sesler! Kum tepeciklerini yalayan, milyonlarca zerrecikten oluşan kum bulutları, rüzgârla oynaşıyor. Bir kızılca kıyamet kopar oynaşmanın sonunda. Çöl fırtınası kalın bir perde olur, her şeyi altında örter, yutar. Adamın dili, damağı kurur. Ciğerlerine köz köz kumlar dökülür. Adam, tatlı can kaygısına düşer.

      Motorlu araçlar, tanklar homurdanmaya başladı. Siperlerde kımıl kımıl insanlar. Hepsinin gözleri; gez ile arpacıkta. Elleri, soğuk demirlerin tetik sıcaklığında ısınıyor. Nefesler tutulmuş, hepimiz baştan ayağa dikkat kesilmişiz. Kulağımız kirişte, verilecek emri bekliyoruz.

      - Haydi aslanlarım, hücum!

      Bu ses, beni aldı, götürdü. Kuvvetle gerilmiş bir yaydaki ok çevikliğiyle, siperimden çıktım.

      Koştum, koştum!

      Artık ne tarrakaları, ne bomba seslerini duyuyordum. Zaman zaman kum bulutu açılıyor, örttüğü düşmanı ortaya çıkarıyordu. Böyle zamanlarda iş tüfeğime düşüyor, bana, yalnızca tetiğe dokunmak kalıyordu. Tetik düştükçe duyduğum, “Allah!” seslerinden irkilir oldum. Bu düşman ne menem şeydi ki, “Allah!” demeden yapamıyordu? Ben de Allah’a inanıyordum. Yüreğimde bir sancı, beynimde acabalar küme küme!

      Dilim damağım kurudu. Neredeyse burun deliklerim tıkanacak. Ter ve kum geniş anlımda birikti, kaşlarımı ağırlaştırdı. Sendeler gibi oldum, tökezlendim. Yere kapaklanmamla, ayaküstü kalkmam bir oldu. Mataramdaki suyu hatırlamıştım. Çabucak mataramın bağını çözdüm. Tıpasını açtım, ağzıma götürdüm. Sıcak su, dilimi kavurdu, boğazımı yaktı. Ama yine de serinler gibi oldum.

      Karşımda bir karaltı belirdi. Kum bulutunda zaman zaman parlayan süngüler. Düşmanla burun burunaydım. Karaltı yaklaştı, tam karşımda durdu. Eli yüzü çamur içindeydi. Nedense bu defa elim, soğuk demirin sıcak tetiğine varmıyordu.

      Birdenbire estim, yağdım.

      - Su ister misin, su?

      - He, he! dedi karaltı. Gözleri mataramda, tüfeğini yere bıraktı.

      Mataramı uzattım. Aldı, bekletmedi, dudaklarına götürdü. Mataramdaki suyu sömürdü. Boşalan matarayı fırlatıp attı. Tüfeğini almak için eğildi.

      - Davranma! dedim.

      Bir zaman öyle kaldı. Ne yapacağını şaşırmıştı. Sonra doğruldu. Alnında biriken terleri sildi. Sordu:

      - Kardaş, görürüm Türkçe danışırsın! Türk müsün sen?

      - Belli, Türk’üm!

      - Ben de, Azeri’yem, Türk’üm.

      Bu defa şaşıran ben oldum. Beynimde, düşman kavramını yüklenmiş olan kervanların geçidi başladı. Düşman? Azeri! Öldürmek! Kimi? Türk’ü!.. Niçin? Tapusunu bile elimizden zorla aldıkları toprağımızda gözleri olduğu için!

      Azeri düşmanım tedirgin! Gözlerimi hiçbir hareketinden ayırmıyorum. Kıvılcım kıvılcım bomba şimşekleri çakıp sönüyor. Savaş olanca hızıyla sürüyor. Düşmanım titriyor. Korkudan m? Sanmam.

      - Sen, dedim, benim esirimsin!

      - He valla, öyle!

      - Sakın ola ki tüfeğine dokunma, yakarım.

      - Kimi? Beni mi?

      - Elbette!

      - Öyle ya… Yak beni. Yanan bir mum kimi söndür hayatımı. Düşmanlarımız bayram etsin. Sevinsin, gururlansın.

      - Düşmanlarımız mı? Güleyim bari. Bizim, ikimizin düşmanı yok. Fakat düşmanım, esirim sensin.

      Tüfeğini aldım, boşalttım. Kaldırıp kum tepeciğinin öte yanına fırlattım. Bütün bunlara rağmen esirimin titremesinin kesildiğini gördüm. Üstelik dili de açıldı. Benim adıma sağını, solunu, koynunu, kuşağını yokladı.

      - Görüyorsun ya, dedi, öldürücü hiçbir aletim yok. Yalnız, yüreğimde bir yangındır başladı. Bu yangın, esirliğimin verdiği korkudan doğmuyor. Biz, ne vahşi kasapmışız ki, birbirimizi boğazlamaya doymuyoruz? Hatta bundan büyük zevk duyuyor, davul zurna eşliğinde zafer şölenleri düzenliyor, düğün bayram etmeğe başlıyoruz. Halbuki…

      - Halbuki?

      - Şu anda ateş çemberine sürülenleri düşünüyorum. Sanıyorum. Yok, sandığım falan yok! Adım gibi biliyorum.  Başımızdakiler akreplerin intiharını örnek almışlar, Türk’ü Türk’e kırdırıyorlar. Özü, dili, inancı bir olanlar, birbirlerini yok ede ede, intihar ediyorlar.

      Konuştukça etkiledi beni. Elimdeki tüfeğin fiyakası bozulur gibi oldu. Bu, ölüm sözü gibi soğuk aletten kurtulmak için düşünmeye başladım. Düşmanım, konuşmasını sürdürdü.

      - Bu durum kötü, çok kötü. Bir şeyler yapmalı, bir çıkış yolu bulmalı.

      - Çıkış yolu mu? Nasıl?

      - Bizi yaşamaya, hürriyete götüren.

      Hürriyet! Biz hür değil miydik? Bütün dünya, büyüklerimiz, hatta komşularımız öyle demiyorlar mıydı? Dört yanımızdan bizi sarıp kuşatan hürriyeti, doya doya yaşamıyor muyduk? Demek ki düşmanımın bunlardan şikâyeti vardı. O, ülkesinde rahat değildi. Devamlı homurdayan ülkesi onun huzurunu kaçırmış olmalıydı. Ya benim?

      - Türkiye’yi dedi, duyup bilmişliğin var mıdır?

      - Elbette!

      - Ne dersin? El ele verip, dost olalım. Oraya gidişin çaresini bulalım.

      - Ama onlar? Onlar, bize karşı sessiz bir duvar gibi duruyorlar. Aylardır savaşıyoruz. Sana göre, akrepler gibi intihar ediyoruz. Türkiye susuyor, aldırmıyor. Benim gönlüm kırgın.

      - Benim de öyle! Fakat onlar, bizim meselemizi bilmiyorlar. İşte fırsatın ucu elimizde. Ben, kaçırmayalım, oraya gidelim derim. Onlara bizi anlatalım; seni, beni, özümüzü. Bilseler, sessiz kalmazlar ya?

      - Sağır mı bunlar?

      - Görüyorum. Gönlünün kırıklığı seni büyük bir öfke denizinde yüzdürüyor. Düşündün mü, acaba kabahat bizde de yok mu? Biz, özümüzü onlara duyurduk mu? Varlığımızın işaretini verdik mi? Bir kutup yıldızı gibi onların dünyasında çakıp söndük mü? Hayır! İşte fırsat elimizde. Sınıra çok yakınız. Bırak tüfeğini. Varıp gidelim. Onlara bizi anlatalım. Ben, onlara inanıyorum. Bizim intiharımızı ancak onlar durdurabilir. Bunu biliyorum. Bak, ıslık ıslık kurşun sesleri duyulmaz oldu. Tarrakalar sustu. Zaman daraldı. Fırsat ipinin ucu elimizden çıkacak. Haydi!..

      Son kelimenin büyüsüne kaptırdım kendimi.

      Düşmanıma:

      - Ver elini, haydi! dedim.

      Sınırın ötesine ulaşmak için bir yola düştük.

      Olanca gücümüzle, kan ter içinde kaldık.

      Koştukça, koştuk! 

        Mart 1982

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder