20 Nisan 2024 Cumartesi

Osman Çeviksoy - Keçi (Hikaye)

“Yıllar önce şeytana uyup bir keçinizi çaldım. Kendi keçimmiş gibi kestim, kızarttım, arkadaşlarımla yedim. Sonra unuttum. Arada bir hatırladığım oldu, önemsemedim. Kırk yaşımdan sonra hemen her gün aklıma düştü. Bir süre sonra aklımdan çıkmaz oldu. Pişmandım. Huzursuzdum. Tövbeler ettim olmadı. Fakir fukaraya sadaka dağıttım, olmadı. Bir türlü aklımdan atıp rahatlayamadım. Uykularım kaçtı. Gittim, müftüye danıştım. “Dünyada helalleş. Öbür tarafa bırakırsan, kendine yazık edersin. Çık karşısına, açıkça anlat! ‘Ödeyeceğim!’ de. Öde, kurtul!” dedi. Keçinizin karşılığını ödeyip helalleşmeye geldim. Öte yana borçlu gitmek istemiyorum.” 

“Güzel! Keçimin karşılığını ödersen helalleşmiş oluruz.”   

“Ödeyeceğim, miktarı söyleyin.” 

“Önce bir hesap yapmam gerek!” 

“Elbette… Bir, iki, üç, beş keçi deyin vermeye hazırım.”

“Keçimi kaç yıl önce çaldınız?”

“Tam yirmi dört yıl oluyor.”

“Dördünü silelim yirmi yıl olsun. Keçimiz, yirmi yılın on yılında on yavru yapmış olsa… bunlardan beşi dişi, beşi erkek olsa… dişiler üçer yaşına girince yavrulamaya başlasa… onların dişi yavruları da üçer yıl sonra yavrulamaya başlasa… erkek olanlar satılıp paralarıyla dişi keçiler alınsa… onlar ve onlardan doğacak yavrular da vakti geldikçe yavrulamaya başlasa… bu böyle devam edip gitse… Kurdun kuşun kaptığını, hırsızın çaldığını, kayadan düşüp öleni, sele kapılıp gideni, sadakayı, zekâtı, fitreyi çıktıktan sonra iki yüz seksen altı kalır. Vicdan ehli olmak gerekir. Bunu da aşağı doğru yuvarlayalım; iki yüz elli diyelim. Evet sevgili kardeşim, iki yüz elli keçiyi ya da bedelini verirseniz borç ödenmiş, biz helalleşmiş oluruz. Bir eksik olursa kabul etmem, hesap ahirete kalır.”

19 Nisan 2024 Cuma

Fuzuli - Gazel (Bahr-i aşka düştün ey dil lezzet-i cânı unut)


Bahr-i aşka düştün ey dil lezzet-i cânı unut
Bâliğ oldun gel rahimden içtiğin kanı unut
Verdi rihletten haber mûy-i sefîd ü rûy-i zerd
Çihre-i handânı vü zülf-i perişânı unut
Çek nedâmetten göğe dûd-i dili dök kanlı yaş
Serv-i nâzı terk kıl gül-berg-i handânı unut
Gör ganîmet fakr mülkünde gedâlık şîvesin
İ’tibâr-i mansıb ü der-gâh-i sultânı unut
Çekme âlem kaydını ey ser-bülend-i fakr olan
Saltanat tahtına erdin bend ü zindânı unut
Ma’siyet dersin yeter tekrâr kıl dönder varak
Özge harfin meşkin et evvelki ünvânı unut
Levh-i hâtır sûret-i cânâna kıl âyine-dâr
Anı yâd et her ne kim yâdında var anı unut
Ey Fuzûlî çek melâmet reh-güzârından kadem
Lâhza lâhza çektiğin bi-hûde efgânı unut
(Fâ i lâ tün fâ i lâ tün fâ i lâ tün fâ i lün)


Fuzuli - Gazel (Talsam genc için bin ism-i a’zam yâd tuttun tut)

 

Talsam genc için bin ism-i a’zam yâd tuttun tut
Talsam-i sandurup genci bozup ismi unuttun tut
Döküp mey câmini mey tutmak temennâsın çıkar baştan
bugun kanlar töküp âlemde çok hûn-âbe yuttun tut
Şarâb-i nâb zevkinden ne hâsıl Çün değil bâki
riyaz ömre binkez su verip âhir kuruttun tut
Çü ne Cemşid bulmuştur bakâ keyfiyyetin ne Cem
Bu bezm içre Cem ü Cemşid elinden câm tuttun tut
Fuzûlî kıl kıyâs-i hâlin ehl-i dehr hâlinden
Kumârı mekr ü tezvir ü hiyel ehlinden uttun tut
(Me fâ î lün me fâ î lün me fâ î lün me fâ î lün)


16 Nisan 2024 Salı

Abdurrahim Karakoç - Kısa Soruya Uzun Cevap



“Eski dostlar nasıl?” diye sorarsın

Dostluk nasıl bir şey? Nerede kaldı?

Kimi ata binip aştı dağlardan

Kimisi ahırda, harada kaldı.


Nurettin’in mumu yanmadan söndü

Baki palavrayla köşeyi döndü.

Gaffar çok kurnazdı, Sadık çok bön’dü

Fermanı şaşırdı arada kaldı.


Şeytan kaçtı, cin yetişti imdada.

Harun İnternet’te, Hayri simya’da

Tayyar gökdelende, Mahdum villada

Mülayim bir çıkmaz derede kaldı.


Serdar yukarıda madik atıyor

Hicabî pazarda marul satıyor

Alişan Lara’da kumda yatıyor

Sadullah tipide, borada kaldı.


Süleyman silahı duvara asmış

Selami herkesten selamı kesmiş

Hidayet kahrından dünyaya küsmüş

Zafer çekte, Zeki kirada kaldı.


Hayrettin haraca bağladı yurdu

Erdal eroinden voleler vurdu

Behçet İstanbul’a karargâh kurdu

İkram Muş’ta, Zülküf Zara’da kaldı.


Dost most bırakmadı çaldı seneler

Aklı, iradeyi aldı seneler

Yaprağı, çiçeği yoldu seneler

Yeşillik sadece serada kaldı.


Gazanfer gün boyu gökte uçuyor

Şarabı bıraktı, viski içiyor.

Kamber denizlere yelken açıyor

Zavallı Muharrem karada kaldı.


İsrafil emrine girdi Hasan’ın

Şifresi cebinde yüz dört kasanın.

Şaşkınlıktan aklı durdu Musa’nın

Gitmedi bir yere, burada kaldı.


Günden güne azmanlaştı büyükler

Belli değil sarhoşlarla ayıklar

Mansur “Tanrıdağı” diye sayıklar

Gökbörü’nün aklı Hira’da kaldı.


Rağbet dönmeyedir, itibar yoz’a

Gark oldu her taraf dumana, toza

Şakir’in içtiği çay, salep, boza

Kutluk gitti gitti, birada kaldı.


Cabbar Mercedes’te, Can yalınayak

İhtiras sevgiye olmuyor dayak

Mesut Uludağ’da yaparken kayak

Bekir kıl çadırda, merada kaldı.


Fikri işsiz aylak dolaşmaktadır

Figanı göklere ulaşmaktadır

Necip hep pisliğe bulaşmaktadır

Feyzullah’ın aklı parada kaldı.


Dostluk vadisinde yeller esmekte

İlhamı zirvede ahkâm kesmekte

Gürkan haram yiyip yalan kusmakta

Bedrettin yazıda, turada kaldı.


Nadir “Allah” diyor, demiyor başka

Hepimiz o yolda buluşsak keşke.

Yakup dolar sayıp geliyor aşka

Yekta’nın gözleri birada kaldı.


Vahdet Washington’da, Rüştü Roma’da

Celal size ömür... Kemal komada.

Hamit Horasan’da, Said Soma’da

Hurşit Safdiller’in orada kaldı.


Şeref şerefini sırtından atmış

İzzet izzetini gâvura satmış

Hakan Almanya’da batağa batmış

Kimliği Helga’da, Vera’da kaldı.


Edirne’den Van’a, Muğla’dan Kars’a

Bize de göstersin dost bulan varsa.

Herkes bir yol tutmuş topluyor parsa

Hicran yürekteki yarada kaldı...


ABDURRAHİM KARAKOÇ

15 Nisan 2024 Pazartesi

Ömer Seyfeddin - Büyücü

 

Büyük Selahaddin Eyyubi, kendisinden aman dileyen Kudüs'ü aldıktan sonra hiç durmamıştı. Şam'da "biraz dinlenelim!" diye isteklerini bildiren askerlerine:

— Ömür kısadır. Ecelimizin ne zaman geleceğinden emin değiliz, cevabını verdi.

Ömer Hayyam - Rubai

 

İnsan yiyeceksiz, giyeceksiz edemez: 
Bunlar için didinmene bir şey denmez. 
Ondan ötesi ha olmuş, ha olmamış: 
Bu güzelim ömrünü satmaya değmez. 

(Çeviren : Sabahattin Eyuboğlu)

Mehmed Akif Ersoy - İstiklâl Marşı

Beste: Osman Zeki Üngör

Güfte: M. Akif Ersoy


-Kahraman ordumuza

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Çatma, kurban olayım, çehrene ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül... Ne bu şiddet, bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal;
Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklal.
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim: Bendimi çiğner, aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım.
Garb'ın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar;
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
''Medeniyet!'' dediğin tek dişi kalmış canavar?
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın;
Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın.
Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk'ın...
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.
Bastığın yerleri ''toprak!'' diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda!
Canı, cananı, bütün varımı alsın da Huda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.
Ruhumun senden İlahi şudur ancak emeli:
Değmesin ma'bedimin göğsüne na-mahrem eli;
Bu ezanlar - ki şehadetleri dinin temeli -
Ebedi, yurdumun üstünde benim inlemeli.
O zaman vecd ile bin secde eder -varsa - taşım;
Her cerihamda, İlahi, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır ruh-i mücerred gibi yerden na'şım!
O zaman yükselerek Arş'a değer, belki, başım.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklal.

Ömer Seyfeddin - Yalnız Efe

Yalnız Efe

Sabahtan beri yürüyorduk. Düşe kalka geçtiğimiz sarp keçi yolları bazen sel yarıkları içinde kayboluyor, bazen sık fundalıklardan ayrılarak, dibinde sivri sivri çam tepeleri görünen karanlık çukurlara sapıyordu. Ayı avına gidiyorduk. Kılavuzum Kumdere köyünün en namlı nişancılarındandı. Beraber tırmanacağımız yüksek ormanlı dağların daha çok uzağındaydık. Vakit vakit ince bir yağmur serpeliyordu. Güneş yoktu. Nihayetsiz mor bir kubbeyi andıran dumanlı gökten sonsuzluğun geçmiş saatlerini hatırlatır gamlı guguk sesleri aksediyordu. Artık iyice yorulmuştum. Omzumdaki martin gittikçe ağırlaşıyordu.

            — Biraz dinlensek, dedim.

            Kılavuzum güldü. Onun kır çember sakallı şen çehresi pembeleşti:

            — Kesildin mi? diye sordu.

            Sırtında çiftesi ile üç günlük yiyeceğimizden başka benim kebemi de taşıyan bu dinç köylüye yorgunluğumu söylemedim.

            — Ha biraz gayret! Yarın başına bir çıkalım, oradan öte Akkovuk’a kadar yol iyidir, dedi.

             

            Yarım saat daha tırmandık. Ayaklarımızın altından küçük taşlar, kireçli topraklar dökülüyordu.

            Gayet büyük bir çam ağacının yanına gelince kılavuzum:

            — İşte yarın başı, dedi.

            Yerler çamurdu. Çiseleyen yağmurun dallara çarpan damlaları derin bir fısıltı çıkarıyordu. Ben hemen çöktüm. Çamın kalın gövdesine arkamı dayadım. Cebimden paketimi çıkardım. Sırtından yükünü indiren ihtiyar avcıya uzattım:

            — Yak bir cıgara bakalım!

            Ağır bir tavırla:

            — Burada tütün içilmez, dedi.

            Sordum:

            — Niçin? Namazgâh mı burası?

            — Hayır!

            — Ya ne?

            Başını salladı. Gizli bir şey söylüyormuş gibi yavaşça:

            — Burası Yalnız Efenin sır olduğu yerdir, dedi.

            Serin bir rüzgâr yağmurun fısıltısını çoğaltarak esiyor, üstümüzdeki siyah bir çadır gibi açılan çam dallarını titretiyordu. Anadolu’nun bu yalçın ufuklu, bu boş, bu kayalık, bu korkunç tarafı, Bozdağı’na giden bu ıssız yol eskiden beri eşkıya uğrağı idi; bunu bilmiyordum. Ben tenha bir geçidin gizli bir köşesinde uyuyan küçük bir köyde doğdum. Ger Ali’nin, Köroğlu’nun, Develi’nin, Cellav’ın menkıbeleri içinde büyüdüm. Bilmem onun için mi, eşkıya hikâyelerini dinlemeyi pek severim.

            Paketimi cebime soktum.

            — Anlat bana baba, bu Yalnız Efe kim, nasıl sır oldu? dedim.

            İhtiyar avcı torbasının yanına bağdaş kurdu, çiftesini kucağına uzattı. İri ela gözleriyle dik yarın keskin kenarına, karşıdaki yağmurla ıslanarak koyu kan rengine giren derin granit uçurumlara baktı, baktı. Sonra bana döndü:

            — Anlatayım. Ben şimdi elli yaşını geçiyorum. O vakit pek ufaktım. Onu gören kadınları dinlerim. Kendisi hiç erkeğe gözükmezdi.

            — Niye gözükmezdi?

            — Çünkü kızdı.

            — Kız mıydı?

            — Evet.

            Hayretim boşuna gitti. Geçmişi seven, bütün harikaları geçmişte sanan, geçmişi kutsayan her yaşlı köylü gibi masum bir şevkle hikâyesine devam etti:

            — Dağa çıktığı zaman daha on altı yaşındaymış. Babası gençliğinde bizim köye göçmüş, kızından başka kimsesi yokmuş.

            Bu adam, bir gün nasılsa Eseoğlu’nun çiftliğinden geçer. Oradaki yabancı korucuların birinde alacağı varmış, onu ister. Vermezler. O da galiba kötü bir laf söyler. Hemen zavallıyı öldürürler. Kızı duyunca babasının ölüsüne gider. Ağlamaz, sızlamaz. Kimin vurduğunu anlar. Sonra kazaya gelir, hükümete koşar. “Babamı vuran filandır, tutun!” der. Aldıran olmaz. Kız yine köye dönmez. O vakit, nereden geldiği, nereli olduğu belli olmayan sarhoş bir zaptiye mülazımı varmış, Eseoğlu’nun ahbabıymış. Kız her gün onu tutar, “Babamı vuranı daha tutmayacak mısın?” diye sorar. Bir gün bu sarhoş, kızcağıza öfkelenir, ağzını bozar, “Bre kahpe, bir daha buraya gelirsen senin kafanı kırarım!” der. Kız korkmaz, zaptiyelerin yanında ona: “İşte bunlar da şahit olsun. Sen bugün babamı vuranı tutmazsan ben seni öldüreceğim!” der. Zaptiye mülazımı bu lafa bütün bütün gazaplanır, fırlar. Yörük’ün kızını iyice döver, zaptiyelere sokağa attırır.

            Kız bir zamanlar görünmez olur…

            Bir gün sarhoş mülazım, Eseoğlu’nun verdiği bir ziyafete giderken kafasına bir kurşun yer; hemen orada can verir. Vuranı ararlar bulamazlar. “Yörük’ün kızı vurdu” diye bir laf olur. Ama buna kimse inanmaz. Herkes onu İzmir’e birinin yanına evlatlık gitti sanır. Fakat bir hafta geçmeden, Yörük’ü öldüren korucu da vurulur. Biraz sonra hükümete Yörük’ün davasını hasıraltı ettiren çiftlik sahibi Eseoğlu’nun boğazlanmış ölüsünü bağdaki yatağında bulurlar. Kasabalı ağaların çiftliklerine koruyucu, hergeleci, çoban gibi gelip silahsız ahali içinde tüfekle gezen ne kadar yabancı varsa yavaş yavaş hepsi vurulmaya başlar. İş o dereceğe varır ki, yabancılar yalnız kıra çıkamaz olur. Nihayet takım takım buralarını bırakırlar, kendi yurtlarına dönerler. Zalim zaptiyeleri, köylüyü soyan memurları, rençperi dolandıran madrabazları hiç görünmeden öldüren bu efenin kim olduğu bir zaman anlaşılmaz.

            Bu efe tek başına. Yanına uşak filan almaz. Müracaat edenleri ters yüzüne çevirir. İşte bunun için köylüler ona “Yalnız Efe” derler. Tam on beş sene Yalnız Efe’nin yüzünü kadınlardan başka kimse göremez. Dağda erkekle karşılaşınca, uzaktan “Gözlerini yum!” diye bağırırmış, sonra yanına gelirmiş. Kim gözünü açarsa hemen öldürürmüş. Gözünü açmayan erkeğe “Size zulüm eden kim? Rüşvet alan memurunuz var mı?” diye sorarmış. Onun korkusundan ilçede kimse kötülük yapamazmış. Zenginlere, kadınlarla haber gönderir: “Filan fakire yardım ediniz. Filan öksüzü evlendiriniz. Filan köprüyü yapınız. Filan köyde bir mektep kurunuz.” gibi emirler verirmiş. Hem çok sofuymuş. Benim teyzem bir gün odundan gelirken onu görmüş. Anlatırdı. Başında yeşil bir namaz bezi sarılıymış. Arkasında erkek elbisesi varmış, yamaçta namaz kılıyormuş. Peri gibi güzelmiş…

            Evet, bir zaman onun korkusundan kimse kimseye haksızlık edemez olmuş. Haksızlığa uğrayan düşmanını, “gider Yalnız Efe’ye söylerim!” diye korkuturmuş. On beş sene ne köyümüze, ne ilçemize yabancı, yağmacı gelmez olmuş. Mahsulün onda birini vergi olarak alanlar, sürüdeki hayvanları sayıp vergisini toplayanlar, tahsildarlar, zaptiyeler köylerde kuzu gibi namuslu dolaşırlarmış. Rüşvet değil ikram olunan yemişi bile kimse almaya cesaret edemezmiş.

            Yalnız Efe’den kimsenin şikâyeti yokmuş. Ne kimseyi dağa kaldırmış, nede fidye istemiş. İstediği hep fakirler, kimsesizler, dullar, öksüzler içinmiş. Camiine bakmayan köye haber gönderir; “Gelecek Ramazana kadar mescitlerini tamir etmezlerse samanlıklarını yakarım.” dermiş. Onun sayesinde camiler şenlenmiş, köylü zulümden kurtulmuş. Öksüzlerin, yoksulların yüzü gülmüş. Her köyün korusunda gizli bir ağaçta bir heybe asılıymış. Köy halkı bu heybe boşaldıkça içine sucuk, şeker korlarmış. Yalnız Efe’nin kaza içinde belki elli dalda heybesi varmış. Kimseye ağırlık olmaz, kimseyi sıkıştırmaz, herkesin gönlünden kopanla geçinirmiş.

            Uzatmayalım… İşte tam o sırada Söke tarafında gayet azgın bir Rum eşkıyası türer. Devlet bu haydutlara karşı bir nizamiye taburu çıkarır. Döne dolaşa bu tabur bizim tarafa da gelir. Rumların izlerini bir türlü bulamazlar. Kasabada Yalnız Efe’nin namını işitirler. Boş durmamak için onu tutmaya kalkarlar. Yerli zaptiyeler kılavuzluğu kabul etmezler. Yalnız Efe bunu haber alır. Bozdağı’na geçmek ister. Bir bölük asker ondan evvel davranır, arkadan dolaşır, Akkovuk’u tutar. Bir bölük askerde aşağıdan çıkmaya başlar. Yalnız Efe’yi tam burada sıkıştırırlar. “Teslim ol!” derler. Yalnız Efe: “Siz askersiniz, benim kardeşlerimsiniz, canınızı yakmak istemem. Savulun, yoluma gideyim!” der. Dinlemezler. Üzerine ateş ederler. Yalnız Efe birkaç askeri elinden, kolundan, kulağından hafifçe yaralar. Tekrar: “Asker kardeşler, bırakın beni. Sizin canınızı yakmak istemem!” diye haykırır. Yine dinlemezler. Akkovuk’tan gelip de geçidi saran bölük de ateşe başlar. İki ateş arasında kalınca: ”Asker kardeşler, benim yüzümden birbirinizi vuracaksınız. Ben gidiyorum, ben artık yoğum. Ateşi kesin, yürüyün, buluşun!” diye haykırır. Bir zaman daha yaylım ederler. Nihayet Yalnız Efe’nin sesi kesilince vuruldu sanırlar. Yavaş yavaş yürürler. Dik yolun önünü arkasını adım adım ararlar. İşte bu çamın dibinde Yalnız Efe’nin martini ile geyik postu seccadesinden, yeşil namaz bezinden başka bir şey bulamazlar.

            O vakitten beri Yalnız Efeye rastgelen yok. Yazın yamaçlarında hayvanlarını süren Yörükler buraya her gece nur inerken gördüklerini yemin ederek anlatırlar.”

            Akkovuk’a biraz erken yetişmek için davranmak icap ediyordu. Yağmur dinmişti. Kalktım, martinin kayışını omzuma geçirdim. İhtiyar, yemek torbasını, kebeyi sırtlıyordu. Yürüdüm. Yarın kenarına geldim. Aşağısı baş döndürecek kadar derin bir uçurumdu. Yeni geçmiş bir kâbus gecesinden kalma korkunç rüyaları andıran parça parça sisler, birbirine karışmış çamlarla kayaları örtüyordu. Yanıma yaklaşan kılavuza:

            — Yalnız Efe askerin eline düşmemek için buradan kendisini aşağıya atmış olmalı, dedim.

            — Haşa! Tövbe! O Allah’tan korkardı. Dini bütündü, diye reddetti.

            — Ee, havaya uçmadı ya!

            — Sır oldu!

            Gülerek sordum:

            — Ne biliyorsun?

            İri ela gözlerini kırptı. Delillerinden emin olan sade insanlara ait saf bir inançla:

            — Ne bilmeyeceğim? Sır olmasa buraya her gece nur iner mi? dedi.


14 Nisan 2024 Pazar

Yavuz Bülent Bakiler - Turan

 

-Sadık Kemal Tural kardeşimize-
Ben Altay dağlarından koparak geldim Yüreğimde Türkistan'dan binbir nakış var Çok şükür aslım da neslim de belli Türküm müslümanım o dağlar kadar. Dokuz tuğ taşıdım ben, dokuz davula vurdum Dokuz evliya gücüyle yürüdüm geldim Büyüdü benimle mübârek yurdum Ebed-müddet bu devleti ben kurdum. Nevruz toylarımızda ateşler tutuşturdum Orhun'dan, Seyhun'dan, Ceyhun'dan geçtim Yol gösterdi kükreyerek bana Bozkurt'um Atımla hep yan yana gözelerden su içtim Baykal'da da çimdim ben, Hazar Denizi'nde de Toprağıma bağdaş kurup oturdum. Ben ki Alper Tunga'ya gönül verenlerdenim Yurt uğruna dolu dizgin göğüs gerenlerdenim Sonra durgun sulara Bismillâhlarla Kilim seccadesini serenlerdenim Yani hem Alplerdenim, hem Alperenlerdenim. Ben Türkmen'im, Özbek'im, Kazak'ım, Kırgız'ım ben Azerbaycan Türkleriyle aynı kandanım Kıpçakları, Uygurları aşkla duyanlardanım Ben ki Tatarlardan, Gagavuzlardan Çuvaşlardan, Bozkurtlardan, Oğuzlardanım. Kalem de tuttum çok şükür, kılıç da, gül de Güvercin bakışlı sıcak türküler de söyledim Anlayan anladı kim olduğumu Aman dileyeni sevdim, öfkemi yendim Övdü büyük peygamber İstanbul Başbuğumu Kur'an'la da müjdelendim. Sevsem gözbebeğim olur ne varsa Öfkelensem öfkem dağları ezer Dilim bazan sularım çağlamasına Bazan da bülbüllerin şakımasına benzer. İşte bilge Tonyukuk, Kültikin, Bilge Kağan Hepsi birbirinden daha mübârek Süzme asaletimin nurdan kefili İşte Dede Korkut, kaftanı ipek Soyumun-sopumun bin yıllık dili. Ve Yusuf Has Hacib, Mahdum Kulu, Fuzuli Hepsi de peygamber soyunca asil Sonra Kaşgarlı Mahmut; gönlüme düşen cemre Ali Şir Nevaî, Gaspıralı İsmail Şiiri bir bakraç süt gibi Yunus Emre. Cengiz Aytmatov ki, Cengiz Dağcı ki Ayın ondördünden sağılan huzur Sabir Rüstemhanlı... ruh kadar eski Ve daha binlerce nur üstüne nur. Servetim Buhari'nin, Yusuf Hamedanî'nin Ahmet Yesevî'nin nur servetinden Güzelliğim, merhametim, şefkatim Hep Şah-ı Nakşibend hazretlerinden. Hunlardan, Göktürklerden alıp getirdim İpek ipliğimi altın tığımı Mintanıma minyatürler işledim durdum Selçuklu çinisine gönül mührümü vurdum. Osmanlı ebrusuyla süsledim yastığımı Mustafa Kemâllerle yeni baştan doğruldum Kim demiş 75 yaşıma bastığımı.


Uçraşganda

 Söz: Abdurehim Ötkür

Beste: Abdurehim Heyit

Seher körgen çeğim közüm sultanini
Didim "Sultan musen?", o didi "Yoq-yoq"
Seher körgen çeğim közüm sultanini
Didim "Sultan musen?", o didi "Yoq-yoq"
Közleri yalqunluq, qolleri xeniliq
Didim "Çolpan musen?", o didi "Yoq-yoq"
Didim "İsmin nime?", didi "Ayhandur"
Didim "Yurtun qayer?", didi "Turpandur"
Didim "Başindiki?", didi "Hicrandur"
Didim "Heyran musen?", o didi "Yoq-yoq"
Didim "Ayğa oxşar", didi "Yüzüm mu?"
Didim "Yultuz kebi", didi "Közüm mu?"
Didim "Yalqun saçar", didi "Sözüm mu?"
Didim "Volqan musen?", o didi "Yoq-yoq"
Didim "Qiyaq nedur?", didi "Qaşimdur"
Didim "Qunduz nedur?", didi "Saçumdur"
Didim "On beş nedur?", didi "Yaşimdur"
Didim "Canan musen?", o didi "Yoq-yoq"

*     *     *

Didim "Deniz nedur?", didi "Qelbimdur"
Didim "Rana nedur?", didi "Levimdur"
Didim "Deniz nedur?", didi "Qelbimdur"
Didim "Rana nedur?", didi "Levimdur"
Didim "Şekar nedur?", didi "Tilimdur"
Didim "Bir ağzima?", o didi "Yoq-yoq"
Didim "Zencir turar", didi "Boynumda"
Didim "Ölüm bardur", didi "Yolumda"
Didim "Bilazükçu?", didi "Qolumda"
Didim "Qorqar musen?", o didi "Yoq-yoq"
Didim "Niçün qorqmassan?", didi "Tanrim bar"
Didim "Yaniçu?", didi "Halqim bar"
Didim "Yanı yoq mu?", didi "Ruhim bar"
Didim "Şükran musen?", o didi "Yoq-yoq"
Didim "İstek nedur?", didi "Gülümdur"
Didim "Çеlişmaqqa?", didi "Yolumdur"
Didim "Ötkür nimen?", didi "Qulumdur"
Didim "Satar musen?", o didi "Yoq-yoq"



Ali Mümtaz Arolat - Bir Gemi Yelken Açtı

Bir gemi yelken açtı


Bir gemi yelken açtı hayal iklimlerine,
Civarından çığlıkla yorgun martılar kaçtı
Rüzgâr sürüklenirken derinlerden derine;
Hayâl iklimlerine bir gemi yelken açtı.

Beyaz yelkenlerinde ölgün bir kızıllığın
Titrek son akisleri dalgalandı belirsiz;
Toplanırken göklerde bulutlar yığın yığın
Hırçın bir fırtınayı düşünüyordu deniz.

Ufuklarda solarken altın şafak gülleri
Yabancı âlemlerden sâadetler, emeller,
İhtiraslar bekliyen kimsesiz gönülleri
Gizlice sıkıyordu kızgın demirden eller.

En katı yüreklinin bile bu sabah iki,
Üç damla yaş kurudu solgun yanaklarında;
Açılan yolcuların hepsi hissetmişti ki
Bugün de erişilmez o diyâra, yarın da...

Mâdem ki o iklime erişmeye imkân yok,
Neden böyle vakitsiz enginlere çıkışlar?
Bulutlar toplanıyor, ufukta dalgalar çok,
Kış geliyor, yelkenler emin bir yerde kışlar!

Yolcular diyorlar ki: -Erişmek ümidi az;
Biliriz dalgaların her biri bir mezarlık.
Belki de içimizden hiçbiri ayak basmaz,
Lakin yolunda ölmek, bu da bir bahtiyarlık!

Ufkun dört duvarına kanadını vurarak
Rüzgâr sürüklenirken derinlerden derine,
Gümüş yelkenlerini yüksekten savurarak
Bir gemi yelken açtı hayal iklimlerine.

Ahmet Erhan - Bugün de Ölmedim Anne

Ülkücü şehidler abidesi

Yüreğimi bir kalkan bilip, sokaklara çıktım
Kahvelerde oturdum, çocuklarla konuştum
Sıkıldım, dertlendim, sevgilimle buluştum
Bugün de ölmedim anne.

Kapalıydı kapılar, perdeler örtük
Silah sesleri uzakta boğuk boğuk
Bir yüzüm ayrılığa, bir yüzüm hayata dönük
Bugün de ölmedim anne.

Üstüme bir silah doğruldu sandım
Rüzgâr, beline dolandığında bir dalın
Korktum, güldüm, kendime kızdım
Bugün de ölmedim anne.

Bana böylesi garip duygular
Bilmem niye gelir, nereye gider?
Döndüm işte; acı, yüreğimden beynime sızar
Bugün de ölmedim anne.

O'zbekiston Respublikasining Davlat Madhiyasi (Özbekistan Milli Marşı)

Shoir: Abdulla Oripov 

Bastakor: Mutal Burhonov

Serquyosh hur o'lkam, elga baxt, najot,
Sen o'zing do'stlarga yo'ldosh, mehribon!
Yashnagay to abad ilmu fan, ijod,
Shuhrating porlasin toki bor jahon!

Oltin bu vodiylar - jon O'zbekiston,
Ajdodlar mardona ruhi senga yor!
Ulug' xalq qudrati jo'sh urgan zamon,
Olamni mahliyo aylagan diyor!

Bag'ri keng o'zbekning o'chmas iymoni,
Erkin, yosh avlodlar senga zo'r qanot!
Istiqlol mash'ali tinchlik posboni,
Xaqsevar, ona yurt, mangu bo'l obod!

Oltin bu vodiylar - jon O'zbekiston,
Ajdodlar mardona ruhi senga yor!
Ulug' xalq qudrati jo'sh urgan zamon,
Olamni mahliyo aylagan diyor!



100. Yıl Marşı

 


Söz: İlker Kömürcü

Beste: Yusuf Yalçın

Parlayan yıldızı Anadolu'nun
Çağlayan sel gibi şanlı Ulus'un
Türkiye yüzyılı titretiyor dünyayı
Sarsılmaz bir inançla kalpte tutukusu

Bu toprak, bu deniz, bu bayrak bizim
Tarihe sığmayan destanlar bizim
Türklüğün yazgısı yazılıyor koynunda
Kalplere kazınmış bu vatan bizim

Yüzyıllarca kutlanacak Cumhuriyetimiz
Her zaman aydınlık mavi göklere uzanacak ellerimiz
Yüzyıllarca kutlanacak Cumhuriyetimiz
Gazi'nin açtığı bu kutlu yolda yürüyeceğiz hepimiz

Özgürlük tutkusu damarlarımda
Çelikten her nefer semalarımda
Sarmaşık dal gibi sarılmışız biz bize
Tek yürek bu millet en zor anında

Düşmanlar bir olsa yağsa göklerden
Denizler köpürse taşsa dağlardan
Kimseye eğmedik boynumuzu eğmeyiz
Kahraman yarattı Türkü yaratan

Yüzyıllarca kutlanacak Cumhuriyetimiz
Her zaman aydınlık mavi göklere uzanacak ellerimiz.



Kazak Abdal - Taşlama (Ormanda Büyüyen Adam Azgını)

 


Ormanda büyüyen adam azgını
Çarşıda pazarda insan beğenmez
Medrese kaçkını softa bozgunu
Selâm vermek için kesan beğenmez

Âlemi ta'n eder yanına varsan
Seni yanıltır bir mesele sorsan
Bir cim çıkmaz eğer karnını yarsan
Câmiye gelir de erkân beğenmez

Elin kapısında kul kardaş olan
Burnu sümüklü hem gözü yaş olan
Bayramdan bayrama bir tıraş olan
Berbere gelir de dükkân beğenmez

Dağlarda bayırda gezen bir yörük
Kimi tımar sipah kimi ser-bölük
Bir elife dili dönmeyen hödük
Şehristâna gelir ezân beğenmez

Bir çubuğu vardır gayet küçücek
Zu'm-ı fâsidince keyif sürecek
Kırık çanağı yok ayran içecek
Kahvede fağfuri fincân beğenmez

Yaz olunca yayla yayla göçenler
Topuz korkusundan şardan kaçanlar
Meşe yaprağını kıyıp içenler
Rumeli bohçası duhân beğenmez

Aslında neslinde giymemiş hâre
İş gelmez elinden gitmez bir kâre
Sandığı gömleksiz duran mekkâre
Bedestene gelir kaftan beğenmez

Kazak Abdal söyler bu türlü sözü
Yoğurt ayran ile hallolmuş özü
Köyden şehre gelen bir köylü kızı
İnci yakut ister mercân beğenmez
----------

softa: Medrese öğrencisi.
kesan: Kişiler, kimseler.
ta'n: Ayıplama, kusur bulma.
cim: Arap alfabesinin beşinci harfi.
erkân: Önde gelenler, söz sahipleri, büyükler, üstler.
hödük: Anlayışı kıt, kaba.
şehristân: Şehir içi.
zu'm-i fâsid: Saçmalık, yetersiz akıl.
Fağfûrî: Çin işi.
duhân: Ar. Parlayan.


50'nci Yıl Marşı

 



Söz: Bekir Sıtkı Erdoğan
Beste : Necil Kâzım Akses

Müjdeler var yurdumun toprağına, taşına;
Erdi Cumhuriyetim elli şeref yaşına!
Bu rüzgârla şahlanmış dalga dalga bayrağım,
Başka bir tuğ yaraşmaz Türk'ün özgür başına.

Cumhuriyet, özgürlük, insanca varlık yolu,
Atatürk'ün çizdiği çağdaş uygarlık yolu...

Yılları bir çığ gibi aşarak hafta hafta,
Koşuyoruz durmadan kadın-erkek bir safta...
Elimizde meşale; ilke ilke Atatürk,
Işıklarla donattık ülkeyi her tarafta...

Cumhuriyet, özgürlük, insanca varlık yolu,
Atatürk'ün çizdiği çağdaş uygarlık yolu...

Aynı kandan feyz alır bunca toprak, bunca taş...
Kılıç tutan bilekler, verdi sabanla savaş.
Tekniğin dev nabzında her adım, her dakika,
Çarklarda aynı tempo, yüreklerde aynı marş...

Cumhuriyet, özgürlük, insanca varlık yolu,
Atatürk'ün çizdiği çağdaş uygarlık yolu...

Biz yürekten bağlıyız elli yıldır bu yola,
"Yurtta barış" ilk hedef, "Cihanda sulh" parola
Koparamaz hiçbir güç bizi millî birlikten;
Atamızın izinde koşuyoruz kol kola...

Cumhuriyet, özgürlük, insanca varlık yolu,
Atatürk'ün çizdiği çağdaş uygarlık yolu...

Yaşasın hür ulusum! Soylu gencim, benliğim
Yaşasın şanlı Ordum, sarsılmaz güvenliğim!
Ersin elli yılarım nice mutlu çağlara;
Örnek olsun cihana devletim, düzenliğim!...

Cumhuriyet, özgürlük, insanca varlık yolu,
Atatürk'ün çizdiği çağdaş uygarlık yolu...


Fuzuli - Gazel (Ey esîr-i dâim-i gam bir koşe-i mey-hâne tut)

 

Ey esîr-i dâim-i gam bir koşe-i mey-hâne tut
Tutma zühhâdın muhâlif pendini peymâne tut
Dişledimse lâ’lin ey kanım döken kahr eyleme
Tut ki kan ettim adâlet eyle kanı kana tut
Çizginirken başına şem-i rehinden gonlumu
Men’ kılma anı hem ol şem’e bir pervâne tut
Ger sana efgânımı bi-hûde derse müdde’i
Ol söze tutma kulak ben çektiğim efgâne tut
Tutmazam zencir-i zülfi terkin ey nâsih beni
huvah bir âkil hayâl et huvah bir divâne tut
Ey ulu sultan diyen dünyâda benden gayrı yok
Sen seni bir cuğd bil dünyânı bir virâne tut
Ey Fuzûlî dehr Zâl’in firîbinden sakın
Olma gâfil er kimi depren işin merdâne tut
(Fâ i lâ tün fâ i lâ tün fâ i lâ tün fâ i lün)


13 Nisan 2024 Cumartesi

Ziya Paşa - Terci' Bend


 - I -

Bu kârgâh-ı sun' aceb dershânedir,
Her nakş bir kitâb-ı ledünden nişânedir.

Gerdûn bir âsiyâb-ı felâket-medârdır,
Gûyâ içinde âdem-i âvâre dânedir.

Mânend-i dîv beççelerin iltikâm eder,
Köhne ribât-ı dehr aceb âşiyânedir.

Tahkîk olunsa nakş-ı temâsîl-i kâinât,
Ya hâb ü ya hayâl ü yâhud bir fesânedir.

Müncer olur umûr-ı cihân bir nihâyete,
Sayfın şitâya meyli, bahârın hazânedir.

Kesb-i yakîne âdem için yoktur ihtimâl,
Her i’tikâd akla göre gâibânedir.

Yârab! Nedir bu keşmekeş-i derd-i ihtiyâç?
İnsanın ihtiyâcı ki bir lokma nânedir.

Yoktur siper bu kubbe-i fîrûze-fâmda,
Zerrât cümle tîr-i kazâya nişânedir.

Asl-ı murâd hükm-i ezel bulmadır vücûd,
Zâhirdeki savâb ü hatâ hep bahânedir.

Bir fâilin meâsiridir cümle hâdisât,
Ne iktizâ-yı çerh ü ne hükm-i zamânedir.

            Subhâne men tahayyera fî sun’ihi’l-ukûl,
            Subhâne men bikudretihî ya’cizü’l-fühûl. (*)


- II -

Ecrâm-ı bî-nihâye ile pürdür âsmân,
Nisbet olunsa zerre değildir bu hâk-dân.

Bin şems-i tâbdâr ü hezârân meh-i münîr,
Yüz bin sevâbit ü nice seyyâre-i ıyân.

Her şems eder tevâbi-i mahsûsasiyle seyr,
Her tâbie tevâbi-i uhrâ eder kırân.

Her şems eder levâhikına neşr-i feyz-i hâs,
Her lâhikın tabiatı emsâline nihân.

Her cümle merkezinde eder seyr-i bî-vukûf,
Her kıt’a mihverinde bulur feyz-i câvidân.

Her cümle-i vesîada mebsût bin vücûd,
Her kıt’a-yı fesîhada meşhûd bin cihân.

Her bir vücûd masdar olur bin vücûd için,
Her bir cihân hezâr cihândan verir nişân.

Her zerrede tarîka-i mahsûsa üzre feyz,
Her cismde tabîat-ı mahsûsa üzre cân.

Her âlemin sinîn ü tevârîhi muhtelif,
Her bir zemînde başka hisâb üzeredir zaman.

Peyvestedir sevâhili girdâb-ı hayrete,
Bir bahrdır ki hâsılı bu bahr-ı bî-kerân.

            Subhâne men tahayyera fî sun’ihi’l-ukûl,
            Subhâne men bikudretihî ya’cizü’l-fühûl.

- III -

Bir zerredir ki zerre-i nâ-müntehâ-yı hâk,
Bir zerre hârice edemez andan infikâk.

Lübbü lehîb-i nâr ile bir gûy-ı âteşîn,
Kışrı mecâri-i yemm ü nehr ile çâk çâk.

Nisbetle kışrı hacmine ol lübb-i âteşin,
Şol kubbedir ki ferş oluna anda berg-i tâk.

Bu kışrdır ki cümle-i hayvâna rûz u şeb,
İhzâr-ı rızk u tûşe için eyler inhimâk.

Gâhî teneffüs eyleyicek ejder-i zemîn,
Kûh-ı şerer-feşânlar eder arzı lerze-nâk.

Ol zerre-i cesîmeyi fânûs-ı şem’-vâr,
Olmuş muhît tûde-be-tûde nesîm-i pâk.

Kim rûz u şeb o sofra-i âlem-şümûlden,
Her nefs rızkın almada ber-vech-i iştirâk.

Bu noktadır yemîn ü şimâli beyân eden,
Eyler cihâta akl bu merkezden insilâk.

Zerrât-ı kevn bunda bulur neşve-i hayât,
Efrâd-ı halk bunda çeker cür’â-yı helâk.

Husbîde-i firâş-ı emândır nüfûs hep,
Bir top-ı şû’le-nâkde bî-kayd-ı vehm ü bâk.

            Subhâne men tahayyera fî sun’ihi’l-ukûl,
            Subhâne men bikudretihî ya’cizü’l-fühûl.


   - IV -

Dendân-ı şîre lokma olur âhuvân-ı zâr,
Bir gûsfendi tû’me kılar gurk-i cân-şikâr.

Bî-cürm iken gıdâ-yı anâkib olur meges,
Mâ’sum iken kebûteri şâhin eder şikâr.

Âciz iken ukâba giriftâr olur keşef,
Gûk-ı zaîfi kût edinir bî-vesîle mâr.

Bî-cünha mâkiyân-beçeyi çâk eder zagan,
Bî-sâbıka dü pâre eder mûşu mûş-hâr.

Güncişk-i zâr-ı bâşe-i perrân helâk eder,
Eyler tezervi pençe-i gadrinde bâz hâr.

Mâr-ı zemîne lokma olur mürg-i tîz-per,
Mürg-i hevâya tu’me olur mâhî-i bihâr.

Gavvâsı hırs-ı gevher eder lokma-i neheng,
Kebgi ümîd-i dâne eder teleye şikâr.

Dürdâne-i derûnu için çâk olur sadef,
Âvâzıdır kafesde eden bülbülü nizâr.

Bîdesterin helâkine hayye olur sebeb,
Katl-i samûr-ı zâra olur postu medâr.

Gâlib zebûnu kâidedir eylemek telef,
Yerde, hevâda, bahrde cârî bu gîrûdâr.

            Subhâne men tahayyera fî sun’ihi’l-ukûl,
            Subhâne men bikudretihî ya’cizü’l-fühûl.


- V -

Gâh âfitâb u gâh kevâkib gehi cemâd,
Oldu ilâh-ı mu’tekad-ı zümre-i ibâd.

Geh icl ü gâh âteş ü Yezdân u Ehrimen,
Geh nûr u zulmet oldu kazâyâ-yı i’tikâd.

Akl u cemâl ü aşk ilâh oldu bir zaman,
Bütlerle doldu bir nice yıl cümle-i bilâd.

Encâm erdi nevbet-i tevhîd-i zât-ı Hak,
Geldi zuhûra bunda da bin fitne bin fesâd.

Geh ayn u gâh gayr sanıp halk u hâlıkı,
Geh cem’e gâh farka ukûl etti i’timâd.

Oldu hezâr zât denip geh sıfâta ayn,
Bir aslda gehî nice asl etti ittihâd.

Her şahs nefs unsuruna nisbet eyleyip,
Aklınca bir ilâh-ı müşahhas eder murâd.

Yek-dîgere ne rütbe muhâlifse şahs u akl,
Âlemde ol kadar mütehâliftir i’tikâd.

Hikmet budur ki âherine hasm olur bilip,
Her kavm kendi mesleğini menhec-i sedâd.

Ammâ bu ihtilâf ile maksûdu cümlenin,
Bir hâlıka hulûs ile etmektir inkıyâd.

            Subhâne men tahayyera fî sun’ihi’l-ukûl,
            Subhâne men bikudretihî ya’cizü’l-fühûl.


- VI -

Güller güler figânla geçer ömr-i andelîb,
Bîmâr ihtizârda ücret diler tabîb.

Mânend-i lâşe nâ’ş-ı tüvanger zelîl ü hâr,
Kerkes misâl vâris ü gassâl nâ-şekîb.

Bâlîn-i nâza hâce-i şehr eyler ittikâ,
Hâk-i mezellet üzre yatır aç bir garîb.

Pertev-fürûz-ı bezm-i tarab şem-i hande-rîz,
Pervâne-i şikeste-per üftâde-i lehîb.

Sûm ü basal çü nergis ü lâle güşâde-leb,
Mahbûs künc-i mahfaza-i tengnâda tîb.

Bister-nevâz-ı izz ü safâ ahmak-ı hasîs,
Külhan-nişîn-i züll ü hevân âkıl-i hasîb.

Geh devlet-i cihândan eder cehl behre-yâb,
Geh lokma-i aşâdan eder akl bî-nasîb.

Makbûl-i bezm-i sohbet olur müfsid-i leîm,
Menfûr-ı tab’-ı âlem olur nâsih-i musîb.

Gâhî muhakkar-ı cühelâ şâir-i beliğ,
Gâhî musahhar-ı humakâ fâzıl-ı edîb.

Bir âcizin maîşeti noksan-pezîr olur,
Bir zâlimin umûru eder kesb-i fer ü zîb.

            Subhâne men tahayyera fî sun’ihi’l-ukûl,
            Subhâne men bikudretihî ya’cizü’l-fühûl.


- VII -

Yârab! Nedir bu dehrde her merd-i zû-fünûn,
Olmuş belâ-yı akl ile ârâmdan masûn!

Yârab! Niçin bu arsada her şahs-ı ârifin
Mikdâr-ı fazlına göre derdi olur füzûn?

Her hangi sûya atf-ı nigâh etse bî-huzûr,
Her hangi şey’e sarf-ı hayâl etse aklı dûn.

Mümkün müdür ki hakîkat-i eşyâyı vezn ü derk?
Mîzan-ı akla dirhem-i tâdil iken zunûn.

Güncîde-i basîret olur mu bu acz ile?
Haysiyyet-i havâdis ü keyfiyyet-i şuûn.

Gûyâ ki bunca mihnet ü gam az gelip olur,
Bir de tahakküm-i cühelâ ile bağrı hûn.

Bilmem ki muktezâ-yı nizâm-ı cihân mıdır?
Dâim cihânda câhil olur mes’adet-nümûn!

Cârî cihân cihân olalıdır bu kâide,
Bir akmak-ı denîye olur ehl-i dil zebûn.

Nâdânı firâz-ı izz ü saâdette ser-firâz,
Dânâ hazîz-i acz ü mezellette ser-nigûn.

Nâdânı kâm-perver eder tâli’-i bülend,
Ehl-i kemâli sâil eder baht-ı vajgûn.

            Subhâne men tahayyera fî sun’ihi’l-ukûl,
            Subhâne men bikudretihî ya’cizü’l-fühûl.

- VIII -

Düştü cüdâ naîm-i safâdan Ebü’l-beşer,
Oldu Halîl’e tecrübe-geh gerden-i beşer.

Yâkûb’u kıldı firkat-i ferzend eşk-bâr,
Oldu cenâb-ı Yûsuf’a çâh-ı belâ makarr.

Eyyûb’u illet-i beden inletti zâr zâr,
Minşâra eyledi Zekeriyyâ fedâ-yı ser.

Başı kesildi gadr ile Yahyâ-yı mürselin,
Çıktı semâya zulm ile İsî-i bî-peder.

Tâif’de nâ’li lâ’le dönüp oldu hem şikest,
Yevm-i Uhud’da dürre-i nâb-ı Peygamber.

Taş bağladı mecâ’ ile batn-ı pâkine,
Dünyâya rağbet eylemedi seyyidü’l-beşer.

Te’sîr-i semm ile eyledi Sıddîk irtihâl,
Oldu şehîd-i tîg-i kazâ âkıbet Ömer.

Encâm erdi câmi-i Kur’ân şehâdete,
Âhir cenâb-ı Haydar’a da etti tîg eser.

Mesmûmen etti zât-ı Hasan Adn’e intikâl,
Mazlûmen oldu Şâh-ı şehîdân bürîde-ser.

Her kimde aşk gâlib ise kurb-ı Hazret’e,
Ol denli andadır elem ü derd-i bîşter.

            Subhâne men tahayyera fî sun’ihi’l-ukûl,
            Subhâne men bikudretihî ya’cizü’l-fühûl.


- IX -

Kimdir bu aczi hâss kılan nev’-i âdeme?
Kimdir bu nev’i eşref eden cümle âleme?

Şeytân u nefsi kimdir eden âlet-i şürûr?
Kimdir koyan zebûn-ı hevâyı cehenneme?

Mansûr’u kim düşürdü Ene’l-hak diyârına?
Kim verdi hükm katli için şer’-i erkeme?

Kimdir şarâbı hurmet ile telh-kâm eden?
İ’mâl-i câm ü bâdeyi kim öğreten Cem’e?

Kimdir Yehûd’u münkir-i i’câz-ı Hakk eden?
Kimdir Mesîh’i nefh kılan zât-ı Meryem’e?

Kimdir veren cesâret-i şerr ü fezâhati?
Süfyân’a, Ca’de’ye, Şemr’e, İbn Mülcem’e?

Kimdir Nasîr-i Tûs’u Hülâgû’ya sevk eden?
Musta’sım’ı kim etti karîn İbn-i Alkem’e?

Kimdir veren alîle tedâvîye ihtiyâç?
Kimdir koyan meziyyet-i ıslâhı merheme?

Zenbûr kimden eyledi tahsîl-i hendese?
Bülbüllere kim eyledi ta’lîm-i zemzeme?

Kimdir bu kârgâha çeken perde-i hafâ?
Kimdir veren tasavvur-ı teftîş âdeme?

            Subhâne men tahayyera fî sun’ihi’l-ukûl,
            Subhâne men bikudretihî ya’cizü’l-fühûl.


- X -

Etmiş kimisi râhatın ikbâl için fedâ,
Olmuş kimi beliyye-i idbâra mübtelâ.

Olmuş kimi tüvanger-i devrân iken zelîl,
Olmuş kimine serveti sermâye-i anâ.

Toplar kimisi vâris ü hâdis için nukûd,
Eyler kimisi servet için ömrünü hebâ.

Düşmüş kimi tecessüs-i kibrît-i ahmere,
Olmuş kimine mûcib-i iflâs kimyâ.

Etmiş kimin harîs-i kıtâl arzû-yı şân,
Kılmış tama’ kimisini can-dâde-i vegâ.

Olmuş kimi musahhar-ı efsûn-ı çeşm-i yâr,
Olmuş kimi mukayyed-i gîsû-yı dil-rübâ.

Etmiş hevâ-yı lâle kimin dâğdâr-ı gam,
Olmuş kimine derd-i gül ü yasemen belâ.

Tefrîk için kimisi okur rukye-i füsûn,
Teshîr için kimisi yazar nüsha-i duâ.

Olmuş kimi safâ ile rind-i piyâle-keş,
Olmuş kimisi hırs ile üftâde-i riyâ.

Etmiş hulâsa bir emel-i hâs-ı bî-lüzûm,
Her şahs-ı hürü kayd-ı esâretle mübtelâ.

            Subhâne men tahayyera fî sun’ihi’l-ukûl,
            Subhâne men bikudretihî ya’cizü’l-fühûl.


- XI -

Mazlûma zâlim eyler iken zulm ü gadr ü âl,
Kârında âsim olduğunu eylemez hayâl.

Emvâl-i halkı sârik alıp sârikim demez,
Kâtil vebâl-i katle dahî vermez ihtimâl.

Ber-vech-i hak beyân eder elbette fi’line,
Her hangisinden eyler isen ayrıca suâl.

Bir memlekette salb olunur kâtı’-ı tarîk,
Bir yerde mûcib-i şeref ü fahr olur bu hâl?

Bir beldede hicâb-ı zenân ayb olur yine,
Bir şehrde bu hâlet olur bâis-i cemâl.

Meşreb olur şarâbı içip hurmetin bilir,
Mezheb olur hukûk-ı ibâdı görür helâl.

Bir âkıl-i müsellemetü’l-etvâra mahrem ol,
Mişvâr u tavrını nazar-ı î’tibâra al.

Seyret ne denlü vaz’-ı garîbi eder zuhûr,
Kim her biri cünûna olur başka başka dal.

Vâbestedir hayâline ef’âli herkesin,
Kimse umûruna edemez nisbet-i dalâl.

Akl ü cünûnu, bâtıl u hakkı beyân için,
Yoktur cihânda hayf ki mîzân-ı i’tidâl.

            Subhâne men tahayyera fî sun’ihi’l-ukûl,
            Subhâne men bikudretihî ya’cizü’l-fühûl.

- XII -

Eyler sabâh şâmı vü leyli nehâr eder,
Sayfı kılar şitâ vü hazânı bahâr eder.

Nez’-i hayât-ı hayy eder emvâta cân verir,
Eyler gubârı âdem ü cismi gubâr eder.

Cism-i Halîl’e nârı eder nûr kudreti,
Nûru Kelîm’e hikmeti hem-reng-i nâr eder.

Leylî-i hüsnü çeşmine Şîrîn edip müdâm,
Ferhâd’ı derd-i aşk ile Mecnûn u zâr eder.

Demlerce bir tama’la kılar kalbi bî-huzûr,
Yıllarca bir emelle dili bî-karâr eder.

Bir mülkü harîs-i bî-sitemkâr için yıkar,
Bir kavmi bir münâfık ile târumâr eder.

Bir cismi izz ü nâz ile sâd-sâl besleyip,
Encâm-ı kâr pençe-i merge şikâr eder.

Yüz yılda bir vücûdu kılıp genc-i ma’rifet,
Âhir yerin nişîmen-i hâk-i mezâr eder.

Ârif odur ki mu’terif-i acz olup Ziyâ,
Bu hâdisât-ı câriyeden i’tibâr eder.

Mülkünde hakk-ı tasarruf eder keyfe mâ yeşâ,
İsterse kevni yok eder isterse var eder.

            Subhâne men tahayyera fî sun’ihi’l-ukûl,
            Subhâne men bikudretihî ya’cizü’l-fühûl.
-----------------------------------

(*) Ey eserlerinde akılların hayrete düştüğü! Seni tesbih ederim. / Ey kudreti dolayısıyla kavrayışların acze düştüğü! Seni tesbih ederim.

Terci' bend: Her bendin sonunda rekrarlanan vâsıta beyitleriyle bentleri birbirine bağlanan şiir.

 


Recai Kapusuzoğlu - Pir Sultan Abdal'ın Şiirlerinde Telmih Sanatı

Pîr Sultan Abdal hakkında tarihî kaynaklarda yeterli bilgi bulunmamaktadır. Pir Sultan Abdal ismini kullanan sekiz- on ozanın var olduğu biliniyor. Bunlar arasında asıl Pir Sultan Abdal’ın, 1510 (?)-1589 yılları arasında yaşadığı tahmin ediliyor. Sivaslıdır. Alevi- Bektaşi şiir geleneğinin en ünlü saz şairidir. Pîr Sultan Abdal, hem Dini Tasavvufi Halk Edebiyatı (Tekke Şiiri) hem de Aşık Edebiyatı temsilcisi sayılabilecek bir halk ozanıdır.
Osmanlı Devleti ile bugünkü İran topraklarında hüküm süren diğer bir Türk devleti Safeviler arasındaki çekişmede Alevi bir şair olduğundan Safevilerin tarafını tutması nedeniyle Sivas Valisi Hızır Paşa tarafından idam edilmiştir.
Pîr Sultan Abdal, Aleviler arasında Yedi Ulular olarak bilinen Yedi Ulu Ozan'dan birisidir. İdam edilmesi, onu halk nazarında bir evliya derecesine yükseltmiş. Derler ki, asıldığı günün akşamı Sivas’ın yedi kapısından Pir Sultan’ın çıktığı görülmüş.
Pîr Sultan Abdal, nefes, devriyye, koşma tarzı şiirlerinde eski Türk kültürünü ve Alevi- Bektaşî inancını yansıtır. Allah aşkını, Hazreti Muhammed’e, Hazreti Ali’ye, Ehl-i Beyt’e, On İki İmam’a ve Hacı Bektaş-ı Veli’ye duyduğu sevgiyi sıkça işlemiştir. Ayrıca sosyal konulara, dini, ahlaki öğütlere de yer vermiştir. Ölüm, aşk, dostluk, ayrılık, özlem ve taşlama gibi konuları içeren şiirleri de vardır. Bugün için de çok rahat anlaşılan duru bir Türkçe ile yazmıştır. Divan Edebiyatı'ndan hiç etkilenmemiştir.
Pir Sultan, şiirini dini tasavvufi düşüncelerini yaymada bir araç olarak kullanmasına rağmen kuru bir öğreticiliğe düşmemiş, şiirini mecazlı söyleyişlerle duygu yönünden de beslemiştir. Teşbih, istiare, teşhis, telmih, kinaye gibi söz sanatlarını başarıyla kullanmıştır. Bazı şiirlerinde Karacaoğlan gibi dünya güzelliklerini, bazılarında Köroğlu gibi cenk duygularını, bazılarında Yunus'un üslubuyla ilahi aşkı ve tasavvufla ilgili temaları işlemiştir.
Halk arasındaki söylentilere göre çocukluğunda çobanlık yaparken rüyasında bir elinde bâde, bir elinde elma olan nur yüzlü bir ihtiyar görür, uzattığı bâdeyi saygıyla içer, elmaya uzandığı sırada ihtiyarın elinin içinde yeşil bir ben olduğunu fark eder ve onun Hacı Bektâş-ı Velî olduğunu anlar. Hacı Bektaş ona “Pîr Sultan” mahlasını verir, şöhretinin her tarafa yayılmasını, sazının üstüne saz, sözünün üstüne söz gelmemesini dileyip gözden kaybolur.
Telmîh (Gönderme Yapma/ İşaret Etme), şiirde veya düzyazıda herkesçe çok iyi bilinen tarihî bir olayı, bir aşk hikayesini, bir efsaneyi, bir inanışı, bir peygamber kıssasını, bir ayet veya hadisi, bir atasözünü kısa ip uçlarıyla hatırlatma sanatıdır.
Telmihe konu olan olay, herkesçe bilinmelidir. Okuyucu genel kültür sahibi değilse yapılan telmihi anlayamaz ve telmihin bir değeri kalmaz. Telmih fazla kapalı olursa anlaşılmayabilir. Güzel bir telmih ne fazla açık ne de fazla kapalı olmalıdır.
Telmih edilen şey uzun uzadıya açıklanmaz, sadece kahramanın veya olayın adı ya da geçtiği yer, olayla ilgili temel kelimeler veya kavramlar söylenir. Telmihte amaç şahsı, olayı ya da yeri tamamen vermek değil, onlarla ilgili bir hatırlatmada bulunmaktır.
Bu yazımızda Alevi- Bektaşi şairlerin en önde gelen ismi olan Pir Sultan Abdal’ın şiirlerinden telmih sanatına örnekler vereceğiz:
"Enel Hak" dedik de çekildik dâra,
Edep erkan bize doğru yol oldu.
Sorgucular geldi sual sormaya,
Yardımcımız Şah-ı Merdan Al’oldu.
“Enel Hak” dedikleri için öldürülen iki büyük mutasavvıf vardır: Hallac-ı Mansur ve Seyyid Nesîmî. Bu dörtlükte “dâra çekilmek” sözüyle Hallac-ı Mansur’un asılması hatırlatılmış.
Münkirin gıdası Hak'tan kesildi,
Nesîmî yüzüldü, Mansur asıldı.
Dünya yetmiş kere doldu eksildi,
Dolduran Ali'dir, dolan Ali'dir.
15. Yüzyılın başlarında Bağdat çevresinde yaşamış olan Seyyid Nesîmî, bir Divan şairidir. Nesimi, şiirlerinde Hallac-ı Mansur gibi Enel Hakk dediği için Halep ulemâsı onun ulûhiyyet iddia ettiğini, görüşlerinin İslâm’a aykırı olduğunu ileri sürerek öldürülmesi için fetva verdi. Bu fetva, Memlük Sultanı tarafından uygulandı ve boynu vurulduktan sonra derisi yüzdürülerek feci şekilde öldürüldü. İdamının da 1418 veya 1419 yılında olduğu tahmin edilmektedir. Bu dörtlükte Pir Sultan hem Mansur’a hem de Nesîmî’ye telmih yapıyor. Benzer birkaç şiir daha:
Pir Sultan'ım didara bak,
Mansur ipin boynuna tak.
Nesimi oldu Hak'la Hak,
Yüzen kendi derisidir.
“Dîdâr”, yüz çehre demektir. Tasavvufta Cenâbı Hakk’ın müminlere vâdettiği görünüşü, tecellisi demektir. Mutasavvıfların temel gayesi Cennet değil Cenet’te dîdâra vâsıl olmaktır. Dörtlükte vahdet-i vücud (Allah ile bütünleşme) görüşü anlatılmış. İkinci kullanımdaki “Hâk” sözcüğünün “toprak anlamı da şiire uzak değildir.
Mevlâ'm çün yarattı Ahmed'i nurdan,
İnsan olan gelir nura çevrilir.
Böyle kurulmuştur bu çarh-ı devran,
Mansur olan gelir dâra çevrilir.
.
Bülbül figan eder bağ u gülşanda,
Mansur'un kimsesi yoktur meydanda.
Bunca sefillerin boynun urganda,
Seher vakti On’ki İmam sen yetiş.
Hallac-ı Mansur idama götürülürken etrafta toplanan insanlar onu taşlamış, Mansur’dan tek bir acı sesi duyulmamış. Bir dostu ona sevgisini ifade etmek için bir gül atınca derin bir ah çekmiş:
Pir Sultan Abdal’ım can göğe ağmaz,
Hak'tan emrolmazsa ırahmet yağmaz.
Şu illerin taşı hiç bana değmez,
İlle dostun gülü yaralar beni.
Pir Sultan da Mansur gibi taşlanmış ve idam edilmiş, sonradan bu hikayeyi Pir Sultan için uyarlayanlar da olmuş.
Aşağıdaki dörtlükte ise ozan, hem Kerbela şehitlerine hem de Mansur’a telmih yapıyor, kendisini Hz Hüseyin ve Mansur’la özdeşleştiriyor:
Hafîd-i Peygamber'im has,
Gel Yezid Hüseyin'im kes.
Mansur'um beni dâra as,
Ben ölünce il durulur.
10 Ekim 680'de, bugünkü Irak sınırları içindeki Kerbelâ şehrinde, Hz. Muhammed'in torunu (hafîdi), Hz Ali ve Hz. Fatıma’nın oğlu Hz. Hüseyin kendisine bağlı 70 kişiyle beraber Emevi halifesi I. Yezid'in ordusu tarafından önce kuşatılmış, susuz bırakılmış ve sonra katledilmiştir.
Gelin canlar bir olalım,
Münkire kılıç çalalım,
Hüseyn'in kanın alalım,
Tevekkeltü taalallah.
Pir Sultan Abdal
Hz Muhammed’in diğer torunu Hz. Hasan ise zehirlenerek öldürülmüş:
Kasdettiler imamların soyuna,
Ağu kondu imam Hasan payına.
Kefenini ab-ı zemzem suyuna,
Bandırdılar Şahı Merdan Ali'yi.
Pir Sultan Abdal
Telmih sanatının temel konularından biri peygamber kıssalarına yapılan işaretlerdir:
Yûsuf Peygamberin kıssası Kur’ân-ı Kerîm’de “ahsenü’l kasas”, (hikâyelerin en güzeli) olarak işaret edilir. Bu kıssaya göre, Yûsuf Peygamber Hz. Yakub’un oğludur, rüyasında feleklerin kendisine secde ettiğini görür. Üvey kardeşleri babalarının çok sevdiği Yûsuf’u kıskanırlar. Yûsuf’u kuyuya attılar, Yûsuf’u kurt yedi, diyerek kanlı gömleği gösterirler. Yakup peygamber oğlunun hasretiyle kanlı gözyaşları döker ve kör olur. Kervancılar Yûsuf’u kuyudan çıkarır ve Mısır Azizi’ne köle olarak satar. Aziz’in eşi Züleyhâ, Yûsuf’a âşık olur, Yûsuf’tan kâm almak ister, fakat Yûsuf Peygamber karşı koyar. Züleyhâ’nın elinden kaçmaya çalıştığı sırada gömleği arkadan yırtılır. Dışarı çıktığında Aziz’le karşılaşırlar. Züleyhâ, Yûsuf’un kendine saldırdığını söylese de, peygamberin suçsuzluğu gömleğinin arkadan yırtılmış olmasıyla kanıtlanır ve yine de Yusuf zindana atılır, zindanda uzun süre unutulur, firavunun rüyalarını yorumladığı için zindandan çıkarılır, Mısır’a sultan olur:
Yusuf'u kuyuy'attılar,
Hem aldılar hem sattılar.
Kurtlara bühtan ettiler,
Mısır'ın sultanı geldi.
İbrahim Peygamber (Halilullah) Nemrut tarafından ateşe atılır, ateş bir gül bahçesine dönüşür. Tanrılık iddiasında bulunan Nemrud’ u burnuna giren bir sinek öldürür.
İbrahim varından geçti Halil'dir,
Ateşi gülistan eden Celil'dir.
Rehber Muhammet'tir, mürşit Ali'dir,
Al'aba ayn-ı cem Şah-ı Merdan'ın.
.
Nemrut gibi anka n'oldu?
Bir sineğe havale oldu.
Davamız mahşere kaldı,
Yarın bu senden sorulur.
.
Gurbet elinde çatıldım,
Ana rahmine yatıldım.
İbrahim'le od'atıldım,
Gülistanda nara geldim.
Hz. İbrahim oğlu Hz İsmail’le birlikte Ka’be’yi yapmış. Oğlunu kurban adamış ancak gökten bir koç inmiş:
Halil Kabe yaptı insan gelmeğe,
Şüphesiz günahlar kabul olmağa.
İsmail uğruna kurban kılmağa,
Bir melek bir koyun yederken gördüm.
.
Oğul ıssız iken, üzüm çoğ iken,
Davut sofra iken, bıçak yoğ iken,
İsmail'e inen kurban sağ iken,
Kime dedi şu lokmayı ye diye?
.
Pir Sultan'ım, var mı sözün hatası?
Öldür hırsı nefsin Hakk'a yetesi.
İsmail'e inen koçun atası,
Kurt donunda alıp giden kim idi?
Hz. Musa Tûr dağında Allah u Taala ile konuşmuş, Allah’ın kudreti dağda tecelli etmiş, dağ tutuşup yanmış. Hz Musa âsâsıyla mucizeler göstermiş:
Deniz çaldım asa ile
Göğe ağdım İsa ile
Tur dağında Musa ile
Münacatta dura geldim.
.
Şu dünyaya gelen bir bir gitmede,
Hiç eksilmez derdim, her gün artmada.
Tur Dağı tutuşmuş yanıp tütmede,
Hakk'ın didarını görelden beri.
Eyyûb Peygamber; çok zengindi. On oğlu vardı. Bütün malını kaybetti. Oğulları öldü. Sonra pek şiddetli bir illete tutuldu. Kurtlar vücûdunu yemeye başladı. Asla şikâyet etmeyip Allah’a şükretti. Allah'ın emriyle ayağını yere vurunca iki su çıktı; birisiyle yıkandı, diğerinden içti. Bu sûretle şifa buldu. Allah yeniden mal ve evlâd da verdi. Hz Eyyûb, edebiyatta sabır ve tahammülün timsalidir:
İlkyazın geldiği neden bell'olur?
Gülşeninde öten bülbül daldadır.
Eyyüb'ün teninde iki kurt kaldı,
Biri ipek yapar, biri baldadır.
.
Eyyub ile ten erittim,
Lal-ü mercan gevher tuttum.
Vuslat ile taş arıttım,
Ben bu yolu süre geldim.
Bir dörtlükte bazen birden fazla olaya telmih yapılabilir. Aşağıdaki örneklerde hem Yunus ve Davut peygamberlere hem de Hz Ali’ye telmih yapılmış:
Yunus'la ummana daldım,
Kırk gün balık içre kaldım.
Davut'la demirci oldum,
Örse çekiç vura geldim.
.
Yunus'un deryaya daldığı zaman,
Kırk gündüz, kırk gece kaldığı zaman,
Ali Zülfikar'ı çaldığı zaman,
Hayber kalesinde kolunda idim.
Bu devriyyede şair kendisini Hz Ali’nin kolundaki şahine benzeterek kapalı istiare yapıyor.
Bu dörtlükte Nuh peygambere ve gemisine telmih yapılmış:
Nuh'u Nebi ile kaldık gemide,
Tabip gerek bu yarama em ede.
Kimi kilisede, kimi camide,
Her sabah her sabah yalvarır kullar.
Hz. Süleyman hem bir peygamber hem de bir hükümdardır. Işınlama ve hayvanlarla konuşabilme gibi mucizeleri vardır:
Humâ kuşu yere düştü ölmedi,
Dünya Sultan Süleymân'a kalmadı.
Dedim yâre gidem, nasip olmadı,
Ağlama gözlerim Mevlâ kerimdir.
.
Bülbül olsam gül dalında şakırım,
Öz bağımda biten gül neme yetmez?
Süleyman'ım, kuş dilinden okurum,
Bana talim olan dil neme yetmez?
Hz. Süleyman güç ve kuvvetin timsalidir ve yüzüğü (hatem) ünlüdür.
Bu yüzüğün üzerinde Cenâb-ı Hakk’ın gizli ismi olan “İsmi Azam” duası yer almaktadır.
Tahtını terk etti İbrahim Edhem,
Süleyman Nebi'ye verildi hatem.
Her kulun alnına yazıldı sitem,
Kişinin çektiği yoludur yolu.
Tekke edebiyatı türü olan ve insanın varoluşunu anlatan şiirlere devriyye denmektedir. Mutasavvıflara göre insan, bütün kâinatın hülâsasıdır, yâni âlemin özü (zübde-i âlem) dür. “Tanrı, bütün kâinattan süzülüp insanda tecellî etmiştir.” görüşüne “devir nazariyesi” denir. Mutlak varlıktan insana ve insandan, aslına dönüşe kadar süren devri anlatan şiirlere de devriyye denir. Ezelde önce ruhlar yaratılmış Allah ruhlara “Ben sizin rabbiniz değil miyim? (elestü bi rabbiküm) diye sormuş, ruhlar da evet (belî) demişler. Allah’tan gelen insan tekrar Allah’a dönecektir.
Pir Sultan’ım, Hak Muhammet Ali’den,
Tâ ikrârım vardır Kalû Beli’den.
Şefaat umarım güzel Veli’den,
Muhammet Ali’yi sevdim okurum.
.
Evvel ikrar verip belî diyenler,
İkrarı üstünde kaim dursunlar.
Erenler yoluna talip olanlar,
Mihmanın sözünde daim dursunlar.
.
Düzel Pir Sultanım katara düzel,
Biz de ikrar verdik kadim ü ezel.
Bir sevdaya düştük, sevdası güzel,
Vardır türlü türlü hayallerimiz.
İlk insan Hz. Âdem balçıktan yaratılmıştır. Şeytan Allah’ın emrine karşı gelerek kibirlenmiş Hz Âdem’e secde etmemiş ve lanetlenmiş:
İblis anlamadı Âdem'de sırrı,
Açıldı vechinde Hakk'ın menşuru,
Geldi zuhur etti Muhammet nuru,
Yayıldı âleme gulgula düştü.
.
Uzayan ağaçlar göğe değmedi,
İblis benlik ile menzil almadı.
Topraktan gayrıya nazar kalmadı,
Gel gönül topraktan alçak olalım.
Hz Muhammed Miraç’tan dönerken bir kapı önünde durur içeri girer içerde aralarında Hz. Ali’nin de bulunduğu Kırklar Meclisi vardır. Hz. Muhammed bir üzüm (engür) tanesini bu kırk kişiye pay eder:
Şeytan benlik ile yolundan azdı,
Âşık maşukunu aradı gezdi.
İki cihan Fahri bir engür ezdi,
Fakr ile fahr olmaz, bayı n'eylersin?
Burak, Hz. Muhammed’in Miraç yolunda bindiği binitin adıdır:
Seyran ettim erenlerin demini,
Kudret kandilini yanarken gördüm.
Burak olup içtim ab-ı hayattan,
Hazret Peygamber'i kanarken gördüm.
.
Kırklar arş üstünde kurdular cemi,
Muhabbet halk olup sürdüler demi.
Balçıktan yarattı Allah Adem’i,
Ben ol vakit anın belinde idim.
Alevi- Bektaşi nefesinde Hz. Ali’ye sık sık telmih yapılır:
Nerde Pir Sultan'ım nerde?
Özümüz asılı darda.
Yemen'den öte bir yerde,
Dahi Düldül savaştadır.
.
Pir Sultan ne güzel bulmuş yerini,
Ben pirime kurban verdim serimi.
Muaviye oğlu mülcem soyunu,
Sürelim dergahtan İmam Hüseyin.
İbn-i Mülcem Hz. Ali’yi şehit eden Haricî’dir.
Musa asasını ejderha kılan,
Leşker-i Yezid'e korkular salan,
Muhammet aşkına Zülfikar çalan,
Kamu müminlere imam olan Şah.
.
Sabah seherinde niyaz ederken,
Pirim Hacı Bektaş Veli'yi gördüm.
Sundu ab-ı kevser mest olmuşum ben,
Kanber'in elinde doluyu gördüm.
Düldül Hz. Ali’nin atı, Kamber, kölesidir. Alevilikte, cemin icrasına göre söylediği nefeslerle canları aşka getiren ve yapılacak sohbetlerin gidişatını belirleyen, yolculukları sırasında dedelerin günlük işlerini gören kişilere de Kamber ismi verilir
Telmih sanatında bazen de halk inanışlarına gönderme yapılır. Eski bir Türk inanışına göre Kıyamet kopacağı zaman bir kocakarı bir de Bozkurt kalacakmış, son olarak Bozkurt kocakarıyı da yiyecek ve ondan sonra Azrail Bozkurdun canını alacakmış:
Ali bindi Düldül ata,
Can dayanmaz bu fırkata.
Bozkurt ile kıyamete,
Kalan dünya değil misin?
“Kıyamet günü Sûr’a üflendiğinde, yeryüzündeki bütün canlılar ölecek. Bütün dağlar yerle bir olacak. Ağaçlar köklerinden sökülüp savrulacak. Korkunç bir rüzgâr âlemin altını üstüne getirecek. Bütün canlılar-cansızlar yok olurken, bir Bozkurt, ayakta kalmak için direnecek. O korkunç rüzgârda, önce tüyleri dökülecek, sonra derisi soyulacak, etleri lime lime kopacak bedeninden. Acı çekecek, susacak… Ama son ana kadar ayakta kalacak.”
Yine dosttan haber geldi,
Dalgalandı taştı gönül.
Yâr elinden Kevser geldi,
Derya gibi coştu gönül.
Hadislerde Kevser şarabı (Havz-ı Kevser) hakkında, sütten beyaz, kardan soğuk, köpükten yumuşak, kokusunun miskten güzel, altın ve gümüşten olan bardak sayısının ise gökteki yıldızlar kadar olduğu, altın ve gümüşten kanalları bulunduğu, su yollarında inciler olduğu ve içenin ebedî olarak susamayacağı ve sarhoş olmayacağı, yüzünün ebediyen kararmayacağı şeklinde rivayetler yer almaktadır. Alevi- Bektaşi inanışında Hz Ali Kevser şarabının sâkisidir:
Kevser Irmağında Sâkî olan yâr
Bir bardak dem ikram etmez mi ola.
Sırat'ın yolunu iyi bilen yâr
Benim de elimden tutmaz mı ola.
Alevi-Bektaşilerce kutsal sayılan elma, cennet meyvesidir; inanışına göre, Hz. Muhammed’e, Cebrail tarafından “terceman” (gülbank) olarak verilmiştir. “Gülbank” Tarikat meclislerinde, bazı dinî ve resmî törenlerde belli bir makam veya eda ile okunan duadır. “Terceman” kelimesi de zaman zaman gülbank ile eş anlamlı olarak kullanılır:
Firdevs-i âlâda bir yanal elma
On sekiz bin âlemin nuru dediler
Muhammed Mustafa, Haydar-ı Kerrâr
Hünkâr Hacı Bektaş Veli dediler
Elma, cem ayinlerinde Pir veya dede tarafından belirli bir düzen içinde bölünerek lokma olarak dağıtılır:
Cennetten Ali'ye bir nidâ geldi
Ali'ye terceman gelen elmalar
Ali kokladı, hem yüzün uzattı
Ali'ye terceman gelen elmalar
Alevî inanışına göre; Allah Teâlâ'nın kudretiyle, Cebrail'in Cennet'ten getirdiği kırmızı elma dört parçaya bölünür. Elmanın her bir parçasından Hz. Ali'ye hizmet ve teslimat için; Fatma (Hz. Ali'nin eşi), Düldül (Hz. Ali'nin atı), Zülfikar (Hz. Ali'nin kılıcı) ve Kanber (Hz. Ali'nin kölesi) yaratılmıştır. Hatayî bir şiirinde bu inanışı özetler:
Cebrail çün terceman çekti o ah-ı akdeme
Cebrail andan getirdi anda siyb-i ahmeri
Çar pâre kıldı anı ol Kadîm-i Lemyezel
Kudretinden geldi şaha hizmet şeyler her biri
Biri Fatma biri Düldül oldu ol çâr pârenin
Biri oldu Zülfikâr bir Ali'nin Kanberi
Hatayi
Şiirde elmanın özünün Hz. Fatıma’yı, kabuğunun Kanber'i temsil ettiği ifade edilir. Çekirdekleri ise Zülfikar ve Düldül’dür. Bu dört varlık Ali'de vahdet bulur:
Elma'sın elma'sın rengi boya
Cümle melâikeler donunu geye
Kadrini bilmeyen kabuğun soya
Ali'ye terceman gelen elmalar
Elma'sın elma'sın misk ile kehribar
Kokuna birikir cümle peygamber
Etin Fatma Ana, kabuğun Kanber
Ali'ye terceman gelen elmalar
Pir Sultan Abdal'ım vahdettir vahdet
Çiğidinden oldu Düldül gibi at
Bir adın seyfullah okunur âyet
Ali'ye terceman gelen elmalar
Pir Sultan Abdal
.
Dost bağında kızıl alma
Gül rengi güllerden solma
Pir Sultan'ım gafil olma
Gelen Murtaza Ali'dir
Türk söylence ve masallarında "don bürünme" (şekil değiştirme), çoğunlukla, “geyik donuna girmek”, “güvercin donuna girmek” ve “turna donuna girmek” şeklindeki kerametlerden söz edilir. Ahmet Yesevi zaman zaman Turna kılığına girermiş. Hacı Bektaş, Güvercin donuna girerek Türkistan’dan Anadolu’ya gelmiş. Kaygusuz Abdal’ın, şeyhi Abdal Musa geyik donuna girmiş:
Yalancı dünyanın varın getiren,
Zemheride gonca gülün bitiren,
Güvercin donuna girmiş oturan,
Hünkar Hacı Bektaş Veli nerdedir?
.
Dört kitabın her ismini yazmalı,
Seyyah olup şu alemi gezmeli.
Bir kuş gördüm ayakları çizmeli,
Onu bilen bu cihanı fark eder.
Pir Sultan birkaç şiirinde Halk hikayelerine telmih yapar:
Pir Sultan'ım ah etti de gülmedi,
Aradı derdine derman bulmadı.
Hak uğruna serin verdi dönmedi,
Ferhat şu dağları delelden beri.
.
Ferhat Şirin'ine tapar,
Külüngün havaya atar,
Başını altına tutar,
Can verir candan ötürü.

Orhan Şaik Gökyay - Yas