Yakın ve uzak komşularımızla aramız, oldukça serin. Sıkışık bir anımızda, hemen hiçbirini yanımızda göremiyoruz. Aksine, hemen hepsi, karşımızdaki safta yerlerini alıyorlar. Dışişlerimiz, uykuda! Ne zaman, nasıl uyanacağı da belli değil. Ya biz rüyâlara yatıyor, gerçekleri görmüyoruz, ya da karşımızdakilerin başka başka niyetleri var.
Ordumuz, Kuzey Irak’a girince, kıyametler koptu. İçte ve dışta, olumsuz “homurtu”lar yükseldi. Bu homurtular karşısında, acaba biz başka bir dünyada mı yaşıyoruz diye, düşündüğümüz çok olmuştur. Üzüntüden kahrolup, bunalmışızdır. Bizim hiç mi haklı olduğumuz bir taraf yok? Hep hatalı olan biz miyiz? Haydi dışardaki çatlak seslerin, kendilerine göre dayandıkları haklı (!) sebepleri vardır diyelim. Fakat içerdekilerin haklılıklarını, nasıl tarif etmeli? “Kuzey Irak’tan ne zaman çekileceğiz?” sorusu, söyleyenleri hariç, hepimizi yaralamıştır. Elbette ilgililer, bu soruya yakışan cevabı vermekte gecikmediler: “İşimiz bitince!”
Derken, çobanların katledilmesi ortaya çıktı. Dışardakilerin cümlesi, bu işi Türk Ordusu’nun yaptığını dillendirmekten çekinmediler. Ama, öldürülen Kuzey Iraklı koruma görevlileriyle Kızılay temsilcimizin durumuna “es” geçtiler.
Düşman, zaten hain. Fırsatını buldukça, bizim kimliğimize bürünüyor, yaptığı bütün kötülükleri, bize yamamaya çalışıyor. Peşi sıra, bütün korolar ağız birliği içinde, aleyhimize yükseliyor. Bu durum karşısında, aldığımız tedbir ne? Hiiç! Sadece, yalanlama gayreti gösteriyoruz. Çamurun bıraktığı lekenin ıstırabını yaşıyoruz. Girmeye can attığımız Avrupa Birliği’ne dikkat edelim. Hepsi, dostumuz Yunanlının tezgâhına gelerek, bugünlerde aleyhimize kararlar çıkarma telâşındalar. Neymiş efendim? Parasını tıkır tıkır sayarak aldığımız silâhları veya diğer araç gereçleri, kendi çıkarımıza, böyle hareketlere kalkıştığımızda kullanmamalıymışız. Yani sadece efendilerin, koruma bekçiliğini yapmalıymışız.
Sanırım, büyük Atatürk’ün ruhu sızlıyor. O’nun, üzerine büyük bir özenle titrediği “istiklâl ilkesi”, yara alıyor. Biz, oraya buraya girmede, birbirimizle yarışır, onca masraflara katlanır, dünyanın ceremesini çekerken, hep kendimizden fedakârlık ederken, yukarıdaki ilkeyi, göz ardı mı ediyoruz?
Böyleyse, “çok kötü!”
Bu yazı, 7 Nisan 1995 Cuma günü yazılmıştı. Yazının başlığı da “Sorular”dı. Fakat aynada 1995 yılından bu yana hep aynı resimler akıp gitti, hep aynı resimler. O günden bu güne değişen bir şey var mı?
Ne dersiniz?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder