- “Şükür, seni buldum!” dedi babam.
- “Şükür.”
Baktım, iki gözünde sıralı gözyaşları. Hüzünlendim…
Sarıldık. Babam titriyordu. Hasret denilen şeyin resmini, belki de ilk defa karşımda görüyordum. Babama destek olmasam, düşecek gibiydi. Yorgun oluşuna verdim bunu. Sonra sonra anladım, heyecandanmış.
- “Ablanın daveti üzerine gelmiştim Almanya’ya. Onu gördüm, seni de göreyim istedim.”
- “Sağ ol baba!” dedim. “Ablam senden söz etmişti bana. Beni özlediğini de eklemişti.”
Babamı, ilktir şapkasız görüyordum. Kar beyazına dönmüş saçlarını, düzenli bir biçimde, arkaya doğru taramıştı. Üstelik bıyıklarını da kestirmişti. Yalnızca biraz yaşlanmıştı, o kadar.
Berlin Garı, çok gürültülü bugün. İstasyona girip çıkan trenler, sayısız peronlar, gacır gucur gıcırdayan raylar, çeşitli dillerden canım sesler… Duyulur duyulmaz yükselen, yükseldikçe kaybolan sesler…
- “Gelmekle çok iyi ettin, baba. Bana ülkemin sıcaklığını getirdin. Karnın aç mı? Yorgun musun?”
- “Aç değilim kızım, biraz yorgunum!”
Uzun yıllar yürüttüğü mesleğinin verdiği yıpranmışlık, gelip ellerinde toplanmıştı sanki. Elleri kütleşmişti. Ya kalbi? İncelmese, titremese, yufkaya dönmese; gelip beni bulmazdı babam. Ya da başka bir niyetle gelirdi, boynuma sarılmazdı.
- “Şurada bir kahve var. Hem de Türk kahvesi… Kahveyi sevdiğini unutmadım.”
- “Nerde?”
- “İşte bak, hemen şurda.”
Yürüdük. Gürültüler kurşundu sanki. Konuşmadan yürüdük. Boyum, babamın boyunu çoktan geçmişti. Duyduğumuz sesler arasına, Türkçe’min kokusu da düşmeye başlamıştı.
- “Sanki Türkiye’deyiz kızım!” dedi babam.
- “Öyle!”
Kahveye gelmiştik… Baş başa görüşebileceğimiz ve şehrin manzarasını da kesmeyen bir köşeye oturduk. Babam anlattıkça anlattı. Ben dinledim… “Ya öyle mi? Demek öyle ha? Nasıl?” gibi cümlelerle bu konuşmaya katıldığımı gösterdim ona. Bir ara dalmışım.
Zaman engel mi tanıyor? Nasılını bilmem, sana uçmuşum… Yüreğimde senli düşüncelerimin yağmuru var. Ne olurdu sanki, karşıladığım sen olsaydın şimdi…
Boşuna bakındım, boşuna bekledim, heyecanlandım. Sen yoktun…
Babam konuştukça kâh coştum, kâh ağladım. O anlattıkça, aydınlandığım kadar aydınlandım. Onu da aydınlattım.
Yeniden kahveler söylendi, geçip gittiğini sandığımız anılarımız tazelendi. Bazıları göz bebeklerimde gülücük oldu, ışıdı. Fakat çokları yüreğimde taşlaştı sanki. Hele şairimle ilgili olanları? Hele onlar, hele onlar?.. Gözlerimde tüten özlemlerimin yanında, nefretlerim de ayaklandı.
- “Sen gelip de beni karşılamasan, seni asla bulamazdım Nuran. İyi ki gelip beni buldun canım. Yoksa bu koca şehir, her şeyine yabancı olduğum bu koca şehir, beni yutardı.”
- “Yok, istedikten sonra, yutulmazsın baba. Beni düşünsene, tek başıma, hiçbir dayanağım da yokken, çıkıp geldim buraya. Gördüğün gibi karşındayım şimdi. Demem o ki, Berlin beni yutamadı baba. Geldiğim gibi, dipdiri ayaktayım.”
- “Kaç yıl oldu Nuran?”
- “Beş yıl…”
- “O kadar oldu mu?”
- “Yıl dediğin ne ki baba? Henüz kanatlanmış kuşlar gibi uçup gidiyor ve nasıl geçtiğini asla anlamıyorsun.”
- “Bilmem!”
- “Evlendiğini duydum.”
- “Anan ölünce, ne yapabilirdim ki?.. Yalnız kaldım. Ne ablan, ne sen vardın. Ağabeylerine gelince… Sanki onlar düşmanım. İki çift sıcak sözlerine hasret kaldım.”
- “Ah baba bilsen, ben nelerin hasretini çekiyorum?.. Bunları sana, evde anlatırım.”
- “Ben hemen dönerim sanmıştım…”
- “Olur mu baba? Sevdiklerimin başında geldiğini unutma.”
Babamın gözlerinde gülücükler… Fakat bu gülücükler, nedense gözyaşı olup akmak istiyor sanki. Bu yüzden olacak, arada bir avuçlarıyla iki gözünü yokladı durdu.
Oysa ben, ben?.. Yıllar var ki ağlayamıyorum. Göz pınarlarım kurudu sanki. Elin gurbetine ilk düştüğüm gün, çaresizdim. Birdenbire yabancı akşamlarda buluverdim kendimi. Güneşi ve dolunayı, bildiklerime benzemeyen bir ülkedeydim. Yaşamak için direnmeli, unutmak istediklerimi de unutmalıydım. Aradığım mutluluğu belki böylece bulur, en çok sevdikleri tarafından hırpalanmış olan yüreğimi, soğuturdum. Soğuturdum ya, seni asla affetmezdim. Seni asla… Bu gurbetimin sebebi, sensin!
- “Haydi kalk, bize gidiyoruz. Elke diye bir Alman arkadaşımla birlikte kalıyorum. Yıllardır bana destek oldu o. Aramızda çıkarsız dostluk köprüleri oluştu. Şimdi kendisi işte. Geleceğini biliyor ve mutlaka seninle de görüşmek istiyordu baba.”
- “Elke?”
- “Evet öyle. Elke.”
Eve, sığınağıma geldik. Düzenli yaşamaktan hoşlanırım. Baktım, odada savruk birkaç eşya vardı. Toparladım, yerlerine yerleştirdim.
- “Yorgunsundur. İstersen uzan baba!”
- “Yorgun değilim. Seni de özlemiştim Nuran.”
- “Bilemem.”
- “Neden kızım? İnsan evladını özlemez mi?”
- “Özler özlemesine de… Yüreğime doğanı, söylemekten çekinmem öteden beri. Şimdi yine öyleyim.”
- “Huy, canın özeti. Nasılsan öyle görünmen lâzım. Bu şekilde yetiştirmiştik biz sizi.”
- “Peki, öyle değil miyim?”
- “Öyle olduğun belli. Ama gözlerinde hüzünlerinin izi var. Bana öyle geliyor ve bazı şeyleri de seninle açık açık konuşmak istiyorum. Bir kere şunu bil kızım; ben, senin babanım.”
- “Biliyorum!”
- “Bildiğin ne? Gözlerindeki hüzün izleri mi, baban oluşum mu?”
- “Her ikisi de.”
- “Önce o sarışın çocuk vardı ya, bizim ordan sık sık geçerdi. Şair miydi ne?”
- “Tanımıyorum.”
- “Nuran, gözlerime bak ve doğruyu söyle. Şair burada mı?”
Demek babam, seni biliyordu. Senden haberi vardı ve gurbet akşamlarına düşme sebebim olduğunu da biliyordu. Nedendir bilmem, ona karşı seni savunmak istedim şimdi.
- “Hem de şair olduğunu biliyorsun ha?”
- “Elbette… Bana annen de söylemişti. Bu oğlana dikkat et demişti. Kızının peşinde mi dolaşıyor ne?”
- “Belli, dikkat etmişsin.”
- “İşyerimin önünden geçerdi zaman zaman. Üstelik komşu matbaaya da uğrardı sık sık. Orada bir gazete çıkarıyorlardı. Üstelik o şair, güzel şeyler de yazıyordu.”
- “Yaa?”
- “Sonradan anladım, anan beni uyardıktan sonra. Meğer o güzel şeyleri sana yazıyormuş Nuran, öyle değil mi?
- “Cevap vermesem, olur mu?”
- “Verme. Fakat ben biliyorum ve onun burada olduğunu sanıyorum. Sendeki sevgi ne büyükmüş ki, peşine düşüp buraya gelmişsin.”
- “Sandığın gibi değil baba. O sarışın çocuk, beni sarsan o sarışın çocuk, burada yok. Ülkesinde, kim bilir hangi dağ başında çalışıyor?”
- “Demek onun için gelmedin buraya?”
- “Tastamam öyle. Ama keşke sandığın gibi olsaydı. Mutlu olurdum.”
- “Peki kızım, niye düştün bu gurbet akşamlarına? Varlığımız, hepimize yeterdi. İşte görüyorsun, ocağımızdan hepiniz uçup gittiniz, bir yabancıyla evlendim ben. Ama bunları geç bir kalem… Asıl öğrenmek istediğimi tekrar soruyorum. Niye düştün bu gurbet akşamlarına?”
Babama ucundan kıyısından anlatmalıydım. Hoş, hani zamandır da birisine içimi dökmek istiyordum. Bu, babamdan başka kim olabilirdi? Ah zavallı anacığım, şimdi sen de burada olsaydın, ne vardı sanki? Hele sen, sen yanımda olsaydın, çağırdığımda koşup gelseydin, daha başka türlü görseydi babam bizi. Onu hüznümle değil, cıvıl cıvıl yüreklerimizle karşılasaydık… Olmadı, olmadı işte! O rüyâyı, bizim rüyâlarımızı yeni baştan yaşayabilseydik birlikte, ne vardı?
Soru, kurşun gibi ağırdı. Havada kalmamalıydı.
- “Beni zorla, istemediğim biriyle evlendirmiştiniz. Unuttun mu?”
- “Zorla mı? Şimdi ilktir, senden duyuyorum bunu kızım.”
- “Evet zorla!”
- “Niye baştan söylemedin bunu bana? Babandan mı çekindin?”
- “Madem şairin farkındaydınız, niye bir kerecik olsun sormadınız baba? Üstelik cahil de değildim ben. Okutmuştunuz.”
- “Bak bu dediğine kafam takıldı şimdi.”
- “Takılsa da boş artık baba. Uçup giden yıllarımı geri getirebilir miyiz?”
- “Çok güç! Keşke geri getirebilsek, keşke!”
- “Önemi yok baba!”
Akşam güneşi, ufukta yaklaştıkça büyüyor. Büyüdükçe turuncunun en güzel tonlarının birini çıkarıp, ötekisini giyiyordu. Karşı dağlarda iri, koyu gölgeler… Güneş ışıklarını tam gören alanlarda, canım aydınlık, sımsıcak. Gökle yerin birleşir gibi olduğu noktalarda, ince, keskin, renkli bir hat halinde uzanan ışık şeraresi…
- “Bu kaçıncı akşamım böyle? Sensizim…”
- “Bana bir şey mi dedin kızım?”
Demedim. Diyemezdim. Beş yıldır havada kalan kim bilir kaçıncı sorulardan biriydi bu.
Öteden beri hızlı yürümeyi severim. Nedense insan, edindiği huylarını bırakamıyor. Huylar, kişilik aynamız sanki. Tenimize yapışmışlar, canımıza okuyorlar belki. Bazen biz çıkışıyoruz ona; “Huyum kurusun!” diye. İçimdeki ateşi de huy bellemişim. Bu yüzden olacak, babama da uzun dilli davrandım, çıkıştım. Onu kırdığımı biliyorum. Ne yapıp etmeli, babamın gözlerindeki kederi çekip almalıydım.
Yavaş yürümeye başladım. Elke’yle birlikte kaldığımız ev, oldukça yakındaydı. Sıralısı sırasız, ilgimizi çekse de, çekmese de vitrinlere baktık. Zaman kazanmak istiyordum, babamın gönlünü almak için. Dönüşünde babam, yanında benim hüznümü götürmemeliydi. Kaç yıldır katlandığım bütün hüzünlerim benimle kalmalıydı. Yüreğimde kilitli acılarımı, en yakınım bile olsa, hiç kimseyle paylaşmamalıydım.
Sen hariç, çok kere böyle yapıyorum, biliyor musun? Geliversen şimdi, seyrettiğim vitrin camlarından birinde, gülen gözlerini görüversem… İnan, sana hiç acımaz, hüznümün tamamını kalbine yüklerdim.
Cadde önce alacalandı, sonra ansızın gelen ışık seline teslim oldu. İri sesler kesildi, ara sokaklarla birlikte uzayıp giden, ya da birbiriyle kesişen yollar, aydınlandı.
Caddeyi gören penceremizde ışık yoktu henüz. Demek ki Elke daha gelmemişti. Saatime baktım, eli kulağında vakitlerdeydi. Durmadık, pencerenin altından geçip gittik. Zaman kazanmak istiyordum.
- “Merhaba Nuran!”
Elke’nin sesiydi bu!
- “Nereye böyle? Yanındaki kim?”
- “Elke, bu babam. Baba, bu arkadaşım Elke!”
- “Haydi eve dönelim. Baban yorgun görünüyor. Dur bakayım. Senin de gözlerin kızarmış. Fena bir şey mi oldu?”
- “Yok Elke, kötü bir şey yok! Köşeden bir şeyler alayım diye düşünmüştüm.”
- “İstemez. Ben bugün Alman ekmeği yaptım. İşe gitmeden de ne lâzımsa yetecek kadar bir şeyler almıştım. Şarap da var, beyaz şarap.”
Ayaküstü Elke’nin dediklerini babama anlattım. Döndük, eve çıktık.
Ev dediğime bakmayın. İki genç kızın birçok ihtiyacını karşılayamayan küçücük bir ev. Yaşamak ne kadarına elveriyorsa, o kadarını yaşadığım bu evde, sensiz olduğum zamanlardan kalan izler var. Kaç yıldır hiç sektirmeden, güne gün ekleyerek, değişen mevsimlere göre umutlarımı renklendirerek, bıkıp usanmadan seni çağırdım.
Ama sen, gelmedin!
Bu eve, belki de sen yoksun diye bağlandım. Dilime düşenlerin hepsini, yüreğime doğanların tamamını, göz yaşlarımla ıslaya ıslaya, bu evin bütün duvarlarına işledim. Çağrılarıma karşılık vermedin, ağladım, bağırdım, kör olmayası kaderime isyan ettim. Bu evin duvarlarında yumruklarımın, hıçkırıklarımın, umutlarımın izleri var. Sessiz çığlıklarımı, bu küçük eve gömdüm. Bu ev, hayatımın bir parçası olup çıktı. Vazgeçilmezlerimin listesinde onun da adı var. Kim bilir kaç dört mevsimi, burada sensiz yaşadım. Sensizliğimi, yüreğime gömdüm.
- “İşte geldik!” dedi Elke.
- “Elke, boşuna çeneni yorma. Babam, senin dilini bilmez. Ne dediğini de anlamaz?”
- “Ya?”
Babamın gözlerine baktım. Aradığına kavuşmuş olmanın ışıltılarıyla parlıyordu.
Odalar biraz dağınıktı. Elke ve ben, hemen döküntülerimizi toplamaya giriştik. Ne de olsa babam, bu dağınıklığı görmemeliydi.
Nehri gören pencerenin önündeki koltuğu babama ayırdık. Ona banyoyu da gösterdikten sonra, Elke’yle birlikte sofra kurmak için mutfağa geçtik.
- “Elke. Babam bu akşam geri dönecek. O senin dilini, sen de onunkini anlamazsın. Sıkılmazsan, yemekte bizimle kal. Arada ben sana döner, konuşmalarımızdan bir kısmını, bildiklerinin dışındakileri aktarırım.”
- “Sıkılmaz mısın?”
- “Biz seninle dostuz Elke, dostuz!”
- “Arkadaş!”
- “Evet, iki candan arkadaş!”
- “Baban içer mi?”
- “Bazen…”
- “Şimdi?”
- “Bilemem.”
- “İçeri git sen. Siz, bizden farklısınız. Babanla ilgilen olur mu?”
- “Yüreğimdekileri okuyorsun, Elke.”
- “Evet, candan dostuz.”
Beklemedim, hemen odaya geçtim. Elke’ye güvenim var. O, iyi bir sofra donatıcısıydı. Gâvurluğunu düşünmezse babam, Elke’nin hazırladıklarını kesinlikle beğenirdi.
Nedense babam, oturmamış, pencereden dışarı bakıyordu. Az ötede Berlin’in can damarı Spree nehri , uzanıp gidiyor, güneşin son ışıklarıyla cilveleşiyordu sanki. Koca nehir, oldukça sakindi. Senin sakinliğinin boyası, nehre geçmişti sanki. Birden ikinizin ortak yanını bulmuştum işte. Ah, ne vardı biraz delişmen olsaydın?.. Çağlasaydın, gürleseydin. Nehre inen ışıklarda, gülümseyişlerini görüyorum. Besbelli babam da, uzun uzun Spree’ye bakmış, gözlerini ondan ayırmamıştı. Belki de yaşadığı şehri düşünmüş, Tabakhane Çayı’nı özlemişti. Tabakhane Çayı, Spree’nin yanında sadece bir nokta. Spree, sanki deniz. Babamın rüyâsını bozmayayım derken, nehrin büyüsüne ben de kapıldım. Nasıl oldu, nerden çıkıp geldin bilemiyorum? O nehirde, sayısız yakamozların arasında, yıldız yıldız seni görür gibi oldum. Ama gözlerini, saçının rengini unutmuş muydum ne, gördüğümü sana benzetemiyordum. Yıllar, seni de yaşlandırmış mıydı?
- “Nuran, şehrin süsü bu nehir. Öyle değil mi?”
- “Efendim?”
- “Şehrin süsü, bu nehir değil mi, dedim?”
- “Öyle!”
Yeniden kendi gerçeğime dönüverdim.
Ne vardı sanki yanımda olsan, birlikte bu pencereden Spree’ye uzun uzun baksaydık? Benim için yazdığın şiirlerini bana okusaydın? Nerdesin?
İçeri giren Elke, sofranın hazır olduğunu söyledi. Mutfağa geçtik.
Gözlerime inanamadım. Elke, harika bir çilingir sofrası kurmuştu.
Nedense babam, sofrada yabancılık çekiyordu. Rahat değildi. Belki de bu, yorgun oluşundan ileri geliyordu. Ne de olsa atmış beşine merdiven dayamıştı o. Üstelik onca yol tepip, nerden neye gelmişti? Ama neler neler anlatmadı bana, neler istemedi benden? Ülkeme, evimize dönmemi çok istiyordu. Yemek boyunca kaç kere ısrar etti kim bilir? Dediğim gibi, bu konuşmalardan bazılarını Elke’ye aktarıyordum. Hayrettir, sanki Elke de, babamla konuştuklarımızı anlıyor, kaşlarını çatıyor, kızıyor, arada gülümsüyor, başını sallıyordu. Ben, deli divaneydim. Bütün hüzünlerimi yüreğime gömmek istiyordum.
- “Biliyorsun,” dedi babam “Ablanın çağrısı üzerine buraya geldim. Meramım, Almanya’yı dolaşmak, Berlin’i görmek değildi. Asıl seni bulmak, seni alıp götürmek için buradayım şimdi. Bir ayağım çukurda. Belki bir daha seni göremem. Olsa da, onca yolu göze alıp gelemem. En iyisi, pılını pırtını topla. Gidelim buradan.”
- “Baba, bu imkânsız. Üstelik burada üniversitede öğrenciyim ben. Ülkemde beceremediklerimi, burada başardım. Geri dönmek diyorsun. Geri dönmek, benim için bitti artık.”
- “Hadi okuduğunu anladım, başka bir sebep var mı? Sevdiğin falan?..”
- “Sevdiğim mi?” dedim, acı acı gülümsedim. “Olsa, yanımda olmaz mıydı?”
- “Orasını bilen sensin.”
- “Evet baba, hâlâ yüreğimdekini silip atamadım. Hâlâ delişmen şairimi unutamadım. Hoş, unutacağım da yok. Elimde değil, ne kadar istesem de onu unutamıyorum. Ama görüyorsun işte, yok! Allah kahretsin.”
- “Hiç mektuplaşmadınız mı?”
- “Gelir gelmez aradım. Ama bir mektubunu aldım sadece. Oysa ben, ona o mektubu yazdığımda, gelsin istiyordum, beni bulsun istiyordum. Sen çıkıp geldin baba, yaşına rağmen çıkıp geldin baba. O ne geldi, ne de başka bir haber verdi. Ona çok kırgınım, öfkeliyim.”
- “Dedim ya, bütün bunları bilseydim kızım, anana karşı çıkar, şairle aranıza girmezdim. Diyenler zamanında doğruyu kestirmeden söylemişler: Gönül ota da konar, boka da. Biz, yanılmışız.”
- “Ne yazar baba? Artık çok geç biliyor musun?”
- “Neden?”
- “Kim bilir hangi dağın başında, kiminledir şimdi o?”
- “Bilemem! Ama yalnız yaşanmaz be kızım. Hayat uzun bir yol, ince, zor. İki kapılı bir handa, misafiriz biz. Yalnızlık zordur. Gönlünün çektiğiyle evlen, olur mu? Yaşıyorsam, sana asla gönül koymam. Gördüklerim, duyduklarım seni özetledi bana. Ne yaparsan, doğrusunu yaparsın sen. Buna bütün kalbimle inanıyorum ve sana güveniyorum.”
- “Zamanla baba, belki… Yüreğimde kapanmaz bir yara var şimdi.”
Baktım, üçümüz de ağlıyorduk. Ya sen? Kim bilir nerede, hangi türkünün sözlerinde, eğleniyorsun? Bu kadar ruhsuz, bu kadar duygusuz olamazsın ama nerdesin? Atmış beş yaşındaki bir babanın, üstelik hiçbir dil de bilmeden, yurt dışına çıkıp kızını araması için gösterdiği cesaret de mi yok yüreğinde? Geleceksen, gel artık… Dayanacak gücüm kalmadı, biliyor musun? İki yoldan ötekini seçmek istemiyorum…
- “Sana güvenim sonsuz. Yanlarında yaşamasan bile, ara sıra ablana nasılsın diye telefon aç. Ben onunla konuşurum.”
- “Görüyorsun baba, ben kendi düzenimi kurmuşum. Üstelik okuyorum. Küçük bir işim de var, burada tek başıma yaşayıp okumama yetiyor. Ablamla düşündüklerini konuşacağını biliyorum. Onlara küs müs de değilim. Telefonlaşırım. Zaten bunu yapıyoruz.”
- “Ama bir sıkıntın var gibime geliyor. Aranızda sanki bir soğukluk var. Sebebi ne? Öğrenebilir miyim?”
- “Onda da senin hastalığının aynısı var baba. O da beni birileriyle evlendirmek istiyor. Tek sebep bu.”
- “Bunu da onunla konuşurum.”
Babam, dediğini yapmıştı. Besbelli daha sonra, dönüşünde abamla konuşmuştu ki, bir daha aramızda evlilikten hiç söz açılmadı. Üstelik diplomamı aldığım zaman, benimle gurur duyduğunu söyleyen ilk kişi olmuştu ablam. Fakat yüzüme baktığı zamanlarda hüzünlendiğini gözlerinden okurdum onun. Yalnızlık çektiğimi düşünür, arada sırada yumuşak bir sesle de olsa, evlenip bir çocuğumun olmasını istediğini söylerdi.
Yemek bitti. Babam, dönebilme telaşını yaşıyordu. Elke’den izin almayı istesem de, o beni yalnız bırakmadı ve babamı, gecenin ortasında istasyona kadar götürüp yolcu ettik.
Geceleyin kampana sesleri daha mı fazla duyuluyor ne, birbirini izleyen düdük sesleri. Gelip giden kondüktörler, oflayıp poflayan lokomotifler… Makasçıların son işaretiyle kalkıp giden trenler. Uzaklaşan trenler…
Babam da gitti! Birbirimize el salladık!
Bu, onu son görüşümdü benim.
Eve dönerken, acelemiz yoktu. Ne kadar yavaş adım atsak da, nihayet yol bitti, kendimi odamda, tek başıma buldum yine. Gece sabaha kadar, ne tarafa dönersem döneyim, ne kadar koyun sayarsam sayayım, acaba renkleri mor muydu, kara mıydı diye düşünürsem düşüneyim, uyku tutmadı beni. Bütün gece ağladım, üzüldüm ve çırpındım. Durmaksızın seni çağırdım. Ama sen yoktun, sen yoktun Şehzade’m… Doludizgin koşan atının nal seslerini duymak için, boşuna bekledim! Aklımı çarmıha germek istedim, beceremedim. Kendimi yargıladım, sıkıştırdım. Belki de babam, gözümü açmıştı benim. O nereden nereye çıkıp gelmiş, ama sen yoktun, sen yoktun Şehzade’m… İlktir söylüyorum şimdi: O gece dualarım yavaş yavaş bedduaya dönmeye başladı. Benim çektiklerimin aynısını çekmeliydin sen de. Bilemiyorum sana ne oldu? Ama benim yüreğim gittikçe soğudu, soğudu.
Dolunay, yine güneşin peşinden koştu. Mevsimleri mevsimler izledi. Spree nehri yine durgun aktı ama artık güneş ışıklarının düştüğü yakamozlarında gülücüklerin yoktu. Unutamayacağını söylediğin gözlerimi ne kadar kapatırsam kapatayım, uzun yıllar bir daha seni, gülümseyen gözlerini göremedim.
Sen de yoktun bir tanem, sen de yoktun.
Üstelik beyaz atını çatlata çatlata çıkıp da gelmedin…
Şehzade’mi bekledim, sadece, tek başıma bekledim.
Beni büsbütün unuttun mu, ne?
Derken oğlum göründü kapıda. Yüzü kıpkırmızıydı ve gözlerinde meraklı bakışlar vardı. Telaşlıydı, içeri girmek istemiyordu. Israr etmedim. Hoş, zorlasam da pek öyle içeri gireceğe de benzemiyordu.
- “Ne var bir tanem?” dedim.
- “Sana bir şey sorabilir miyim anne? Ama mutlaka senden, doğruyu söylemeni istiyorum. Sadece doğruyu…”
- “Şimdiye kadar doğrudan başka ne söyledim sana ki?..”
- “Biliyorum, bunu biliyorum ama özel bir soru benimkisi…”
- “Hadi çatlatma beni. Sorunu sor.”
- “Aşk ne be anne?”
Birden bire dilimin ucuna döküleni söyledim. Doğru mu ettim, bilemiyorum. Yüreğimin sesi bana yol göstermişti. Sanki yüreğim ses kesilmiş, dile gelmişti.
- “Tek başına yaşamaktır oğlum, yanmaktır! Ama yine de umuttan umuda konmaktır!”
- “Anlamadım!”
- “Yaşarsan anlarsın!”
- “Kız arkadaşım bana dedi ki…”
- “Yanarsın!”
Zaman kurşun gibi ağırlaştı. Yüreğimde senli zamanlarımın yağmuru başladı yine.
Ağlamadım desem, yalan söylemiş olurum. Boğazım düğüm düğüm oldu. Ağladım, ağladım.
Ne olur sen ağlama bir tanem, ne olur sen ağlama!
Ağlamak, sızlamak, çırpınmak benim işim!
Beni sadece hikâyelerinde kahraman, şiirlerinde ses yaptığını düşünsem de, “Yahu ben bu kitabı okumuştum. Şimdi yeniden hatırladım. Sonu iyi bitmemişti deyip, kapatıp atamadım!”
Sen, hâlâ görünmedin Şehzade’m… Sen, hâlâ görünmedin!
Hangi Kafdağı’nın ardındasın kim bilir?
Nerdesin? Nerdesin?
* * *
13 Eylül 2006
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder