26 Ağustos 2025 Salı

Murad Muhammed Dost - Kapının Önündeki Köpek

Alaper, gece boyu uyumadı. Başını biraz kaldırmaya görsün, beyninde o tarif edilemez ağrı uyanıyor, “lok lo” vuruyor, kafatasını yarıp çıkacakmış gibi oluyordu. O, burnunu yere dayayıp yatarken ağrıya dayanamayıp ara sıra uluyordu.

Seher vakti olmuştu. Alaper’in sol yağrısına bir köpek sineği iğnesini geçirdi. O, ayağını uzatıp sineğin iğnesini geçirdiği yeri kaşıdı. Yerinden kalkmaya çalıştı lakin bir ağrı göğsünü yakar gibi olup canını yaktı. Yan tarafa aktarılıp bir iki kez silkindi, sesi kesildi. O sırada nereden geldiği anlaşılamayan, henüz kuyruğu kesilmemiş bir köpek yavrusu gelip Alaper’in burnunu yalamaya başladı. Dili sıcaktı. Alaper biraz rahatlayıp inler gibi sesler çıkarmaya başladı. Çok geçmeden yavru köpeğin canı sıkılmış olmalı ki incecik kuyruğunu bacaklarına dolanarak, oynaklaya oynaklaya uzaklaştı. Sonra geriye dönüp baktı. Alaper’in ayaklarının ucundaki kemiği görüp yine geri döndü. Yavru köpek çok sevinmişti. Minnettarlığını göstermek için Alaper’in kuyruğunu çekiştirip biraz oynadı. Sonra kemiğe saldırdı. Onun dişleri zayıftı. İri ve sert kemiği kemirmeye gücü yetmedi. Yavru köpeğin canı sıkıldı ama kemiği kaldırmayı da gözüne kestiremedi. Kemiği küçücük damaklarının arasına kıstırdı. Çabucak kaçmaya utanmıştı anlaşılan. Sanki Alaper’i önemsemiyormuş gibi… Çirkin bir sesle hırıldadı. İşini tamamlamak üzere, sallana sallana kulübesine doğru yürümeye başladı. O sırada yaprakları seyrekleşen karaağacın dalına dalına tüneyen horozlar üst üste “kuk kuk” diye sesler çıkardılar. Sonra kendilerini beğenmiş gibi kanatlararını kaldırıp “kuk-ku-ri-ku” dediler. Köpek yavrusu önce korktu. Damaklarının arasına kıstırdığı kemik pat diye yere düştü. O, ağacaın altına gelip beklemediği bir anda bağıran edepsiz yaratıkları gözetlemeye başladı. Onların çok da korkulacak şeyler olmadığını anlayıp çirkin bir sesle inledi. Yavru köpeksonunda rahatladı ve kulübesine girdi.

Etrafa sessizlik çöktü. Alaper kımıldamadan yatıyor, hayal kuruyordu. Annesini, uzun memeleri sarkan o uslu köpeği hatırladı. Anne köpek, köyün dışındaki harabelikte yavrularını doğurmuştu. İnsanlara yaklaşmaz, sürekli kırlara çıkıp soğukta mundar giten canlıların kellesini, bacaklarını yavrularına taşırdı. Alaper’in iki erkek bir dişi kardeşi vardı. Onlar, çürüyüp kuruyan otların üstünde büzüşüp yatalardı. Ayaz şiddetlendiğinde anne köpeğin altına sığınırlardı. Anneleri yanlarında yokken büyük kara tepeye kadar gidip gelir, birbirlerini ısıtırlardı. O kış çok soğuk geçmişti. Sonra bahar geldi. Ilık günler başladı. Baharın sonuna doğru anne köpek onlara semiz bir yılan getirdi. Sonra kendisi otların üstüne yattı, bir daha kalkmadı.

Yavru köpekler çok sıkıntı çektiler. Oradan geçen vicdan sahibi bir adam Alaper’i alıp evine getirdi. Ona süt, ufalanmış ekmek verdiler…

Alaper, üzgün üzgün uludu. Yine annesini, onun sıcak bakışlarını hatırladı. Onu hatırlayınca burnunun direği sızladı. Vücuduna sayısız bir sürü sivrisinek iğnelerini sokmuş gibi titredi.

Karşısındaki bahçede sofra kurulan yüksekçe yerde bir çıtırtı oldu. Köpek, gözlerini açtı. Sepetin üstündeki örtünü bir tarafı kalktı. Aralıktan kocaman bir kara kedi sürünerek çıktı. Sofra kurulan yüksek yerin kenarına kadar geldi. Ağır ağır gerindi. Sonra atlayıp yere indi. Burnuna kaymak bulaşmıştı. Kedi, Alaper’e aldırış etmedi. Çirkin bir sesle miyavladı ve burnuna bulaşan kaymağı yalamaya başladı. O, eskiden Alaper’den çok korkardı. Köpeği gördüğünde bütün tüyleri diken diken olurdu. Ödü patlamış gibi ürperip inlerdi. Can korkusuyla karaağacın tepesine çıkardı. Ya şimdi… Alaper, kendini aşağılanmış hissetti. Kedinin kül rengi yüzünü görmemek için tekrar gözlerini yumdu.

Tan ağarırken köpeği uyku bastı. Düşünde annesini gördü. Sonra sahibi onu baltosunun arasına alıp evine getirdi. Ona sırı dökülmüş büyük tabakta süt verdiler. Sahibinin çocukları onunla oynayıp eğlendiler. Siyah beyaz pençerini öpüp yüzlerine sürdüler.

Birden o anlar kayboldu. Köpek, kendisini yaşlanmış olarak, karaağacın dibinde gün boyu kımıldamadan yatarken gördü. Sahibinin küçük oğlu bir parça et getirip onun yalına kattı. Alaper sürünerek yal kabına yaklaştı. O eti koklarken evden sahibinin karısı çıktı ve oğluna bağırmaya başladı.

— O ne? Şehirden yüklü deven mi geldi? Hah, o et senin gözlerine duracak. Çok yaşamayasın.

Alaper, korkuyla uyandı. Güneş epey yükselmişti. Köpeğin gözleri kamaştı. Kulaklarını dikip etrafı dinledi. Sahibinin karısı banyo tarafından söylene söylene geliyordu. Alaper kendini toparladı. Kadın, bir şeye sinirlense acısını köpekten çıkarırdı. O, şimdi gür yapraklı, hayvan yemi olacak yaban elmaların altından geliyordu. Ellerinde bulaşıklar vardı. Bahçede çocuklar görünmüyordu, okula gitmişlerdi. Alaper, karaağacın yanındaki kulübeye göz attı. Dün öğleyin gördüğü köpek yavrusu oradaydı. Yavru köpek, dün ganimet olarak aldığı iri kemiği bütün gücüyle kemiriyor, arada bir Alaper’e şüpheyle bakıyordu. Alaper, kemiği çekip almak istedi. Tam yerinden kalkmıştı ki yavru köpek kemiği unutup eve doğru kaçtı. Kapının önünde uyumaktan gözleri şişen sahibi vardı. Yavru köpek, koşarak kendilerine doğru gelmekte olan sahibinin dizine süründü. Onun bembeyaz elbisesine salyasını akıtarak kendince sevgisini göstermiş oldu. Onun bu yaptığı iş Alaper’in hoşuna gitmedi. O sahibini dünyadaki bütün köpeklerden hatta karısından bile kıskanırdı. Alaper,  laf anlamaz yavru köpeği boynundan ısırarak sofra kurulan yüksek yere çıkarıp atmaya karar verdi. Yaşlı vücuduna öfkenin gücü dolmuş gibiydi. Lakin o an beklenmeyen bir şey oldu: Yavru köpek sahibinin dizini bırakıp hırsla titreyen Alaper’in boynuna asıldı. Kuyruğunu sallaya sallaya onun derisini dişleriyle çekiştirmeye başladı. Kendi dilince: “Vaz geç. Çok da sinirlenme… Ben buyum işte…” demek istiyordu. Alaper’in ateşi bir anda soğudu. Yavru köpeği biraz sevdi. Sonra kulağını hafifçe ısırarak yolundan kenara çıkardı. Sahibinin yanına vardı.

Sahibi, köpeğin başını okşadı:

— Evet Alaper! Demek sen ha... Feryat ettin yahu. Köpek dediğin bu kadar sinirliolmaz. Bırak üzülmeyi dostum. O senin dostun olacak.

Alaper, onun sözlerini anlamış gibi zayıf sesler çıkardı.

Sahibi seslendi:

— Hatun! Ey Hatun! Bu Alaper’in karnı aç mı yoksa diyorum. Karnı iyice içeri göçmüş gibi. Akşam yallığına bakmadın mı?

Kadın, elindeki karavanayı ters çevirip sofra yerine koydu.

— Allah belasını versin onun. Kuru gürültü. O köpek pisliği bile olamaz. Gece boyu bir kere bile havlamıyor geberesice. Gece sütü içib bitirmiş.

Sahibi kendi gömleğinin yakasını tutarak:

— Alaper mi? Yalan söylüyorsun ey hatun! Vay seni yalana alıştıran geçmişine… Görsem derisini yüzerim onun. Alaper, ne zamandan beri hırsızlık yapıyor?

—Ne yani? Ben Alaper demedim ki. Şu yerden bitme Hamid’in kedisi yahu. Beyaz kedisi var ya. O sütü içmiş.  Huysuz nine ondan boşuna mı yakınıyor? Bir sebebi var ki şikâyetçi.

Kocası karşı çıktı:

— Senin kara kedin yapmıştır onu. O da melek değil ya.

— Bizimki evde yatıyordu. Senin kulağın sağır olmuş. Yorganının üstündeki kedinin mırıltısını işitmiyorsun.

— Hah! Sen de iyice bakar kör olmuşsun hatun! Ne zamandan beri bu kediyi koruyorsun. Aslında kadınla kedinin mizacı aynıymış. Ben demiyorum, peygamberimiz demiş.

— Demek öyle. Kedin ölsün. Karın da ölsün… Hepsinin sebebi işte şu Alaper. Gece boyu uzanıp yatıyor. Bu da köpek mi? Ziyafetin süslü olması yemeğin, ekmeğin belasıymış. Görünüşü de aç gözlü Resul’ünküne benziyor. Hah, gebersin…

— Hey, köpeğe laf söyleme kadın! O tane Resul olsa Alaper’in tırnağı etmez. Onun gençliğinde kurt yakaladığını unuttun mu? Şunu bil: Köpek vefa, kadın cefa…

Kadın, umulmadık bir anda hüngür hüngür ağlamaya başladı.

—Vah zavallı anam, beni niye doğurdun? Vay, benim canım çıka! Demek senin gözünde bir it kadar değerim yokmuş… Allah canımı alsın benim…

Kadın kahırlandı. Elindeki sabunu Alaper’e fırlattı. Köpek kenara kaçmaya çalışınca sabun gelip sahibinin dizine çarptı. Alaper, bahçede sofra kurulan yüksekçe yerin arkasına saklandı. Sinirlenen kadına acıyarak baktı. Sahibi de Alaper gibi biraz aşağıdan alsaydı belki sonraki felaketler olmazdı…

Kadınla kocası kedinin içtiği süt yüzünden kavga ettiler. Birbirlerine sövüp hakaret ederek eve girdiler. İçeriden sandık kapağının tak diye kapanışı sesi, yüklükten alınıp odanın ortasına atılan yorganların güp diye sesi geldi. Belki de onlar ayrılacaklardı…

Aradan bir güğüm su kaynayacak kadar zaman geçti. Kavga bitti. Kadının ara sıra burnunu çekerek hıçkırması işitiliyordu. Sahibi sesini kesip evden dışarı çıktı. Başına eski, mavi bir bandana bağlamıştı. Kalın bir palto giymişti. Sahibi, omzunda çifte kırma av tüfeği, köpeği “meh meh” diye çağırdı. Alaper, dayanamadı. Ona yaklaştı. Sahibinin cilalanan parlak çizmelerini, tüfeğinin soğuk namlusunu kokladı ve sevinçten havlamaya başladı. Barut kokusu ona çok tanıdık geliyordu. Köpek, tilkileri kovaladığı kırları hatırladı. Burnuna kırlardaki otların kokuları gelir gibi oldu.

Sahibi, sokak kapısını açıp köpeği çağırdı. Boynuna bir zincir bağladı. Yavaş yavaş çekerek yürüdüler. Alaper’i sıkıntı bastı. Eskiden ava giderken sahibi boynuna zincir bağlamazdı. Onu kendi haline bırakır, yol boyunca “Karagözlüm” türküsünü mırıldanırdı. Şimdiyse o sus pus… Dilini yutmuş gibi sessizce gidiyordu.

Köpek ve sahibi iki yanında iğdeler, dikenli çalılar olan toprak yolda gidiyorlardı. Kerpiç duvarlı evlerde sessizlik vardı. İnsanlar, köyün aşağısındaki bostanlara gitmişlerdi. Sürüden ayrılan inekler, biçilip arka bahçelere yığılan mısırların koçanlarını çekip yiyorlardı.

Yolda postacıyla karşılaştılar. Postacı, tüyleri dökülen eskli kalpağını yana yatırıp giymişti. Bir türkü mırıldanıyordu. Aradığı eve geldiğinde eşeğini biraz durdurup torbasındaki gazete, dergi ve mektupları alıyor, duvarın arkasındaki bahçelerin ekilmemiş yerlerine atıveriyordu. Postacı sahibine selam verdi lakin sahibi işitmedi veya kasıtlı olarak kendini dalgın gibi göstermek mi istedi her ne ise selama karşılık vermedi. Postacı kızdı. Çirkin bir ses tonuyla sövüp sayarak eşeğin sağrısına kızılcık sopasıyla vurdu. Zavallı eşek sopayı yiyince sol yanına doğru bükülür gibi oldu. Tıpır tıpır yürüyerek yol kenarındaki çamur dolu hendeğe yaklaştı. Postacı ayaklarını üzengilerden çıkarıp eşeğin sırtından yere atlamaya hazırlanıyordu lakin eşek son saniyede umulmadık bir çeviklikle yine kendini toparladı. Can acısıyla toprağı tozutarak koşmaya devam etti.

Alaper ve sahibi köyün ortasındaki çukurdan geçip ağaçlık yere geldiler. Bu yolun ucu avuç içi kadar bir açık alandan geçtiler. Kırlara çıktılar. Orada yol patikalara bölünüyordu. Patikalar kırlara, vadilere, uzakta görünen dağların düzlüklerine doğru uzanıp gidiyordu. Sahibi, vadiye giden yolu seçti. O patikada yarım kilometre kadar yürüdüler. Sağ taraftaki dikenliklerin arasından bir uçurumun kenarına geldiler.

Köpeğin boynundaki zincir epeyce uzundu. O, uçurumun kenarındaki çukura inip oradaki inleri birer birer kokladı. Sonra aşağı baktı. Uçurumun dibinde selin getirdiği taşlardan başka bir şey yoktu. Alaper, bir köpeğe mahsus sezgiyle etrafı dikkatlice inceledi.  Sonra “Beni nuraya neden getirdin?” der gibi sahibine baktı. Sahibi hala çok öfkeliydi. Köpeği yanına çağırıp başını okşadı. Alaper, sahibinin soğuk parmaklarının titrediğini hissetti. Sahibi, zinciri uçurumun kıyısındaki çalının köküne bağladı. Sonra yirmi adım kadar uzaklaştı. Geriye döndü. Alaper, sahibinin yaptığı tuhaf hareketleri anlayamadı. İleri atılmak istedi lakin çalı kökü sağlamdı. Zincir şakırdayıp köpeğin boğazına dolandı.

—Alaper! Uslu dur!

Alaper, sahibinin emrine uydu. Zincir biraz gevşedi. Köpeğin vücudu da rahatladı. Sahibi, çifteyi eline alıp ona doğru çevirdi. Alaper bunu da anlamadı. Bir uçurumun karşı kıyısına, bir sahibine merakla baktı. Sahibi, parmağını tetiğe götürdü lakin basmaya cesaret edemedi. Derin bir “uh” çekip tüfeğin kundağını yere indirdi. Kalın paltosunun eteğini kaldırıp alnındaki teri sildi. Sonra yine köpeğe nişan aldı. Artık bu oyun Alaper’i iyice şaşırtmıştı. Sahibinin sık sık inip kalkan ümüğünden gözlerini ayıramıyordu.

Tüfek patladı… Köpek uçuruma yuvarlandı. Sol ön ayağı keskin bir taşa çarparak “kırt” diye kırıldı. Uzun zincirin bir kısmı yılan gibi boynuna dolandı. Acıya dayanamayıp sesinin bütün gücüyle ağlayıp feryat etti. Başı dönüyordu…

Alaper, burnuna düşen ılık damlalarla kendine geldi. Başucunda sahibi yere çökmüş, oturuyordu. Köpeğin yaralı ayağını yavaşça elleri arasına aldı. Alaper, gıkını çıkarmadı. Dişlerini sıkıp sahibine baktı. Sahibi hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.

— İsabet etmemiş…

O, başını üzgün üzgün salladı. Kurşun köpeğe isabet etmemişti. Alaper, kendini koruma içgüdüyle tüfeğin namlusu alev saçmadan uçuruma atılmıştı.

Sahibi üzerine eğildi. Yüzünü köpeğin başına değdirdi:

— Affet beni dostum. Seni hiçbir yere sığdırmadı, ne yapayım? Biliyorsun. O gece, o yabancıyı ısırdığından beri seni sevmiyor. Üzerinden beş yıl geçti. Çare yok dostum… Ortada çocuklar var, ayrılamam. Beni de çok üzüyor… Kolay mı sanıyorsun? İnsan olsan anlardın… İyi ki olmamışsın. Sen bir köpeksin, kolayca ölüp gidersin. Artık kocaldın. Al, şu eti ye. –Sahibi belbağını çözüp bir parça et çıkardı. – Mutfaktan senin için çaldım. Artık burada öl Alaper… Yarın gelip gömerim. Bundan sonra eve gidip ne yapacaksın? Seni hor görecekler…

Köpek yine kendinden geçti. Sahibi onu öldü zannederek başında birkaç dakika üzgün üzgün oturdu.  Sonra uçurumun çıkılabilir bir yerinden tırmanarak yukarı çıktı. Üstünü başını silkeledi. Öne doğru bükülerek hızla yürüdü, uçurumun kenarından uzaklaştı.

Alaper, öğle geçip akşamüstü oluncaya kadar bazen kendinden geçerek, bazen kendine geldi.  Susuzluktan boğazı kurumuştu. Hareketsiz yatıyordu. Gözlerini açtığında uçurumun başına konmuş iki karga gördü. Yukarıda görebildiği gökyüzünde alıcı kuş sürüsü ağır ağır süzülüyordu. Köpek, sonunun geldiğini anladı. Sanki ölüm duygusunu kovalamak ister gibi uzun uzun uludu. Kargaların ödü koptu, batıya doğru uçup gittiler. Alaper, son bir gayretle yerinden kalkıp uçurumdan yukarı tırmandı. Yaralı ağağı sızlıyor, sanki gözlerinden ateş fışkırıyordu. Ağrısına, sızısına aldırış etmeden uçurumdan yukarı çıkmak için tırnaklarını sert toprağa batırdı. Lakin uçurumun yarısına gelmeden dermanı kesildi. Ayaklarından can boşaldı. Güp diye aşağı düştü. Baştan ayağa sapsarı toza ve toprağa belendi.  Köpek, acıyla inledi. Sonra kaderine razı olmuş gibi uçurumun dibini takip ederek aşağıya doğru gitmeye başladı. Taşlar, dikenli çalılar tüylerini yolup vücudunu kanatıyordu. Sonunda ayağının altında nemli toprağı gördü.

Alaper, biraz hızlandı. Uçurumdan aşağı gittikçe dere yatağı genişliyordu. Önüne küçük bir bataklık çıktı. Köpek, bataklığı kaplayan sık nane köklerinin arasından geçerek ummadığı bir anda bir pınar başına indi. Pınarda su çoktu ama köpeğin susuzluğu dinmedi. Sudan kan ve tüylerinin keskin kokusu geliyordu.

Alaper, çukurdan çıkan patikayı geçip harabe halindeki bir değirmene geldi. O sırada güneş ufka doğru batıyor; güneş, harap değirmenin ayakta kalabilen duvarlarında ve bahçelerdeki ağaçlarda ateş gibi parlıyordu. Köpek, sabahleyin güneş yükselirken geldikleri yolda yürümeye başladı.

Bir sığır sürüsü geliyordu. Sığırlar, bir ayağı havada gelen Alaper’i görünce tehdiy eder gibi pışkırdılar. İki üç yaşlarında bir dana sürüden geri kalıp köpeğin yolunu kesti. Kötü kötü bakarak vurmaya çalıştı. Köpek, ona aldırış etmedi. Yolun iyice kenarından yürüyüp devam etti. O eve varıncaya kadar uzun zaman yürüdü. Önce bir dişi köpeğin peşinde koşan bir köpek sürüsü; sonra da çöp atan bir yaşlı kadın gördü. Köpekler ona bulaşmadılar. Yaşlı kadınsa elindeki küreğin sapına dayanıp tuhaf tuhaf başını salladı.

Alaper, sahibinin evine geldiğinde etraf karanlıktı. Köpeğin burnuna kavurma kokusu geldi. Kilitlenen kapının aralıklarından yere ocakta yanan ateşin alevlerinin rengârenk ışığı düşüyordu. Alaper, sokak kapısının biraz ötesine külçe gibi yığılıp yattı. Biraz sonra içerden çocukların kendi aralarında konuştukları işitildi. Köpek kulaklarını dikti.

—Anne, anneciğim! Gidelim.

Çocuklar annelerine yalvarıyorlardı.

— Git, git bakalım! O köpekle mezarınız yan yana olsun. Yarın babanız gelsin, derinizi yüzdürürüm, diye bağırdı kadın.

—Alaper, korktu. Yine o uçuruma, keskin taşların olduğu yere gitmek istedi. Tam yerinden kalktığında sahibinin evden oğlu çıktı.

—Gel, Berna. Gel, diye kızkardeşini çağırdı.

Çocuklar çıktıkları sokak kapısını kapatıp korka korka karanlığın bağrına doğru ilerlediler.

Küçük kız sevinçle bağırdı:

—Vay, abi! Baksana, Alapey!

Alaper’e yaklaştılar. Oğlan köpeği boynundan kucakladı. Küçük kızsa köpeğin burnunu okşuyor, tatlı sesiyle durmadan “Alapey, Alapey…” diye cıvıldıyordu. Köpek, yaralı ayağını havaya kaldırmıştı. Çocuklarsa onun yaralı olduğunu farketmedile bile.

Biraz sonra oğlan:

—Berna, ben üşüdüm. Bak Alaper de ıslanmış. Ben gidiyorum, dedi.

—Gitme abi. Azıcık buyda duyalım…

—Ben gidiyorum. Sen kal istersen.

—Tek başıma koykayım.

Çocuklar soğuktan titremeye başlayıp eve doğru gittiler. Küçük kız, sokak kapısının önünde durdu:

—Giy içeyi Alapey, giy hadi…

Alaper, kapıya yaklaştı lakin çocukların bütün ısrarlarına rağmen içeriye adım atmadı.

Etraf sessizliğe gömüldü. Alaper, ıslak toprağa uzanıverdi. Yarası çok sızlıyordu. Sonra hareketsiz kalıp uyudu.

Düşünde sahibi ile ava çıkmışlardı. Dağ eteklerine varmışlardı. Çalıların arasından bir tavşan çıktı ve ön bacaklarının kısa olduğuna bakmadan kaçmaya başladı. Sahibi: Koş Alaper! Dostum, o senin olacak!” diye bağırdı. Alaper, tavşanı kovalamaya başladı. Aniden tavşan, incecik belli bir kara kedi oluverdi. Köpek fena halde öfkelendi. Tam kediyi yakalayayım derken derin bir uçurum göründü. Kedi kelebek gibi atlayıp karşı tarafa geçti. Alaper de sıçradı lakin uçurumu geçemedi. Yuvarlanan bir taş gibi aşağıya düştü. Uçurumun dibine çarpıp paramparça olmayı beklerken vücudu aşağı düştükçe küçülüverdi. Alaper, birden bire hafiflediğini hissetti. Sonra rüyalardaki gibi ağır ağır, gamsız gamsız gökyüzünde uçmaya başladı…

------------------------------------------

Murad Muhammed Dost

                1948 Yılında Semerkand’ın Cam köyünde doğdu. Taşkent Devlet Üniversitesini (şimdiki Özbekistan Milli Üniversitesi) bitirdi. Moskova’da Edebiyat Enstitüsünde okudu.

                Özbekfim işletmesinde ve Şark Yıldızı gazetesinde görev yaptı. 1970’li Yıllarda yazı hayatına hikâyeler yzarak başladı.  İlk hikayeleri Nerdesin Mutluluğun Sesi adlı kitapta yayımlandı. Daha sonra Mustafa, İstifa, Çöllerde ve Kırlarda, Yaşlılardan Biri gibi kitapları okuyucuyla buluştu. 1988 Yılında Lalezar romanı yayımlandı. Bu romanla 1990 yılında Hamza ödülünü kazandı.

                Özbekistan Cumhurbaşkanlığı Basın Merkezinde yönetici olarak görev yapmaktadır.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder