Karar u sabrum alan zülf-i bî-karârundur
Harâb iden beni şol çeşm-i pür-humârundur
Hadeng-i gamzeni peyveste ey kemân-ebrû
Ciğerde sakladuğum bu ki yâdigârundur
Cihan şikârına şeh-bâz-ı zülfüni salagör
Kebûter-i dil ü cân hod senün şikârundur
Harâret-i teb-i hicranı def iden dilden
Bu boynumuzdaki meftûl-i tâb-dârundur
Aceb mi bağ kenarında dursa lâle hacîl
Ki lâle-zâr-ı cemâlünde hâr ü zârundur
Nazar gedâna kıl ey pâdişâh-ı hüsn ü cemâl
Ki devleti ezelî hüsn-i i'tibârundur
Dem-i bahârun ile dü cihanı hoş-dem iden
Nesîm-i gaaliye-i zülf-i müşg-bârundur
Hilâl halkasını gûş-i asumâna takan
Kamer yüzündeki Pervîn gûş-vârundur
Çemende reng viren lâleye yanağundur
Dilinde dâğ koyan âteş-i izârundur
Sürûr-i va'de-i yâra inanma sen Ahmed
Gama inan inanursan ki eski yârundur
Mefâilün feilâtün mefâilün feilün
1. Sabrımı demek olan sabrım kelimesinin sonundaki ı nesne eki, eski bir nazım hususiyetine göre kullanılmamıştır. Karâr ü sabrım alan, kararımı ve sabrımı alan demektir.
Zülf-i bîkarâr: (f. s. t.) Kararsız, durmadan oynıyan zülf.
Zülf; şakaklardan iki yana sarkan saç demektir. Bazan alelûmum saç yerine de kullanılır.
Eski şiirlerimizde, muhtelif mana farklanyle, saç için kullanılan diğer kelimeler şunlardır: Kâkül ve perçem: (f.) Tepedeki saç; tepeden öne doğru dökülen saç.
Gîsû: (f.) Omuza dökülen saç.
Turra: (a.) Alındaki saç.
Çeşm-i pürhumâr: (f. s. t.) Mahmur, baygın, süzgün göz.
Dolu manasına gelen pür kelimesi, Farsçada isimlerin başına gelince, türkçemizdeki li, lı eki gibi - sıfat yapmağa yarar: pürhumâr, pür’ümid gibi. Ayni suretle, bî eki de aksi manada sıfatlar, yapar: bîkarâr, (kararsız) gibi. Bu işi gören bir de nâ eki vardır: nâümîd (ümitsiz) gibi.
2. Şehbâz-i zülf: (f. is. t.) Zülf doğanı. Bu tamlamada tamlanan, tamlayana benzeyiş alâkasıyle bağlandığı için, terkibe doğana benziyen zülf diye mana vermek lâzımdır.
Şehbâz, iri akdoğandır; çakır gibi, fakat ondan büyük, kıvrık gagalı, kuvvetli pençeli bir yırtıcı kuştur. Avcılar bu kuşu terbiye edip diğer kuşlan yakalatmak için kullanırlar; elde taşıyıp, av görünce salıverirler.
Bu beyitte zülfün doğana benzetilmesi, onun gagası veya pençesi gibi kıvnk olmasından dolayıdır.
Kebûter-i dil (f. is. t.) Gönül güvercini, güvercine benziyen gönül. Bu da teşbih maksadıyle yapılmış bir isim tamlamasıdır. Kebûter-i dil ü cân deyince kebûter kelimesinin dil ve can diye iki tamlayanı olmuş oluyor.
Bu beyitte şair, gönlünü sevgilisinin doğan pençesine veya gagasına benziyen saçlanyle avlanmış zavallı, masum bir güvercine benzetiyor ve sevgilisine: “Sen saçındaki kudret ve cazibe ile yalnız benim gönlümü değil, bütün dünyayı avlamağa muktedirsin.” diyor.
3. Arapça olan aceb, şaşılacak şey demektir. Bu kelimeye, eski şiirlerimizde, acebdir, aceb mi ve ne aceb, şekillerinde de çok rastlanır. Acebdir, şaşılacak şeydir; aceb mi, şaşılacak şey mi, şaşılır mı? ve ne aceb, ne garip! manalarında kullanılır. Aceb mi yerine, XV inci asra kadar olan eserlerde ve nadiren daha sonra yazılmış olanlarda türkçe tan mı tabiri geçer.
Şimdi bizim park dediğimiz cinsten büyük bahçe manasına gelen Farsça bağ kelimesini, vezinde, bir kapalı ve bir açık hece karşılığı olacak surette, uzatarak okumak lâzımdır.
Lâlezâr-i cemâl: (f. is. t.) Güzellik lâleliği; bir lâle bahçesini andıran kırmızı yanaklı yüzün güzelliği. Bu tamlamada da tamlanan ile tamlayan birbirine benzeme münasebetiyle bağlanmıştır.
Bu beyitte, lâlenin hacil» yani, utanmış olarak gösterilmesi, renginin kırmızılığından dolayıdır. Eskiler, utanmanın, utangaçlığın timsali olarak bu çiçeği alırlardı. Şairin sevgilisinin yanakları o kadar kırmızı imiş ki lâle bu kırmızılık karşısında kendi renginin zavallı ve soluk kaldığını görerek mahcup olmuş, kızarmış. Lâlenin kırmızılığına hakikî olmıyan, fakat hoşumuza giden zarif bir sebep bulunup gösteriliyor, Bu san’ate hüsnü talîl denir. Arapça olan ta’lîl kelimesinin lügat manası illet yani sebep göstermek tir.
4. Nazar kılmak veya nazar etmek, bakmak demektir.
Vezin icabı olarak kelimelerin yer değiştirmeleri suretiyle nazar fakire kıl şekline girmiş olan ibareyi fakire nazar kıl suretinde anlamak lâzımdır.
Pâdişâh-i hüsn ü cemâl: (f. is. t.) Güzellik padişahı. Bu terkipte pâdişâh tamlanan ve ayni manada olan hüsn ve cemâl kelimeleri de onun iki tamlayanıdır.
Devlet-i ezelî: (f. s. t.) Başlangıcı bilinmiyen devlet.
Hüsn-i i’tibâr: (f. is. t.) Çok itibar göstermek, iltifat etmek m an asiyle kullanılır.
Bu beyitte padişah ile devlet arasında mana münasebeti vardır.
5. Dem-i bahâr: (f. is. t.) Bahar nefesi; bahar gibi güzel kokan nefes. Tamlananla tamlayan, benzeme münasebeti ile biribirine bağlanmıştır. Ayrıca, dem kelimesi zaman, vakit manasına geldiği için bu tamlama, bahar zamanı manasını da alabilir.
Dû cihân, iki cihan, yani dünya ve ahret demektir.
Hoş-dem: (f. st.) Güzel kokulu. Dem kelimesinin burada kullanılmış olan manası hem koku hem zaman olabilir.
Müşg-bâr: (f. st.) Misk yağdıran, misk saçan. Bu mürekkep sıfattaki bâr kelimesi, bir fiil parçası olarak, yağdıran manasınadır. Bâr ın isim olarak da birçok manaları vardır ki eski eserlerde en çok kullanılmış olanları: yük, meyva, defadır.
Bu beytin ikinci mısraında bulunan dört kelime farsça tamlama halinde yekdiğerine bağlanmıştır.
Evvelâ; Nesîm-i gAliye: (f. is. t.) Güzel kokulu maddenin rüzgârı, esimi.
Sonra; Zülf-i müşg-bâr: (f. s. t.) Misk saçan zülf.
Nihayet:
Nesim-i galiyei zülf-i müşg-bâr: (zincirleme f. ad. t.) Misk saçan zülfün güzel kokulu maddesinin rüzgârı. Bu zincirleme tamlamada nesim-i gâliye tamlaması tamlanan, zülf-i müşg- bâr tamlaması ise tamlayan olmuştur.
Buna ilâveten, bu dört kelimelik zincirleme tamlamanın tekrar bir tamlanan gibi alınarak, müşg-bâr kelimesinin sonundaki ın ekiyle, burada zikredilmemiş olan senin tamlayanına bir türkçe isim tamlaması halinde bağlandığını söylersek mısradaki tamlamaları tamamen bulmuş ve anlamış oluruz.
Müşg-bâr sıfat takımındaki müşg kelimesini, vezinde, bir kapalı ve bir açık hece karşılığı olacak tarzda okumak lâzımdır.
Müşg, kelimesi gibi, aslında g ile biten farsça kelimelerden bazılarının bu son harf! farsçada da k olarak söylenir: eşk (gözyaşı), sek (köpek) gibi.
Fakat, Türkçemizde; g ile biten bu farsça kelimelerin hepsi k ile söylenip yazılır. Böyle olduğu halde, renk, cenk, senk diye tanıdığımız ve oldukça fazla kullandığımız farsça kelimelerin de bu kitaptaki metinler içinde g ile yazılmış olması; o kelimelerin asıl şekillerini tanıtmak maksadıyla olduğu gibi, bilhassa, bunların isim çekimleri ve muhtelif teşekkülleri sırasında son harflerinin mutlaka g olarak yazılması zarureti hasıl olunca, başka kelimelermiş zannının uyanmaması düşüncesinden ileri gelmiştir.
6. Va’de-i yâr: (f. is. t.) Yarın vâdi; sevgilinin söz vermesi.
Mürûr-i va’de-i yâr: (zincirleme f. is. t.) Sevgilinin, verdiği sözünü, vadini tutması. Bu zincirleme tamlamada mürûr tamlanan ve va’de-i yar ise tamlayandır.
