11 Temmuz 2024 Perşembe

Ömer Seyfeddin - Falaka




-Çocukluk hatıralarından-

Her pazar Çarşı Camii'nin arkasındaki harap jandarma ahırlarının önünden bir serçe sürüsü gibi cıvıldayarak geçerdik. Mektep biraz daha ileride, alçak duvarlı, oldukça geniş bir avlunun ortasında idi. Bir kattı. Etrafında yükselen büyük kestane ağaç­larının birine karışmış koyu gölgeleri, bütün çatısını kaplardı. Biz daha avlunun kapısından girmeden Hoca Efendinin bulunup bulunmadığını şöyle bir bakar, anlardık:

  Abdurrahman Çelebi gelmiş mi be?

  Gelmiş, gelmiş...

Abdurrahman Çelebi, Hoca Efendi'nin ihtiyar eşeğiydi. Siyah, huysuz, inatçı bir hayvan... Her sabah bizim gibi erkenden mektebe gelir, akşama kadar kalır; evlerimizden nöbetle getirdiğimiz kucak kucak otları, yazsa ağaçların, kışsa sol taraftaki abdestlik sundurmasının altında yavaş yavaş yerdi. Ona su vermek, onu tımar etmek mektepte bir imtiyazdı. Hoca Efendiye kim yaranırsa bu mükâfatı kazanırdı. Mektebin kapısına, dar taş bir merdivenle çıkılırdı. İçeri girince ta karşıya Hoca Efendi'nin rahlesi gelir­di. Rahlenin önünde top yavrusu müthiş, tuhaf bir tüfek gibi, siyah kayışlı, ağır falaka asılı dururdu. Hepimiz kırk çocuktuk. Kızları birkaç ay evvel biz­den ayırarak başka yere kaldırmışlardı. Sınıf taksimi filan yoktu. Elifbeyi, Amme'yi, her şeyi bir ağızdan okuyor, rakamları bir ağızdan sayıyor, bir ağızdan ilahi söylüyorduk. Bütün derslerimiz yeknesaktı. Umumi bir bestenin asla manalarını anlamadığımız güfteleri idi. Hoca Efendi, ak sakallı, uzun boylu, bağırtkan bir ihtiyardı. Yaz ve kış daima cübbesiz; abdest almaya hazırlanmış gibi kolları, paçaları çıp­lak; siyah; yerinde otururdu. Öğleden sonra Çarşı Camii'ni süpürmeye gidip hiç gelmeyen kalfa daha gençti. Müezzinlik, de yapıyordu. Bize şeker, leblebi, keçiboynuzu, hünnap, iğde, vesaire satardı.

Gönen'den geldiğimiz günden beri bu mektebe devam ediyordum. Ama dersten mersten hiç haberim yoktu. Bir ağızdan okumaya başladık mı, ne olursa olsun ben de karışır, bağırmaya başlardım. En birinci zevkim falaka tutmak... Fakat bir gün hâkim efendi ile setre pantolonlu, gülmez suratlı biri geldi.

  Kaymakam Bey! Kaymakam Bey! dediler.

Sakalsız, esmer, uzun boylu, aksi bir adam. Ka­pıdan girer girmez Hoca Efendi'nin işareti üzerine hepimiz ayağa kalktık. Birisini çağırıyormuş gibi elini, başını sallayarak bizi oturttu. Hepimizi ayrı ayrı gözden geçirdi. Birkaçımızı okutmak istedi. Hâlbuki biz tek ağızla, ahenksiz okuyamazdık. Yüzünü buruşturdu. Yere bakarak başını salladı. Sonra gözlerini Hoca Efendi'nin başında asılı du­ran falakaya dikti. Baktı, baktı. Ömründe ilk defa bir falaka görüyormuş gibi dikkatle baktı. Döndü, selam vermeden çıkarken:

  Biraz dışarı gelir misiniz, Hoca Efendi?

Hoca Efendi titreyerek divan duruyor gibi kol­larını önüne kavuşturarak yürüdü. Hâkim Efendi ile kaymakamın arkasından bahçeye çıktı. Dışarıda ne konuştuklarını bilmiyorduk. Lakin falaka ertesi gün yerinde yoktu.

«Falaka yasak olmuş..." diyorlardı. Sözde Kay­makam Bey yasak etmiş!

Dayak korkusu kalkınca biz, kırk çocuk öyle azdık,öyle kudurduk ki... Ne yaptığımızı bilmiyor, artık hiç hocayı dinlemiyor, yüzüne leblebi atıyor, minderine iğne koyuyor, pabuçlarını saklayıp onu saatlerce arattırıyor, yalvartıyorduk.

Dayaksız bizi okutamayacağını anlayan Hoca Efendi, nihayet yine bir gün falakayı çıkardı. Ama başucuna asmadı, oturduğu minderin arkasına sak­ladı. Fakat şimdi kim kabahat yaparsa eskisinden fena dövüyordu.

İyice hatırlıyorum; kırk çocuk, hepimiz müttefik. Aramızdan bir müzevir çıkmıyor, Hoca Efendi'ye karşı tek bir vücut gibi hareket ediyorduk. Bir gün bahçede söz birliği ettik. İçeride hepimiz birden es­nemeye başladık. Hoca Efendi de esnemeye başladı. Zavallı ihtiyar uyuyuverdi. O zaman kalktık, rahlenin üzerindeki enfiye kutusunu aldık, hepimiz çektik. Bütün mektebin içinde bir hapşırmadır gitti. Hoca Efendi gürültüden uyanınca işi anladı. Enfiyesini kimin çaldığını sordu. Bir ağızdan ahenkle:

  Bilmiyoruz, bilmiyoruz! dedik.

  Hepinizi falakaya çekeceğim.

  Bilmiyoruz, bilmiyoruz!

  Kimse söylemeyecek mi?

  Bilmiyoruz ki, bilmiyoruz ki...

Bilmiyor musunuz, pekâlâ! Necip, git camiden kalfayı çağır, çabuk!

Beş dakika sonra kalfa geldi. Korkunç bir sahne başladı. Sopayı biri bırakıp biri alıyordu. Nöbetleşe falaka tutuyorduk. Hepimizi sıra dayağına çektiler... Bu günden sonra Hoca Efendi esneme ile hapşırma­yı en büyük kabahat sayıyordu. Hele hapşırmak... Kazara, kendiliğinden hapşıran, "Benimle eğleniyor musunuz?" diye yere yıkıyor, bayıltıncaya kadar dövüyordu. Aksi gibi, benim hiç durmadan esne­yeceğim geliyor, hapşırmak istiyordum.

Birkaç defa bunun için dayak yedim. Hoca Efendi dayağı bitirince bütün kuvvetiyle rahlesine vuruyor:

   Kim hapşırırsa şart olsun ki, öldürünceye kadar döveceğim! diye haykırıyordu.

  Şart olsun, kim hapşırırsa...

"Şart olsun!" Bu nasıl yemindi? Evde anneme sordum. Başını salladı. Gözlerini açtı:

  Çok büyük yemin! dedi.

 Yalan yere bu yemini eden çarpılır mı?

  Hayır.

 Ya ne olur?

     Daha fena.

  Nasıl?

  Karısı boş düşer.

İyice anlamadım. Ama bu yeminin dehşetini mektepte çocuklara etrafıyla söyledim. Artık hep, evli adamlar gibi, yalan doğru demeden biz de "şart olsun!" yeminine başladık. "Vallahi", "billa­hi!" unutuldu. Hoca Efendi de her sabah rahlesine çökerken hiç unutmuyor:

  Kim hapşırırsa, şart olsun, öldürürüm! diye tekrarlıyordu.

Bir gün öğle paydosundan sonra içeri girdik. Her zamanki gibi derin bir uğultu... Ben baktım, Hoca Efendi dalmış uyuyor! Hemen ayağa kalk­tım. Çocuklara şehadet parmağımı dudaklarıma götürerek:

"Susunuz!" işaretini verdim. Ses seda kesildi. Hepsi ne yapacağıma bakıyordu. Gözüme rahlenin üzerinde, kapağı açık duran, bir tabaka kadar bü­yük enfiye kutusu ilişmişti. Yürüdüm, ayaklarımın ucuna basarak yaklaştım, kutuyu aldım. İçindeki enfiyeleri cüzümün arasına boşalttım. Kutuyu yine açık olarak yerine bıraktım. Çocuklar çekmek için etrafıma toplandılar.

  Hayır, biz çekmeyeceğiz, dedim. Sonra hap­şırırız, uyanır.

  Ya sen ne yapacaksın?

  Görürsünüz...

  Ne yapacaksın, ne yapacaksın?

  Söylemem diyorum. Çok güleceğiz.

Öyle bir şeytanlık kurmuştum ki, daha yapmadan gülüyor, katılıyordum. Çocuklar da bana bakarak gülüyorlardı. Gülüşme gürültüsüne Hoca Efendi uyandı. Hemen kutuya baktı: İçinde enfiye yok... Hiddetlendi:

  Kim aldıysa söylesin, şart olsun gebertirim.

Hep bir ağızdan ahenkle:

  Şart olsun, haberimiz yok! dedik.

  Kim aldı? Söyleyiniz!

  Bilmiyoruz, bilmiyoruz!

  Pekâlâ, ben size gösteririm. Şimdi hapşırınca alan meydana çıkar. Şart olsun, onu falakaya yıka­cağım. Gebertinceye kadar döveceğim.

Kazara hapşıracağız diye hepimizin ödü kopu­yordu.

   Şart olsun... Ah bugün biriniz hapşırırsa... Şart olsun geberteceğim...

 Ah şart olsun, biriniz hapşırırsa...

Hoca Efendi'nin öfkesi bir türlü geçmiyordu. Ben rahlenin altında, cüzümden kopardığım iki yaprağı boru gibi büküyor, enfiyeleri içine doldu­ruyordum.

Akşam yaklaştı. Hoca Efendi kollarını kapadı. Çoraplarını, mestini giydi. Cübbesini omuzuna aldı. Hep bir ağızdan, çarpım tablosunun okunmasından sonra ilahiye başladık. Ben nihayete doğru yanımda­ki çocuğu dürterek kalktım. O da kalktı. Ellerimizi kaldırdık. Hoca Efendi bağırdı:

  Ne var?

 Abdurrahman Çelebiyi hazırlayalım mı?

  Haydi, pekâlâ, çabuk!

Kapıdan çıktık. Her akşam Hoca Efendi'nin izin verdiği iki çocuk önden çıkar; eşeğin yularını, semerini vururdu. Taş merdiveni koşarak indik. Abdurrahman Çelebi yiyemediği otların üstüne uzanmış yatıyordu. Tekmeleyerek kaldırdık.

Yularını, semerini vurduk. Artık ilahi sesleri kesilmişti. Ben cüzdanımdan, içi enfiye dolu kâğıt boruları çıkardım. Yavaşça eğildim. Abdurrahman Çelebi daha bir şey anlamıyordu. Bu borulardan bir tanesini bütün kuvvetimle burnuna üfledim. Genzine bir tabanca sıkılmış gibi şaha kalktı. İkinci boruyu üfleyemedim.

Yularından tuttum. Sıçrata sıçrata taş merdivenin önüne doğru götürdüm. Öteki çocuk yanımdan geliyor, gülmemek için eliyle ağzını tutuyordu. Hoca Efendi cübbesini giymiş, vakarla, yavaş ya­vaş merdivenlerden iniyordu. Çocukların hepsi bir turna dizisi gibi arkasından iniyorlardı. Eşek şaha kalkıyordu.

  Ne olmuş bu hayvana?

  Bilmem efendim, uyuyordu...

  Gemini yanlış vurmuşsunuz.

  Hayır.

     Getirin bakayım.

Bütün çocuklar da bakıyorlardı. Eşeği taş basamağa yaklaştırdım. Tam bu esnada Abdurrahman Çelebi nezleye tutulmuş bir insan gibi "pişih, pişih..." diye başını sarstı. Bütün çocuklar gülmeye başladı.

Hoca Efendi şaşırdı. Enfiyenin tesirini duymaya başlayan Abdurrahman Çelebi habire hapşırıyordu. Ben sanki hiçbir şeyden haberim yokmuş gibi:

  Sizinle, eğleniyor efendim, dedim.

  Halt etmişsin...

Daha ziyade küstahlaştım:

  Bunu da falakaya yıkmalısınız.

  O hayvan, o...

Kahkahalarla katılan çocuklar, "falaka, falaka... " diye bağırıyorlardı. Ben, onlardan cesaret aldım. Dedim ki:

   Hoca Efendi, bugün mektepte, "Kim hapşı­rırsa şartolsun falakaya yıkacağım." dediniz. Eğer Abdurrahman Çelebi'yi affederseniz karınız boş düşer.

Çocuklar ders gibi bir ağızdan ve ahenkle:

    Karınız boş düşer! Karınız boş düşer!..diye haykırışıyorlardı.

Hoca Efendi bir an şaşırdı. Bineceği zamanlar, "Oh benim Abdurrahman Çelebi, oh benim Ab­durrahman Çelebi" diye diye muhabbetle okşadığı eşeğine dehşetle baktı.

Kapının yanındaki bir çocuk içeri koşmuş, falaka değneğini çıkarmıştı. Abdurrahman Çelebicik inti­zamsız fasılalarla hapşırıyor, burnunu yere sürmek istiyordu.

Falaka, değnek, elden ele Hoca Efendinin önüne kadar geldi. Çocuklar gülmekten katılıyorlar; "Ka­rınız boş düşer! Karınız boş düşer!" diye ahenkle tekrarlıyorlardı. Çocuklara mı, eşeğe mi, neye kız­dığını bilmeyen Hoca Efendi, çaresiz:

Yıkınız! emrini verdi.

Belki yirmi çocuk, Abdurrahman Çelebi'nin başına üşüştü. Uzun bir uğraşmadan sonra yere yatırdık. Arka ayaklarını falakaya taktık. Hoca Efendi sopayı eline aldı.

Nallar gibi "tak, tak" vurmaya başladı. Eşek debeleniyor,çocuklar bağırıyor, gülüyor, naralar atıyorlardı. Müthiş bir gürültü. Ansızın arkadan bir çocuk:

  Kaymakam Bey! diye bağırdı.

Hepimiz sustuk. Yüzümüzü avlu kapısına çe­virdik; siyah setre pantolonlu, kırmızı fesli, ekşi suratlı bir adam...

Sağında solunda birer zaptiye, dimdik duru­yordu.

  Ne oluyor, Hoca Efendi? diye sordu.

Hoca Efendi fena halde şaşaladı. Önüne baktı. Değnek elinden düştü. Falakayı tutanlar bıraktılar. Kurtulan ürkmüş eşek çifte ata ata kestane ağaç­larının altına kaçıyor, hem de avazı çıktığı kadar anırıyordu. Kaymakam avluya girdi. Yavaş yavaş yürüdü. Mektebin önüne yaklaştı. Kaşları çatılmıştı. Hiddetle tekrar sordu:

  Ne yapıyordunuz?

     Şey... Efendim...

Hoca Efendi kekeliyordu.

  Ne?

  Şart etmiştim.

  Ne demek?

  Hapşıran için...

  Ne hapşıranı?

     Eşek hapşırdı.

  Eşek mi hapşırdı?

Çocuklar, hem hapşırıyor, hem gülüşüyorlardı. Kaymakam, vakarına dokunan bu arsızlığa hiddet­lendi. Isıracak gibi dişlerini göstererek:

    Defolun bakayım oradan, terbiyesizler! dedi.

Biz korktuk, hemen sustuk. Sonra şaşkın, perişan,yere bakan Hoca Efendi'ye döndü:

  Benimle beraber geliniz.

Kaymakam önde, zaptiyelerle Hoca Efendi ar­kada, çıkıp gittiler.

Bundan sonra mektepte ne falakayı gördük, ne de Hoca Efendi'yi!

Şimdi ben kimi hapşırırken görsem, pek küçükken yaptığım bu tuhaf muzipliği hatırlarım. Gülümserim. Kalbimde belirsiz bir acı sızlar. Benim sebebime hocalıktan kovulan, ihtimal aç kalan bu ak sakallı, fakir ihtiyarın zavallı hayali karşıma dikilir. Zaman geçtikçe hafifleyecek yerde, daha ziyade ağırlaşan bir vicdan azabı duyarım.

Fakat...

Fakat bunun gibi hayattaki her gülünç şeyin altında görünmez bir facia yok mudur?



Fuzuli - Gazel (Ham açıldıkça zülfün belâ vü mihnetim artar)

 

Ham açıldıkça zülfün belâ vü mihnetim artar
Bi-hamdi-llâh ki ömrüm uzanır cem’iyyetim artar

10 Temmuz 2024 Çarşamba

Берік Бейсенұлы - Домбырасыз ән қайда?

 


2018 жылдың 13 маусымында қоғамды ұлттық мәдениет пен бірегейлікті сақтау мен қайта жаңғыр­ту идеясының төңірегінде одан әрі топтастыру мақсатында шілденің бірінші жексенбісі Ұлттық домбыра күні болып белгіленді. 

Шанағынан күмбірлеп күй төгілген домбыра – қазақтың жан серігі. Ал жан серігін ұлы дала ұланы, қазақ баласы ешқашан жерге тастаған емес. Қазақтың шаңырағында екі нәрсе жоғары ілулі тұрған: бірі –қамшы, екіншісі – қасиетті қара домбыра. 

Ғасырлар өтіп, заман ағымы ауысып, адамдардың өмір сүру салты өзгергенімен, домбыраның қазақ халқы үшін алатын орны қашанда құдіретті болып қала бермек. Домбыра мен қазақ – егіз ұғым. «Екі шектің бірін қатты тартып, бірін сәл кем бұрау» арқылы дала философия­сын бүгінгі заманға жеткізген қара шанақ домбыраны қалай қастерлесек те жарасады. 

Қасиетті домбыра туралы аңыз, әңгіме жетерлік. Ықылым заманнан қазақпен бірге жасап келе жатқан ұлттық аспапқа қатысты дерек көп. Домбыра сөзінің шығу тарихына қатысты жорамалдар да әртүрлі. 

Ғалым Сартқожа Қаржаубайұлының зерттеуіне ден қойсақ, Моңғол Алтай тауының сілеміндегі Жарғалант-Қайыр­қан жотасының үңгірінен екі ішекті, тоғыз пернелі домбыраға ұқсас көне саз аспабы табылған. Аталған аспапта ежелгі түркінің руна жазуы бар. Ғалымның жазуынша, саз аспабының сырт­­­­­­­қы пішіні алтай домбырасына ұқсас. Зерттеуші бұл жәдігерді V–VI ғасырға жатқызады.

Десек те домбыра сөзінің шығу төркініне қатысты балама пікірлер өте көп. Мәселен, түркі тілдес халықтарда домбыра тектес шертпелі аспаптарды қазақ, ноғай, өзбек, башқұрт – домбыра, тәжік – домбурак, бурят – домбро, монғол – домбор, түрік    –­ томбра, телеуіт – комыс, шор – қобус, қырғыз – қомуз, қырым татарлары – қобуз, хақас – хомус, алтай – топшур, тува – топшулур, түркімен, қарақалпақ, ұйғыр – дутар деп айтады.

Ал қазақта қазіргі кезде домбыраның 20-дан астам түрі бар. Олар – ән мен күй домбырасы, торсық, тұмар, кең шанақты (екі нұсқасы) балдырған, балашық, шіңкілдек, аша, үш ішекті, қуыс мойын, шертер оркестр домбыралары: қоңыр дауысты (альт), жіңішке дауысты (прима), ащы дауысты (секунда), бас домбыралар (екі нұсқасы). 

Бірақ осы жерде айта кететін бір нәрсе, қазақ домбырасының оркестрге лайықтап, стандарттық нұсқасын бір қалыпқа келтірген композитор Ахмет Жұбанов екені анық. Жұбанов 1933 жылы Музыкалық драма техникумының жанынан эксперименталдық шеберхана ашады. Бірнеше шебер, музыканттың көмегімен домбыра және қобызды оркестрге бе­йімдеп жасап шығарады. Кейін домбыраның осы стандарты бойынша Қарағанды облысының Осакаров кентінде, Алматы қаласында домбыраны конве­йермен шығаратын фабрикалар іске қосылған еді.

Сұлтанмахмұт Торайғырұлының: «Біздің қазақ әнқұмар халық. Біреу қолына домбыра ұстап ән сала бастаса, ойдағы-қырдағысы жиналып, сегіздегі бала, сексендегі шалына дейін қалмай қаумалап, айтып-айтысып жанын жағасына келтіреді. Бара-бара не болса да, сол әндегі рух сүйегіне сіңеді, құлағында қалады», – дегені бар. Бұл кешегі пікір, ал бүгін де қазақ домбырасының даңқы артты. Домбыра мен қазақтың қоңыр күйлері – ­ЮНЕСКО­ ше­шімімен материалдық емес мұралар тізіміне енген. Ұлттық домбыра күнін Қазақстанда ғана емес, бүгінде әлемде атап өтеді. 

Бір ғана мысал, 2010 жылы ұлттың қасиетті домбырасы Гиннестің рекордтар кітабына енді. Қытайда өткен жиында 10 450 домбырашы «Кеңес» күйін бір уақытта орындап, күллі әлемнің назарын өзіне аудартты. Жалпы, мұндай жағымды жаңалықтар өте көп. Осыдан бірнеше жыл бұрын Қос­танай облысының күйшілері де Гиннестің рекордтар кітабына енді. Қостанай облысының Амангелді ауданында бір мезетте 1 000 күйші күй шертті. Мұндай іс-шаралар Қазақстан аумағында жиі өткізіліп тұрады. 2024 жылдың 20 нау­рызында еліміздегі барлық білім беру ұйымдарында «Күй күмбірі» атты республикалық челлендж өтті. Бір уақытта 2 миллионға жуық бала Құрманғазының «Балбырауын», «Адай», «Сарыарқа» күйін орындады. Көкірегінде күй күмбірлеген бала рухани тұрғыда ұтылмайды, ұлттың ұпайын түгендейді, абыройын арттырады. Ұлы дала елінің даңқын асқақтатқан домбыра – біздің баға жетпес байлығымыз, ұлттық символымыз.
Негізі, үйдің отағасы: «Дариға, домбырамды берші маған, Жаныма келші, жарым, келші, балам…», – деп отырса, шаңырақты да шаттық кернейді. 
 ...Домбырасыз ән қайда?! 



Fuzuli - Gazel (Sabâdan gül yüzünde sünbül-i pür-pinç ü tâb oynar)

 

Sabâdan gül yüzünde sünbül-i pür-pinç ü tâb oynar
Sanasın per açıp gül-sende bir müşgin gurap oynar

9 Temmuz 2024 Salı

Ömer Bedrettin Uşaklı - Akdeniz'e Doğru

 


Eğilmez başımıza taç yaptık hürriyeti,

Zaferle kalbimize yazdık Cumhuriyeti…

Sakarya’dan su içtik o çelik süngülerle,

Yuvaları dağılmış bir avuç yılmaz erle.

“Hedef Akdeniz, asker!” diyen parmağa koştuk…

Zafer bahçelerinden gül koparmağa koştuk…

Yol gösterdi göklerden bize binlerce yıldız,

Kıpkızıl ufuklardan taştı al bayrağımız.

 

Koştuk aslanlar gibi kükreyip dağdan dağa

Canavarlar dişinden vatanı kurtarmağa.

Sakarya’dan su içtik o çelik süngülerle,

Yuvaları dağılmış bir avuç yılmaz erle.

Eğilmez başımıza taç yaptık hürriyeti,

Zaferle kalbimize yazdık Cumhuriyeti...

Fuzuli - Gazel (Mukavves kaşların kim vesme birle reng tutmuşlar)

 

Mukavves kaşların kim vesme birle reng tutmuşlar
Kılıçlardır ki kanlar dökmek ile jeng tutmuşlar

Ahmet Hamdi Tanpınar - Günlerimiz

 


İçlenme, beyhudedir, maziyi sakın anma!
O vefasız yavruya benzer ki günlerimiz.
Kendini yuvasından bırakır ki akşama
Benzeyen göle, sessiz...

Ruhundaki susuzluk engin mesafelere
Duyurmadan ne anne ne bir yuva hasreti,
Narin kanatlarıyla uçar orman, dağ, dere
Ve bir gün bir çukurda bulunur iskeleti.

Kul Himmet - Aklım Fikrim Yâr Eyledim Ben Bana

 


Aklım fikrim yâr eyledim ben bana
Öğüt verdim deli gönül almadı
Bir kileciği var almış eline
Dünyayı içine koydum dolmadı

Alması farz imiş sünnettir selâm
Hak nurdan yaratmış yaz dedi kalem
Bir çiçek yarattı ol Rabb'ül-âlem
Anı kokulayan mahrum kalmadı

Var bir pire eriş serseri gezme
Gözet gözün önün yolundan kalma
Değme bir dükkâna yükünü çözme
Bunda çok bazergân assı kalmadı

Gençlik yaza benzer kocalık güze
Yüreğim başlıdır dertlerim taze
Boynun eğ de hizmet eyle üstâza
Şeytan benlik ile menzil bulmadı

Kul Himmet'in deste gülü elinde
Daima zikreder Hakk'ı dilinde
Bir güzel sevmişim Hakk'ın yolunda
Hayali gönülden zail olmadı

8 Temmuz 2024 Pazartesi

Nuri Soydal - Sızım

 
Ötüken’de kitabeye kazıldım
 Çin Seddi’nde “iz”im görünür benim.
 Karaman’da emir oldum yazıldım
 Fermanlarda sözüm görünür benim

 Ninni oldum bebeklerle sallandım
 Türkü oldum ağızlarda ballandım
 Sevda olup gönüllerde dallandım
 Aşıklarda sazım görünür benim.

 Bir zamanlar saraylarda baş idim
 Kerem’lere Ferhat’lara eş idim
 Osman Gazi, Oğuz Han’da düş idim
 Üç kıt’ada “yazı”m görünür benim

 Yunus’taydım Taptukları yoklayan
 Fatih’teydim hisarları oklayan
 Yavuz’daydım sırlarını saklayan
 Tarihlerde tozum görünür benim.

 Edebali sözlerinde nasihat
 Ulu Önder nutkunda bir vasiyyet
 Mehmet Akif şiirinde haysiyet
 Ağıtlarda közüm görünür benim.

 Şimdi “merhabalar”, “selam”lar yalan
 “Hellolar dostluğa kuruyor plan
 “Mersi”ler "sağ ol"u ediyor talan
 Vitrinlerde sızım görünür benim

 Hoca Nuri feryat bitti nihayet
 Bu sesleniş milletime şikayet
 Batı etmiş dilimize sirayet
 Bu şiirde özüm görünür benim.

7 Temmuz 2024 Pazar

Arif Nihat Asya - Tanrı'ya Sesleniş

 


Elsizlere el, dilsizlere dil ver yeniden,
Lütfet, bize bin şanlı nesil ver yeniden,
Dünyayı alıp avcuna bir gün Tanrı'm,
Avcunda bu dünyaya şekil ver yeniden.


Fuzuli - Gazel (Ezel kâtipleri uşşâk bahtın kare yazmışlar)

 


Ezel kâtipleri uşşâk bahtın kare yazmışlar
Bu mazmûn ile hat ol safha-i ruhsâre yazmışlar

Mesnevî-i Şerîf’in İlk On Sekiz Beyti

 


         (1)     Bi’ş-nev (în) ney çün hikâyet mîkoned

                   Ez cüdâyihâ şikâyet mîkoned

        

                   Dinle neyden kim hikâyet itmede

                   Ayrılıklardan şikâyet itmede

                  

         “Dinle bu ney nasıl şikâyet ediyor, ayrılıkları nasıl anlatıyor.”

Najmiddin Ermatov - Turkiy elning shiddati so‘nganga o‘xshayotir

 

Ko‘k bo‘ri kezgan sarhad itlarga talosh endi,
Ko‘tarilgan bosh emas, birgina quyosh endi,
Uchqun sochgan ko‘zlarning topingani yosh endi,
Turkiy elning shiddati so‘nganga o‘xshayotir.

Sarbadorlar qonini sellar yuvib ketganday,
Millat uchun jon berar alpni devlar yutganday,
Ultontozlar kun sanab, e voh, shuni kutganday,
Elning kuni nomardga qolganga o‘xshayotir.

Yuz ellik yil otangni otganni og‘a sanab,
Dili buzuq kelganning qadamiga gul qadab,
Yo, HAQ, deya yonganning mozoriga tosh qalab,
Saroyingga qarg‘alar qo‘nganga o‘xshayotir.

Eldan chiqib elidan irganganlar ko‘ringay,
O‘z tarixin o‘zgadan o‘rganganlar ko‘ringay,
G‘ujuri-yu zaboni o‘zgarganlar ko‘ringay,
O‘z farzanding o‘zingni sotganga o‘xshayotir.

Kechang zavolga do‘ndi, haykalday qotib bo‘ldi,
Sening bor nasibangni beklaring totib bo‘ldi,
Bugundan-ku ayrilding, ertangni sotib bo‘ldi,
Yo‘l ko‘rsatar mayog‘ing o‘chganga o‘xshayotir.

Burgut uchgan zovlarda quzg‘un bazm etmoqda,
Ildizingni kavshabon to‘ng‘iz hazm etmoqda,
Ertangni belgilashga yotlar jazm etmoqda,
Qoshiq butun, qiliching singanga o‘xshayotir.

Kechagi yovqir nigoh bugun yerga qadalgan,
Vatan kutgan jasorat non topishga atalgan,
Bo‘yin egik, qo‘l qadoq, tizzalaring qavargan,
Umid ko‘zyosh sho‘ridan so‘lganga o‘xshayotir.

Uyg‘otay deb kelgan ul bahorlar bekor ketar,
Har tongda quyosh turtib, har shomda bezor ketar,
Bo‘g‘zin yirtib shoirlar ming hayqirib, xor ketar,
Alloh, bu xalq shu holga ko‘nganga o‘xshayotir.
Turkiy elning shiddati so‘nganga o‘xshayotir.



Fuzuli - Gazel (Lâhza lâhza lebin anıp edicek efganlar)

 

Lâhza lâhza lebin anıp edicek efganlar
Katre katre sacılır ddelerimden kanlar

Şeyh Gâlib - Terci' Bend

 


Ey dil ey dil niye bu rütbede pür-gamsın sen
Gerçi vîrâne isen genc-i mutalsamsın sen
Secde-fermâ-yı melek zât-ı mükerremsin sen
Bildiğin gibi değil cümleden akdemsin sen
Rûhsun nefha-i Cibrîl ile tev’emsin sen
Sırr-ı Hak’sın mesel-i Îsi-yi Meryem’sin sen
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen

Merteben ayn-ı müsemmâdadır esmâ sanma
Merci‘in Hâlık-ı eşyâdadır eşyâ sanma
Gördüğün bu emr-i muhakkakları rü’yâ sanma
Başkasın kendini sûretle heyûlâ sanma
Keşf ile sâbit olan ma‘nîyi da‘vâ sanma
Hakkına söylenen evsâfı müdârâ sanma
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen

İnleyip sırrını fâş eyleme ağyâra sakın
Düşme bilmezlik ile varta-i inkâra sakın
Değmesin ellerin kâkül-i dildâra sakın
Sonra Mansûr gibi çıkman olur dâra sakın
Arz-ı acz etmeyesin yâreden ol yâra sakı
Bulduğun gevher-i âlîleri bîçâre sakın
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen

Sendedir mahzen-i esrâr-ı mahabbet sende
Sendedir ma‘den-i envâr-ı fütüvvet sende
Gizli gizli dahi vardır niçe hâlet sende
Ma‘rifet sende hüner sende hakîkat sende
Nazar etsen yer ü gök dûzâh u cennet sende
Arş u kürsîyy ü melek sendedir elbet sende
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen

Hayfdır şâh iken âlemde gedâ olmayasın
Keder-âlûde-i ümmîd ü recâ olmayasın
Vâdî-i ye’se düşüp hîç ü hebâ olmayasın
Yanılıp reh-rev-i sahrâ-yı hevâ olmayasın
Ademe muttasıl ol tâ ki cüdâ olmayasın
Secdeler eyle ki merdûd-ı Hüdâ olmayasın
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen

Berk-ı hâtif gibi bu kayd-ı sivâdan güzer et
Erişen hâr u hâsa âteş-i aşkı siper et
Dâmenin tutmaya âsâr-ı alâyık hazer et
Şems-veş hâhiş-i Monlâyıle azm-i sefer et
Sâf kıl âyîneni kâbil-i aks-i suver et
Hele bir cem‘-i havâs eyle de Gâlib nazar et
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen

Şeyh Gâlib - Müseddes-i Na‘t-ı Şerîf-i Nebevî



Sultân-ı rüsül şâh-ı mümeccedsin efendim
Bîçârelere devlet-i sermedsin efendim
Dîvân-ı İlâhî’de ser-âmedsin efendim
Menşûr-ı “le‘amrük”le müeyyedsin efendim
Sen Ahmed ü Mahmud u Muhammed’sin efendim
Hak’dan bize sultân-ı müeyyedsin efendim

Tâbiş-dih-i ervâh-ı mücerred güherindir
Mâlişgeh-i ruhsâr-ı melik hâk-i derindir
Âyîne-i dîdâr-ı tecellî nazarındır
Bû Bekr Ömer Osman ü Alî yârlarındır
Sen Ahmed ü Mahmud u Muhammed’sin efendim
Hak’dan bize sultân-ı müeyyedsin efendim

Hutben okunur minber-i iklîm-i bekâda
Hükmün tutulur mahkeme-i rûz-ı cezâda
Gülbâng-ı kudûmün çekilir arş-ı Hüdâ’da
Esmâ-i şerîfin anılır arz u semâda
Sen Ahmed ü Mahmud u Muhammed’sin efendim
Hak’dan bize sultân-ı müeyyedsin efendim

Ol dem ki velîlerle nebîler kala hayrân
Nefsî deyü dehşetle kopa cümleden efgân
Ye’s ile usâtın ola ahvâli perîşân
Destûr-ı şefâatla senindir yine meydân
Sen Ahmed ü Mahmud u Muhammedsin efendim
Hak’dan bize sultân-ı müeyyedsin efendim

Bir gün ki dalıp bahr-ı gama fikrete gitdim
İlden getirip kendimi bîhodluğa yitdim
İsyânım anıp âkıbetimden hazer itdim
Bu matlaı yâd eyledi bir seyyid işitdim
Sen Ahmed ü Mahmud u Muhammed’sin efendim
Hak’dan bize sultân-ı mü’eyyedsin efendim

Ümmîddeyiz ye’s ile âh eylemeyiz biz
Sermâye-i îmânı tebâh eylemeyiz biz
Bâbın koyup ağyâra penâh eylemeyiz biz
Bir kimseye sâyende nigâh eylemeyiz biz
Sen Ahmed ü Mahmud u Muhammed’sin efendim
Hak’dan bize sultân-ı müeyyedsin efendim

Bîçâredir ümmetlerin isyânına bakma
Dest-i red urup hasret ile dûzaha kakma
Rahm eyle amân âteş-i hicrânına yakma
Ez-cümle kulun Gâlib-i pür-cürmü bırakma
Sen Ahmed ü Mahmud u Muhammed’sin efendim
Hak’dan bize sultân-ı müeyyedsin efendim.

Mirzo Kenjabek - Munojot

Men zabunman. Tun qoʼynida qaro tunman,

Tund bagʼrimga ziyolarni kimdan soʼray?

Oʼzim yerman, oʼzim samo, men ochunman,

Oʼzdan oʼzga dunyolarni kimdan soʼray?


Ishqim barbod boʼldi obod shaharlarda,

Barcha kuldi, men yigʼladim bahorlarda,

Yurak shabnam boʼlib tomgan saharlarda

Osmonimga zuhrolarni kimdan soʼray?!


Koʼkdan soʼra xayolimning hurlarini,

Yerdan soʼra peshonamning shoʼrlarini,

Mendan soʼra sen dardlarning turlarini –

Men dardimga davolarni kimdan soʼray?!


Sen tunlarni — yaldolarni mendan so'ra,

Xatolarni, savdolarni mendan so'ra,

Sen koʼzingga ziyolarni mendan soʼra,

Men koʼksimga havolarni kimdan soʼray?!


Netay, bordir bu togʼlarning orasida,

Oyoq izi — yuragimning yarasida.

Shafqat yoʼkdir ul koʼzlarning qorasida,

Oq mehrli qarolarni kimdan soʼray?!


Malak, sening malakliging yolgʼon ekan,

Falak, sening falakliging yolgʼon ekan!

Yurak, sening yurakliging yolgʼon ekan,

Senga boshqa samolarni kimdan soʼray?!


Men koʼzimdan yoshlar otib yigʼlay, doʼstlar,

Koʼksingizga boshlar otib yigʼlay, doʼstlar,

Tosh bagʼrimga toshlar otib yigʼlay, doʼstlar,

Yoʼqotmishim xudolarni kimdan soʼray?!


Yurakkinam, navo ista, nidolar qil,

Yo navosiz jonginamni adolar qil,

Soʼra, yetti iklimlarga sadolar qil –

Men umrimga navolarni kimdan soʼray?..