İncecikten bir kar yağar,
Tozar Elif, Elif deyü...
Deli gönül abdal olmuş,
Gezer Elif, Elif deyü...
Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz
Biz neşâtın da gâmın da rûzgârın görmüşüz
Çok da mağrûr olma kim meyhâne-i ikbâlde
Biz hezârân mest-i mağrûrun humârın görmüşüz
Akşam olup kuş yuvaya dönende
Akar gözlerinden ey yaşı garibin
Herkes sılasına hicret edende
Ağarır kipriği kaşı garibin
Garip olan kişi gurbette yatar
Tüyden döşek olsa yar bağrına batar
Garip kuşlar da dertli dertli çığrışır öter
Sızlar ciğerinin başı garibin
Anam yok ki gelip göz yaşın döke
Bacım yok ki yaslı boynunu büke
Kardaş yok ki mezarıma taş dike
Bir çalıdır mezar taşı garibin
Anne ben geldim, üstüm başım
Uzak yolların tozlarıyla perişan
Çoktan paralandı ördüğün kazak
Üzerinde yeşil nakışlar olan
Anne ben geldim, yoruldum artık
Her yolağzında kendime rastlamaktan
Hep acılı, sarhoş ve sarsak
Şiirler çırpıştıran bi adam
Kurumuş kuyunun suyu, incirin
sütü çoktan çekilmiş
Bir zamanlar dünya sandığım bahçeyi
Ayrık otları, dikenler bürümüş
Kapıdaki çıngırak kararmış nemden
Atnalı ve sarmısak duruyor ama
Oğlum, mektup yaz diyen
Sesin hala kulaklarımda
Anne ben geldim, ağdaki balık
Bardaktaki su kadar umarsızım
Dizlerin duruyor mu başımı koyacak?
Anne ben geldim, oğlun, hayırsızın..
Yine müjde kıldı sultan-ı nevruz
İrişti zerrine feth-i Messiha
Şu’le-i nur ile mihr-i şebefruz
Mir’at-ı feleği kıldı mücella
Dürlü şükufeler dürlü kokular
Dürlü halet verir cihana bular
Hep eridi karlar revani sular
Irmaklar bulandı mevc urdu derya
Nergisin kalmadı uyhu gözünde
Uyanıp bir ferah buldu özünde
Çemen mevc urdukça sahra yüzünde
Görünür cabeca lale-i hamra
Sakiya piyale alınca ele
Surahi şevk ile eder gulgule
Gör ne rümuz ile arz eder güle
Mahabbetnamesin bülbül-i gûya
Ömer elde ferah bir cam-ı Cem’dir
Meclis-i gamhane kayd u elemdir
Ölmeden sürelim bu da bir demdir
Mey ü mahbub ile kekişti sahra
Ela gözlerine kurban olduğum
Yüzüne bakmaya doyamadım ben
İbret için gelmiş derler cihana
Noktadır benlerin sayamadım ben
Aşkın ateşidir sînemi yakan
Lûtfuna erer mi cevrini çeken
Kolların boynuma dolanmış iken
Seni öpmelere kıyamadım ben
Terkeyledim ağalarım, beylerim
Bozbulanık seller gibi çağlarım
Anın içün ben ah edip ağlarım
Ayrılık oduna doyamadım ben
Kaldı deli gönül kaldı hep yasta
Mevla'm erdir beni murada kasda
Aşık Ömer eydür sevgili dosta
Allah'ısmarladık diyemedim ben
Aşık Ömer, 17. yüzyılın en önde gelen adlarından biridir. Kendi şiirlerinden yola çıkan araştırıcılar onu gerçek bir mekana bağlayamamışlardır. En eski divanındaki, "Vatan-ı aslimiz Aydın ilidir" , ve "Tehi sanman Ömer Gözlevelidir"gibi mısralar, onun gerçek doğum yerini ortaya koymamıza engel teşkil etmektedir. Aydın, Kırım ve Konya’da üç ayrı Gözleve’nin var olması, araştırıcıları sık sık fikir değiştirmeye yöneltmiştir. Şükrü Elçin, çok eski bazı kaynaklardan yola çıkarolabileceğini ifade etmektedir.
Doğum yeri ve tarihi belli değildir; her iki hususta da farklı görüşler ileri sürülmüştür. M. Fuad Köprülü, Kırım Hanı Selim Giray’a yazdığı bir methiyeden dolayı şairin Kırımlı olduğunu; Saim Sakaoğlu ise İstanbullu olması ihtimalinin daha kuvvetli olduğunu söylemektedir.
1860 (bazı kaynaklara göre 1862) yılında Erzurum ilinin Narman ilçesinin Samikale köyünde doğmuştur. Fakir bir ailenin çocuğu olan Sümmanî, hayatını çiftçilik ve çobanlık yaparak sürdürmüştür. Şiirleri hem sözlü hem de yazılı (cönkler) kaynaklarda yer almaktadır. Sümmanî’nin öğrenim durumu hakkında bilgimiz yoktur.
Ervah-ı ezelde levh-i kalemde,
Bu benim bahtımı kara yazdılar,
Gönül perişandır devri alemde,
Bir günümü yüz bin zara yazdılar
Bulmadım şadlığın iradesini,
Çekerim bu gamın ziyadesini,
Herkes dosta verdi ifadesini,
Bizimkini ülüzgara yazdılar
Aşk benimle eyler daim kıyl-ü kal,
Daha sabretmeye kalmadı mecal,
Derdim taksimdara kıldım arzuhal,
Dedi neylim bahtın kara yazdılar.
Gönül gülşeninde har oldu deyu,
Hasretlik cismimde var oldu deyu,
Sevdiğim, sevdiğin pir oldu deyu,
Erbabı garezler yare yazdılar.
Dünyayı sevenler veli değildir,
Canı terkedenler deli değildir,
İnsanoğlu gamdan hâli değildir,
Her birini bir efkara yazdılar.
Nedir bu sevdanın nihayetinde,
Yadlar gezer yarin vilayetinde,
Herkes diyarında muhabbetinde,
Bilmem bizi ne civara yazdılar.
Kadrimi bilmeze eyledim minnet,
Derdimi artıran görmesin cennet,
Sarraflar verdiler yare bin kıymet,
Benim kıymetimi nere yazdılar.
Döner mi kavlinden sıdkı sadıklar,
Dost ile dost olur bağrı yanıklar,
Aşk kaydına geçti bunca âşıklar,
Sümmâni’yi derkenara yazdılar.
KİTABIN
ADI |
ACIMAK |
KİTABIN
YAZARI |
REŞAT
NURİ GÜNTEKİN |
YAYIN
EVİ |
İNKILAP
YAYIN EVİ |
BASIM
YILI |
1999 |
1)KİTABIN KONUSU:
Küçük yaşta gördüğü kötü muamelelerden dolayı acıma duygusu olmayan bir öğretmeni anlatıyor.
2)KİTABIN ÖZETİ:
Zehra adında bir öğretmen çok acımasız bir karaktere sahipti.Öğrencilerine her zaman kötü davranıyordu. Bir gün babasının öldüğünü duydu.Babasının evine gitti.Fakat hiçbir şekilde üzülmüyordu. Babasını yanına gitmeden başka bir odaya geçti. Odada bulunan sandıktan babasının hatıra defterini buldu.Bu hatıra defterini okudukça babasına haksızlık ettiğini anlamaya başladı.Acıma duygusu olmayan Zehra öğretmen babasının geçmişte bulunduğu duruma acımaya başlamıştı. Annesinin babasına karşı haksızlık yaptığını anladı.Büyük bir üzüntüyle odadan çıkarak babasının bulunduğu odaya gider. Ve onun yüzüne örtülü olan çarşafı kaldırarak onu öper. Daha sonra Zehra öğretmen okuluna geri döner ve bir süre sonra orada evlenir.
Eserin Adı : |
ANKARA |
Yazarı : |
Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU |
Yayın Evi : |
İnkılap |
Basım Yılı : |
1982 |
1-)Eserin Konusu :
Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU’nun Ankara romanı ütopik bir romandır. Bu romanda yazarın özlediği, özlemini çektiği geleceğin Ankara’sı dolayısı ile Türkiye’sidir.
2-) Eserin Özeti :
Saçların yine solgun,
Bağrın elemle dolgun,
Nereye yolculuğun
Yeni bir gurbete mi?
Ben de bir kuru yaprak
Gibi seninleyim bak,
Zülfüne takılarak
Oldum gönül veremi
Gözlerim dolu melal,
Yüzün bir ince hilal,
Giderken beni de al
Beraberine emi?
Ne bir damla gözyaşı, ne yerde yaslı bir mum;
Hazin, loş odalarda ölümü sevmiyorum.
Bir çığ sesiyle nasıl inlerse bir uçurum
Benim öyle verecek kalbim son nefesini...
Titreyen dallarını açıp göklere kadar,
Hıçkıracak ney gibi sülün boylu kavaklar,
Talihimin göğsümde hapsettiği canavar
Derin çıtırtılarla kıracak mahpesini...
Ardımda binbir gönül, ıstırabımdan derin,
Matemini tutacak bir mukaddes kederin;
Ölümün gösterecek dünyaya ölümlerin
Hem en şereflisini, hem de en mukaddesini...
Gözlerim çektiğimi ifşa etmese bile
Kalbimden ayrılınca ruhum gelecek dile:
Yüzbin yıllık kâinat hummalı bir vecd ile
Dinleyecek ilk defa ıstırabın sesini...
Her gün bir parça daha fazla yalçınlaşarak
Bir uçurum olunca bana sevdiğim kucak,
Fırtınalı göklerden ölümüm andıracak,
Yıldırımla vurulmuş kartalın düşmesini...
Aruz ölçüsü, hecelerin uzun veya kısa, kapalı ya da açık oluşuna dayanan, hecelerin belli bir düzene göre sıralanarak ahengin sağlandığı nazım ölçüsüdür. İskender Pala’nın değişiyle ‘‘Çadırın ortasına dikilen direktir. Bir çadırı nasıl direk ayakta tutuyorsa divan şiirini de ayakta tutan en büyük unsur aruzdur.’’
Başarı, diken üstüne gül kondurmaktır.
Başarı, elde etmek istediklerimize ulaşmak, kavuşmayı dilediklerimizle buluşmaktır.
Başarı, mutluluktur.
Ancak başarıya giden yol, türlü tuzaklar, dönemeçler, çakıllar ve dikenlerle kuşatılmıştır. Bu kuşatmayı yarabilmek için çeşitli çabaların, katlanacağımız sayısız özverilerin kapımızın önünde beklediğini unutmayalım. Kim ne derse desin, nasıl söylerse söylesin “unutmak”, vazgeçmek, geri çekilmek demektir. Vazgeçişler ve geri çekilişler, kayıp çizelgelerimize tek tek eklenecek olan “hayatımızın olumsuz resimleri”dir. Bu resimler çoğaldıkça, adına yaşamak da denilen periyle bizim aramızdaki bağların gevşediğini, ya da pamuk ipliğiyle birbirine bağlandıklarını görürüz. Şüphesiz böyle bir durum, insanı tükenişe götürür.
Tükeniş, bizi sıradanlaştırır. Herkes gibi olan, içinde bulunduğu halkadakilerle arasında başkalıklar bulunmayan insan, ömrünün hiçbir döneminde “doyum noktası”na ulaşamaz. Elbette küçük becerilerle, tesadüfî ilişkilerle, aniden önümüze düşen fırsatlarla da başarıyı yakalamak, doyum noktasına erişmek mümkün. Ummadığınız bir anda kapınızı çalan, yolunuza çıkan bir arkadaşınızın yardımıyla “çözümsüz güçlüklerin kördüğümleri”ni sökebilir, “oh”lar çeker, ikincil başarılarla gurur duyarsınız. Ancak başarı sahnesinde başrole çıkamazsınız.
Kurda sormuşlar; “Ensen niye kalın?” diye. O da cevaplamış: “Kendi işimi kendim görürüm de.” Öyle görülüyor ki bu kurt, hayatının başrolünü oynuyor. Çok karmaşık bir dünyada yaşadığımızı biliyoruz. Böyle bir dünyada yaşamak, başkalarının artıları ve eksileriyle karşılaşmak demektir. Şüphesiz bu artılar ve eksiler de, şöyle veya böyle bir biçimde, başarıya uzanan yolda kılavuzumuz olacaktır. Belki de bizi, “kendimiz olmak”tan çıkaracak, “kendi işimizi kendimiz görebilme isteği”nden de caydıracaktır. Hâlbuki tarih, düştükleri yola yalnız çıkanların hikâyeleriyle doludur.
Başarı, “ateş yumağı.” Bu yumağı açmak bize düşüyor. Ancak ateşe dokunmak da güç. İlk anda bu güçlük, insanı yıldırıyor. İşte bu noktada, bedeli ne olursa olsun, yılgınlığa yakamızı kaptırmamak gerekiyor. Bunu başardığımız, daha doğrusu ilk adımı cesaretle attığımız an, sonrası kendiliğinden gelecek, “yumağın çilesi” çözülecektir. Çözülüş sırasında yumağı, kördüğüm haline getirmemek için, hedefimizi ortaya koymalı, “Nerede, neden, niçin, nasıl?” adımlarında neler yapacağımızı baştan plânlamalıyız. Öncesini ve sonrasını düşünmeden atacağımız adımlar, eninde sonunda bizi, başarısızlığın dikenli yollarına sürükleyecektir. O zaman da başarı denilen şey, ateş yumağı olarak karşımıza çıkacaktır. Hedefsizliğin verdiği yılgınlık, hangi işe başlarsak başlayalım, her seferinde de bize “yaka silktirecek”, hayatımızı toz duman edecektir.
Yanılmalar, yanlışa düşmeler ve doğru sonuçlara ulaşmalarla başarının tadını alırız. Bu tat alışın temelinde, “öğrenme” var. Var ya, hemen burada bir incelik karşımıza dikiliyor: Bazılarının sandığı gibi; “Öğrenme eşittir başarı”, değil. Yani öğrenen başarıya ulaşır anlayışı yanlış. Hepimiz çarpım tablosunu ezbere biliriz. O tabloda yer alan bütün sayıları, tek tek veya katlayarak, hiç teklemeden sayabiliriz. Ama bu sayıların altında yatan gerçekleri, gündelik hayatımızda, işimizde gerektiği biçimde kullanamıyorsak, sonuç kötü olmaz mı?
Böyle bir sonuç elde var birimiz olunca da söz konusu sayıları “sadece öğrenmiş” olarak kalırız, değil mi? Çevrenize şöyle bir bakın, öğrendikleri yabancı dilleri unutan, o dili bilenlerle konuşamayan sayısız insanla karşılaşırsınız. Hemen herkese fen bilimlerini de öğrettik fakat öğrendiklerini uygulamada hiç kimse yok değil mi? Sıraladığımız olumsuz örneklerin bize öğrettiği bir şey daha var. Demek ki öğrenme, başarıyı yakalamakta, daha doğrusu başarabilmekte ilk akla gelmesi gereken “itici güç” olmuyor.
O halde başarı dediğimiz “büyü” nedir?
Başarı karşılaştığımız problemlerin çözümünü yapabilme, doğru sonucu bulabilme yeteneğidir. Bu yeteneklerini tez ayağa kaldırabilenler, hangi dalda, hangi alanda olursa olsun, daima başarı ipini göğüsleyebilirler. Onların dilinde yılmak, vazgeçmek, unutmak, kördüğüm olmuş tuzaklara düşmek gibi kavramlar yoktur. Onlar çıktıkları her yolda, hedefe kilitlenirler, elde ettikleri bütün başarılarıyla mutluluk içinde yaşarlar. Adına yaşamak denilen savaşın gözü pek, korkusuz savaşçıları, yaptıkları sonsuz yürüyüşün farkındadırlar. “Tay tay durma”ların sonunda, yürümek için atılan “ilk adım”lar, sevimli küçük yaramazları nasıl ayağa kaldırıp yerde sürünmekten kurtarıyorsa, başarı da hepimizi ayaklandırıyor, bize tükenmez mutluluklar yaşatıyor.
Sözün özü başarı, yediveren gülü gibidir, bir açıldı mı, önüne geçemezsiniz. İster kişisel, ister kitlesel olsun başarı, hayatı bütünüyle kucaklayabilmek, onu doya doya yaşayabilmektir.
Başarı sensin. İlk adımınla birlikte, korkusuz yürümelisin!
Karlı dağların ardında
Yare doğru yürüyorum
Yunus'un feyiz aldığı
Yere doğru yürüyorum
Kah atlıyım kah yayayım
Hangi derdimi sayayım
Ben bu alemde rüyayım
Sırra doğru yürüyorum
Şahballı konmaz göçecek
Dünya fani ölüm gerçek
Kula şefaat edecek
"Er"e doğru yürüyorum.
Bir, iki, üç,
dört... Beş; beş... Altı! Yedi, sekiz, dokuz,
on...
Küçücük, kırmızı
iplerle süslü bezden top yolunu şaşırıp kaçtı, gidip aşağıdaki ağılın duvarına
yaslanıp büyüyen şekerpare kayısı fidanına çarptı ve zıplayıp “şap” diye havuza
düştü…
Kızlar hep
birden:
— Vay! Canın çıkmasın. Havuza düştü işte, diye bağırıştılar. Topu tutmak için peşinden koşan Şerafet de havuzun yanında taş kesilip kalıverdi.
Madem gelmişiz cihana,
İyi insan olalım, gel.
Akıl fikir vermiş sana,
İyi insan olalım, gel.
İnsan diye isim vermiş,
Düşünen doğruyu görmüş,
Arif olan Hak'ka ermiş,
İyi insan olalım, gel.
Mektep, medresede tahsil,
Yapanlar ilime dahil,
Okumayan kalır cahil,
İyi insan olalım, gel.
Öğrenelim, öğretelim,
Fen denen sırra erelim,
Bilirsen kutsal evvelim,
İyi insan olalım, gel.
Çalışanlar yükselirmiş,
Bunu bana törem demiş,
İlk emir de “oku” imiş,
İyi insan olalım, gel.
Feymânî dünya bir handır,
Kimi canan kimi candır,
İnsan aleme sultandır,
İyi insan olalım, gel.